Anasayfa » Üçüncü Mektub

Üçüncü Mektub

Üçüncü Mektub

(Nübüvvet mesleğini esas alıp velayet-i kübrada giden Üstadımıza halinin nasıl olduğu sorulduğunda tazyikatın altında ezilmeyip kâinata yaratılış maksadına göre bakarak tefekkür ettiği binler hakikatlardan biri dört nükte içinde gösterilmiştir.)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

(O malûm talebesine gönderilen mektubun bir parçasıdır.

(Üçüncü Mektub’un baş kısmı Barla Lahikası 262’den aşağıya alınmıştır.)

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ بِكَلِمَاتِ النُّجُومِ وَ الشُّمُوسِ وَاْلاَقْمَارِ وَالسَّيَّارَاتِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ النُّجُومِ فِى السَّمٰوَاتِ

Aziz kardeşim ve sevgili arkadaşım!

Şimdi yüz tabakalık fıtrî bir sarayın, en yukarı menzilinde bulunuyorum. Sen de manen burada hazır ol. Bir parça sohbet edip konuşacağız. İşte kardeşim

Evvelâ: Evvelki mektubumda, bütün Sözler’e dair sual etmiştim ki: İçlerinde cerh edilecek hakikatler var mı? Veyahud avama izharı muzır şeyler bulunuyor mu? Yoksa yalnız Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Maksadı için değildi.

Sâniyen: Sana “Nokta” Risalesini gönderiyorum. Acibdir ki, Eski Said’in kuvvet-i ilmiyle, nazar-ı aklıyla anladığı ve gördüğü hakikatları, senin kardeşin şuhud-u kalbiyle, nur-u vicdanla gördüğüne tevafuk ediyor. Yalnız bazı cihetlerde noksan kalmıştır ki, Yirmidokuzuncu Söz’de tekmil edilmiş. Hususan âhirdeki remizli nükte ve o remizli nüktenin sırrı beyanında çok hakikatlar Nokta’da yoktur, Yirmidokuzuncu Söz’de vardır. Fakat birbirinden çok uzak bu iki Said’in aklı, kalbi, bu derece ittifakı acibdir.

Sâlisen: Şeyh Mustafa’ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: Yazdığın Kader Sözü beni çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda ettiğin gibi, bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kaza ettin. Allah senden razı olsun. Yazdığını Abdülmecid’e gönderiyorum. O, yüzlerce adama okutturacak, herbirisinden sevab sana gelecek.

Râbian: Kardeşimiz Abdülmecid’e bir mektubla bazı Sözler’i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver, adres: “Ergani-i Osmaniyede esnaftan Van’lı Şahabeddin Efendi vasıtasıyla Van’lı Abdülmecid Efendi’ye” Bu adresi yeni hurufatla mektuba ve emanete yazınız. {(*): Mektubun bundan sonraki “Hâmisen” kısmı, Mektubat’ta Üçüncü Mektub’dadır.})

(Akıl ve kalbi nurlanmış bir insanın kâinata ve hadisata bakış açısını izah eden bir mektubtur.)

Hâmisen: Bir mektubda, buradaki hissiyatıma hissedar olmak arzusunu yazmıştın. İşte binden birini işit.

Bir gece, yüz tabakalık irtifada, bir katran ağacının başındaki yuvada, semanın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne baktım; (Mecaz manada hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semasının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya ve evliya ve asfiya ve sıddıklara baktığına işarettir.)

1- Kur’an-ı Hakîm’in فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ َالْجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ulvî bir nur-u i’caz ve parlak bir sırr-ı belâgat gördüm.

Evet seyyar yıldızlara ve istitar ve intişarlarına işaret eden şu âyet, gayet âlî bir nakşı san’at ve âlî bir levha-i ibret, nazar-ı temaşaya gösteriyor. (Âyet yıldızların san’atlı nakışlarından ibret almayı ders veriyor. Yani yapılan kasemle nazar-ı dikkati semanın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Mecaz manası ile insanlık aleminde büyük insanların istitar ve intişarlarında dokunan nakş-ı san’at ve ibret levhalarına nazar-ı dikkati çeviriyor.)

Evet şu seyyareler,

Bazan kumandanları olan güneşin dairesinden çıkıyorlar, sabit yıldızlar dairesine girerek semada yeni yeni nakışları ve san’atları gösteriyorlar.

Bazan kendileri gibi parlak bir yıldıza omuz omuza verir güzel bir vaziyet gösteriyorlar. (Mecaz manası ile kendileri gibi salih insanlarla omuz omuza verip teavün düsturunu ders veriyorlar.)

Bazan küçük yıldızlar içine girip bir kumandan suretini gösteriyorlar. (Mecaz manası ile kemalat bakımından kendilerinden küçük insanlar içinde önder vaziyetini alıyorlar.)

Hususuyla bu mevsimde,

akşamdan sonra ufukta Zühre yıldızı ve (Mecaz manası ile beşeriyet aleminin karanlığında görünen kâmil insanlara işarettir.)

fecirden evvel diğer parlak bir arkadaşı, (Mecaz manası ile insanlık âleminin karanlıkdan çıkmasına yakın bir vakit de görünen kâmil insanlara işarettir.)

gayet şirin ve güzel bir vaziyet gösteriyorlar. Sonra vazife-i teftişiyelerini ve nakşı san’atta mekiklik hizmetini îfadan sonra yine dönüp sultanları olan güneşin şaşaalı dairesine girip gizleniyorlar.

Şimdi şu “Hunnes, (Görünen ve gizlenen yıldızlara hunnes denir.) Künnes (Gözüken hareket eden yıldızlara künnes denir.)” tabir edilen seyyarelerle şu zeminimizi kâinat fezasında birer gemi, birer tayyare suretinde kemal-i intizamla döndüren ve seyr ü seyahat ettiren Zât’ın haşmet-i rububiyetini ve şaşaa-i saltanat-ı uluhiyetini güneş gibi parlaklığıyla gösteriyorlar. Bak bir saltanatın haşmetine ki, gemileri ve tayyareleri içinde öyleleri var ki, bin defa Küre-i Arz kadar bir cesamette ve bir sâniyede sekiz saat mesafeyi kat’eden sür’attedir.

İşte böyle bir sultana (gemileri ve tayyareleri yıldızlar olan bir Sultan) ubudiyet ve imanla intisab etmek ve şu dünyada Ona misafir olmak ne kadar âlî bir saadet, ne derece büyük bir şeref olduğunu kıyas et.

2- Sonra Kamer’e baktım. وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ âyetinin gayet parlak bir nur-u i’cazı ifade ettiğini gördüm. Evet Kamer’in takdiri ve tedviri ve tedbir ve tenviri ve zemine ve Güneş’e karşı gayet dakik bir hesabla vaziyetleri, o kadar hayret-feza, o derece hârikadır ki, onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîr’e hiçbir şey ağır gelmez. “Onu öyle yapan her şey’i yapabilir” fikrini, temaşa eden herbir zîşuura ders verir. (İnsanlık âleminde kâmil insanların vazife görecekleri zamanın ve insanların takdir edilmesi ve o insanları hakikatin cazibesi ile döndürmesi ve her birini bir vazifeye koşturarak tedbir etmesi ve insanların hem akıllarını hem de kalblerini nurlandırması ve insanlara kâmil insanlar vasıtasıyla emir ve yasaklarını bildirmesi o kadar hayret-feza, o derece hârikadır ki, onu öyle tanzim eden ve takdir eden bir Kadîr’e hiçbir şey ağır gelmez. “Onu öyle yapan her şey’i yapabilir” fikrini, temaşa eden herbir zîşuura ders verir.)

(Nur-u i’caz; Kur’an kâinatı yaratan zatın kelamı olup kendini icraatıyla bize tanıttırmasından dolayı beşer yaratamadığı bir kâinat hakkında söz söylemekte aciz kalmasından Kur’an Nur-u i’cazını gösteriyor. Zira yapan bilir; elbette bilen konuşur. Mektubat 89)

Hem öyle bir tarzda Güneş’i takib ediyor ki; bir sâniye kadar yolunu şaşırmıyor, zerre kadar vazifesinden geri kalmıyor. Dikkatle bakana: سُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ dedirtiyor. Hususan Mayıs’ın âhirinde olduğu gibi (Ama her zaman mayıs ayının sonunda olmak zorunda değil değişebiliyor.), bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının (Hurma ağacına teşbih edilmesinin sebebi sahranişinlerin ticaret ve ziraat için hurmayla çok iştigal etmeleridir. Zira Kur’an merhameten onların en çok bildiği şeylere teşbih ediyor.) eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, (Salkımın üstünde bir, onun altında üç, onun altında iki ve onun altında bir yıldız vardır.) o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. (Fikir bir şeyin ucunu gördükten sonra hayal o şeyin levazımatı olan şeylerin suretini ve sınırlarını çizer. Kur’an bizim için çok büyük olan mevcudatı kâinatın büyüklüğüne nisbeten küçük görür ve öylece teşbih eder. Kur’anın nazarı herşeye yakın olduğu cihetle, Zülkarneyn’in galat-ı his nevindeki nazarına göre bakamaz, belki Kur’an semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz’ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazan bir beşik, bazan bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor. Lem’alar 108)

(Ağaç temsili ile kâinat ağacı hakkında üç hakikate işaret ediyor.

1- Kâinatın yaratılışında eşyanın sırasına işaret ediyor.

2- Kâinat ağacının çekirdeği hükmünde olan Zat-ı Ahmediyye Aleyhisssalatü Vesselam vasıtasıyla ağaç temsili kaderin bir delili oluyor.

3- Kıyamette kâinat ağacının hakikat-ı uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle parçalanacağına işaret ediyor. Sözler 530)

Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve Hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ teşbihinin letafetini, belâgatını gör. (Mecaz manası ise insanlık âleminde bazı kâmil insanlar hilal gibi öyle bir vaziyet alıyorlar ki onlarda hakikakat-ı İslamiyet ve güzel ahlak birer yıldız gibi görünüyor.)

3- Sonra هُوَ الَّذِى جَعَلَ لَكُمُ اْلاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا  âyeti hatırıma geldi ki; zemin müsahhar bir sefine, bir merkûb olduğunu işaret ediyor. (Sefine temsili ile esir denizinde yüzen Küre-i Arzı sefinesi içinde maddi manevi ihtiyaçların hazır bulundurulması ile zemini mahlûkata musahhar kılan Zatı tesbih etmek hatıra geliyor.)

O işaretten kendimi feza-yı kâinatta sür’atle seyahat eden pek büyük bir geminin yüksek bir mevkiinde gördüm. At ve gemi gibi bir merkûbe binildiği zaman kıraeti sünnet olan

سُبْحَانَ الَّذِى سَخَّرَ لَنَا هذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ âyetini okudum.

Hem gördüm ki: Küre-i Arz şu hareketle, sinema levhalarını gösteren bir makina vaziyetini aldı; bütün semavatı harekete getirdi, bütün yıldızları muhteşem bir ordu gibi sevke başladı. Öyle şirin ve yüksek manzaraları gösterdi ki, ehl-i fikri mest ü hayran eder. “Fesübhanallah!” dedim; ne kadar az bir masrafla ne kadar çok ve büyük ve garib ve acib, âlî ve gâlî işler görülüyor.

(Arzı döndürmesiyle, o haşmetli manevranın başka bir surette hakikî ve hayalî tarzlarını (Hayali denmesi gerçekte o tarz bir vaziyetin olmayıp arzın hareketinden dolayı o vaziyeti almasındandır.) her gece ve her sene sinema levhaları gibi seyirci mahlûkatına gösteren bir tezahür-ü rububiyet Asa-yı Musa 100)

Bu noktadan iki nükte-i imaniye hatıra geldi:

Birincisi: Birkaç gün evvel bir misafirim bana sual etti. O şübheli sualin esası şudur: Cennet ve Cehennem pek çok uzaktırlar. Haydi ehl-i Cennet, (Ruhlarına arkadaş olan bir cisimle) lütf-u İlahî ile berk ve burak gibi uçarak haşirden geçerler, Cennet’e giderler. Fakat ehl-i Cehennem, sakil cisimleri ve büyük ve ağır günahların yükleri altında nasıl gidecekler? Hangi vasıta ile?

İşte hatıra gelen şudur: Nasılki meselâ Amerika’da, bütün milletler umumî bir kongreye davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. Öyle de: Bahr-i muhit-i kâinatta, bir senede yirmibeş bin senelik uzun bir seyahata alışan Küre-i Arz; (Saatte beş kilometreden günde sekiz saatten yirmibeş bin sene yürünse ulaşılacak bir mesafede seyahat ediyor.) ahalisini alır, gider mahşer meydanına boşaltır.

Hem her otuzüç metrede bir derece-i hararet tezayüd ettiği delaletiyle, merkez-i Arz’da bulunan Cehennem ateşinin hadîsçe beyan olunan derece-i hararetine muvafık ikiyüz bin derece-i harareti taşıyan ve hadîsin rivayatına göre, dünyada ve berzahta büyük Cehennem’in bazı vazifelerini gören ateşini Cehennem’e döker; (Evet Cehennem ise,

Birinci vazifesi; hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelalinin hakîmane ve âdilane bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcud ülkesidir.

İkinci vazifesi; Hapishane vazifesini de görmekle beraber, (Ceza yeridir.) başka pek çok vazifeleri var.

Üçüncü vazifesi; Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldarane meskenleridir. Şualar – 230)

sonra emr-i İlahî ile daha güzel ve bâki bir surete tebeddül eder; âhiret âleminden bir menzil olur.

(Küre-i Arz, serseriyane, bâd-i heva azîm bir daireyi çizmiyor. Belki mühim bir şey etrafında dönüyor ve meydan-ı ekberin daire-i muhitasını çiziyor, gösteriyor ve bir meşher-i azîmin etrafında gezip, mahsulât-ı maneviyesini ona devrediyor ki; ileride o meşherde, enzar-ı nâs önünde gösterilecektir.

(1- Ehlini haşir meydanına taşıyor.

2- Cehennem-i suğrayı Cehennemi kübraya dâhil etmek için hareket ediyor.

3- Manevi mahsulâtını haşir meydanındaki levhalara taşıyor.)

Demek yirmibeş bin seneye karib bir daire-i muhitanın içinde, rivayete binaen Şam-ı Şerif kıt’ası bir çekirdek hükmünde olarak o daireyi dolduracak bir meydan-ı haşir bastedilecektir. Küre-i Arz’ın bütün manevî mahsulâtı, şimdilik perde-i gayb altında olan o meydanın defterlerine ve elvahlarına gönderiliyor ve ileride meydan açıldığı vakit, sekenesini de yine o meydana dökecek; o manevî mahsulâtları da, gaibden şehadete geçecektir.  Mektubat – 38)

Hatıra gelen ikinci nükte: Sâni’-i Kadîr, Fâtır-ı Hakîm, Vâhid-i Ehad kemal-i kudretini ve cemal-i hikmetini ve delil-i vahdetini göstermek için,

pek az bir şeyle çok işleri görmek;

pek küçük bir şeyle, pek büyük vazifeleri gördürmeyi âdet etmiştir.

Bazı Sözlerde demiştim ki:

Eğer bütün eşya bir tek zâta isnad edilse, vücub derecesinde bir sühulet, bir kolaylık peyda eder.

Eğer eşya müteaddid sâni’lere, esbablara isnad edilse; imtina’ derecesinde bir suubet, bir müşkilât ortaya düşer.

Çünki bir zabit gibi veya usta gibi bir tek zât, kesretli efrada ve kesretli taşlara bir fiil ile, bir hareket ile ve sühuletle bir vaziyet verip bir netice hasıl eder ki; eğer o vaziyeti alması ve o neticeyi istihsal etmesi, o ordudaki efrada ve o direksiz kubbedeki taşlara havale edilse pek çok fiillerle, pek çok müşkilâtla, pek çok karışıklıklarla ancak yapılabilir.

İşte şu kâinattaki

raks u deveran, seyr ü cevelan ve temaşa-i tesbihfeşan ve fusul-i erbaa ve gece-gündüzdeki seyeran gibi ef’al,

eğer vahdete verilse; birtek zât, birtek emirle, birtek küreyi tahrik ile

  • mevsimlerin değişmesindeki acaib-i san’atı ve
  • gece gündüzün deveranındaki garaib-i hikmeti ve
  • yıldızların ve Şems ve Kamer’in surî hareketlerinde şirin temaşa levhalarını göstermek gibi o âlî vaziyetleri ve gâlî neticeleri istihsal eder.

Çünki umum mevcudat ordusu Onundur. İstese,

  • Arz gibi bir neferi, umum yıldızlara kumandan tayin eder;
  • koca Güneş’i, ahalisine ısıtıcı ve ışık verici bir lâmba ve
  • elvah-ı nukuş-u kudret olan fusul-i erbaayı da bir mekik ve
  • sahaif-i kitabet-i hikmet olan gece gündüzü de bir yay yapar.

Herbir gününe, ayrı bir şekilde bir Kamer’i göstererek, evkatın hesabı için takvimcilik yaptırır..

Ve yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden rakseden melaikenin ellerinde süslü ve şirin, parlak nazenin misbahlar suretini vermek gibi, Arz’a ait çok hikmetlerini gösterir.

Eğer bu vaziyetler, umum mevcudata hükmü ve nizamı ve kanunu ve tedbiri müteveccih olan bir zâttan istenilmezse, o vakit umum güneşler, yıldızlar, hakikî hareket ile ve hadsiz bir sür’atle hadsiz bir mesafeyi her gün kat’etmeleri lâzım gelir.

İşte vahdette nihayetsiz sühulet ve kesrette nihayetsiz suubet bulunduğundandır ki; ehl-i san’at ve ticaret, kesrete bir vahdet verir, tâ sühulet ve kolaylık olsun, yani şirketler teşkil ederler.

Elhasıl: Dalalet yolunda nihayetsiz müşkilât var, hidayet ve vahdet yolunda nihayetsiz sühulet var.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*