Anasayfa » Şuhûda yakın bir yakîn’ ile ‘iman-ı şuhûdî’ aynı şey midir;

Şuhûda yakın bir yakîn’ ile ‘iman-ı şuhûdî’ aynı şey midir;

Sual: “Şuhûda yakın bir yakîn’ ile ‘iman-ı şuhûdî’ aynı şey midir; efdaliyet (üstünlük) bakımından hangisi öndedir? Cevaptan önce velâyet yollarını (İmâm-ı Rabbânî’nin suğrâ–vustâ–kübrâ tasnifini ve Risale-i Nur’daki çerçeveyi) ve ‘velâyet-i kâmile’nin yerini kısaca açıklar mısnız?”

Cevap: Değerli Kardeşim, velâyet yolları Risale-i Nur’un beyanıyla iki ana cadde hâlinde görünür: tarikat yolu (velâyet-i suğrâ/vustâ mertebeleriyle seyr u sülûke dayanan çizgi) ve verâset-i nübüvvet yolu (velâyet-i kübrâ). İmâm-ı Rabbânî, velâyeti; suğrâ–vustâ–kübrâ diye üçe ayırır; burada velâyet-i kübrâ, “tasavvuf berzahına girmeden doğrudan doğruya hakikate yol açma”dır. Bu cadde-i kübrânın zirvesi Sahabe ve onların yolunu takip eden asfiyâdır:

“Halbuki, velâyet-i kübrâda bulunan, başta Hulefâ-i Erbaa olmak üzere Sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak Müçtehidîn ve Tâbiînden…”

Bu üstünlüğün temeli nübüvvet–velâyet mukayesesidir: “nübüvvetin velâyete nisbeti, güneşin ayn-ı zâtı ile, âyinelerde görülen güneşin misali gibidir”; bu yüzden “velâyet-i kübrâ olan veraset-i nübüvvet ve sıddıkıyet—ki Sahâbelerin velâyetidir—bir velî kazansa, yine saff-ı evvel olan Sahâbelerin makamına yetişmez.” Bu caddeyi taşıyan kuvvet, şahsî keramet değil, istikâmet–ihlâs– ile hizmet-i imaniye çizgisidir.

Risale-i Nur’un “dehşetli muannidlere karşı galibâne mukavemeti”, “sırr-ı ihlâstan hiçbir şeye âlet edilmemesinden” ve “keşf ve kerâmât-ı şahsiyeye ehemmiyet vermemesinden” gelir; “veraset-i Nübüvvet sırrıyla, yalnız iman nurlarını neşretmek ve ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.” Bu bakımdan Nur talebesi “hizmet-i Nuriyeyi velâyet makamına tercih eder; keşf ve kerâmâtı aramaz… ‘Vazifemiz hizmettir, o yeter’ der.”

Zamanın şartlarında Kur’ân’ı tefsir edecek vasıflar da ferdî “dâhilik” yerine şahs-ı manevîde toplanır: “…bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle… dâhi bir şahs-ı mânevîde bulunur ve o şahs-ı mânevî Kur’ân’ı tefsir edebilir.”

Yine bu asır için metodoloji nettir: “Risale-i Nur, ibadet yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış; … ilm-i akîde ve usûlü’d-din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış.”

Bu genel çerçevede “velâyet-i kâmile”, suğrâ–vustâ hattında keşf ve şuhûd ile kemale ermiş tasavvufî olgunluğu anlatan bir niteleme olup kübrâ’yı kapsamaz; çünkü kübrâ, verâset-i nübüvvetin ayrı ve üstün caddesidir. Bu ayrım, “tarikat hevesi”ne karşı ikazlarda da görülür: “…tarikat hevesinin birkaç defa şiddetle ihtarımla önü alınmasıdır”; zira “Bu dünya dârü’l-hizmettir… ehl-i hakikat keşif ve kerâmetlerdeki ezvâk ve envâra ehemmiyet vermiyorlar.”

Şimdi sualin kendisine gelelim. “Şuhûda yakın bir yakîn”, tevhid-i hakikînin neticesi olan ve marifet pencereleriyle her şeyde “sikke–hâtem–nakş-ı kalem”i görerek iman-ı bilgaybın kesinlik derecesini tasvir eder: “Tevhid-i hakikîdir ki… şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir”. Buna karşılık “iman-ı şuhûdî”, velâyet-i kâmile çizgisinde keşf ve şuhûd tecrübeleriyle doğan imandır: “Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir.”

Aynı bahis, tahkikî imana ikinci bir yol daha gösterir; o da bilgayb olan –burhanî–Kur’ânî yoldur: “İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla… ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati…” Bu iki yol mukayese edildiğinde efdaliyet ölçüsü açıktır: “HÂTİME: … derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır.”

Bunun sebebi, şuhûdun şahsî tecrübe oluşu ve bazen “âlem-i misal” ile “âlem-i maddî”nin memzuç görülmesinden doğan ihatasız keşfiyat riskidir; hâlbuki verâset-i nübüvvet ehlinin hükmü, “şuhûda değil, Kur’ân’a ve vahye, gaybî fakat sâfi, ihatalı” ölçülere dayanır.

Bu yüzden ölçü ve mihenk de nettir: “Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir.”

El-hâsıl: “Şuhûda yakın yakîn”, bilgayb imanın kuvvet derecesidir; “iman-ı şuhûdî” ise keşf/şuhûd temelli, ehass-ı havassa mahsus bir yoldur. Risale-i Nur muvacehesinde efdal olan, verâset-i nübüvvet caddesinde burhanî–Kur’ânî tahkik ile elde edilen iman-ı bil-gaybtır. Bu caddeyi Sahabe ve asfiyânın taşıdığı açıkça belirtilir: “İşte şu sırdandır ki, cadde-i kübrâ, elbette velâyet-i kübrâ sahipleri olan Sahabe ve asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’ân’ın birinci tabaka şakirtleridir.”

Ve bu çerçevede velâyet tasnifi de şöyle yerini bulur: suğrâ–vustâ hattının kemal vasfı velâyet-i kâmile (şuhûdî yol), buna paralel fakat daha selâmetli ve umumî cadde ise velâyet-i kübrâdır (verâset-i nübüvvet; bil-gayb–burhanî yol). Cenab-ı Hakk bizleri velâyet-i kübrâ ehl-i olan Sahabe ve asfiya ve Tâbiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesinden eylesin sırat-ı müstakîmden ayırmasın.

13 Rebîu’l-Âhir 1447

Sedat

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*