Sekizinci Lem’a
Keramet-i Gavsiye Risalesidir. Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında ve teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir. (Yedinci Lem’a ile alakası; Yedinci Lem’ada izah edilen hakikatlara onüçüncü asırda hem şahıslar itibari ile hemde mekan itibari ile çok tevafuklar görüleceğini Gavs-ı Âzamın haber vermesidir.)
Sekizinci Lem’anın Fihristesinden bir parça
İşarat-ı gaybiye hakkında bir yazı ve bir takriz.
فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ve فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعِيدٌ âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı A’zam Seyyid Abdülkàdir-i Geylanî’nin bir keramet-i gaybiyesiyle tefsir ediyor.
(Şahsı maneviyi temsil eden hususi zatların da istikametine ayet işaret ediyor.)
Mütevatir keramat-ı hârikaya mazhar olan o Sultan-ül Evliya mematında, aynı hayatında olduğu gibi, müridleriyle alâkadar olduğu, ehl-i keşf ve ehl-i velayetçe kabul edilmiş. (Tevatür; yalan ihtimali olmayan doğru haberdir. Mesela Şakkı kamer mu’cizesi 16 yolla nakledilmiş bir tevatürdür.)
İşte o zât sekiz yüz sene mukaddem, izn-i İlahî ile kerametkârane bu zamanımızı görmüş; yani ona gösterilmiş.
(Şah-ı Geylanî’nin ba’de-l memat hayatta olduğu gibi, tasarrufatının devam ettiğine bir misal: Hazret-i Mevlâna Hindistan’dan Tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdad dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’de-l memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlâna’nın manen tasarrufu -bidayeten- cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; “Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul et!” Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlâna Hâlid birden parlamış. Barla Lahikası 165)
Bu dağdağalı ve fitneli zamanda, ona mensub bir kısım Kur’an hizmetkârlarına teselli verip, teşci’ ve teşvik etmek suretinde bir meşhur kasidesinin âhirinde beş satır içinde onbeş cihetle aynı haberi veriyor.
Hem İlm-i Cifr’in üç-dört vechiyle o
- Beş satırın manası,
- Hem kelimatı,
- Hem hurufun adedi birbirini teyid ederek aynı hâdiseyi haber verdiğinden, kat’iyyet derecesinde, dikkat edenlere kanaat vermiş.
(Gavs-ı A’zam Seyyid Abdülkàdir-i Geylanî’nin haber verdiği abiler; hizmetteki gayret Bekir ağa, ihlası ile Hulusi abi, takdir etmesi ile Sabri abi, sadakati ile Süleyman abi)
Malûmdur ki: İstikbalden haber veren enbiya ve evliya لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ yasağına karşı hürmet ve teeddüb için, işaretler ve rumuzlarla iktifa etmişler. Bazı bir işaret, (hafi) bazı iki işaret (remiz), en kuvvetlisi beş-altı işaretle (sarih) aynı hâdiseyi göstermişler. Halbuki Gavs-ı A’zam, bu zamandaki hizmet-i Kur’aniyenin heyetini işaret edip, içinde bir hâdimini sarahat derecesinde gösteriyor.
Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi, hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvib ve istihraclarıyla ve tasdikleriyle olduğundan; bana ait haddimden fazla hisseyi, onların hatırları için kabul ettim. Yoksa o risalenin başında söylediğim gibi, bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur.
On sene mukaddem o kaside-i gaybiyeyi görmüştüm; ve bana manevî bir ihtar gibi, “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:
Birincisi: Benim ehemmiyetli bir kısım ömrüm, şan ü şeref perdesi altında hubb-u câh zehiriyle zehirlenip öldüğü için, yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti. (“Şöhret, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır.” Sözler – 760)
İkinci Cihet: Bu muannid zamanda bedihî davaları ve zahir hüccetleri kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye nev’inden hodfüruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmiyordu. En nihayet esaretimin sekizinci senesinde (Barla hayatında) ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü manevî nev’inden izhar et. (Bazan tevazu’, küfran-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki; ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun. Meziyet ve kemalâtları ikrar edip, fakat temellük etmeyerek, Mün’im-i Hakikî’nin eser-i in’amı olarak göstermektir. Mektubat 369)
Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir!” (Bu sekiz misal birleştirilse; öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şübhe onu koparamaz ve sarsamaz. Şu cins mu’cize umumiyeti itibariyle, yani cemadatın dava-yı nübüvvete delil olarak konuşmaları, manevî tevatür hükmünde yakîni ve kat’iyyeti ifade eder. Herbir misal, mecmuun kuvvetinden, kendi kuvvetinden fazla bir kuvvet daha alır. Evet zaîf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit, muhkemleşir. Zaîf, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse; öyle kuvvetleşir ki, bin adama meydan okur. Mektubat 135)
O risalenin başında dediğim gibi, bunu izharda
En mühim maksadım; esrar-ı Kur’aniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı A’zam imza basması nev’inden olduğudur.
İkinci Maksadım: O kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip; hizmet-i Kur’aniyeye füturlar verecek çok esbaba maruz ve çok avaika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi. Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, üstadımın ve arkadaşlarımın hatırı için kabul ettim.
Bu Keramet-i Gavsiye risalesi tedricen istihrac edildiği için birkaç parça oldu ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaratın bazısında za’fiyet varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o za’fı izale eder. Hattâ cây-ı hayrettir ki; o beş satırın âhirinde, her birinin mertebesini ve has bir sıfatını îma etmek suretinde onbeşten fazla hizmet-i Kur’aniyedeki mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risalede, Keramet-i Gavsiye münasebetiyle birkaç ehemmiyetli mes’eleler ve birkaç mühim hakikatlar beyan edilmiştir.
Bu risaleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin vermiyorum. Belki safvet ve insaf ve ihlas ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem başında olan maksadlarımı düşünerek öyle baksın. Beni, bir kerametfüruşluk vaziyetinde tasavvur etmesin. Lemalar – 445
* * *
Sekizinci Lem’a Teksir
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Gavs-ı A’zam’ın Hizb-ül Kur’ana dair keramet-i gaybiyesidir. (Haşiye)
Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi, hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvib ve istihracıyla ve tasdikleriyle olduğundan, bana ait haddimden fazla hisseyi onların hatırı için sükût ile kabul ettim. Yoksa bu risalenin başında söylediğim gibi, bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem, o kaside-i gaybiyeyi gördükçe bana manevî bir ihtar gibi “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:
____
(Haşiye): Üstadımızın şahsına sarihan işaret eden bu gibi gaybî keramet ve işaratın neşrini Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri arzu etmiyor. Fakat bizler düşündük ki; bu gibi delalet derecesinde olan gaybî işaretlerin ehl-i imanca bilinmesine, bu zamanda kat’î lüzum ve ihtiyaç var. Buna binaen neşrediyoruz.
Naşirler
____
Birincisi: Benim gibi ehemmiyetli ömrü şan ü şeref perdesi altında hubb-u câh zehiriyle zehirlenip öldüğü için, yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.
İkinci cihet: Bu muannid zamanda, bedihî davaları ve zahirî hüccetleri kabul etmeyenlere karşı, böyle işarat-ı gaybiye nev’inden hodfüruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmiyordu.
En nihayet esaretimin sekizinci senesinde, en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü manevî nev’inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir.”
Bu izharda en mühim maksadım, esrar-ı Kur’aniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı A’zam’ın imza basması nev’inden olduğudur.
İkinci maksadım; o kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip, hizmet-i Kur’aniyeye fütur verecek çok esbaba maruz ve çok avaika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.
Benim için bir nevi hodfüruşluk nev’inden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, o kudsî üstadım ve arkadaşlarım hatırı için kabul ettim. Şu “Keramet-i Gavsiye Risalesi” tedricen istihrac edildiği için, birkaç parça ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaretin bazısında za’f varsa da, sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet, o za’fı izale eder.
Said-ün Nursî Radiyallahu Anh
Şâyan-ı hayret bir tefe’ül ve mühim bir ihbar-ı gaybî
Sabri, Süleyman, Bekir, Galib ve Tevfik’in fıkrasıdır. Hem Hüsrev, Hâfız Ali ve Re’fet ve Asım’ın ve Kuleönü’nden Mustafaların fıkrasıdır.
Latîf ve müjdeli bir tefe’ül: Üstad, Galib ve Süleyman, Ümmi Sinan divanında mesleğimize ve Sözler’e dair tefe’ül edildi, şu beyitler çıktı. Baktık, “Sözler” lafzı, bütün divanında yalnız bu kafiyelerde görünüyor. Demek Sözler, “hak söz” hem “nur söz” oluyor.
Derim ki yardımcım Allah,
Şefaatçım Resulullah.
Ki bürhanım Kitabullah,
Budur bendeki hak söz.
Senin kapında kul çoktur,
Hesabı, haddi hiç yoktur,
Velâkin bir dahi yoktur,
Sinan-ı Ümmi gibi nur söz.
Ve minel acaib. Cenab-ı Ümmi Sinan divanında Sözler namındaki Hazret-i Üstad Bedîüzzaman Molla Said Efendinin silsile-i resaili hakkındaki tefe’ül üzerine zuhur eden beyitler meslek-i hakiki dairesini kemal-i vuzuh ile beyan ettiklerinden Sinan-ı Ümmi ismiyle Hazret-i Üstadın birbirine ebced hesabiyle mutabık olan Molla Said, Bedîüzzaman isimleri arasında yakın bir münasebet-i adediye bulunmuş. Yalnız üç adet fark tezahür etmiştir. Bu tevafuk şayan-ı ehemmiyet görülmüştür. Ve minel garaib. Üstadın muvaffakiyetine alâmet Sözlerdeki tevafuk ve Kur’an lafzındaki muvafakatın bir letafeti şudur ki; Üstadın iki ismi birbirine tam tevafukda olduğu gibi iki isim beraber Furkan lafz-ı mübarekiyle tam tevafuktadır. Hem Kuran-ı Hakîm kelimelerine tam tevafuktadır. Yalnız bir fark var. O da mahfî elifdir ki, tevafuku bozmaz. Veyahud elif kelime-i arabiyesinin delalet ettiği binden sonra geleceğine işarettir. Demek o iki isimden Furkan çıkar o da işaret eder ki, bu isimler sahibi Kur’an’ın hâdimidir. Ve o tevafukta bir tevfik işaretidir.
Sabri (R.H.), Süleyman, Bekir, Galib (R.H.) ve Tevfik, Hüsrev, Hâfız Ali (R.H.) Re’fet, Asım (R.H.), Kuleönü’nden Mustafa (R.H.), Mustafa (R.H.)
[Şeyh-i Geylanî’nin kendinden sekizyüz sene sonra, gayb-aşina gözüyle haber verdiği bir hâdise-i Kur’aniyedir.]
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hizmetindeki kudsiyete, kerametkârane sekizyüz küsur sene evvel “Gavs-ı A’zam” ünvanıyla bihakkın iştihar eden Kutb-u A’zam Şeyh-i Geylanî,
نَظَرْتُ بِعَيْنِ الْفِكْرِ فِى حَانِ حَضْرَتِى.. حَبِيبًا تَجَلَّى لِلْقُلُوبِ فَجَنَّتِ
(Huzur ânımda fikren gittim, kalplerde tecelli eden ve bütün zamanları dahi kaplayacak bir sevgili gördüm.)
fıkrasıyla başlayan kasidesinin âhirinde “Mecmuat-ül Ahzab”ın birinci cildinin beş yüz altmış ikinci sahifesinde, beş satırla şu zamanda hizmet-i Kur’aniyedeki heyete ve başında bulunan Üstadımıza beş vecihle bakıyor ve gösteriyor. İşte o beş satır şudur:
تَوَسَّلْ بِنَا فِى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ ۞ اَغِيثُكَ فِى اْلاَشْيَاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى
اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا مَا يَخَافُهُ ۞ وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ
مُرِيدِى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا ۞ اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فِى اَىِّ بَلْدَةٍ
فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ ۞ فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ
وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّهِ مُخْلِصًا ۞ تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى
(Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim. Doğuda, batıda ve hangi belde de olursa olsun, o fitne ve belâ asrının her şer ve fitnesinden, Allah’ın izniyle ve havl-i kuvvetiyle onun koruyucusuyum. Ey benim şiirimi, meslek ve meşrebimi ve mücahedelerimi dile getiren müridim, “Sözler”ini söylemekten korkma. Muhakkak ki sen, inâyet gözüyle gözetilip korunmaktasın. Zamanın Abdülkâdir’i ol. Muhabbetimde sâdık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, geçiminde dahi ismin gibi mes’ud olasın.)
Beşinci satırdan sonra gelen hâtime-i kaside:
وَ جَدِّى رَسُولُ اللّهِ اَعْنِى مُحَمَّدًا ۞ اَنَا عَبْدُ الْقَادِرِ دَامَ عِزِّى وَ رِفْعَتِى
(Ben Abdülkadir-i Geylâni’yim. Ceddim Allah’ın Resûlu Muhammed-i Arabidir. Şeref ve hükümranlığım mânen devam edecek.)
İşte evvelki beş satırda, beş vecihle ve beş tevafukla şimdi hizmet-i Kur’aniyenin başında bulunanı gösteriyor.
Birinci vecih: Âhirdeki satırda تَعِيشُ سَعِيدًا ismini sarahatle haber vermekle beraber, maişet hususunda izzet ve saadetle geçineceğini haber veriyor. Evet hocamız, küçüklüğünden beri fakr-ı haliyle istiğna-yı tam ile beraber, maişet hususunda en mes’ud bir zâttır.
İkinci vecih: Aynı satırın başında وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ fıkrasıyla o müridine diyor ki: “Vaktin Abdülkādirîsi ol.” Bu قَادِرِى kelimatı, hesab-ı ebcedî ile üçyüz yirmibeş (325) eder. Üstadımızın lakabı “Nursî” olduğu cihetle, “Nursî”nin makam-ı ebcedîsi üçyüz yirmialtı (326) ediyor. Bir tek fark var. O tek eliftir. Bin manasında “elf”e remzeder. Demek bin üçyüz yirmibeşde (1325) Şeyh-i Geylanî’ye mensub bir zât, Şeyh-i Geylanî tarzında hakikat-ı Kur’aniyeyi müdafaa etmeye çalışacak. Hakikaten Üstadımız, bin üçyüz yirmialtı (1326) senesinde -Hürriyetin ikinci senesi- mücahede-i maneviyeye atılmıştır.
Üçüncü vecih: Onun iki ismi var: “Said”, “Bedîüzzaman.” Bu iki ismin mecmuunun makam-ı ebcedîsi “Ez-zaman”daki şedde sayılmazsa üçyüz yirmidokuz (329) ediyor. İki “dal” bir sayılsa üçyüzyirmibeş (325). Aynen كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ deki muhatab o olmasına işaret ediyor, belki delalet ediyor. Eğer “Ez-zaman”daki okunmayan elif-lâm sayılsa, kaideten قَادِرِى ye dahi bir elif-lâm dâhil olmak lâzım gelir. Çünki tarif için, muzafünileyh kalktıktan sonra elif-lâm lâzım gelir, o halde dahi müsavi olurlar. (Burada muzaaf olan Kadiri, muzafun ileyh olan elvakti kaltıktan sonra elif-lâm takısı alarak الْقَادِرِى olduktan sonra Said, Bediüzzaman iki ismin mecmuuna “ez-zaman”daki şedde sayılmayıp iki dal bir sayılsa, üç yüz yirmi beş etmekle tevafuk eder.)
Dördüncü vecih: Bu beş satırda Hazret-i Şeyh, istikbalde bir müridine teminat veriyor. قُلْ وَلاَ تَخَفْ “Korkma, sözlerini söyle!” diyor. Sen şark ve garba gideceksin; çok fitnelere ve şerlere girip, umumunda esbab-ı âdiyenin fevkinde bir tarz ile kurtularak mahfuz kalacaksın. Evet, bu hizmet-i Kur’aniye içindeki zât, hakikaten esaretle şarka gitti. Ve yine acib bir esaretle Asya’nın garbında ondokuz sene kaldı. Hazret-i Şeyh’in dediği gibi, çok şehirleri gezdi. Mücahedesi Sözler’ledir. (وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ مُرِيدِى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا cümlesiyle şark ve garba gideceğine; çok fitnelere ve şerlere girip, mahfuz kalacağına korkma, sözlerini söyle diyerek teşci’ etmiştir.)
قُلْ وَلاَ تَخَفْ hükmüyle, çekinmeyerek Hazret-i Şeyh’in dediği gibi yapmış. Yirmi sene zarfında yirmi fitne ve mehalik-i azîmeye düştüğü halde, bir hıfz-ı gaybî ile Hazret-i Şeyh’in dediği gibi mahfuz kalmış. Hem fevkalme’mul, bir gurbet diyarında fevkalâde inayete mazhariyeti o dereceye gelmiş ki, bir risale (Keramet-i Aleviye) sırf o inayatın ta’dadında yazılmıştır. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi, biz onun etrafında مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ fıkrasının mealini gözümüzle görüyoruz.
Beşinci vecih: Üstadımız kendisi söylüyor ki: “Ben sekiz-dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî Tarîkatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zâttan istimdad ederken, ben akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî” derdim. Çocukluk itibariyle elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa, “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki, bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zât-ı Risalet’ten (A.S.M.) sonra Şeyh-i Geylanî’ye hediye ediliyordu. Ben üç-dört cihetle Nakşî iken, Kādirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. (اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فِى اَىِّ بَلْدَةٍ فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى Ey benim şiirimi, meslek ve meşrebimi ve mücahedelerimi dile getiren müridim,) Fakat tarîkatla iştigale, ilmin meşguliyeti mani’ oluyordu.
Sonra bir inayet-i İlahiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hazret-i Şeyh’in “Fütuh-ul Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmisekizinci Mektub’da beyan edildiği gibi, Hazret-i Şeyh’in himmet ve irşadıyla Eski Said (R.A.) Yeni Said’e inkılab etmiş. O Fütuh-ul Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı:
اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ Yani, “Ey bîçare! Sen Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de bir a’zâ olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâmın manevî hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki en ziyade hasta sensin. Sen evvel kendine tabib ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.” İşte o vakit, o tefe’ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi manevî hastalığımı da kat’iyyen anladım. (Hakikat taharrisinde tâbi olunacak Üstadı bulamamak manevî bir hastalık hükmünde iken Bundan onbir sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müdhiş tokatlar indi, “El-mevtü hakkun” kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü.
(Üstadımızın kendisini gördüğü bataklık çamuru hayat-ı içtimaiyede müşahede ettiği hallattır. Bu halat Onbirinci Rica’da şöyle gösterilmiştir: kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim hâlâtı, esbabı tedkike başladım. Hangisini tedkik ettimse, baktım ki; çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda, umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki; hakikat noktasında acınacak halimize, pek çok insanlar gıbta ile bakıyorlar. Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar, yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum?”)
(Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat kitabını gördüm, elime aldım. Hâlis bir tefe’ül ederek açtım…
Meded istedi, bir yol aradı, bir halaskâr taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif; tereddüdde kaldı. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur’an-ı Hakîm’dir. Hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise, en a’lâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur. Mektubat 356)
O şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuh-ul Gayb” kitabında “Yâ gulam!” tabir ettiği bir talebesine pek müdhiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulam yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitab ediyordu. “Eyyühe-l münafık!” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr!” diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terkettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillah kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.” Hocamızın sözü bitti.
İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki, Hazret-i Şeyh’in müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azîmenin en a’zamı, o Hazret-i Gavs-ı Geylanî’dir. (Diğer iki ba’del memat tasarruf eden evliyanın kimler olduğu Barla Lâhikası sayfa 336’da bahsedilmektedir. Gavs-ı A’zam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî ism-i a’zamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi; gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.)
Ve demiş:
اَفَلَتْ شُمُوسُ اْلاَوَّلِينَ وَ شَمْسُنَا اَبَدًا عَلَى فَلَكِ الْعُلَى لاَ تَغْرُبُ
(Bizden öncekilerin güneşleri battı, bizim güneşimiz ise ebediyete kadar batmayacaktır.)
fıkrasıyla ba’de-l memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zât, elbette böyle bir zamanda kıymetdar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir.
Tevafuk’un İzahı
(كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ) fıkrasında (قَادِرِىَّ) ق yüz, ا bir, د dört, ر ikiyüz, ى on, ى on cem’an üçyüz yirmibeş, Nursî, kelimesi Kâdri kelimesine tevafuk ediyor. Yalnız bir tek fark kalır, o tek fark elif oluyor. Kaide-i sarfiyeye binaen elif, (elfün) okunsa bin olur. Demek bin üçyüz yirmibeşte Nursî (Radiyallahu Anh) bir adam Hazret-i Şeyhin (Radiyallahu Anh) mücahede-i maneviyesi nev’inden bir mücahede de bulunacaktır.
Bu Nursî ن elli, و altı, ر ikiyüz. س altmış, ى on cem’an üçyüz yirmialtı ederek fazla olan bir tek bin okunur. Hem o Nursî adamın meşhur iki ismi var. Biri Said. Biri Bedîüzzaman hesab-ı ebced ile Said yüzkırkdört, Bedîüzzaman melfuz harfleri yükseksenbeş mecmu’u üçyüzyirmidokuz’dur. د (سعيد) de (بديع) de tekrarına binaen bir tek sayılsa üçyüzyirmibeş kalır tam tevafuk eder. Bu iki dal bir ى sayılmanın sırrı şudur ki, hürriyetten sonra dört sene mücahede-i maneviyesini terk edip bilmeyerek ehl-i bid’atla itlaf etmiş, mücahede etmemiş.
Eğer (كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ) manasıyla bakılsa Abdülkadiri, ezzeman, ol demektir. O halde [القادرى] ع yetmiş, ب iki dal dört, elif bir, ل otuz, ق yüz, elif bir, dal dört, ر ikiyüz. ى on cem’an dörtyüz otuziki (ملا سعيد بديع الزمان) م kırk, ل otuz, elif bir, س altmış, ع yetmiş, ى on, ى on, dal dört, ب iki, dal dört, ى on, ع yetmiş, elif bir, ل otuz, ز yedi,م kırk, elif bir, ن elli cem’an dörtyüz otuz. Demek iki isim ve lakabıyla Abdülkadir kelimesine iki fark ile tevafuk ediyor. O iki farkdan birisi “Nursî” kelimesindeki tek bir farkına mukabil, öteki bir ise bine inkılab eder. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himayegerdesi olan şahıs; binden sonra, ondördüncü asırda geleceğine bir îmadır.
Hulusi, Süleyman, Sabri, Zekâi, Asım, Re’fet, Ali, Ahmed Hüsrev, Mustafa Efendi (R.H.), Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib (R.H.), Zühdü, Bekir Bey, Lütfü (R.H.), Mustafa, Mustafa, Mes’ud, Mustafa Çavuş (R.H.), Hâfız Ahmed (R.H.), Hacı Hâfız (R.H.), Mehmed Efendi (R.H.), Ali Rıza.
Şeyh-i Geylanî’nin fıkrasıyla kerametkârane verdiği haber-i gaybînin tetimmesidir.
اَنَا لِمُرِيدِى fıkrasında مُرِيدِى “Molla Said” (“منلا سعيد“sin 60, ayın 70, hesab-ı ebcediye göre 264) kelimesine tam tevafuk ediyor. Yalnız bir elif fark var. Elif ise, kaide-i Sarfiyece “elfün” okunur. Elfün ise, bindir. Demek bin ikiyüz doksandörtte (1294) dünyaya gelecek bir müridi, bu مُرِيدِى lafzında muraddır. Çünki لِمُرِيدِى de lâm sayılsa ikiyüz doksandört (294) eder ki, bir tek fark ile Said’in tarih-i veladetine tevafuk eder. (Yani Rûmî 1293’e) Esas arabî sayılsa fark yoktur. Lâmsız مُرِيدِى ise ikiyüz altmışdört (264) eder. “Molla Said” dahi ikiyüz altmış beş (265) eder. “Molla”daki elif, bine işaret olduğu için mütebâkisi ikiyüzaltmışdört (264) kalır. Eskiden beri kendi memleketinde منلا سعيد ismiyle yadedildiğinden منلا lafzı isminin hakikî bir cüz’ü hükmüne geçmiş. Şu Anadolu memleketinde منلا okunur, bu nokta-i nazardan منلا daki nun sayılır. Eğer asıl memleketinin tarz-ı telaffuzuna bakılsa o zaman âhirdeki beytte تَعِيشُ سَعِيدًا fıkrasında dal üstünde bir tenvin var. O tenvin nundur. Şu nun منلا nun’unun yerine sayılır. Tam tamına tevafuk sırrıyla مُرِيدِى den murad منلا سعيد olur. Hem Said’in Nursî’den başka bir lakabı da “El-Kürdî”dir. “El-Kürdî” lakabı ise مُرِيدِى kelimesine tam tevafuktur. Elif ise Said-ül Kürdî denildiği zaman okunmaz.
Elhasıl: Şu zamanda dellâl-ül Kur’an ve hâdim-i Furkanî olan o adamın iki ismi ve iki lakabı var. “El-Kürdî” lakabı ile “منلا سعيد” ismi, اَنَا لِمُرِيدِى fıkrasında zahir görünüyor. “Nursî” lakabıyla “Bedîüzzaman Said” ismi كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ fıkrasında aşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur’aniyede en mühim bir arkadaş ve hâlis bir talebesi olan Hulusi Bey’e لِلّهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى (Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlâsa çalıştığından, geçiminde dahi ismin gibi mes’ud olasın.) fıkrasında işaret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine işaretler vardır.
Risale-i Nur talebeleri namına
Rüşdü, Hüsrev
Said Kendi Söylüyor:
Hazret-i Şeyh-i Geylanî, hizmet-i Kur’aniyeye nazar-ı dikkati celbetmek ve o hizmet-i Kur’aniye âhirzamanda dağ gibi büyük bir hâdise olduğuna işaret için, kerametkârane şu hizmette istidad ve liyakatımın pek fevkinde bulunması ve fedakar, çalışkan kardeşlerimle çalıştığımıza fazilet noktasından değil, belki sebkatiyet noktasından ismimi bir derece göstermesi beni epey zamandır düşündürüyordu. Acaba bunun izharında manevî bir zarar bana terettüb eder, bir gurur, bir hodfüruşluk getirir diye sekiz-on senedir tevakkuf ettim. Bugünlerde izhara bir ihtar hissettim.
Hem kalbime geldi ki: Hazret-i Şeyh bana bir pâye vermedi. Belki Said isminde bir müridim mühim bir hizmette bulunacak, fitne ve belalardan izn-i İlahî ile ve Şeyh’in duasıyla ve himmetiyle mahfuz kalacak.
Hem uzak yerde taşlar görünmez, dağlar görünür. Demek sekiz yüz sene bir mesafede görünen, hizmet-i Kur’aniyenin şâhikasıdır; yoksa Said gibi karıncalar değil. Madem bu keramet-i Gavsiyeyi ilân ve izharından, Kur’an şakirdlerinin ve hizmetkârlarının şevki artıyor, elbette arkalarında Şeyh-i Geylanî gibi kahramanlar kahramanı zâtlar himmet ve dualarıyla ve izn-i İlahî ile himaye ettiklerini bilseler, şevk ve gayretleri daha artar.
Elhasıl: Bunu, kardeşlerimi fazla şevke ve ziyade gayrete getirmek için izhar ettim. Eğer kusur etmiş isem, Cenab-ı Hak afvetsin. (اِنَّمَا اْلاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ)
(“Ameller niyetlere göredir.)
(Evvelki beş satırda, beş vecihle ve beş tevafukla şimdi hizmet-i Kur’aniyenin başında bulunanı gösteriyor.)
Şu âhirki beyt وَكُنْ قَادِرَىَّ الْوَقْتِ لِلّهِ مُخْلِصًا تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى (Haşiye-1) Said Nursî’yi iki-üç vecihle gösterdiği gibi, medar-ı imtiyazı olan ihlası îma ederek ve hizmette ikinci olmak cihetiyle iki farkla مُخْلِصًا kelimesi Hulusi Bey’e tevafukla işaret ediyor. قَادِرِىَّ الْوَقْتِ de (Haşiye-2) قَادِر kelimesi üç fark ile üçüncü arkadaşı takdir ve istihsan ile Hulusi-i Sâni olan Sabri’ye tevafukla işaret ediyor.
صادقًا kelimesiyle hârika bir sadakatla mümtaz dördüncü arkadaşı olan Süleyman’a dört fark ile tevafuk cihetiyle işaret ediyor. صادقًا kelimesindeki tenvin dâhil edilse, hizmet-i sâdıkanede mümtaz olan Bekir Ağa’ya “Bekir Bey” ünvanıyla bir fark ile işaret eder. Madem bu beyt-i âhir bu heyetin efradına bakar. Bazılarına sarahata yakın işaret var. Ötekilere edna bir îma dahi kanaat verir ki, onlar dahi muraddır.
Elhasıl: Bu dört zât, bu fakirle beraber hizmette sebkat edip Hulusi ihlasıyla, Sabri takdiriyle, Süleyman sadakatıyla, Bekir hizmet ve gayretiyle hizmet-i Kur’aniyede bulundular. Hem mertebelerine îma suretinde bu beyt ihbar ediyor. Elbette denilebilir ki; Hazret-i Şeyh onları izn-i İlahiyle Said’in etrafında görmüş, haber vermiş. Daha sair arkadaşlara işaretler var. (Haşiye-3) Şimdi izhara me’zun olmadığımdan bana tam görünmüyor. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ
Hazret-i Gavs-ı Geylanî’nin keramet-i gaybîyesinin tetimmesi
(فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ)
(Ey benim nazmımı, meslek ve meşrebimi ve makalâtımı söyleyen, onları söyle, korkma!…)
fıkrasındaki مُنْشِدًا kelimesi üçyüz doksan beş eder. Çünki dal üstündeki tenvin meddeye kalbolduğundan bir tek sayılır. Bedîüzzaman, Molla Said (R.A.) dahi üçyüz doksan beş eder. Bu sırra binaen dört adedi tayyedilmiş. Eğer tayyedilmese de cüz’î olduğundan tevafuku bozmaz. (İki dal birlikte 1329 ederken teki alındığında 1325 ediyor.) Eğer مُنْشِدًا deki tenvin medde olmayıp Nun sayılsa o vakit ملا yerine منلا gelir. Nuna mukabil çıkar. Tam tamına tevafuk eder. Eğer “Ezzaman”daki melfuz olmayan elif-lam hesab edilse مُنْشِدًا üstünde tarif için elif lam dahil olmak lazım gelir. Çünkü مُنْشِدًا kim olduğunu taayyün ediyor. Yine tevafuk ediyor. Öyle ise فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى fıkrasında dahi Hazret-i Şeyh’in (R.A.) muhatabı şübhesiz Bedîüzzaman Molla Said’dir (R.A.).
Elhasıl: Şu acib kasidesinin âhirindeki şu beş beyitte beş kelime, medar-ı nazar-ı Şeyh ve mahall-i hitab-ı Gavsî’dir. Ve o beş kelime ise, لِمُرِيدِى وَ مُرِيدِى وَ مُنْشِدًا وَ قَادِرِى وَ سَعِيدًا lafızlarıdır. Said’in dahi iki lakabı olan “Nursî”, “El-Kürdî”; iki ismi “Molla Said”, “Bedîüzzaman” bu beş kelimede bulunur. Hazret-i Gavs’ın medar-ı teveccüh ve hitabı olan şu beş kelimesinde, aşikâr bir surette, mezkûr iki isim ve lakab, ilm-i cifir kaidesinde makam-ı ebced ile görünmesi şübhe bırakmıyor ki, Hazret-i Şeyh kasidesinin âhirinde onunla konuşuyor, ona teselli verip teşci’ ediyor. وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ sırrıyla muvaffakıyetine teminat veriyor. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ ۞ وَاللّهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ
فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى fıkrasında, نَظْمِى kelimesi, makam-ı ebcedîsi bin (1000) olup; رِسَالَةُ النُّورِ iki farkla, رَسَائِلُ كِتَابِ النُّورِ un (iki medde sayılmazsa ve şedde de lâm sayılsa) makam-ı ebcedîsi yine bindir. Demek فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ fıkrasının meal-i gaybîsi şudur ki: يَا مُؤَلِّفَ رِسَالَةِ النُّورِ جَاهِدْ بِهَا فَقُلْ وَلاَ تَخَفْ yani “Korkma, sözlerini söyle, neşrine çalış.” وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ
Amma فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ fıkrasında şâyan-ı hayret bir tevafuk var ki: İlm-i Cifir kaidesiyle makam-ı ebcedîsi bin üçyüz otuziki (1332=1916) eder. Şu halde يَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ meal-i gaybîsi “Yâ Risalet-ün Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma! Bin üçyüz otuzikide mücahedeye başla; Sözleri korkma yaz, söyle!” Filhakika Said (R.A.) Hürriyetten sonra az bir zamanda mücahedesinde tevakkuf etmiş ise, bin üçyüz otuzikide İşarat-ül İ’caz’ı te’lif ile beraber Eski Said’den sıyrılmak niyet edip, Yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i maneviyeye başlayıp, iki-üç sene sonra da Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’de bir-iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylanî’nin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envâr-ı Kur’aniyeyi neşretmiş. Lillahilhamd, şimdiye kadar devam ediyor.
Bu şâyan-ı hayret fıkrada cây-ı dikkat şu nokta var ki; Hazret-i Gavs, doğrudan doğruya altıncı asırdan şu asrımıza bakıyor. O altıncı asrın âhirlerinde Hülâgu felâketi gibi feci’, dehşetli meşhur fitnenin çok elîm ve feci’ ve kuburdaki emvatı ağlattıracak derecede dehşetli bir nev’i, şu ondördüncü asırda bulunuyor. Bu iki asır birbirine tevafuk ediyor ki, Hazret-i Şeyh ondan buna bakıyor.
فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْ وَلاَ تَخَفْ fıkrasında نَظْمِى kelimesi eğer istimal-i meşhur itibariyle ve yazıldığı vecihle ظا olsa o vakit ilm-i cifir ve ebced hesabıyla رَسَائِلُ كِتَابِ النُّورِ بِهَا olur. Eğer نَظْمِى arabî telaffuzlu vecihle ضاد olsa dokuzyüz ediyor. Aynen هو مكتوباتك dokuzyüz ediyor. Hem kelimat-ı Said-ül Kürdî yine dokuzyüz ediyor. Hem هی كلمات النورسی dokuzyüz eder. Sözler arabca “Kelimat”tır. Meali: Gavs-ı A’zam münşid olan müridine diyor: Benim nazmım senin mektubatındır. Ve Said-ül Kürdî’nin sözleridir ve Nurslunun sözleridir.
Risale-i Nur talebeleri namına
Re’fet, Hüsrev, Hâfız Ali, Sabri
Şu Keramet-i Gavsiye münasebetiyle üç nokta beyan edilecek:
Birinci Nokta: Hazret-i Gavs’ın kasidesinin başında bu beş satırdan evvel, acib, pek garib, çok belig, nazdarane tahdis-i nimet suretinde bir dava-yı iftiharkârane ifade eden iki sahifelik kasidesindeki hârika davasına delil olarak bir keramet-i bahireyi âdeta mu’cizeye yakın bir hârikayı göstermek lâzım geliyordu. İşte o akılları hayrette bırakan mertebeye lâyık olduğunu gösterir bir keramet izhar etti ki; sekizyüz sene bir mesafede Cenab-ı Hakk’ın izniyle, i’lamıyla zamanımızı tafsilatıyla görür tarzında, bizim gibi âciz, zaîf talebelerine ders verip teşvik eder. İşte Hazret-i Gavs’ın davasına bu ihbar-ı gaybîsi en bahir bürhan olduğu gibi, Risale-i Nur’un eczalarının hakkaniyet ve ulviyetine bir hüccet-i kātıa hükmündedir. Evet Hazret-i Şeyh, bu kasidesiyle Sözler’in hakkaniyetini imza ediyor.
İkinci Nokta: Ehl-i tarîkat ve hakikatça müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı Hak’ta sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki; nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fena fi-ş şeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatiyle konuşur ve hâkeza.. tâ fena fi-r resul, fena fillaha kadar gider. Meselâ: Nasılki gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyorum.” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünki kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle emrediyor.” der. Öyle de Gavs-ı Geylanî, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyh’in sırr-ı azîm-i Ehl-i Beyt’in irsiyetiyle Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsinin makamı noktasında ve Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın verasetiyle Hakikat-ı Muhammediyyesinde (A.S.M.) kendini gördüğü gibi, fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i zâtîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez; söylese mes’uldür.
Hazret-i Şeyh veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen temeddüh ve iftihar değil, belki tahdis-i nimet ve âlî bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan, mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azîme-i İlahiyeyi yâdedip, bihakkın müftehirane şükretmiştir.
Üçüncü Nokta: Keramet, mu’cize gibi Cenab-ı Hakk’ın fiilidir, hediyesidir, ihsanıdır ve ikramıdır; beşerin fiili değildir. O keramete mazhar olan zât ise bazan biliyor, bazan bilmiyor -vukuundan sonra bilir-. Keramete mazhariyetini kabl-el vuku’ bilen ve ikram-ı İlahîye ihtiyarıyla tevfik-i hareket eden kısım, eğer enaniyetten bütün bütün tecerrüd etmiş ise ve Hazret-i Gavs gibi kudsiyet kesbetmiş ise, Cenab-ı Hakk’ın izniyle, o kerametin her tarafını bilerek kendisi sahib çıkar, bilir ve bildirir. Fakat bununla beraber, madem o keramet ikramdır; bütün tafsilatıyla keramet sahibine de meşhud olmak lâzım değildir. Bu sırra binaen Hazret-i Şeyh i’lam-ı Rabbanî ve izn-i İlahî ile bu asrı görmüş ve hizmet-i Kur’aniyenin etrafında bizleri müşahede edip nazar-ı şefkatiyle bakmış. O beş satır, sırf bir keramet ve intak-ı bilhak ve bir ikram-ı İlahî ve veraset-i Nebeviye itibariyle zuhur ettiğinden; mu’cizevari, kudret-i beşer fevkinde bir şekil almış. Sun’î, irade-i Şeyh ile olduğu değildir. Çünki intaktır. Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş. İrade ve ihtiyar yetişemiyor. Akıl ise ruhun harekâtını ihata edemez. Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir.
Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki, kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyeti kabul edemiyoruz; fakat Abdülkādir-i Geylanî’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vehhabî’nin müfrit kısmı dahi, Hazret-i Şeyh’i inkâr edemiyorlar. Evliya onun derece-i celaletine yetişmediği, bütün ehl-i tarîkatça teslim edilmiştir.
İşte böyle güneş gibi bir mu’cize-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), yüksek ve sönmez bir bârika-i İslâmiyet olan bir zât-ı nuranînin gayb-aşina nazarıyla asrımızı görüp, böyle bir keramet izharıyla teselli verip teşci’ etmek şe’nindendir. Acaba hiç mümkün müdür ki; “Sultan-ül Evliya” makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiye ile mazi ve müstakbeli hazır gibi izn-i İlahî ile görmüş ve mematında dahi hayatındaki gibi daimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velayet, bu asrımıza ve bu asır içindeki kemal-i acz ve za’f ile Kur’anın hizmetinde çalışan ve insafsız düşmanların hücumuna maruz ve teselli ve temine muhtaç bîçare Kur’anın hâdimlerine ve talebelerine lâkayd kalabilir mi? Hiç mümkün müdür ki, bizimle münasebetdar olmasın? Sekiz, dokuz, belki onbeş kuvvetli delilden kat’-ı nazar, edna bir işaret kelâmında bulunsa, bize baktığına delalet eder; hafî bir işaret etse kâfidir. Çünki makam iktiza ediyor, mutabık-ı mukteza-yı haldir ve münasebet kavîdir.
Ey benimle beraber Hazret-i Şeyh’in teveccüh ve duasına mazhar kardeşlerim! Şu üstadımız, bizi istikbalde adem zulümatı içinde düşünüp bizimle meşgul olurken, biz o mazide mevcud ve nur perdeleri içinde üstadımızı ve üstadımızın üstadı ve ceddi olan Fahr-ül Âlemîn Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin teveccühlerinden gaflet etmek, onlara istinad etmemek lâyık mıdır? Madem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara itimad edip ve emirlerine bilâ-kayd u şart itaat etmeliyiz.
Ehl-i dünyanın telsiz telgraf ve telefonları şarktan garba gittiği gibi, işte ehl-i hakikatın da maziden, dokuzyüz sene mesafe-i azîmeden müstakbele böyle manevî telefonları işleyebilir ve manevî teleskopları görebilir. Malûmdur ki zaîf emareler içtima’ ettikçe kuvvet bulur, delil hükmüne geçer. İncecik ipler, içtima’ ettikçe kopmaz halat olur. Küllî umumî kayıdlar, içtima’ ettikçe hususiyet peyda edip taayyün eder. Bu sırra binaen, Hazret-i Şeyh’in bu beş satırında sekiz-dokuz kuvvetli işaretin içtimaında hiç şekk ve şübhe bırakmadı ki; Hazret-i Şeyh, şimdiki Kur’an-ı Hakîm’in şakirdlerine biiznillah üstadlık ediyor, bihavlillah şefkati altında himaye ediyor.
Cem’-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet
İle üç sütun üzerine durur
Râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkādir
İlham-ı Huda, kitab-ı Abdülkādir
Bâz-ül eşheb ferd-i ferîd-i deveran
Gavs-ı A’zam Cenab-ı Abdülkādir.
Said Nursî
Risale-i Nur şakirdlerinin bir fıkrasıdır
Hazret-i Gavs-ı Geylanî’nin kasidesinin ilm-i cifirle muhtasarca hulasası manası:
وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّهِ مُخْلِصًا ۞ تَعِيشُ سَعِيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتِى
İlm-i cifir ile manası: “Ey Said! Sen, zamanın Abdülkādir’i ol, ihlas-ı tâmmı kazan, fakrınla beraber maişetini düşünme, nâstan minnet alma, ismin “Said” olduğu gibi maişette de mes’ud olacaksın! Muhabbetimde sadık olduğundan ve ihlasa çalıştığından, Hulusi gibi muhlis talebeler ve yardımcılar ve Süleyman, Bekir gibi sadık hizmetkârlar ve Sabri gibi tam takdir edici ve ciddî müştak talebeler size verilmiş.” Evet lillahilhamd, Gavs’ın sarahat derecesinde ihbar ettiği hal vuku’ bulmuştur. Gavs-ı A’zam, “Said” namıyla tesmiye ettiği müridinin tarihçe-i hayatında en mühim noktaları beyan etmekle beraber, İlm-i Cifir esrarıyla sekiz-dokuz cihette Said’in başına parmağını basıyor. Beyitlerin mana-yı zahirîsi ile maânî-i cifriyesi birbirine çok yakın olmakla, dokuz vecihteki işaretler birbirini teyid ettiğinden sarahat derecesine çıkmış.
اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا مَا يَخَافُهُ ۞ وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ
İlm-i cifir ile manası:
“Ondördüncü asırda “El-Kürdî” lakabıyla yâdedilen Molla Said, benim müridimdir. O fitne ve bela asrının her şer ve fitnesinden, Allah’ın izniyle ve havl-ü kuvvetiyle onun muhafızıyım.”
Evet Hürriyetten yirmi-otuz sene sonraya kadar, yirmi fitne-i azîme içinde fevkalâde bir surette Gavs’ın o müridi mahfuz kalmıştır. Korktuğu şer ve mehalikten bir hıfz-ı gaybî ile kurtulmuştur.
مُرِيدِى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا ۞ اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فِى اَىِّ بَلْدَةٍ
İlm-i cifir ile manası:
“O Gavs’ın müridi olan Said-ül Kürdî, Rusya’da esaretle Asya’nın şark-ı şimalîsinde ve ehl-i bid’anın eliyle Asya’nın garbına nefyolunarak kaldığı mikdarca ve Sibirya taraflarından firar edip fevkalâde çok bilâdı seyr ü seyahat etmeğe mecbur olduğu zaman, Allah’ın izniyle, havl ü kuvvet-i Rabbanî ile ona imdad etmişim ve istimdadına yetişmişim.” Evet Hazret-i Gavs’ın müridi ünvanıyla irade ettiği Said (R.A.), üç sene esaretle Asya’nın şark-ı şimalîsinde mehalik içinde mahfuz kalıp, üç-dört aylık mesafeyi firar suretiyle kat’ederek çok şehirleri gezip Gavs’ın dediği gibi mahfuz kalmıştır.
فَيَا مُنْشِدًا نَظْمِى فَقُلْهُ وَلاَ تَخَفْ ۞ فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ
İlm-i Cifirle manası:
Bedîüzzaman Molla Said namıyla yâdolunan ve evrad-ı muntazamasını okuyan müridine der ki: “Benim nazmımı, yani meslek ve meşrebimi ve mücahedatımı gösteren makalâtımı söyle. Yani nazmımdan murad, senin Risalelerin ve Sözlerin ve Mektubatındır. فَقُلْهُ وَ لاَ تَخَفْ Bin üçyüz otuzikide (1332) o Sözler ile mücahedeye başla. Sen inayet-i İlahiyenin hıfzındasın.”
Evet مُنْشِدًا İlm-i Cifirle “Molla Said”i gösterdiği gibi; نَظْمِى , ظ ile Risalet-ün Nur’u gösterir ve مِى ile hem Mektubat’ı hem كَلِمَاتُ سَعِيدِ الْكُرْدِى gösterir. “Kelimat” Sözler demektir.
فَقُلْهُ وَ لاَ تَخَفْ bin üçyüz otuzikiyi (1332) gösterir. O tarih, mebde-i cihadıdır. O tarihte İşarat-ül İ’caz Tefsirinin neşriyle mücahedeye başlamış.
Risale-i Nur Talebeleri namına
İslâm Köylü Abdullah, Kule Önünde Mustafa, Mustafa, , Mes’ud, Tevfik, Asım, Hâfız Ali, Sabri, Hüsrev, Re’fet
Keramet-i Gaybiye-i Gavsiye’nin işaratını teyid eden üç remiz:
Birinci Remiz:
اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا İlm-i Cifir itibariyle, makam-ı ebcedî hesabıyla, bin üçyüz otuzaltıyı (1336) (Hicrî 1336 – Miladî 1918) gösterir. Demek Hazret-i Gavs, bu tarihte istikbalde gelecek müridini emr-i İlahî ile muhafaza edecek diyor. Evet bu bîçare Said dahi diyor: Nev’-i beşere gelen en büyük bir musibet olan Harb-i Umumî hengâmında, çok tehlikelere maruz kaldım. Hazret-i Gavs’ın gösterdiği arabî tarihte veya az evvel, hârika bir surette kurtuldum. Hattâ bir defa, bir dakikada üç gülle öldürecek yere mukabil bana isabet ettiği halde tesir etmediler. Bitlis’in sukutunda, bir mikdar talebelerimle Rus askerlerinin bir taburu içine düştük. Bizi sardılar, her tarafta el ele ateş edildi. Dört tanesi müstesna, bütün arkadaşlarım şehid olduktan sonra, taburun dört sıralarını yardık; yine onların içinde bir yere girdik. Onlar üstümüzde, etrafımızda sesimizi, öksürüğümüzü işittikleri halde bizi görmüyordular. Otuz saat, o halde çamur içinde, ben yaralı iken hıfz-ı İlahî ile istirahat-ı kalb içinde muhafaza edildim.
Bunun gibi müteaddid tehlikede Hazret-i Gavs’ın gösterdiği tarih-i arabî itibariyle, hakikaten bir hıfz-ı İlahî içinde bulunduğumu hissediyordum. Demek Cenab-ı Hak o kudsî üstadımı, bir melaike-i sıyanet gibi bana muhafız kılmış.
İşte bu اَنَا لِمُرِيدِى حَافِظًا fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işaret ettiği gibi, bu fakirin etrafında hizmet-i Kur’aniye işinde toplanan arkadaşlarından dokuz talebesini “Hâfız” ismiyle işaret ediyor. وَاَحْرُسُهُ فِى كُلِّ شَرٍّ وَ فِتْنَةٍ fıkrasında iki hüküm var. Biri şerden, diğeri fitnedendir. Demek ikincisi اَحْرُسُهُ فِى كُلِّ فِتْنَةٍ ve bu cümle كُلِّ deki şedde sayılmazsa bin üçyüz kırkdört (1344) (Hicrî 1344 – Miladî 1928) eder. Evet, bu tarihten şimdiye kadar çok fitne-i mühimmeden, bir himayet-i gaybî ile mahfuz kaldığımı “tahdîsen linni’me” ilân ediyorum.
İkinci Remiz:
مُرِيدِى اِذَا مَا كَانَ شَرْقًا وَ مَغْرِبًا ۞ اَغِثْهُ اِذَا مَا سَارَ فِى اَىِّ بَلْدَةٍ
(Doğuda, batıda ve hangi beldede olursa olsun, Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle müridimin imdadına yetişirim.) fıkrasında bahsettiği ve konuştuğu müridi ise, şarka esareten gittiği tarihi gösterdiği gibi, garba nefy olduğu tarihi de gösterir. Şöyle ki:
Şu fıkranın hakikî tabiri اِذَا مَا كَانَ مُرِيدِى اَسِيرًا فِى شَرْقٍ oluyor. Demek zaman-ı esaret مَا كَانَ مُرِيدِى اَسِيرًا فِى شَرْقٍ de çıkıyor. Ve bin üçyüz otuzyedi (1337) (Hicrî 1337 – Miladî 1919) ediyor. İşte bu fakir, o tarih-i arabîde Rus esaretinde, tek başımla Petrograd’dan bir ay şimal-i şark tarafından firar edip, çok enva’-ı mehalik varken, Rusça bilmediğim halde, bir muhafaza-i gaybiye altında pek çok bilâdı seyr ü seyahat ettim. Tâ Varşova, Avusturya tarîkiyle İstanbul’a gelip uzun bir daire-i arzda seyahat ettim. Hazret-i Gavs’ın dediği gibi, o esaret-i şarkıye ve o seyr-i bilâd-ı kesîre içinde izn-i İlahî ile istigaseme meded görüyordum. Demek izn-i İlahî ile Hazret-i Gavs, melek gibi bu vazifeyi duasıyla yapmış.
Amma مَا كَانَ مَغْرِبًا kaydı, tarih-i arabî olarak bin üçyüz ellibir (1351) (Rumi 1351 – Miladî 1935) meşhur Rumi tarihiyle iki sene fark var. İşte -Hazret-i Gavs’ın dediği gibi- bu fakir, tarih-i Arabî ile bin üçyüz ellibirde (1351) (Hicrî 1351 – Miladî 1933), şeair-i İslâm içinde mühim tahavvülât zamanında bütün kuvvetimle şeairin muhafazasına hizmetle mükellef olduğum halde, o manevî herc ü mercdeki fırtınalar bizi sarsmadı.
Hem مَغْرِبًا kelimesi, âhirdeki tenvin ile beraber bin ikiyüz doksaniki (1292) (Hicrî 1292 – Miladî 1875) eder ki, bu fakirin dünyaya gelmesinden bir sene evvel veyahut rahm-ı maderdeki tarihe işaretle beraber, كَانَ مَغْرِبًا bin üçyüz ondört (1314) (Hicrî 1314 – Miladî 1897) eder. Bin üçyüz ondört senelerinde mevzu-u bahis olan müridi, mühim vartadan kurtulmasına Gavs (R.A.) işaret ediyor, onun imdadına yetiştim diyor. Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki; bin üçyüz ondört, bin üçyüz onbeş-onaltı senelerinde, Van kal’ası ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz… Başkaca nokta-i istinad kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben, hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlahî, hârika bir imdad-ı gaybî telakki ettik.
İşte Hazret-i Gavs, madem bu kasidesinde sergüzeşt-i hayatımın mühim noktalarına işaret ediyor; elbette bu acib ve en tehlikeli bir sergüzeşt-i hayatıma şu cümlesiyle işaret ediyor denilebilir.
Elhasıl: Hazret-i Gavs’ın mezkûr kelimatları, bu fakirin tarih-i hayatımda geçen en mühim noktaları manasıyla ifade ettikleri gibi, hesab-ı ebced makamıyla mühim noktaların tarih-i vukularına tevafukları, elbette tesadüfî ve tesadüf işi olamaz. Sair işaratın kuvveti, kat’iyyeti, tesadüfü muhal derecesine getirmiştir. Madem bu beş satır kasidesi, bir keramettir; keramet ise mu’cize gibi Cenab-ı Hak tarafındandır, intak-ı bilhak nev’indendir, daha beyan etmediğimiz çok esrarı hâvidir, ihtiyar-ı beşer yetişemez.
Üçüncü Remz: Hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşların bir kısmı “Hâfız” lakabıyla (Birinci Remizde geçtiği gibi Bu fakirin etrafında hizmet-i Kur’aniye işinde toplanan arkadaşlarından dokuz talebesini “Hâfız” ismiyle işaret ediyor), bir kısım “Muhlis” kelimesiyle işaret edildiği gibi, “Sâdık” kelimesinde Süleyman, Bekir’e işaret olunmakla beraber; aynen onlar gibi sadakatta mümtaz ve kalemi bir elmas kılınç gibi Âsım’a dahi işaret ediyor. Hem makamıyla beraber fedakâr arkadaşların altıncısı olduğuna işaret ediyor. Âsım gibi elmas kalemli Ahmed Hüsrev’i (تعيش سعيدًا) cümlesi beşinci gösteriyor. Re’fet Bey (صادقًا بمحبتى) cümlesiyle, makamına işaretle Âsım gibi altıncı arkadaş olduğuna altı fark ile göstermiştir. Ve hakeza sair has arkadaşlar da içinde münderiçtir. Hattâ (تعيش سعيدًا) deki “Said” kelimesinde beş-altı kardeşlerim dâhil olduğu, bence kat’î bir surette tahakkuk etmiştir.
Said Nursî
Latîf bir tefe’ül
Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık. Tefe’ül bu çıktı:
نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت ۞ بَرُو هِيچْ بُلْبُلْ چُنِينْ خُوشْ نَگُفْت
عَجَبْ گَرْ بِمِيرَدْ چُنِينْ بُلْبُلِى ۞ كِه اَزْ اُسْتُخَوانَشْ نَرُويَدْ گُلِى
Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”
Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tabire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur’an cennetindendir, ondan gelmiştir.
Mehmed Tevfik, Galib, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (R.A.)
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
Gavs, meşhur kasidesinde -sarahat derecesinde- bizlerden, yani hizb-ül Kur’an’dan haber verdiği gibi, daha birkaç yerde yine işarî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında “Mecmuat-ül Ahzab”ın 563’üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:
فَمُرِيدِى اِذَا دَعَانِى بِشَرْقٍ اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فِى بَحْرِ طَامِى اَغِثْهُ
(Garpta beni çağırdığı vakit onun imdadına yetişeceğim.” Müridim, şarkta veya garpta, yahut mağarada, ya da çoşkun denizde beni çağırdığı zaman onun imdadına yetişeceğim.)
“Garbda beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim.” Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üçyüz otuzdokuzda (1339) (Hicrî 1339 – Miladî 1921) müdhiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs’tan istimdad eyledim. Bir-iki yerde bahsettiğim gibi, Fütuh-ul Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim. İşte o müridi ise, bîçare Said-ül Kürdî olduğunu meşhur kasidesinde kat’î gösterdiği gibi, bu kasidede de فَمُرِيدِى den murad odur. Çünki دَعَانِى بِغَرْبٍ ebced hesabıyla bin üçyüz otuzdokuz (1339) eder. O zaman memleketime nisbeten garb sayılan İstanbul’da idim. دَعَانِى بِغَرْبٍ (Batıda beni çağırdı.) makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesabda اِذَا lafzı dâhil olmaz. Çünki اِذَا zamanı gösteriyor, دَعَانِى بِغَرْبٍ cümlesi o mübhem zamanı tayin ediyor.
Hem ezcümle, “Mecmuat-ül Ahzab”ın ikinci cildinin 379’uncu sahifesinde Hazret-i Gavs’ın “Vird-ül İşâ” namındaki münacatında şu fıkra var:
(Haşiye-1)
فَالْوَاصِلُ اِلَى سَاحِلِ السَّلاَمَةِ هُوَ السَّعِيدُ الْمُقَرَّبُ وَ
(Kurtuluşa eren ve başkasını da selâmet sahiline ulaştıran kimse, Allah’ın kendine yakın kıldığı mutlu (sâîd) kimsedir.)
ذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ
(Helâk olanlar ise, Allah’ın hayırdan uzaklaştırdığı azaba atılacak olan bedbaht (şâki) kimselerdir.)
(Haşiye-2)
____
(Haşiye-1): فَالْوَاصِلُ kelimesi müteaddî olmak cihetiyle, Sözleriyle selâmete îsal edici demektir.
(Haşiye-2): اَلْمُقَرَّبُ müşedded râ bir sayılsa, Üstadımızın lakabı olan “En-Nursî” kelimesinin aynıdır. Yalnız atf için “vav” var. Tam tevafukla, mukarrebden murad Nurslu olduğunu gösteriyor. اَلْمُقَرَّبُ de şeddeli râ iki sayılsa “Bedîüzzaman Nursî” ya-i muhaffefle (Şeddesiz yâ harfi ile) aynıdır. Yalnız iki fark var. İki hemze-i vasl sayılsa, tam tamına tevafukla اَلْمُقَرَّبُ doğrudan doğruya ona işaret ediyor.
Şamlı Tevfik, Süleyman, Ali
____
İşte Gavs’ın şu fıkrası, فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعِيدٌ (“O gün onlardan bedbaht (şakî) da, mutlu (saîd) olan da vardır.” Hûd Sûresi, 11:105) âyetinin bir nevi tefsiridir. Şu küllî âyetin bir kısım efradını, altıncı asır ve ondördüncü asırda âyetin külliyetinde dâhil bir kısım efrad-ı mahsusayı irae ettiğine müteaddid emareler var. Âyetin külliyetinde (Haşiye) tevafuk sırrıyla فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ kelimesinde bu zamanın en büyük şakîlerinden üçüne cifirce tevafuk etmesi, o küllî âyette bunlar dahi kasden murad olduklarına emaredir, belki işarettir. İşte Hazret-i Gavs bu âyetteki bu emareden, bu zamana bakmış. Mezkûr fıkrasını küllî âyete bir nevi hususî tefsir yaparak, kasidesinde kerametkârane bahsettiği fitne-i âhirzaman içindeki şakirdlerini görüp, o zamanın şakîlerinin şerrinden muhafaza edildiği ve burada münacatında dahi o kasidenin mealine bakıyor.
____
(Haşiye): Âyetin külliyetinde saadet noktasında mazhariyetine mâsadak olmak için milyarlar dereceden yalnız bir derece murad olduğumuzu anlasak, ebede kadar şükretsek o nimetlerin hakkını eda edemeyiz. Hazret-i Gavs’ın işaretinden anlaşılıyor ki, o muhit âyetin denizinden bir katre kadar hissemiz var. اَلْحَمْدُ لِلّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
____
Şu fıkra-i Gavsiyede bir îma var. Buradaki “Said” lafzında, meşhur kasidesindeki تَعِيشُ سَعِيدًا kelimesine hafî bir işaret olduğu gibi; ذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ (Helâk olanlar ise, Allah’ın hayırdan uzaklaştırdığı azaba atılacak olan bedbaht (şâki) kimselerdir.) fıkrasıyla kendisinden sonra vuku’bulan ve ulûm-u İslâmiyeyi mahvetmek niyetiyle kütübhaneleri Dicle ve Fırat nehrine atan Hülâgu felâketini haber vermekle beraber; Hülâgu gibi ulûm-u İslâmiyeye perde çeken şakîleri dahi, mezkûr âyete istinaden haber veriyor.
Evet فَالْوَاصِلُ اِلَى سَاحِلِ السَّلاَمَةِ (Kurtuluşa eren ve başkasını da selâmet sahiline ulaştıran kimse.) fıkrasıyla Hizb-ül Kur’ana işaret ettiği gibi,
ذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ (Helâk olanlar ise, Allah’ın hayırdan uzaklaştırdığı, azaba atılacak olan bedbaht (şakî) kimselerdir.) fıkrasıyla ulûm-u İslâmiyeyi imha niyetiyle Hülâgu ve vüzerası gibi davranan bazı malûm insanların isimleri ilm-i cifirce dahi mezkûr âyetin işaretine istinaden tam tevafuk ediyor, gösteriyor.
(GM: Şöyle ki: Münacatında وَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ ve âyette فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ daki شقى kelimesi o şakilerden iki şakinin dört farkla ve birinin ismini o isme layık olmadığından sıga-i bina-i mechul suretine çevirmekle isimlerine tevafuk ettiği gibi münacatında الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ ve âyette مِنْهُمْ شَقِىٌّ (Haşiye) kelimesiyle الْمُبَعَّدُdeki şedde sayılmamak şartıyla üçüncü şakinin ismine yalnız iki fark ve âyete göre beş fark ile tevafuk etmekle beraber.
Dördüncüsü: وَ ذُو الْهَلاَكِ هُوَ الشَّقِىُّ cümlesinde هُوَ الشَّقِىُّ de şeddeli Şin’i iki Şin saymak ve helaketine işareten الْهَلاَكِ deki Kef ile beraber tam tamına tevafuk ediyor. Evvelkiler de dört fark ve ikincisinde iki farka mukabil altı adetten ibaret olan Vav-ı âtıf başında bulunmak lazım geliyor. Çünkü evvelki fıkraya atf edecek.
____
(Haşiye): Âyette مِنْهُمْ شَقِىٌّ tenvin sayılsa beş farkla üç şakinin en mütemerridine tevafuk etmekle ve tenvin sayılmazsa yalnız Şaki yine dört farkla diğer iki başa (Mim, Fe) tam tamına manidar tevafuk ediyor.
____
)
Malûmdur ki tevafuk, ilm-i cifrin anahtarlarından mühim bir anahtardır. Eğer bir tevafuk ise, delalet denilmez; fakat hafî bir îma olur. Eğer iki cihet ile aynı mes’eleye tevafuk gelse, îmadan remiz derecesine çıkar. Eğer iki-üç cihetle aynı mes’eleye gelse işaret olur. Eğer maânî-i elfaz, işarat-ı harfiyeye münasib gelse ve işaretle bahsedilen insanların ahvali o manaya mutabık ve muvafık olsa, o işaret o vakit delalet derecesine çıkar. Eğer altı-yedi vecihle tevafukla beraber, mana-yı kelimat işaret-i harfiyeye muvafık gelse ve mukteza-yı hale de mutabık olsa, o delalet o vakit sarahat derecesine çıkar. İşte bu düstura binaen, Şeyh-i Geylanî o meşhur kasidesinde sarahat derecesinde Hizb-ül Kur’andan bahsettiği gibi, وِرْدُ الْعِشَاءِ münacatında dahi mezkûr âyete istinaden Hizb-ül Kur’anın bir hâdimini tasrihen ve arkadaşlarını da işaret derecesinde haber veriyor.
Gavs-ı A’zam’ın istikbalden haber verdiği nev’inden, meşhur Şeyhülislâm Ahmed-i Camî dahi İmam-ı Rabbanî (R.A.) olan Ahmed-i Farukî’den haber verdiği gibi, Celaleddin-i Rumî Nakşibendîlerden haber vermiş. Daha bu nevi’den çok evliyalar, vakıa mutabık haber vermişler. Fakat onların bir kısmı sarahata yakın haber vermişler, diğer bir kısmı haberleri çendan bir derece mübhem, mutlaktır; fakat bahsettikleri zâtlar makam sahibi ve büyük olduklarından, büyüklükleri ve taayyünleri cihetiyle o mübhem ihbar-ı gaybîyi bil’istihkak kendilerine almışlar. Meselâ: Ahmed-i Camî (K.S.) demiş ki: “Her dörtyüz sene başında mühim bir Ahmed gelir. Bin tarihi başındaki Ahmed en mühimmidir.” Yani o elfin müceddididir. İşte böyle mutlak bir surette söylediği halde, İmam-ı Rabbanî’nin (K.S.) büyüklüğü ve teşahhusu, o haber-i gaybîyi kat’iyyen kendine almış. Hazret-i Mevlâna Celaleddin-i Rumî de (K.S.) Nakşibendî’den mübhem bir surette bahsetmiş; fakat Nakşîlerin büyüklüğü ve yüksekliği ve teşahhusları, o haberi de bil’istihkak kendilerine almışlar.
İşte bu kerametkârane ihbar-ı gaybî nev’inden Gavs-ı A’zam (K.S.) dahi, Hizb-ül Kur’andan -işarî bir surette- haber verdiği gibi; Hizb-ül Kur’anın bir hâdimi olan bu bîçare Said’i (R.A.) iki yerde sarahaten haber veriyor. Mübhem ve mutlak bırakmadığının sırrı budur ki: Bu bîçare Said, makam sahibi olmamış iken ve büyük değil iken ve mutlak tabiri teşhis edecek bir teşahhus yokken, lütf-u İlahî ile büyük bir makamın hizmetinde bulunmasıdır. Âdeta bir nefer iken, müşiriyet makamı hizmetinde bulunmasıdır. İşte küçüklüğü ve ehemmiyetsizliği içindir ki, Hazret-i Gavs öteki evliyaya muhalif olarak yalnız işaretle kalmayıp -sarahat derecesinde- parmağını onun başına basıyor.
Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vakıalar vardı. Kendimi hiçbir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bazan tesadüfe, bazan da başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatım geliyor ki, o hârikalar, Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nev’inden, bir nevi inayet-i İlahiyeye mazhar olmuşuz.
Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye’deki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için, o alâkadarlık cihetinde “Meşihat dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevab aldım ki; ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envâr-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i me’yusiyetle âh vâh diyerek dergâh-ı İlahiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalbleri yanan çok zâtların hararetli âhları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki, acaba Şeyh-i Geylanî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için, bizim gibilerin âhlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes vâ-esefâ dedi. Ben ve benim gibi yananlar, Elhamdülillah dedik. Zannederim ki, bu fakir millete ikiyüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var. İnşâallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazan sudan ziyade temizlik yapar.
Hakikatlı bir latîfe: Sultan Süleyman-ı Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul’a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: “Hilaf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki; o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse, yüz senede temizleyemez.”
Sual: Gavs-ı A’zam gibi büyük veliler, bazı evkatta, mazi ve müstakbeli hazır gibi müşahede ederler. Neden maziye ait cihette sarahat suretinde haber veriyorlar da, istikbalden hafî remizlerle, gizli işaretlerle bahsediyorlar?
Elcevab:
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ
âyetiyle
عَالِمُ الْغَيْبِ فَلاَ يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ اَحَدًا اِلاَّ مَنِ ارْتَضَى مِنْ رَسُولٍ
âyeti ifade ettikleri kudsî yasağa karşı ubudiyetkârane bir hüsn-ü edeb takınmak için tasrihten işaret mesleğine girmişler. Tâ ki işaretler ile, remz ile anlaşılsın ki, ihtiyarsız niyetsiz bir surette talim-i İlahî ile olmuştur. Çünki istikbalî olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaatı işmam ediyor.
Hazret-i Gavs’ın keramet-i gaybiyesini teyid eden bir âyetin işaratındaki bir nükte-i i’caziyedir
Kur’andan tereşşuh eden o Sözler ve risaleler, Kur’an-ı Hakîm’in bir nevi müstakim tefsiri ve hakaik-i imaniyenin istikametli ve kuvvetli delilleri olduğundan; o risaleler ve Sözler’e gelen şeref ve takdir ve tahsin, Kur’ana ve hakaik-i imana aittir. Madem öyledir bilâ-perva derim ki:
وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
sırrıyla, Kur’anda elbette bu istikametli tefsirinin istikametine işaret var. Evet var. Kur’an o tefsirine hususî bakıyor. Çünki âyât-ı mühimmeden Sure-i Hud’daki (Haşiye) فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعِيدٌ âyeti bulunan sahifenin karşısında فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ âyeti, fâ-yı atf hariç olarak اِسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ makam-ı ebcedîsi bin üçyüzikidir (Arabî 1302, Miladi 1885). Demek اِستَقِمْ deki emr-i has içinde bulunan hitab-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üçyüz iki (1302) tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek ondördüncü asırda Kur’andan iktibas edip, istikametsiz sakîm yollar içinde sırat-ı müstakimi gösterecek âsârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dâhil ediyor. Hem o istikametin bir hususiyeti var ki, tarihiyle işaret ediyor. Halbuki, o asırda şahsen istikamette mümtaz bir hususiyet kesbetmek çok uzaktır. Demek, şahsî istikamet değil. Öyle ise, o adamın teşebbüsüyle neşredilen esrar-ı Kur’aniye, o asırda istikamette imtiyaz kesbedecek. O adam şahsen gayr-ı müstakim olduğu halde, müstakimler içine idhali, o imtiyaza remzeder.
____
(Haşiye): Hattâ Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) ferman etmiş ki:
شَيَّبَتْنِى سُورَةُ هُودٍ yani Sure-i Hud’daki فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ âyeti beni ihtiyarlattırdı. Çünki ehemmiyeti azîmdir. İstikamet-i tâmmeyi emrediyor.
____
Madem hakikat budur, ben kat’î bir surette itiraf ediyorum ki; hayatım istikametsiz gitmiş, kalbim sekametten kurtulmamış, o kudsî emrin imtisalinden belki yüz derece uzağım. Fakat وَ اَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ sırrıyla o nimete bir şükür olarak derim ki: O bin üçyüz iki (1302) tarihi ise, -arabî tarih itibariyle olsa- Kur’an okumağa başladığım aynı tarihe tevafuk eder. (Arabî tarihiyle 1302 Miladi olarak 1885 olup Üstad Hazretleri on yaşlarında iken Kur’an okumayı öğrenmeye başladığı tarihtir.) Ve rumi tarihi hesabıyla, ilme başladığım tarihe tevafuk eder. (Rumî tarihiyle 1302 Miladi olarak 1887 olup Üstad Hazretleri oniki yaşlarında iken Medreseden ders almaya başladığı tarihtir.) Öyle ise o îma edilen ferd olabiliriz. Halbuki şahsen bütün hayatı sakîm ve istikametsiz olan bir ferde istikametle îma edilse ve gayr-ı müstakim iken müstakimler içine idhal edilse, elbette o ferdin mazhar olacağı âsârın istikametine îmadır. Ve o âsârın istikameti, o tarihte başlayıp dalalet yolları ve zulümat tarîkleri içinde sırat-ı müstakimi gösterecek اِسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ emrini imtisal edecek demektir. Evet lillahilhamd Risale-i Nur eczaları, Kur’anın bu mu’cizane îma-i gaybîsini bilfiil göstermiş, meydandadır.
Şu âyetin gizli îmasını اِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ âyeti teyid ediyor. Çünki اِنَّ deki şeddeli nun bir sayılsa tam evvelki âyete tevafuk ile, Hizb-ül Kur’anın faaliyetine vasıta olan bir hâdiminin Kur’an okumağa başladığı bin üçyüz iki (1302) tarihine, iki fark ile tevafuk etmekle beraber, şeddeli nun iki nun sayılsa, bin üçyüz elli (Hicri 1350, Miladi 1932) eder ki, bu tarihte Kur’andan muktebes olan Risale-i Nur etrafında toplanan, bütün kuvvetleriyle Kur’anın hizmetlerine çalışan Hizb-ül Kur’anın faaliyeti ve dalalet ve zındıkaya manen galebe ettikleri bir zamana tevafuku ise, istikbalde tam galebelerine bir îma-i gaybîdir.
Said-ün Nursî
Radıyallahu Anh
Keramet-i Gaybiye-i Gavsiye’nin bir tetimmesidir.
تَوَسَّلْ بِنَا فِى كُلِّ هَوْلٍ وَ شِدَّةٍ ۞ اَغِيثُكَ فِى اْلاَشْيَاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى
Hazret-i Gavs’ın Keramet-i Gavsiye’sinde beş satırdan bahsedilmişti. O beşten dördü, herbiri bir cihette Hizb-ül Kur’ana işaret ettiğini anlamıştık. Burada yazılan başta تَوَسَّلْ ile başlayan satırdan ise, hiç bir işaretini anlamamıştık. Onun için onun altında haşiye olarak bir şey yazılmamıştı.
Bu defa odamda ta’lik edilen o levhaya baktım. Birdenbire kalbime ihtar edildi ki: “Baştaki satırın size aidiyeti var. İlm-i cifrin kaideleriyle size bakıyor. Ne için dikkat etmiyorsun?” Ben dikkat ettim, bir şey anlamadım. Tekrar ihtar edildi ki: “Bu satır birisine emrediyor, nida ediyor. Her halde bir adamın ismi yâ-i nida ile beraber örfen ve makamen ve kaideten mana cihetinde mevcud bulunmak lâzım gelir. Bundan sonra gelen beyitlerde medar-ı hitab olan mürid kelimesinden murad kim ise, burada dahi o muraddır. Öyle ise تَوَسَّلْ kelimesinden sonra bir isim nida ile murad ve mukadderdir. Hem اَغِيثُكَ deki hitab kime aid olduğu anlaşılmak için, nida ile bir isim zikretmek lâzım geliyor. Madem herhalde bir isim lâzımdır. Elbette o isme delalet eden bir karine, bir emare vardır.”
O vakit bir emare aradım. Gördüm ki: Âhirdeki satırda Said ismi yâ-i nida ile beraber bu iki yerde murad olduğuna iki delil var:
Birinci delil: Bu beytin dört arkadaşı, Said ismine işaretleridir.
İkinci delil: Hem birinci, hem ikinci fıkra da aynı 1294 eder ki; müteaddid yerde Cenab-ı Gavs’ın işaret-i gaybiyesinden fitne-i âhirzamanın başlangıcı olan tarihi gösteriyor. O tarih ise hem bu isim sahibinin Arabî tarih-i veladetine, hem âlem-i İslâm’ın başına gelen hâdisat-ı elîmenin, hevl ve şiddetin en büyük sebebi olan 93 Rus harbinin şiddet tarihine tesadüf ediyor. O vakit hem taun ve veba ve kaht u gala ve hem Rus’un zulüm ve istila zamanına tesadüf ediyor. Hazret-i Gavs bu beytinde ve bu kasidesinde fitne-i âhirzamana bakıyor. O fitnenin başlangıcı olan 1293 ve dört tarihine تَوَسَّلْ satırının her fıkrası “Yâ Said” kelimesiyle beraber aynı tarihi gösteriyor. Biri 1294, diğeri 1295 tarihini gösteriyor. O tarih Rumi hesab ile olsa, Said’in mebde’-i tufuliyetine; eğer Arabî tarihiyle olsa veladet zamanına tevafuk ediyor. Eğer fıkra-i ûladaki هَوْلٍ kelimesinin üstündeki tenvin ve ikinci fıkradaki دَهْرًا kelimesindeki tenvin nun sayılsalar, o vakit her bir fıkranın 1344 ve kırkbeş tarihini gösterecek. Fitne-i âhirzamanın maneviyat cihetinde en elîm zamanına ve izn-i İlahî ile himaye ve himmet ve dua-yı Gavsiyede bulunan Said’in dahi en elîm, en sıkıntılı zaman-ı esaretine tevafuk ediyor.
Bu تَوَسَّلْ beytinin işaret-i gaybiyesi çendan zaîf ise, öteki dört beytin sarahata yakın işaretleri bunun zaîf işaretini takviye ediyor. Çünki gayet zaîf ve incecik iplerin içtimaında koparılmayacak bir derecede kuvvet bulduğundan, elbette bir zaîf emare, kavî işaretlerin işaret ettikleri ayn-ı şeye işaret etse, delalet derecesinde bir işarettir denilebilir.
Muhtasar bir tahlil: تَوَسَّلْ بِنَا فِى كُلِّ هَوْلٍ وَ شِدَّةٍ fıkrası شِدَّةٍ lafzındaki تاء, kelimesinin huruf-u asliyesinden olmadığından vakıf vaktinde kaideten ها ya kalb olduğu cihetle o (تاء) (ها) sayılır. Baştaki تَوَسَّلْ de تاء ile شِدَّةٍ deki ش yedi yüz 700, şeddeli س yüz yirmi, فى‘deki فاء seksen 80. Mecmuu 900. Dört ل yüz yirmi 120, ن، باء üç و iki ها، ك، يا ve bir الف yüz onbir 111, شِدَّةٍ ‘deki şeddeli د sekiz 8, mecmuu 1139. تَوَسَّلْ den evvel veyahut sonra يا سعيد kelimesi yüz ellibeş 155 ediyor. Yekûnü bin ikiyüz doksandört 1294 eder.
İkinci Fıkra: اَغِيثُكَ فِى اْلاَشْيَاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى fıkrasında اَغِيثُكَ kelimesi hesaba dâhil değildir. O kelimedeki kâf-ı hitabdan murad Said olduğundan, elbette يا سعيد kelimesi mukadderdir. Öyle ise اَغِيثُكَ يَا سَعِيد فِى اْلاَشْيَاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى aynen evvelki fıkra gibi 1295 eder. Eğer okunmayan hemze-i vasl sayılmazsa 1294 eder. Çünki ش ile تاء 700, راء 200. فاء, iki يا ile beraber 100, oldu 1000. Müşedded م 80, د، ب dört ا , bir ى ile beraber 20, o 80 ile 100 edip evvelki yekûn ile 1100. ل 30, iki ها ile beraber 40’tır. يا سعيد de olan 155 ile beraber 1295. Eğer sâkıt olan hemze-i vasl sayılmazsa 1294 eder. Aynen evvelki fıkra ile tam tevafuk edip, herbirisi fitne-i âhirzamanın hem başlangıcı tarihine ki; 1294’tür. Hem tenvinler ile beraber o fitnenin en karanlıklı zamanı olan 1344 tarihine ve fitnelerin içinde mahfuziyetle beraber pek çok çalkanan bîçare Said’in hem tarih-i veladetine hem işkenceli tarih-i esaretine tevafuk ediyor. Herhalde bu acib tevafuk, ittifakî ve tesadüfî bir tevafuk değildir. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ
Sual: Sen bu zamanın hâdisatına, fitne-i âhirzaman diyorsun. Halbuki hadîste vârid olmuş ki: “Âhirzamanda Allah Allah denilmeyecek; sonra kıyamet kopacak.”
Elcevab: Evvelâ: Fitne-i âhirzamanın müddeti uzundur, biz bir faslındayız.
Sâniyen: Yerde Allah Allah denilmeyecekten murad; Allah’a iman kalkacak demek değildir. (Haşiye-1) Belki Allah’ın namını değiştirecekler demektir. Nasılki yerde Allah Allah denilmezse kıyamet-i kübra kopacak. Bir memlekette de Allah Allah denilmezse, bir nevi kıyamet kopmasına işarettir. (Haşiye-2)
تَوَسَّلْ بِنَا فِى كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ ۞ اَغِيثُكَ فِى اْلاَشْيَاءِ دَهْرًا بِهِمَّتِى
(Bütün korku ve şiddetli hallerde bizi vesile et. Sana her konuda sonsuza kadar yardım edeceğim.)
____
(Haşiye-1): Çünki hadîste vardır ki,
لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ.
Bu hadîs, diğer hadîsi takyid ediyor.
(Haşiye-2): Yedi sene evvel yazılan bu işaret-i gaybiye aynen vukua geldi. Herkes gördü. Evet bu geçen zelzele, kıyametin zelzele-i kübrasından haber verir gibi sarstı; fakat akılları başlarına gelmedi.
____
İlm-i Cifirle manası: “Yâ Said! Âhirzamanın fitnelerine yetişip düştüğün zaman, benim dua ve himmetimi kendine vesile ve şefaatçi yap. İnşâallah senin her şeyinde ve her işinde uzun bir zamanda, yani tufuliyet zamanından tâ ihtiyarlığın vaktinde işkenceli esaretine kadar.. yani, bin ikiyüz doksandörtten (1294) tâ bin üçyüz kırkbeş (1345), belki altmışdörde (1364), daha ziyade bir zamana kadar Allah’ın izniyle ve kuvvetiyle senin imdadına yetişeceğim.”
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا
Re’fet, Mustafa, Mustafa, Rüşdü, Hâfız Hâlid, Mes’ud, Süleyman’ın ve Hüsrev’in bir nüktesidir
فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ Şöyle ki: Bu fıkra اِنَّكَ hitabıyla birisiyle konuşuyor. اَغِيثُكَ deki gibi يا سعيد burada dahi mukadderdir. Zaten اِنَّكَ altındaki mübarek tevafukun nihayeti görünen Said, اِنَّكَ de görünmeyen يا سعيد i gösteriyor.
Şu halde فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ 1314 (Hicrî 1314 Miladî 1897) eder (eğer şeddeli nun birtek sayılsa). Eğer iki nun sayılsa, 1364 (Hicrî 1364 Miladî 1945) eder. Demek Said elli senelik müddette inayete mazhar olacaktır. 1314’te Van’da tedrise başlaması ve Avrupa’dan gelen efkâr-ı bâtılaya karşı mücahedesi o tarihte başlıyor. Şimdiye kadar o esas üzerine inayet feyzi altında 1352’ye (Hicrî 1352 Miladî 1934) kadar devam etmiş. Demek daha 12 sene işarat-ı Gavsiye ile inayete mazhar olmasını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Kendisi bu dünyadan gitse de, onun yerinde onun talebeleri ve âsârı o inayete ilâ-mâşâallah mazhar olmasına bir îmadır.
İcmalen bir tahlil: فَاِنَّكَ deki şeddeli “nun” iki nun sayılsa 201. مَحْرُوسٌ 314. بِعَيْنِ 132. العِنَايَةِ 562. اِنَّكَ den sonraki “Yâ Said” lafzı 155. Yekûnü 1364. Eğer şeddeli nun bir nun olup, elli tarh edilse 1314 kalır.
Cây-ı dikkattir ki; Gavs’ın bu beş satırında üç yerinde “Yâ Said” lafzıyla sırr-ı gaybîsi tezahür ediyor. “Yâ Said” yerini başkası tutmuyor. Demek bu beş satırında dört Said ismi tasrih edilmiş hükmündedir. Medar-ı hayrettir ki; Şeyh’in bu beş satırında sekiz-on defa şu zamanımızı ve Said’in başına gelen en mühim hâdisatın aynı tarihini gösteriyor.
Süleyman, Mustafa, Mustafa, Abdullah Çavuş, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü’nün Bir Nüktesidir.
وَكُنْ قَادِرِيَّ الْوَقْتِ لِلّهِ şu fıkrada olan وَكُنْ hitab ediyor. Herhalde sair fıkraların işaratıyla وَ كُنْ يَا مُرِيدِى veyahut وَكُنْ يَا سَعِيد كُرْدِى veyahut كُنْ يَا نُرْسِى manasında ve takdirinde olacak. Çünki bu üç isim üç fıkrada ikisi sarahaten, birisi zımnen murad olduğundan; buradaki emirde de onlardan birisi herhalde mukadderdir. Belki üçü de beraber murad olabilir. İşte şu fitne-i âhirzamanın üç ehemmiyetli tarihlerine ve şu bîçare Said’in en mühim üç hâdise-i hayatiyesinin tarihlerine bu üç isimle beraber şu fıkra tam tevafuk ediyor. Şöyle ki:
وَكُنْ يَا مُرِيدِى قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّهِ müşedded ل iki ل sayılmak cihetiyle tam 1309 (Hicrî 1309 Miladî 1892) tarihine tevafuk ediyor ki, o tarih, bu asr-ı acibin mebde-i başlangıcı, hem hizmet-i Kur’aniye için yaşayan Said’in dahi on sene medrese usûlünce okunan ulûmu üç dört ayda pek hârika bir surette tahsil ettiği bir tarihtir.
Elhasıl “Kün” emrinden sonra nida ile bir isim manen var. Hem bu üç ismin bu üç tarihe tevafuku kat’iyyen tesadüf olamaz. Hem onların yerinde başka bir isim bulunmak hiç münasebet, hiç bir emare, hiç bir netice görünmüyor veyahut görmüyoruz. Demek kasdî bir tevfiktir. Hem sair fıkralarda bulunan onbeş işaretle teeyyüd eden bir işaret-i gaybiyedir. Hem de Said’in en sıkıntılı ve işkenceli olan şimdiki bu musibet zamanında Gavs’ın bu işaret-i gaybiyesinin zuhuru ve anlaşılması, kudsî ve en mühim bir tesellidir.
وَكُنْ يَا سَعِيدِ كُرْدِى قَادِرِىَّ الْوَقْتِ cifir ve ebced hesabıyla tam 1327 (Hicrî 1327 Miladî 1909) tarih-i meşhuresine ve inkılab-ı azîmine ve Said’in mebde’-i mücahedesine tevafuk ettiği gibi; وَكُنْ يَا نُورْسِى قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّهِ müşedded lâm bir sayılmak şartıyla şu 1351 (Hicrî 1351 Miladî 1933) tarih-i acibesine ve Said’in bir cihette münteha-yı mücahedesine tevafuk ediyor. Bu surette لِلّهِ kelimesi var, onunla işaret eder ki; inşâallah bidayette olduğu gibi vakit ve zamana uymak değil, belki lillah için mücahede edecek ve ediyor. Hem keramet-i Gavsiye işaretleri ve bu işaret-i gaybiyesi aynı bu musibetli tarihte ve en sıkıntılı bir zamanda anlaşılması ve intişar etmesi, büyük bir lütf-u İlahîdir ve Kur’an hizmetkârlarına kuvvetli ve kat’î bir tesellidir. Yoksa bu çok sıkıntılı musibet ise, çekilir belalardan değildir. Tam Gavs kendi müridinin ve o müridin arkadaşlarının imdadına bu suretle yetişip teselli etti.
اَلْحَمْدُ ِللّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Abdullah Çavuş, (R.H.) Mustafa (R.H.), Mustafa (R.H.), Rüşdü (R.H.), Hüsrev (R.H.), Re’fet (R.H.), Mustafa Çavuş (R.H.), Abdullah Çavuş (R.H.), Süleyman (R.H.)
Risale-i Nur’un tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hâfız Tevfik’in Risale-i Nur’un hakkaniyetine dair istihracî bir fıkrasıdır.
(Bin üçyüz elliüç)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Malûm olsun ki: “Zübdet-ür Resail Umdet-ül Vesail” namında kutb-ül ârifîn Ziyaeddin Mevlâna Şeyh Hâlid Kuddise Sırruhu’nun mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi onüç sene mukaddem, Bursa’da Hocam Hasan Efendi’den almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde kitablarımın arasında birşey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Hazret-i Mevlâna Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbanî’den sonra, tarîk-i Nakşî’nin en mühim kahramanıdır. Hem Tarîk-i Hâlidiye-i Nakşiye’nin pîridir.” Risaleyi mütalaa ederken Hazret-i Mevlâna’nın tercüme-i halinden şu fıkrayı gördüm:
Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:
اِنَّ اللّهَ يَبْعَثُ لِهذِهِ اْلاُمَّةِ عَلَى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دِينَهَا
yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tâm olan Mevlâna eşşehîr kutb-ül ârifîn, gavs-ül vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmil-üt tarîkat-ül aliyye ve-l müceddidiyye Hâlid-i Zülcenaheyn Kuddise Sırruhu.. ilh…
Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevellüdü 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki, 1224 tarihinde Saltanat-ı Hind’in payitahtı olan Cihanabad’a dâhil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyuzat-ı maneviye ile Tarîk-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış.
Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki, Hazret-i Mevlâna’nın nesli, Hazret-i Osman bin Affan Radıyallahü Anh’a mensubdur.
Sonra gördüm ki; tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile, sinni yirmiye baliğ olmadan a’lem-i ülema-i asr ve allâme-i vakt olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.
Sonra üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar:
Birincisi: Hazret-i Mevlâna 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise 1293’te. Tam Mevlâna Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.
İkincisi: Hazret-i Mevlâna’nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddemesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’te girmiş. Üstadım ise aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı Saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine başlamış.
Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlâna’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam’a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238’te vaki’ olmuştur. Üstadım ise aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip, onlarla uyuşamayıp; onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip, bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakib, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta Vilayetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.
Dördüncüsü: Hazret-i Mevlâna Hâlid, yaşı yirmiye baliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhûl-ü ülemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise, tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki; ondört yaşında icazet alıp a’lem-i ülema-i zamanla muarazaya girişmiş, ondört yaşında iken, icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.
Hem Hazret-i Mevlâna Hâlid neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kur’an-ı Hakîm’e hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’in arkasından gidip, Hazret-i Mevlâna gibi, Risale-i Nur eczalarıyla -bütün kuvvetiyle- Sünnet-i Seniyenin ihyasına çalıştı.
İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasıla ile Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesiratı; Hazret-i Mevlâna Hâlid’in Tarîk-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. (Haşiye)
____
(Haşiye): Madem Hazret-i Mevlâna Hâlid, milyonlar etba’larının ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek nass-ı hadîs ile, Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.
____
Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur Kur’ana ait olup, medh ü sena Kur’an’ın esrarına aittir. Yalnız üstadımla Hazret-i Mevlâna’nın birkaç farkı var:
Birisi: Hazret-i Mevlâna, zülcenaheyndir. Yani hem Kādirî, hem Nakşî tarîkat sahibi iken, Nakşîlik Tarîkatı onda daha galibdir. Üstadım bilakis Kādirî meşrebi ve Şazelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlâna Hindistan’dan Tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdad dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’de-l memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlâna’nın manen tasarrufu -bidayeten- cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; “Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul et!” Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlâna Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlâna Hâlid birden parlamış. Bu vakıa; ehl-i keşifçe vaki’ ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rü’ya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.
İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci’ gösteriyor. Hazret-i Mevlâna Hâlid’in şahsiyeti, kutb-ül irşad, merciil-has ve-l âmm olmuştur.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlâna Hâlid, zülcenaheyndir. Fakat zamanın muktezasıyla ilm-i tarîkatı ve Sünnet-i Seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarîkatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikatı ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarîkata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki hadîs-i şerifin “her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor” va’d-i İlahîsine binaen, Hazret-i Mevlâna Hâlid, -ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle- 1200 senesinin yani onikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki -nass-ı hadîs ile- Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyorlar.”
Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.
Şamlı Hâfız Tevfik
Re’fet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden buldukları latîf bir tevafuktur.
Risale-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delalet eden bir tevafuk-u acibe:
Risale-i Nur’un mazhar olduğu inayatın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta Vilayeti sekiz seneden beri Risale-i Nur’un müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde -Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle- muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nur’dan Isparta’da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhâssa gençler pek çok istifade ve istifaza ettiler.
Vakta ki, Üstadımızın Barla gibi latîf ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalbleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nur’un müellifi olan üstadımızın nazarı Cenab-ı Hakk’ın avniyle Isparta’ya müteveccih oldu. Evhama düşen bazı zalim ehl-i dünyanın teşebbüskârane harekât-ı zahiriyesi bir sebeb-i âdi olarak yeni bir zulme hedef oldu. Üstadımız Isparta’ya getirildi.
Fakat üstadımızın teşrif ettiği zaman, yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta’yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menba’ı kesilmiş; ağaçlar sararmağa, otlar kurumağa, çiçekler buruşmağa başlamıştı.
Risale-i Nur’un en ziyade intişar ettiği mahal Isparta Vilayeti olduğu için Risale-i Nur hakkındaki inayat-ı Rabbaniyeyi pek yakından müşahede eden Risale-i Nur şakirdleri olan bizler, mühim bir vakıaya daha şahid olduk.
Bu hâdise ise: Müellifinin Isparta’ya teşrifini müteakib bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli yağması olmuştur. Pek hârika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş, nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letafet kesbetmiş; ekserîsi hemen hemen ziraatla iştigal eden halkın yüzleri -Risale-i Nur’un nâil olduğu inayatından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek- gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenab-ı Hak kemal-i merhametiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letafetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti. Güya Risale-i Nur yüz ondokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek ve diğer taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için, Cenab-ı Hak’tan yüz ondokuz risalenin eliyle, yüz ondokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki, bir misli doksanüç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki; bu tarih, üstadımızın tarih-i veladetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususî bir surette Risale-i Nur’a baktığına bir delili de şudur ki:
Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz-toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telaş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur taleb ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Bey’den -değirmenleri çeviren suyu göstererek- “Isparta’nın suyu bu kadar mı?” diye sormuştu. Bekir Bey cevab verdi: “Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur.” dedi.
Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan, ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksandokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillahilhamd. Bu kerem-i İlahî neticesi olarak üstadımız diyor ki; “Isparta bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım birşey varsa, o da -her yerde olduğu gibi- Barla’da bulunan ciddî dost ve talebelerimdir.”
Mustafa, Lütfü, Rüşdü, Hüsrev, Bekir, Re’fet
Risale-i Nur’un bereketine ait yağmur hadisesini teyid eden Muhacir Hafız Ahmed, Süleyman Efendi, Mustafa ve Bekir Bey ve Şem’î’nin bir fıkrasıdır.
Isparta’daki kardeşlerimizin fıkrasındaki davayı isbat eden kuvvetli iki delili gösteriyor. Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin hârika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatımız geliyor. Çünki gözümüzle yağmur hâdisesinin, hususî bir şekilde hizmet-i Kur’aniye ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.
Birinci Suret: Risale-i Nur’un vasıta-i neşr olan Üstadımızın câmii, seddedildi. Risale-i Nur’u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men’ edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan’dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki: “Kur’an’ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyle ise, madem Kur’an’ın itabı var. Yâsin Suresini şefaatçı yapıp Kur’an’ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz.” Üstadımız, Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye dedi ki: “Sen kırkbir Yâsin-i Şerif oku.” Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, üstadımız daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye söyledi ki: “Yâsinler tılsımı açtı, yağmur gelecek.”
Aynı gecede evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed’in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultan’ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem’î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.
İşte bu hâdise, kat’iyyen delalet ediyor ki; o yağmur, Hizmet-i Kur’an’la münasebetdardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki; Sure-i Yâsin anahtar ve şefaatçı oldu ve yağmur kâfi mikdarda yağdı.
İkinci Suret: Kuraklık zamanında, yirmi-otuz gün içinde yağmur Barla’ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menba’ına yakın üstadımız ve biz (yani, Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed ve sair kardeşlerimiz) beraber cemaatla namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, üstadımız yağmur duası etti. Kur’anı şefaatçı yaptı. Birden o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi-otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında dua eden her ele, yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: “Bu bir işaret-i İlahiyedir. Cenab-ı Hak manen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum.” Demek sonra Sure-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.
Elhasıl: Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dava ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delil ile tasdik ediyoruz.
Kürd Bekir Bey, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Süleyman, Şem’î,
Sadakatte meşhur olan Barla’lı Süleyman’ın vazife-i sadakatını tamamıyla yapan Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün bir fıkrasıdır.
Aziz Üstadım!
Kardeşlerimin Yirmiyedinci Mektub’a giren fıkralarını, kendi fikrime ve hissiyatıma muvafık bulduğumdan, onlar bu nokta-i nazardan kendi fıkralarımdır diye başka fıkra yazmağa lüzum görmedim. Fakat bu âhirlerde Risale-i Nur’un kerametine temas eden bazı hâdiseler benimle de münasebetdar olarak vücuda geldiğinden, ondan bir ihtar hükmünde idi ki, onlar münasebetiyle benim de bir hususî fıkram kardeşlerimin hususî fıkraları içine girsin diye o hâdiselerden bazı latîf tevafukatı ve bazı rü’ya-yı sadıkayı ve birkaç hâdiseyi yazıyorum.
Bu rü’yalar, birbirine yakın ve birkaç gün zarfında görülmüş ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm içinde bulunduğu cihetle, rü’ya-yı sadıkadır. Çünki hadîsçe sabittir ki, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm görülen rü’yada şeytan o rü’yaya karışamıyor. Bu rü’ya-yı sadıkadan herbiri, -gerçi rü’yadır, delil ve hüccet olamaz- fakat herbirinin aynı mealde ittifakları, bir müjde veriyor ve Risale-i Nur’un makbuliyetine ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın daire-i rızasında bulunduğuna bizlere kanaat veriyor. Ezcümle:
Birincisi: Risale-i Nur şakirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, câmide Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallahü Anh’a emrediyor: “Çık hutbe oku.” Ebu Bekir-is Sıddık koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatların izahatı Yirmidokuzuncu Söz’dedir.”
İkincisi: Risale-i Nur’un şakirdlerinden Osman Nuri diyor ki: Rü’yamda, şemail-i şerife muvafık, gayet nuranî bir surette Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı oturduğu yere dayanmış bir vaziyette gördüm. Bu anda bir sadâ geldi ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir yaveri geliyor. Kapılar birdenbire kendi kendine açıldı. Risale-i Nur naşirlerinin Üstadı olan zât içeriye girdi. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, Üstadımıza şefkatkârane bir iltifat göstererek, dayandığı vaziyetten doğruldu. Ben de ağlayarak uyandım.
Üçüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerine köşkünü tahsis eden Şükrü Efendi’dir. Rü’yada ona diyorlar ki: “Senin o köşküne Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm gelmiş.” O da koşarak gidip, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı çok nuranî ve sürurlu bir halde bulup ziyaret etmiş.
Dördüncüsü: Risale-i Nur şakirdlerinden Nazmi’dir. Rü’yasında ona diyorlar ki: “Risale-i Nur şakirdleri imansız ölmezler, kabre iman ile girerler.”
Bu rü’yalar Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile münasebetdar olmak cihetiyle, o rü’yalar zamanında “Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi” münasebetiyle latîf ve küçük bir-iki tevafukun letaifini zikredeceğim. Şöyle ki:
Risale-i Nur eczalarından birkaç vecihle kerameti görülen, mu’cizat-ı Ahmediyeye dair Ondokuzuncu Mektub’un tashihi zamanında, yedi mu’cizat-ı Ahmediyeye (A.S.M.) mazhar yedi çocuğun bahsine geldiği vakitte, Meliha isminde yedi yaşındaki kızım, umulmadık bir vakitte hanemden çıkıp Üstadımın oturduğu köşke geldi, o yedi çocuk bahsini masumane çocukçasına dinlemeye başladı. Çay içmesini çok sevdiği halde, kendine verildi, çocukların bahsi bitinceye kadar içmedi.
O saatten on dakika evvel, hem Ondokuzuncu Mektub, hem Mi’rac Risalesi ayrı ayrı tashih ediliyordu. Ondokuzuncu Mektub’un yüz elli sahifesi içinde kuru direğin ağlamasından bahis var. Mi’rac Risalesi’nde altıyüz satırdan bir tek satır ondan bahseder. Muhtelif tarzlarda, muhtelif vakitte, muhtelif adamlar, muhtelif kitablarda birden bir tek sözü söylediklerini ben işittim. O da, kuru direğin ağlaması idi. Herbiri iki kişiden ibaret iki kısım tashihçiler, aynı kelime üstündedirler, o kelimeyi söylüyorlardı. Ben hayret ile dedim: “İki taraf da bir kelimeyi söylüyorsunuz.” Sonra baktık. Mi’racın tashihi aynı kelimeye geldiği gibi, Ondokuzuncu Mektub’un tashihi de aynı kelime üzerindedir. Biz hazır olanlar şübhemiz kalmadı ki, yedi yaşında Meliha’nın yedi çocuk bahsine tevafuku ve bu iki kısım musahhihlerin aynı kelimede ittifakları, o Mu’cizat-ı Ahmediye bahsinin bir kerametinin bir şuaıdır.
Yine Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mektubuyla münasebetdar üçüncü bir tevafuk: Milas’tan gelen ve oraya gönderilen kitabların listesini bir sebebe binaen saklamak lâzım gelmişti. Üstadım, bu listeyi saklamak için bana verdiğini biliyormuş. Bir gün o listeye lüzum olacağını düşünerek, benden isteyecekti. Fakat istememişti. O gece kalkar, o listeyi seccadesinin yanında görür, hayret eder. Bu saklandığı yerden çıkıp, nasıl burada bulunsun? Sabahleyin benden soruyor. “Ben getirmedim, haberim yok.” dedim. Zâten gece yanına çıkmamıştım. Bunda bir mana var. Biz düşündük, aynı gün Milas’tan listeye göre kitab istemeye bir hak kazanmak için, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Mısır Azizi Mukavkis’e yazdığı mektub, eski Mısırlılara ait kitablar içinde bulunarak İstanbul’a gönderilmiş. Bu mektubun fotoğrafla alınan aynının bir sureti, o gecenin gündüzünde bize geldi, o geceki liste hâdisesine tevafuk etti. Bunda şübhemiz kalmadı ki, saklı olan o listenin kendi kendine orada bulunması, bu mektub-u Nebeviyenin gelmesine bir istikbal ve bir işaret idi.
İşte o günlerde Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm rü’yada Risale-i Nur’la münasebetdar görülmesi ve mektub da aynı vakitte gelmesi, o günlerde te’lif edilen hastalara ait yirmibeş deva-yı maneviyeyi beyan eden Yirmibeşinci Lem’a ve iktisada ait Ondokuzuncu Lem’a ve onların akabinde ihtiyarlara ait yirmialtı ricayı beyan eden Yirmialtıncı Lem’anın te’lif zamanlarına tevafuk etmesi şübhe bırakmıyor ki; bu üç risale, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın makbuliyetine mazhar olmuş.
Yine Risale-i Nur’la münasebeti tahakkuk eden hâdiselerden birisi de şudur ki: Risale-i Nur’un Isparta’ya medar-ı bereket olduğunu çok emarelerle gördük ve görüyoruz. Ezcümle:
Şükrü Efendi hem kendi köşkünü, hem merhum kardeşi Nuri Efendi’nin köşkünü Risale-i Nur’un ders ve te’lifine verdiği bir zamanda, onun şehirdeki evine muttasıl büyük bir haliçe binası ateş aldı. Bütün o büyük bina yandığı halde, Şükrü Efendi’nin evine sirayet etmedi, hattâ yanan haliçe binasının müştemilatından olup, haliçe binası ile Şükrü Efendi’nin hanesine bitişik olan ahşap odunluk dahi yanmadı. Bu vaziyeti gören herkes hayret içinde kaldı. Fakat Risale-i Nur ile alâkaları olanların şübheleri kalmadı ki; Şükrü Efendi Risale-i Nur’un te’lifine bu iki köşkü verdiği için, onun bereketiyle hârika bir surette hem kendi hanesi, hem merhum kardeşinin hanesi o müdhiş yangından kurtuldu.
Hem Risale-i Nur yazın nasılki büyük bir yağmur ve rahmete sebeb olduğu delillerle beyan edilip, Gavs-ı Geylanî’nin (K.S.) kerametine dair risalede kaydedilen hâdise Risale-i Nur’un bir kerameti olduğu gibi; bu seneki kışta Risale-i Nur’un merkez-i faaliyeti, Barla’dan Isparta’nın bağlarına nakledilmiş idi. Bağlarda soğuk ve fırtına, şehirden çok şiddetli oluyordu. Bu şiddetli kışta Risale-i Nur’un dersi ta’til olmamak ve naşiri de dayanabilmek için, bir eser-i rahmet olarak bu senenin kışı gayet mutedil geçti. Evet herkes biliyor ki, şimdiye kadar böyle mutedil ve bazı günleri yaza benzer tarzda bir kış, bu yakın zamanlarda görülmemişti. İşte bugün, yeni mart oniki, eski şubat yirmiyedidir. Sitte-i Sevr denilen fırtınalı altı meşhur günün üçüncü günü olan bugün, nevruz günü gibi açıktır, güzeldir. Nasılki Risale-i Nur’un bereketi yüzünden rahmet-i İlahiye yaz ortasında bir bahar getirdiğini kanaat verecek emareler ile görmüştük; öyle de bu kış ortasında Risale-i Nur’un bereketi yüzünden bir güz mevsimi olmasına bir vesile olduğuna kanaat ettik.
Hem Risale-i Nur eczasından İktisad Risalesi’nin te’lifine çok yakın bir zamanda, Üstadımın maişetindeki iktisadı ifrat derecesine girmişti. Ben ve Hüsrev ve daha diğer arkadaşlarımız bütün biliyoruz ki: Üstadımızın hasta olmadığı halde bütün Ramazanda yediği gıdayı hesab ettik, bir tek fırancalı (Haşiye), yarım okka kese yoğurdu, yüz elli dirhem pirinç idi. Biz tahmin ettik ki, yirmidört saatte üç hurma tanesi kadar gıda ile külfetsiz idare etti. Fazlaya iştihası olmadığı için yemiyordu. Bu hal, Ramazandan sonra ona yazdırılacak olan İktisad Risalesi’nin bereketine ve mübarekiyetine ve kerametine bir işaret idi.
____
(Haşiye): Yarım kilolu bir ekmektir.
____
Ve bir de Risale-i Nur’un takviye-i din hakkında hizmetine işaret eden bir diğer hâdise şudur ki: Isparta’nın mühim bir âliminin, takriben otuz-kırk sene evvel yazdığı istikbale dair kasidesinin fıkraları, Risale-i Nur’a tam tevafuk ediyor ve Risale-i Nur’u gösteriyor. Şöyle ki:
Allah rahmet etsin ve kabri pür-nur olsun, Topal Şükrü Efendi namında ehl-i kalb ve Isparta’nın bir medar-ı fahri olan zâtın kerametkârane buraca meşhur bir şiirini gördüm, getirip arkadaşlarıma gösterdim. Dedim: Bu zât bu dalaletli zamanımızdan bahsettiği gibi, bir fıkrası da harb-i umumîden bahsediyor gibi görünüyor. Çünki bu şiirinde diyor:
“Âferin çarha ki, çattırdı kuduzu kuduza.”
Yani, bütün dünya kâfirlerini birbirine musallat ettirdi. Ve iki satır sonra yine diyor:
“Sûk-i asr içre bütün dad ü sited, küfr ü dalal
Müşteri kalmadı, din indi ucuzdan ucuza.”
Yani o asrın çarşısında alış-veriş dinsizlik elinde olacak, dinsizlik hükmedecek, din gayet ucuza düşecek ve İslâm’ın şeairi gizlenecek. Sonra diyor:
“Şükriyâ bilmezem esrar-ı gaybdan amma
Ya ileri, ya geri, takrib ederim üç otuza.”
Kendi tefsir ediyor, yani otuzüçe. Şiddetli kafiyesini müraat için, otuzüç yerine “üç otuz” demiştir. Hem harb-i umumîye işaret ettiği fıkrasıyla, “dinsizlik düsturları, kanunları, o asır çarşısında hükmettiği…” fıkrasının ortasında şöyle diyor:
“Eriş ey avn-i şeriat (Haşiye-1) eriş ey muhyiddin!
Elem-i rîş-i (Haşiye-2) cefa sîneden erişti öze.”
____
(Haşiye-1): Şeriat cifirle dokuz yüz seksen (980) eder. Risalet-ün Nur dahi اَلنُّور daki lâm-ı aslî lâm olsa, cifirle dokuz yüz yetmiş sekiz (978) edip iki farkla tevafuk eder.
(Haşiye-2): Rîş: Ceriha, yara demektir.
____
Şimdi benim kanaatım geliyor ki, bu zât, otuzüç senesinden sonra Risale-i Nur’u Isparta’nın imdadına çağırıyor. “Ey avn-i Şeriat! Ey Muhyiddin yetiş!” diyor. Yani vefatından takriben otuzüç sene sonra şeriata ve dinin şeairine, Isparta’ya yetişecek bir nuru çağırıyor. Cenab-ı Hak duasını kabul etmiş ki, vefatından otuz-kırk sene sonra Risale-i Nur o vazifeyi görmüş.
Talebeniz ve hizmetkârınız
Süleyman Rüşdü
Risale-i Nur’un müsadere hâdisesi münasebetiyle Isparta Süleyman’ı Rüşdü’nün, evvelki fıkrasına zeyil olarak yazdığı bir fıkrasıdır.
Risale-i Nur şakirdlerinin merkezi olan Şükrü Efendi’nin köşkünün komşusu seksen yaşında muhterem Alîl Osman Çavuş namında bir zât, Risale-i Nur naşirlerine hücum zamanından bir gün sonra rü’yasında görüyor ki: Güneş ile Kamer, beraber olarak köşkün içine girip parlıyorlar.
Diğer bir rü’yada Keçeci Mustafa Efendi’nin hafidi Bekir yine hâdise-i elîmeden bir-iki gün sonra görüyor ki: Güneş kıble tarafından çıkıyor. Şuaatı içinde güneş yüzünde Risale-i Nur naşirinin sureti temessül edip, aynen güneşin kursunda görünüyor.
Hem mütedeyyin bir kadın, yine hâdiseden sonra görüyor ki: Semavattan mübarek kâğıtlar yağıyor. Soruyorlar: “Bu nedir?” Rü’yada demişler: “Risale-i Nur’un sahifeleridir.” Yani, tabirce Risale-i Nur, Kur’anın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur’anın semavî ve ilhamî bir tefsiridir. Hem yağmur gibi, insanlara kesretli bir rahmettir.
Hâdisenin vukuundan evvel, Risale-i Nur şakirdlerinin herbiri bir cesedin a’zâları gibi, bir cihette o cesede gelen müessir bir ârızayı bütün a’zânın hissetmesi nev’inden; bu hâdiseyi Risale-i Nur’un dört şakirdi, vukuundan bir-iki gün evvel şöyle gördüler: Üçü, yani Mehmed Zühdü, Halil Ruhi, Mehmed Niyazi, Risale-i Nur naşirlerinin üstadını vefat etmiş görüyorlar ki; vefat ise tabirce Risale-i Nur’un ta’tilini haber veriyor. Dördüncüsü: Fâzıl Bey görüyor ki: -Hâdiseden bir gün evvel- Rafta kitabları karıştırır, bazı kitabları düşürür. Üstad bana hiddet ediyor, ben de diyorum: “Re’fet düşürdü.” Birden haneye polisler doluyorlar, her şeyi alıyorlar.
Hem bundan yedi buçuk ay evvel Risale-i Nur naşirlerine gelen elîm polishaneye çağırma mes’elesinde Risale-i Nur’un şakirdlerinin dört tanesi (aynı hâdiseyi bir-ikisi, yani Rüşdü ile Lütfü aynen görüyorlar, ikisi de az bir tabirle) aynı hâdiseyi görmeleri ve bu defaki hâdiseyi, yine dört tane şakirdler aynen görmesi gösteriyor ki; Risale-i Nur şakirdleri, bir cesedin a’zâları gibidirler ki, Risale-i Nur’a gelen hâdiseyi, bir cesedin a’zâları gibi hissediyorlar.
Hem Risale-i Nur şakirdlerinden Bekir’e o musibet gününden bir gün evvel biri demiş: “Üstadın seni çağırıyor!” Bir hiss-i kabl-el vuku’ ile ikinci gün Üstadının başına gelen ve rahmet-i İlahiye ile hafif geçen müdhiş musibeti, düşmanların plânları derecesinde büyük, ağır hissetmiş tarzında, ağlayarak gayet korkaklık ve halecan ile koşup geldi. O halecan ve ağlamasına hiç sebeb-i zahirî yokken, yine heyecanını, ağlamasını teskin edemiyordu. Demek Risale-i Nur’a gelen musibet, şakirdlerini kerametkârane ikaz ediyordu.
Hem musibetin aynı gününde Üstadımız gezmekten dönerken, -Hüsrev ve Mehmed’in ihbarıyla- birdenbire sebebsiz ehl-i dünyaya karşı hiddete başlamış. Yirmibeş sene evvel Divan-ı Harb-i Örfî’de kendi i’dam kararını beklerken, sebebsiz, kalbsiz, rütbeli iki adam, mahpus olduğu koğuşa tahkir için geldikleri zaman gayet acib bir surette söylediği o hale mahsus meşhur bir şetmi üç defa zalim ve garazkâr ehl-i dünyaya karşı sarfediyor. “Benden ne istiyorsunuz?” diye bağırarak tekrar ediyor. Sonra susuyor. Aynı dakikada zabıta, köşkü basmak için yedi-sekiz polis köşkün etrafına girdikleri zamana tevafuk ediyor.
Medar-ı ibret bir hâdise: Risale-i Nur naşirlerinin tazyiki yüzünden âmirlerinin yanında yüz bulmak niyetiyle Risale-i Nur naşirlerine ilişenlerin aks-i maksadıyla tokat yediklerinin yüz hâdiseden bir hâdisesi şudur ki:
Sebebsiz, sırf bazı garazkârların keyfi için Risale-i Nur naşirlerine bir kulp takıp mahkemelerde süründürmek ve belki mahvetmek için sureten kendini dost gösterip gayet hainane bir riyakârlıkla dairemize sokulup, bir takım yalanlarla âmirlerini iğfal edip Risale-i Nur naşirlerine müdhiş darbe gelmesine vesile olan bir adam, teveccüh ve makam kazanmak değil, bilakis öyle bir tokat yedi ki, dünyada kaldıkça vicdanı varsa vicdan azabı çektirecek. Hem o kolay vazifesinden müşkil bir vazifeye tahvil ettiler ve hem de ona yalancı nazarıyla baktılar. Ve hem nefret-i âmmeyi kazandı. Ve hem taharri hâdisesinden iki gün sonra bir ihtiyar adamı hanesinden çıkarıp yolda getirirken, o ihtiyar zât füc’eten vefat edip hem mes’uliyet-i maddiyeye ve maneviyeye maruz kalmıştır.
Evet, Risale-i Nur’a hücum edenler, vaktiyle kefenini boynuna takınmalı ve rezalete bürünmeli ve manevî cehenneme dünyada girmeyi göze almalı.
Hem o musibet hâdisesinden iki gün evvel, Risale-i Nur şakirdlerinden olmayan ve hiç bizimle zihnen meşgul olmayan biri rü’yada görüyor ki: Isparta’nın altındaki ovada çok ormanlar bulunuyor. Kuvvetli bir sel geliyor, bu ormanın çok ağaçlarını deviriyor. Birdenbire bir zelzele-i arz oluyor, Risale-i Nur naşiri, elbisesiyle heybetli bir surette yer yarılıp çıkıyor. (Haşiye) O da korkusundan uyanıyor. İki gün sonra Risale-i Nur’u ta’til ve manen toprağa defnetmek niyetiyle küre-i arzı titretecek derecede bir hata ile Risale-i Nur’un eczalarını evrak-ı muzırra nev’inden taharri edip, toplayıp merkez-i hükûmete, tâ dâhiliye vekaletine gönderir. Hiçbir daire kanunca mûcib-i muahaze ve mes’uliyet bir şey Risale-i Nur’da bulamadığından, o manevî zelzele içinde öldürdük, defnettik zannettikleri Risale-i Nur dirilip, yer yarılıp meydana çıktığı gibi; yine o rü’ya işaret ediyor ki, bir zelzele-i azîme ve bir sel içinde Risale-i Nur bu vatan ve millete bir halâskâr, bir müncî suretinde musibetzedelerin imdadına yetişecek.
____
(Haşiye): Demek bu geçen seneki zelzele yani İzmir zelzelesi, Risale-i Nur’un dirilmesine ve meydana çıkmasına bir emaredir ve o rü’yayı tabir ediyor. Evet o zelzeleden evvel Risale-i Nur defnolunmuş gibi gayet gizli perde altında intişar ediyordu. Zelzele başladıktan sonra eski elbise-i fahiresiyle meydan-ı zuhura çıktı.
____
Risale-i Nur şakirdlerinden
Süleyman Rüşdü
Ceylan, İsmail ve Mahmud’un bir fıkrasıdır.
Hüsrev, Rüşdü kardeşlerimizin fıkralarına küçük bir haşiyedir.
Haşiye: Emirdağı’nda yağmursuzluk zamanında Üstadıma arasıra benimle hizmet eden Mehmed, Ali, İsmail ve ben üstadımızdan yağmur duasını köylülerin ricasıyla istedik. Üstadım bizleri masum çocuklar deyip hatırımızı kırmamak için söz verdi. Hem dedi: Böyle musibet-i âmmeden hususi dua mukabil gelemiyor. Bunun çaresi Risale-i Nur’u serbest bırakıp okusunlar ki; bu belayı def’e vesile olur. İkindiden sonra câmiye gittiği vakit hiç bir bulut yoktu, bizim ricamız hatırına geldi. Hizb-ün Nuriye’nin ikinci mertebesindeki
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ وَ عَلَى غَايَةِ وُسْعَةِ رَحْمَتِهِ فِى سُرْعَةِ فَعَّالِيَّةِ قُدْرَتِهِ الْجَوُّ الشَّاهِدُ
بِكَلِمَاتِ السَّحَابِ وَالرِّيَاحِ وَالرُّعُودِ وَالْبُرُوقِ وَاْلاَمْطَارِ okurken وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ âyetini okudu. Aynı kelimede iki aydan beri işitmediği kuvvetli ra’d sadâsı olan gök gürültüsü başladı. O kelimeden bir miktar sonra, yağmur alâmeti yokken, bize verdiği söz için اَللَّهُمَّ اَسْقِنَا غَيْثًا مُغِيثًا dediği aynı kelimede, yağmurun seslerini işitti. (Haşiye) Sonra sabahleyin bana, “Kimseye söyleme” diye hikâye etti.
____
(Haşiye) Güzel bir tevafuktur ki; Üstadımız bu yazdığımızı, içinde ismi geçen İsmail’e, bana tekrar ederken اَللَّهُمَّ اَسْقِنَا غَيْثًا مُغِيثًا kelimesini okurken, aynı câmideki gibi yağmur şiddetli ses vererek geldiğini gördük. Üstadımız o gün fazla yağmur duasını ettiğini anladık.
Ceylan, İsmail
____
Ben de dedim: Aynen gök gürültüsünden yarım dakika evvel Hizb-i Nuriye’nin o makamın tercümesini Hüccetullah-il Baliğa’da babamla beraber hanemizde okurken, bulutların ordu gibi toplanması, ra’dın bağırması kelimesinde câmideki Üstadımın aynı kelimesine tevafuku ve melek-i ra’dın bağırmasına tam tetabuku bize kanaat verdi ki; Risale-i Nur’la yağmur alâkadardır. Okunmasına, yazılmasına mânialar olduğu zaman kuraklık başlar. Ve intişarı rahmet olduğu için, rahmetin gelmesine vesile olduğuna inandık. Hem Isparta’daki kardeşlerimizin fıkralarını tasdik ettik.
Evet geçen kışın başında burada Risale-i Nur serbest okunduğu için yaz gibi geçti. Ne vakit Risale-i Nur’a iliştiler, birden görülmemiş bir kış başladı. Bu iki aydır bütün bütün tazyik neticesinde bu kuraklık başladı. Demek Risale-i Nur ayn-ı rahmettir.
Mehmed, Ceylan
Barla’daki kardeşlerimizin dedikleri gibi, kuraklık Risale-i Nur’un ta’tiliyle münasebetdar olduğunu tasdik ediyoruz. Çünki iki aydan beri, taharri ile okumaktan men’edildi. Kuraklık da başladı. Bugünlerde ben babamla beraber dört-beş kardeşlerimiz, Risale-i Nur’u yazmağa başladığı halde yağmur daha gelmeden, Ankara’ya giden istidanın tesiri olarak iki memur üstadımın bir derece hatırını almak için yanına geldiler. Madem iaşeyi kabul etmiyorsun, hiç olmazsa ev kirası için bâki kalan senin harc-ı râhından kırk banknotu kabul et dediler. Hem de ısrar ettiler. Üstadım da o gün 190 kuruş bir hayra sarfettiği münasebetiyle, yani bana kese yoğurdu yemediği için haydi Ceylan sen bu medresenin talebesisin teberrük olarak bunu yiyeceksiniz. İki üç saat sonra ümidin hilafında o 40 banknot ısrar ile verilmesi, demek bu yoğurdun hayrı bire on değil yirmiye çıktı diye o hatıra için kabul etti. O iki memur gittikten dört beş saat sonra Üstadım câmiye gitti. Aynı duayı اَللّهُمَّ اَسْقِنَا غَيْثًا مُغِيثًا okurken beş dakika fasılayla aynen o iki defaki gibi gürültülü yağmurun tatlı şırıltıları fazlaca başladı. Demek tazyik kuraklığa ve tatyib ise rahmete vesiledir.
Mehmed, Ceylan
Mustafa, Mustafa, Hüsrev, Rüşdü, Re’fet, Hâfız Hâlid, Süleyman, Mes’ud, Said (R.A.), Şamlı, Süleyman, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü ve Mübarek Süleyman’ın Bir Nüktesidir.
Madem Gavs’ın bu beş satırı bir keramettir. Keramet Cenab-ı Hakkın dır. Ve o satırlar intak-ı bi-l-Hak nev’inden olduğundan ona söylettirilmiş, o halde ilham bir kelâm-ı İlahî hükmünde beşerin kudreti fevkınde esrarı cifriyeyi câmi olabilir. Keramet-i Gavsiye’deki mükerreratın tevafukatı adeta bir keramet derecesine çıkmış. Ve o kasidesinden çıkan esrar ve gösterilen tarihler kat’iyen tesadüfî olmadığını isbat eder. Çünki içindeki hurufatın tekrarat-ı adediyeleri lâtif bir surette tevafuk eder. Sekiz kısım olarak dört kısmın herbiri üç harfin tekerrüratı tevafuk ediyor.
Said (R.A.) isminin hurufatı âhirinde tenvin ile (Haşiye) beraber Gavs’ın beş satırındaki mükerreratı elli ikidir, cifirle, bin üçyüz altmış iki ediyor. Aynen فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ işareti gibi dört farkla, veladetinden tâ bin üçyüz altmış senesine kadar inayet ve saadete mazhar olacağını gösterir.
____
(Haşiye): Onüç tenvinden dördü vakfa rast geldiği için tarh edilir, bâkî dokuz kalır.
____
[ذ iki, ث iki, ص iki , ظ iki,] غ üç خ üç] ع dört, جdört, ك altı, س altı ش altı, و sekiz, ب sekiz. ه sekiz د on, ر on, hemze on, ف onbir, ن onbir, ت onbir. Tenvin tamamen on üç, medde dahi onüç, م onüç, ی yirmiüç, umum ا yirmiüç [ك, س, ش altışar, ف, ن, ت onbir, ر, hemze, د onbir, و, ب , ه sekizer, tenvin, medde, م onüçer, غ, خüçer, ح ع dörder, ذ, ث, ظ, ص, ikişer, ی umum ا yirmi üçer.
Elhâsıl, üçü altışar, üçü sekizer, üçü onar, üçü onbirer, üçü onüçer ikisi üçer, ikisi yirmiüçer, ikisi dörder, dördü ikişer, dört adedi yoktur.
Mes’ud, Celâl, Lütfi, Rüştü, Hüsrev, Sabri, Zühdü, Tevfik, Zekâi, Süleyman, Lütfi, Re’fet, Hâfız Ali, Hulusi, Said,