Sekizinci Söz

Sekizinci Söz

(Risalelerin birbiri ile olan münasebeti: Altıncı Sözde ibadetin en kemal noktası gösterildi. Yedinci Sözde ise  ölüm zeval ve firak acz ve fakr hakikatını anlamak için Kur’an’ı dinlemek gerektiğinden bahsedilmişti. Bu hakikatların anlaşılması ile insanın fıtratı tatmin olur ve kemale erer ve böylelikle saadete erer. Bu da ancak Sekizinci Sözdeki dinin hakikatıyla mümkün olabilir. Sekizinci Sözde de eşyanın, kâinatın, hadiselerin ancak dinin hakikatları ile nurlanabileceği izah ediliyor. Dokuzuncu Sözde ise; dinin hakikatlarını anlayan bir insanın kıldığı namazın keyfiyeti gösteriliyor. Zira namaz dinin direğidir, kıvamıdır. Sekizinci Sözde dinin hakikatını Dokuzuncu Sözde ise dinin hakikatlarını anlayan bir insanın Cenab-ı Hakka karşı mukabele tarzı namaz ile gösteriliyor.

Birinci Sözden itibaren sekiz âyetten istifade edilen sekiz sözün dinlenmesini tavsiye etmişti. Bu Sekizinci Söze kadar dinin esasları, insanın fıtratı ve saadeti izah edilmişti. Şimdi ise saadetin menbaı olan dinin hakikatı izah ediliyor.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ٭ 

(Hay ve Kayyum: Kâinata hayat veren ve bunu devam ettiren Cenab-ı Haktır. İşte bu hakikat İslâm dini ile ifade ediliyor. Zira kâinatın manevi direği dindir. Öyleyse bu din bilinmezse, anlaşılmazsa, mukabele edilmezse kıyamet kopar. Otuzuncu Lem’ada Hay ve Kayyum Nüktelerinde insanın vazifesinin kıymeti nazara verilmiştir.)

اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ

Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَا اَللّٰهُ  ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ olduğunu anlatan temsilî hikâyeciktir.

(Din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Mektubat 193)

Bu risalede konu olarak altı mes’ele vardır.

  • Dünya ve dünya içindeki cemiyet-i beşeriyye: Hikayede dünya çöle, cem’iyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat hayat-ıiçtimaiye ise bahçeye teşbih edilmiş.
  • Dünya içindeki ruh-u insani:

(Kafirin ruh hali: sû’-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azab çekiyor.

Mü’min’in ruh hali, Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır. Evet bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor. Şu tatlı korku ve güzel fikirden tanımak merakı neş’et eder, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti. Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı (sırr-ı iman ) ona ilham oldu. Tılsım ona açıldı. Yani sırr-ı hikmet-i hilkat anlaşıldı.)

  • İnsanda dinin mahiyeti ve kıymetlerini: (Din kanun ve nizama tebaiyet mecburiyetidir. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardı)
  • Eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması (Din-i hak olmazsa zahiri serbestiyet ve hürriyet altında sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittiba’da nefse esaret manaları vardı Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır.)
  • Dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu
  • Şu âlemin tılsımınıaçan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَا اَللّٰهُ ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ olduğunu: (Ve o tılsım ise, sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise, يَا اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ)

Hikâyede seyahate giden iki kardeşin iki yolun başında gördükleri ciddi adamın tavsiyelerine uymak veya uymamak neticesinde başlarından geçen haller anlatılıyor.)

Sekizinci Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ٭ (Hay ve Kayyum: Kainata hayat veren ve bunu devam ettiren Cenab-ı Haktır. İşte bu hakikat islam dini ile ifade ediliyor. Zira kâinatın manevi direği dindir. Öyleyse bu din bilinmezse, anlaşılmazsa, mukabele edilmezse kıyamet kopar.)

اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ

Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَا اَللّٰهُ (Allah’a tekrar tekrar ilticada bulunup yalvarmakla ruh-u beşerîye zulümattan kurtulur.)

Ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ (Allah’a iman edip marifet kesbedip tanımakla ruh-u beşerîye zulümattan kurtulur.)

olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: (Temsilde ruh-u beşerîyeyi zulümattan kurtaracak esaslar gösterilmiştir.

Eski zamanda iki kardeş, uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Gitgide tâ yol ikileşti. O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi onlara dedi ki: Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise, serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihabdaki ihtiyar sizdedir.

Bunu dinledikten sonra güzel huylu kardeş sağ yola تَوَكَّلْتُ عَلَى اللّٰهِ deyip gitti ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, manen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takib ediyoruz:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide tâ hâlî bir sahraya girdi. (Âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, dünyaya gelip Cenab-ı Hak tanınmazsa bütün eşya birbirine yabancı ve ecnebi göründüğünden hâlî bir sahraya teşbih edilmiş.) Birden müdhiş bir sadâ işitti. Baktı ki: Dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. (Bizim için gayb hükmünde olan ölüm gibi hadisatın ne zaman vukuu bulacağı bilinmediğinden meşelikte saklanmış bir arslana teşbih edilmiş.)

O da kaçtı. Tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rastgeldi. (Cesed-i insanî kuyuya teşbih edilmiş. Zira kendini kuyuya atan ruhtur. Kuyunun susuz olması ise ruh girmezden evvel hayatsız olan cesede işarettir.)

Korkusundan kendini içine attı. (Ruh ölümden korktuğundan cesede sığınıyor.)

Yarısına kadar düşüp, elleri bir ağaca rastgeldi, yapıştı. (Kuyunun yarısı; vasati ömür olan altmış senenin yarısına işarettir. Zira insan ilk otuz senenin nasıl geçtiğini fark edemiyor, süratle geçiyor. Fakat otuzdan sonra hayata sarılıyor, yapışıyor. Muhafazaya çalışıyor. Hassasiyet artıyor.)

Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı gördü ki: Arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı gördü ki: Dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrüb etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı gördü ki: Isırıcı muzır haşerat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı gördü ki: Bir incir ağacıdır. (İncir ağacının birinci hususiyeti her yerden çıkması. İkinci hususiyeti ise zahirde sağlam görünmekle beraber çok çürük bir ağaç olduğundan dallarının hemen kırılmasıdır. Zira basarsın hemen sonra kendini yerde bulursun. Kalınlığına güvenilmez. Hakikatta ise her kesin bu alem içinde bir hususi âlemi olduğuna ve ona sarıldığına işarettir. Fakat o hususi alemin direği onun hayatıdır. Hem harici dünyayı mekan itibariyle hakikatta çürük ve temelsiz iken bir derece sabit ve müstemir gördüğünden dünyaya bağlanmak ister.)

Fakat hârika olarak muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar başında yemişleri var. İşte şu adam, sû’-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu âdi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acib işler içinde garib esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi tecahül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeğe başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى Yani “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.”

İşte bu bedbaht adam, sû’-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azab çekiyor. Biz de şu meş’umu, bu azabda bırakıp döneceğiz. Tâ, öteki kardeşin halini anlayacağız.

İşte şu mübarek akıllı zât gidiyor. Fakat biraderi gibi sıkıntı çekmiyor. Çünki güzel ahlâklı olduğundan güzel şeyleri düşünür, güzel hülyalar eder. (Güzel ahlâkın neticeleri; hüsn-ü niyet, hüsn-ü zann, hüsn-ü haslet ve hüsn-ü fikir sahibi olmaktır.) Kendi kendine ünsiyet eder. Hem biraderi gibi zahmet ve meşakkat çekmiyor. Çünki nizamı bilir, tebaiyet eder, teshilat görür. Asayiş ve emniyet içinde serbest gidiyor.

İşte bir bahçeye rastgeldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var. Hem bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti. Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış. Hiç istirahat etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Her şeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat ederek çıkıp gidiyor.

(Sekizinci Söz’de bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği halde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları, hususan Yusufiye Medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup, çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir. Şualar 510)

Sonra gitgide bu dahi evvelki biraderi gibi bir sahra-i azîmeye girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat biraderi kadar korkmadı. Çünki hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; “Şu sahranın bir hâkimi var. Ve bu arslan, o hâkimin taht-ı emrinde bir hizmetkâr olması ihtimali var” diye düşünüp teselli buldu. Fakat yine kaçtı.

Tâ altmış arşın derinliğinde bir susuz kuyuya rastgeldi, kendini içine attı. Biraderi gibi ortasında bir ağaca eli yapıştı; havada muallak kaldı. Baktı iki hayvan, o ağacın iki kökünü kesiyorlar. Yukarıya baktı arslan, aşağıya baktı bir ejderha gördü. Aynı kardeşi gibi bir acib vaziyet gördü. Bu dahi tedehhüş etti. Fakat kardeşinin dehşetinden bin derece hafif. Çünki güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor.

İşte bu sebebden şöyle düşündü ki: Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır. Evet bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor. Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş’et eder ki: Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir? Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti.

Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. (Hilkat ağacına işarettir. Zira bir şeyden her şeyin yapılması sikkesi evvel-i kâinatta bir tek madde olan esirden kâinat yaratılmıştır.) Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır. (Hilkat ağacına binlerle nevler meyvesinin takıldığına işarettir.) O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünki kat’î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mu’cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et’imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez.

(Bu kısma kadar; La İlahe İllallah hakikatı anlatıldı. Yani buraya kadar dinin hakikatları, esasları anlatıldı. Şimdi Ya Allah hakikatı beyan edilecek. Yani bu dinin hakikatlarına nasıl mukabele edileceği izah edilecek.)

Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki:

  • “Ey bu yerlerin hâkimi!
  • Senin bahtına düştü (Kader)
  • Sana dehalet ediyorum (Bu zat kimdir ?)
  • Ve sana hizmetkârım
  • Ve senin rızanı istiyorum
  • Ve seni arı”

Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılab etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine müsahhar bir at şekline girdi.

İşte ey tenbel nefsim! Ve ey hayalî arkadaşım! Geliniz! Bu iki kardeşin vaziyetlerini müvazene edelim. Tâ, iyilik nasıl iyilik getirir ve fenalık, nasıl fenalık getirir; görelim, bilelim.

Bakınız, (Altı fark)

  1. Sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır; titriyor.
  2. Ve şu bahtiyar ise, meyvedar ve revnakdar bir bahçeye davet edilir.
  3. Hem o bedbaht, elîm bir dehşette ve azîm bir korku içinde kalbi parçalanıyor
  4. Ve şu bahtiyar ise leziz bir ibret, tatlı bir havf, mahbub bir marifet içinde garib şeyleri seyr ü temaşa ediyor.
  5. Hem o bedbaht, vahşet ve me’yusiyet ve kimsesizlik içinde azab çekiyor.
  6. Ve şu bahtiyar ise, ünsiyet ve ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor.
  7. Hem o bedbaht, kendini vahşi canavarların hücumuna maruz bir mahpus hükmünde görüyor
  8. Ve şu bahtiyar ise, bir aziz misafirdir ki, misafiri olduğu Mihmandar-ı Kerim’in acib hizmetkârları ile ünsiyet edip eğleniyor.
  9. Hem o bedbaht zahiren leziz, manen zehirli yemişleri yemekle azabını ta’cil ediyor. Zira o meyveler, nümunelerdir. Tatmaya izin var, tâ asıllarına talib olup müşteri olsun. Yoksa, hayvan gibi yutmaya izin yoktur.
  10. Ve şu bahtiyar ise tadar, işi anlar. Yemesini te’hir eder ve intizar ile telezzüz eder.
  11. Hem o bedbaht, kendi kendine zulmetmiş. Gündüz gibi güzel bir hakikatı ve parlak bir vaziyeti, basiretsizliği ile kendisine muzlim ve zulümatlı bir evham, bir cehennem şekline getirmiş. Ne şefkate müstehaktır ve ne de kimseden şekvaya hakkı vardır. Meselâ: Bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip; kendisini kış ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor. İşte bu bedbaht dahi öyledir
  12. Ve şu bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatın hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemaline hürmet eder. Rahmetine müstehak olur.

İşte “Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” olan hükm-ü Kur’anînin sırrı zahir oluyor. Daha bunlar gibi sair farkları müvazene etsen anlayacaksın ki: Evvelkisinin nefs-i emmaresi, ona bir manevî cehennem ihzar etmiş. Ve ötekisinin hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş.

Ey nefsim ve ey nefsimle beraber bu hikâyeyi dinleyen adam! Eğer bedbaht kardeş olmak istemezsen ve bahtiyar kardeş olmak istersen, Kur’an’ı dinle ve hükmüne muti ol ve ona yapış ve ahkâmıyla amel et.

Şu hikâye-i temsiliyede olan hakikatları eğer fehmettin ise; hakikat-ı dini ve dünyayı ve insanı ve imanı ona tatbik edebilirsin. Mühimlerini ben söyleyeceğim. İncelerini sen kendin istihrac et.

İşte bak! (Temsilde işaret edilen On yedi hakikat var.)

  • Ve O iki kardeş ise, biri ruh-u mü’min ve kalb-i sâlihtir. Diğeri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır
  • Ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i Kur’an ve imandır. Sol ise, tarîk-ı isyan ve küfrandır.
  • Ve o yoldaki bahçe ise, cem’iyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiyedir ki; hayır ve şer, iyi ve fena, temiz ve pis şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki: خُذْمَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider.
  • Ve o sahra ise, şu arz ve dünyadır
  • Ve o arslan ise, ölüm ve eceldir
  • Ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ıhayattır
  • Ve o altmışarşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye işarettir
  • Ve o ağaçise, müddet-i ömür ve madde-i hayattı
  • Ve o siyah ve beyaz iki hayvan ise, gece ve gündüzdür
  • Ve o ejderha ise, ağzıkabir olan tarîk-ı berzahiye ve revak-ı uhrevî Fakat o ağız, mü’min için, zindandan bir bahçeye açılan bir kapıdır
  • Ve o haşerat-ımuzırra ise, musibat-ı dü Fakat mü’min için, gaflet uykusuna dalmamak için tatlı ikazat-ı İlahiye ve iltifatat-ı Rahmaniye hükmündedir
  • Ve o ağaçtaki yemişler ise, dünyevînimetlerdir ki; Cenab-ı Kerim-i Mutlak, onları âhiret nimetlerine bir liste, hem ihtar edici, hem müşabihleri, hem Cennet meyvelerine müşterileri davet eden nümuneler suretinde yapmış.
  • Ve o ağacın birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i Samedaniyenin sikkesine ve rububiyet-i İlahiyenin hâtemine ve saltanat-ıuluhiyetin turrasına iş Çünki “Bir tek şeyden her şeyi yapmak” yani bir topraktan bütün nebatat ve meyveleri yapmak; hem bir sudan bütün hayvanatı halketmek; hem basit bir yemekten bütün cihazat-ı hayvaniyeyi icad etmek; (Hem evvel-i kâinatta bir tek madde olan esirden kainat yaratılmıştır.) bununla beraber “Her şeyi bir tek şey yapmak” yani zîhayatın yediği gayet muhtelif-ül cins taamlardan o zîhayata bir lahm-ı mahsus yapmak, bir cild-i basit dokumak gibi san’atlar; Zât-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in sikke-i hâssasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklid edilmez bir turrasıdır. Evet, bir şeyi her şey ve her şeyi bir şey yapmak; her şeyin Hâlıkına has ve Kadir-i Küll-i Şey’e mahsus bir nişandır, bir âyettir.
  • Ve o tılsım ise, sırr-ıiman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir
  • Ve o miftah ise, يَااَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ
  • Ve o ejderha ağzıbahçe kapısına inkılab etmesi ise, işarettir ki: Kabir ehl-i dalalet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’an ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i Cinana ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman’a açılan bir kapıdır
  • Ve o vahşi arslanın dahi munis bir hizmetkâra dönmesi ve müsahhar bir at olmasıise, işarettir ki: Mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından elîm bir firak-ı ebedî Hem kendi cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapis olduğu halde, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur’an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makam-ı saadetlerine girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı Cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur.

Elhasıl: Her kim hayat-ı fâniyeyi esas maksad yapsa, zahiren bir Cennet içinde olsa da manen cehennemdedir ve her kim hayat-ı bâkiyeye ciddî müteveccih ise, saadet-i dâreyne mazhardır. Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet’in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder…

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْنَا مِنْ اَهْلِ السَّعَادَةِ وَ السَّلاَمَةِ وَ الْقُرْآنِ وَ اْلاِيمَانِ آمِينْ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ بِعَدَدِ جَمِيعِ الْحُرُوفَاتِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى جَمِيعِ الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَ ارْحَمْنَا وَ وَالِدَيْنَا وَارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِعَدَدِهَا بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ وَالْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

* * *

Sekizinci Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ٭ اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ

[Dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymeti ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olacağı ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran Allah’tan istemekle Allahtan başka ilah olmadığını anlamak hakkındadır.]

Şu sözün temsilinde birbiriyle alâkadar merhaleler vardır. Bu merhaleleri Yirmidokuzuncu Söz’deki sual ve cevaplar suretinde anlaya biliriz.

İşte bu sebebden şöyle düşündü ki:

Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor.

Öyle ise, bu işlerde bir tılsım ve bu alâkadar işleri emriyle hareket ettiren gizli bir hâkim var.

Madem gizli bir hâkim var ve bana bakıyor.

Öyle ise, bu gizli hâkimin bir maksadı var ve bu gizli hâkim kimdir?

Öyle ise, bu acib şeylerle beni maksadına sevk ediyor. Madem bana bakıyor, demek bana ehemmiyet veriyor.

Madem bir maksadı var.

Beni bir yere sevkedip davet ediyor. Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir?

Sonra, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki, incir ağacıdır. Fakat başında, binlerle ağacın meyveleri vardır. O vakit bütün bütün korkusu gitti. Çünki kat’î anladı ki bu incir ağacı, bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir. O mahfî hâkim, bağ ve bostanındaki meyvelerin nümunelerini, bir tılsım ve bir mu’cize ile o ağaca takmış ve kendi misafirlerine ihzar ettiği et’imeye birer işaret suretinde o ağacı tezyin etmiş olmalı. Yoksa bir tek ağaç, binler ağaçların meyvelerini vermez. Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı ona ilham oldu. Bağırdı ki: “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.” Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarılıp, şahane, nezih ve güzel bir bahçeye bir kapı açıldı. Belki ejderha ağzı, o kapıya inkılab etti ve arslan ve ejderha, iki hizmetkâr suretini giydiler ve onu içeriye davet ediyorlar. Hattâ o arslan, kendisine müsahhar bir at şekline girdi. Sözler 36)

  • Sekizinci sözde bu meseleyi şöyle beyan etmiş; tanıma, sevme, marziyatını anlama arzusuyerine getirme derecesine göre tılsım açılıyor ki, Lailahe illallah bu üç hakikata bakıyor. Ya Allah ise; maksadın açılması için yapılan iltica ve duaya bakıyor. Ya Rab bu maksadın açılmasını istiyorum, demek.

Sekizinci Sözdeki temsildeki hakikatları maddeleştirecek olursak;

  • Bulunduğu dairedeki esmayı tanımaya çalışmak
  • Tanıdığı esmaya muhabbet etmek
  • Esmanın iktiza ettiği hali takınmak arzusu
  • Takınması gereken hali anlamak için niyazda bulunmak
  • İlham olunan hali takınmak

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir