İkinci Maksad
(Otuzuncu Söz Birinci Maksad ile İkinci Maksad arasındaki münasebet: Birinci maksadda enenin hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati izah edildi. İkinci maksad da ise ene miftahı ile açılan âlemin en küçük bir cüz’ü olan zerrenin hareket ve vazifesini ve Hallak-ı Kâinat’ın kudsi maksadlarına vech-i delaleti bir mukaddime ve üç nokta içinde izah edilecektir.)
[Tahavvülât-ı zerrata dair]
Şu âyetin hazinesinden bir zerreye işaret edecektir.
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لاَ تَاْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلَى وَ رَبِّى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
(34-Sebe’/3 İnkâr edenler: “Bize o kıyamet saati gelmez.” dediler. De ki: “Hayır, öyle değil, gaybı bilen Rabbim hakkı için kıyamet size mutlaka gelecektir. O’nun ilminden göklerde ve yerde zerre kadar bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa, hepsi muhakkak açık bir kitaptadır.” Âyetin mealinden anlaşılıyor ki; Zerre kadar yani hiçbir şey Cenab-ı Hakk’ın ilminin, kudretinin ve iradesinin haricinde kalmaz.)
[Şu âyetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu maksad, bir “Mukaddime” ile “Üç Nokta”dan ibarettir.]
Mukaddime
(Maksada urûc etmek için mukaddemelerden istimdad etmek, ehl-i tahkikin düsturlarındandır. Muhakemat 12)
(Mukaddimede zerrenin harekatının neye göre tayin edildiği İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin ile izah edilecek. Üç Noktada ise zerrenin harekatı neticesinde anlaşılan Hallak-ı Kâinat’ın kudsi maksadları izah edilecek.)
Birinci Tarif: Tahavvülât-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa Maddiyyun ve Tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir.
(Kudret kalem, zerre ise noktadır. Kudretin ihtizazat ve cevelanındaki faliyeti görünüp te zerrat ile ifade edilen mana bilinmezse maddiyyunluğu veya Tabiiyyunluğu netice verir. Zerratın harekatını Maddiyyun maddeye, Tabiyyun ise kanuna verir. Neticede her ikiside izah edemediği için tesadüfe ve karışık, manasız bir hareket diyeceklerdir. Zira Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir. Sözler 333)
Çünki bütün mevcudat gibi zerreler ve herbir zerre, mebde’-i hareketinde “Bismillah” der. Çünki nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omzuna alması gibi… (Yani buğday tanesi kadar bir çekirdeğin içindeki zerrelerin, o çekirdeğin koca bir çam ağacı olabilmesi için yapılması gereken harici ve dahili ne kadar vazifeler varsa adeta o zerrenin bir İlah gibi nihayetsiz bir ilim, kudret ve irade ile o vazifeleri yerine getirdiğini kabul etmek icab ediyor.)
Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der. Çünki bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni’-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et. (Yani vazifenin hitamında görünen san’at ve nakış ile Sâni’-i Zülcelal’ini medh ü sena eder. Zira en küçük bir san’at ve nakşın vücut bulması için kâinat kadar icraatın nihayetsiz bir ilim, irade ve kudretle yapılması gösteriyor ki; en küçük bir san’at ve nakış, kâinat kadar Sâni’-i Zülcelal’ini medh ü sena eder.)
(Herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor ve cümudiyeti ile beraber bir şuur-u küllî gösteren intizamperverane nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder. Demek herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder. Sözler 298 )
İkinci Tarif: Evet tahavvülât-ı zerrat; âlem-i gaybdan olan, her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamata medar ve ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin”in düsturları ve imlası tahtında (İlm-i Ezelide herşeyin planlananıp programlanmasına “İmam-ı Mübin”in denir.)
Ve zaman-ı hazır ve âlem-i şehadetten, teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medar ve kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den istinsah ile (Kudretin iş yaparken tabi olduğu düsturlara “Kitab-ı Mübin” denir.)
ve seyyal zamanın hakikatı ve sahife-i misaliyesi olan “Levh-i Mahv-İsbat”ta kelimat-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve manidar ihtizazattır. (Âlem-i Levh-i Mahfuz-u A’zamda olan herşeyin âlem-i şehadette isbat edilmesine yani hariçte vücud verilmesine “Levh-i Mahv-İsbat” denilir. Harekatın zamanın sahife-i misaliyesinde görünen rengine zaman veya bir başka tabirle Levh-i Mahv-İsbat diyebiliriz. Bir başka tabirle Levh-i Mahv-İsbat’ın devamlı olarak âlem-i şehadette görünen rengine zaman denir.)
(İlm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz, Lehv-i Mahfuz-u Azam, Levh-i Mahv-İsbat, Kader gibi vücud-u ilmî daireleri Mektubat 295)
Kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur. Sözler 161
Zerrattaki harekât; kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar.. kör etmiş maddî gözü. Teşkil-i cümle enva’ fâilini göremez, düşer başına dalal.
O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek, muhal ender muhal!.. Sözler 703)
_____
{(Haşiye): İkinci Maksad’ın tahavvülât-ı zerratın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir.
Kur’an-ı Hakîm’de “İmam-ı Mübin” ve “Kitab-ı Mübin”, mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir, “İkisi birdir”; bir kısmı, “Ayrı ayrıdır” demişler. Hakikatlarına dair beyanatları muhteliftir.
(Ehl-i tefsir’in ekseri, İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin’i İlm-i İlahînin ünvanı olarak gördüklerinden “İkisi birdir” demişler. Bir kısmı da, emir ile kudretin birbirinden farklı olan düsturlarını gördüklerinden “Ayrı ayrıdır” demişler.)
Hülâsa: “İlm-i İlahînin ünvanlarıdır” demişler. Fakat Kur’anın feyzi ile şöyle kanaatım gelmiş ki:
“İmam-ı Mübin”, ilim ve emr-i İlahînin bir nev’ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani zaman-ı halden ziyade mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşey’in vücud-u zahirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. (Asıl ve kök maziye, nesil ve tohum ise istikbale işarettir.)
“İmam-ı Mübin”, Kader-i İlahînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmialtıncı Söz’de, hem Onuncu Söz’ün haşiyesinde isbat edilmiştir.
Evet şu “İmam-ı Mübin”, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir ünvanıdır. Yani,
“İmam-ı Mübinin ilm-i İlahînin bir ünvanı olduğunun delili: eşyanın mebadileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet san’atkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyor ve
“İmam-ı Mübinin emr-i İlahînin bir ünvanı olduğunun delili: eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın proğramlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar.
(Cenab-ı Hakk’ın eşyayı âlem-i gaybda ilmiyle bilirken emriyle planlanlayıp programlanladığı düsturlara “ İmam-ı Mübin” denir.)
Meselâ: Bir çekirdek, bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan proğramları ve fihristeleri ve o fihriste ve proğramları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.
Elhasıl “İmam-ı Mübin”, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal-budak salan şecere-i hilkatın bir proğramı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki “İmam-ı Mübin”, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlâsı ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevkedilir.
Umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu kaderin iki tecellisi gösterir.
Birinci Tecellisi Bedihi kader; irade ve evamir-i tekviniyenin ünvanı olan “Kitab-ı Mübin”den haber verir ve işaret eder. Bedihi kader hazır anda görünen maddi keyfiyat ve vaziyetlerdir.
İkinci Tecellisi Nazari kader; emir ve ilm-i İlahînin bir ünvanı olan “İmam-ı Mübin” den haber verir ve işaret eder. Nazari kader müddet-i hayatında geçireceği tavırlardır.
Amma “Kitab-ı Mübin” ise, âlem-i gaybdan ziyade, âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade, zaman-ı hazıra nazar eder ve
“Kitab-ı Mübin” ilim ve emirden ziyade, kudret ve irade-i İlahiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır.
(Cenab-ı Hakk’ın eşyayı âlem-i şehadete kudretiyle çıkarırken iradesiyle takib ettiği düsturlara “Kitab-ı Mübin” denir.)
“İmam-ı Mübin” kader defteri ise, “Kitab-ı Mübin” kudret defteridir.
“Kitab-ı Mübinin kudret-i kâmilenin desatiri ve irade-i nafizenin kavanini olduğunun delili: Yani herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuunatında kemal-i san’at ve intizamları gösteriyor ki; bir kudret-i kâmilenin desatiri ile ve bir irade-i nafizenin kavanini ile vücud giydiriliyor. Suretleri tayin, teşhis edilip; birer mikdar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavanini, bir defter-i ekberi vardır ki; herbir şey’in hususî vücudları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu “İmam-ı Mübin” gibi kader ve cüz’-i ihtiyarî mesailinde isbat edilmiştir.
Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basîrane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler. Hâşâ, “Tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte “İmam-ı Mübin”in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturu ile kudret-i İlahiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv-İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icadediyor, zerratı tahrik ediyor.
Üçüncü Tarif: Demek harekât-ı zerrat; o kitabetten, o istinsahtan; mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.
Amma “Levh-i Mahv-İsbat” ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u A’zam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşeyin bir hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikatı dahi, “Levh-i Mahv-İsbat”taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
______
BİRİNCİ NOKTA:
İki Mebhastır.
Birinci Mebhas:
Her zerrede -hem hareketinde, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünki Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde icmalen ve Yirmiikinci Söz’de tafsilen isbat edildiği gibi;
Herbir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, herşeyi görür bir gözü, herşeye bakar bir yüzü, herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünki anasırın herbir zerresi, herbir cism-i zîhayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülâtı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler,
- Ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar (Herşeyin ilmiyle intizamatını ve kavanin-i teşekkülâtını bilecek, iradesiyle yanlışsız yapmayı takib edecek zerre)
- Veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor. (Herşeye hariçte vücud verecek bir kudret sahibi zerre)
Evet havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, faraza çuha makinesi gibi olsa; bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır ve hâkeza.. o binaların, o cisimlerin proğramları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havaiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmane ve üstadane yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. İşte müteharrik havanın müteharrik zerresi,
- Ya nebatata ve hayvanata, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen suretlerin, mikdarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım geldiği
- Veyahut onlar, bir bilenin emir ve iradesiyle memur olması lâzım geldiği gibi;
(Müteharrik hava zerresi, teşkilatı ayrı, nizamatı başka olan nebatat ve hayvanatta işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O zerre, kendi başıyla işlemiyor. Belki bir üstad-ı küll, ona ders verir, işlettirir.)
Sâkin toprak, sâkin olan herbir zerresi; bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe’ olmak kabil olduğundan hangi tohum gelse o zerrede, yani misliyet itibariyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levazımatına ve teşkilâtına lâzım bütün cihazatı bulunduğundan; o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta;
- Eşcar ve nebatat ve çiçekler ve meyveler enva’ı adedince muntazam manevî makine ve fabrikaları bulunması
- Veyahut mu’cizekâr, herşeyi hiçten icad eder ve herşeyin herşeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır
- Veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şey’in emir ve izniyle, havl ve kuvvetiyle o vazifeler gördürülür.
(Sakin toprak zerresi, bütün çiçekli nebatatın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medar ve menşe’ olabilir.)
Müteharrik hava zerresi: Evet nasılki bir acemî, ham, âmi, âdi, hem kör bir adam Avrupa’ya gitse; bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstadane kemal-i intizam ile herbir san’atta, herbir binada işler, öyle eserler yapar ki nihayet derecede hikmetli, san’atlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki: O adam, kendi başıyla işlemiyor. Belki bir üstad-ı küll, ona ders verir, işlettirir.
Sakin toprak zerresi: Hem nasılki bir kör, âciz, yerinden kalkamıyor, basit bir kulübeciğinde oturmuş bir adam bulunuyor. Halbuki o kulübeciğe bir dirhem gibi küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde veriliyor. Halbuki o kulübecikten batmanlarla şeker, toplarla çuha, binlerle mücevherat, gayet san’atlı, murassaatlı libaslar, lezzetli taamlar çıkıp gelse; zerre miktar aklı olan demeyecek mi ki: “O adam, gayet mu’cizekâr bir zâtın menşe-i mu’cizatı olan fabrikasının bir mandalı veyahut miskin bir kapıcısıdır.” (Toprak, hazine-i rahmetin bir kapısı Mektubat 300 olduğundan, kapının arkasında icraat yapan rahmet-i İlahiyenin ilim, irade ve kudretidir. Buna binaen toprak mandal ve kapıcıya teşbih edilmiş. Çünkü icad eden kudret-i Rabbaniyedir. Sözler 464)
Aynen öyle de: Havanın zerreleri, herbiri
- Birer mektubat-ı Samedaniye, (Mektubat-ı Samedaniyeyi denilmesi herşeyin vücuda gelmek için Cenab-ı Hakka muhtaç olması ile birlikte Cenab-ı Hakkın yaratmaya muhtaç olmadığını her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini göstermek istemesi sırrınca eşyayı vücuda getirdiğini ihtar içindir. Bu manada herşey Cenab-ı Hakkın cemal ve kemalini gösteren birer mektubdur denilebilir.)
- Birer antika-i san’at-ı Rabbaniye, (Antika, eşi ve benzeri olmadığından kıymetdar olmasına işarettir.)
- Birer mu’cize-i kudret,
- Birer hârika-i hikmet
nebatat ve eşcar, ezhar ve esmardaki harekât ve hidematları; bir Sâni’-i Hakîm-i Zülcelal’in, bir Fâtır-ı Kerim-i Zülcemal’in emir ve iradesiyle hareket ettiğini
Ve Toprağın zerreleri dahi herbiri
- Birer ayrı makine ve tezgâh,
- Birer ayrı matbaa,
- Birer ayrı hazine,
- Birer ayrı antika ve sâni’-i zülcelal’in esmasını ilân eden birer ayrı ilânname ve kemalâtını söyleyen birer ayrı kaside
hükmünde olan o tohumcuklarının, o çekirdeklerinin sünbüllerine, ağaçlarına menşe’ ve medar olmaları; Emr-i Kün Feyekûn’e mâlik, her şey emrine müsahhar bir Sâni’-i Zülcelal’in emriyle, izniyle, iradesiyle, kuvvetiyle olması; iki kerre iki dört eder gibi kat’îdir. Âmennâ. (Emr-i Kün feye kün’e malik olması yani Ol deyince Olu vermesi teşbihinin işaret ettiği hakikat; emretme kolaylığında irade ve kudretiyle icad ettiğine işaret içindir. Hem kemal-i imtiyaz ve teşhis ile o kadar sür’at ve vüs’at ve sühulet içinde kemal-i intizam ve mizan ile icad ettiğine işarettir.)
İkinci Mebhas:
Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.
Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, (Yani;) abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.
Şimdi, Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. (Âyetin ifade ettiği mana büyük olduğu için bu âyete Âyet-ül Kübra isim verilmiştir.)
Nümune olarak birkaçına işaret ediyoruz.
Birincisi:
(Tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek)
- Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için,
- Her birtek ruhu model gibi ederek her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek
- Ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek
- Ve birtek hakikatı başka başka surette göstermek (İnsan hakikatının üstünde başka başka zerratı tecdid ve tahrik etmekle suretini değiştirmek)
- Ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak
için, Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.
İkincisi:
Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal; şu dünyayı, bahusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk suretinde yaratmıştır. Yani neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir surette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu’cizat-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizam dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu’cizat-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedayasını, nihayetsiz kudretinin mu’cizatının nümunelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.
Üçüncüsü:
(Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermek)
Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir. Evet, geçen senenin mahsulâtıyla şu senenin mahsulâtının mahiyetleri bir hükmündedir. Fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünat-ı itibariyeyi değiştirmekle, maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünat-ı itibariye ve teşahhusat-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zahiren fâni oldukları halde; onların maânî-i cemileleri muhafaza olunup, sabit ve bâki kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin, hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-i İlahiyenin maânîlerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.
Dördüncüsü:
(Uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek)
Hadsiz âlem-i misal gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-ı mahdud sair uhrevî âlemlere birer mahsulât veya tezyinat veya levazımat gibi onlara münasib şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraa-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında Hakîm-i Zülcelal, zerratı tahrik edip; kâinatı seyyale ve mevcudatı seyyare ederek, şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pek çok mahsulât-ı maneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazine-i kudretinden nihayetsiz bir seyli, dünyadan akıttırıp âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor. (Herkesin kendine ait hususi aleminin mahsulatını bu dünyada tecdid eden zerratla tanzim ediliyor.)
Beşincisi:
(Üçüncü ve dördüncü hikmetin birleşiminden beşinci hikmet çıkmışıtr. Şöyle ki; Gayr-ı mahdud esmanın cemalli ve celalli ve kemalli tecelliyatını şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahî ve az bir zamanda göstermesine karşılık mevcudata yaptırdığı gayr-ı mütenahi tesbihatın neticesi olan pek çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pekçok nukuş-u misaliye ve çok manidar nüsuc-u levhiyeyi almak)
- Nihayetsiz kemalât-ı İlahiyeyi,
- Hadsiz celevat-ı cemaliyeyi
- Ve gayetsiz tecelliyat-ı celaliyeyi
- Ve gayr-ı mütenahî tesbihat-ı Rabbaniyeyi
Şu dar ve mahdud zeminde ve mütenahî ve az bir zamanda göstermek için zerratı kemal-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemal-i intizamla tavzif ederek; mütenahî bir zamanda, mahdud bir zeminde gayr-ı mütenahî tesbihat yaptırıyor. Gayr-ı mahdud tecelliyat-ı cemaliye ve celaliye ve kemaliyesini gösteriyor. Çok hakaik-i gaybiye ve çok semerat-ı uhreviye ve fânilerin bâki olan hüviyet ve suretlerinden pekçok nukuş-u misaliye ve çok manidar nüsuc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek zerreyi tahrik eden; şu makasıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır. Yoksa herbir zerrede, güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
Daha bu beş nümune gibi belki beşbin hikmetle tahrik olunan zerratın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar (tesadüfe bağladıkları için) hikmetsiz zannetmişler ve hakikatta biri enfüsî (Kendi etrafında dönmesi), diğeri âfâkî (Cüz’ü olduğu küll etrafında dönmesi), iki hareket-i cezbekâranede zikir ve tesbih-i İlahî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverana kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zu’metmişler. (Yıldızların kendilerine, raksa gelen ve cezbeden rakseden melaikenin ellerinde süslü ve şirin, parlak nazenin misbahlar suretini vermek gibi, Arz’a ait çok hikmetlerini gösterir. Mektubat 18
Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir. Şualar 80)
İşte bundan anlaşılıyor ki; onların ilimleri ilim değil, cehildir. Hikmetleri, hikmetsizliktir.
(Üçüncü Nokta’da altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.)
İKİNCİ NOKTA:
Herbir zerrede, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine iki şahid-i sadık vardır. Evet zerre acz ve cümuduyla beraber şuurkârane büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla Vâcib-ül Vücud’un vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, harekâtında nizamat-ı umumiyeye tevfik-i hareket edip her girdiği yerde ona mahsus nizamatı müraat etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcib-ül Vücud’un vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan zâtın ehadiyetine şehadet eder. Yani zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur. Demek zerre, -çünki âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur- bir Kadîr-i Mutlak’ın ismiyle, emriyle kaim ve müteharrik olduğunu bildirir. Hem kâinatın nizamat-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfik-i hareket etmesi ve her yere manisiz girmesi; tek bir Alîm-i Mutlak’ın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.
Evet nasılki bir nefer; takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında ve hâkeza herbir dairede birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi olduğunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfik-i hareket etmek, nizamat-ı askeriye tahtında talim ve talimat görmekle bütün o dairelere kumanda eden birtek kumandan-ı a’zamın emrine ve kanununa tebaiyetle oluyor.
Öyle de herbir zerre, birbiri içindeki mürekkebatta birer münasib vaziyeti, ayrı ayrı maslahatlı birer nisbeti, ayrı ayrı muntazam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan elbette o zerreyi, o mürekkebatta bütün nisbet ve vazifelerini muhafaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek; bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir zâta mahsustur.
(Hem herbir zerrede, vücub ve vahdet-i Sâni’a iki şahid-i sadık daha var.
- Birisi; herbir zerre, acz-i mutlakıyla beraber pek büyük ve pek mütenevvi vazifeleri kaldırıyor
- Ve cümudiyeti ile beraber bir şuur-u küllî gösteren intizamperverane nizam-ı umumîye tevfik-i hareket eder.
Demek herbir zerre, lisan-ı acziyle Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna ve nizam-ı âlemi gözetmesiyle vahdetine şehadet eder. Sözler 298)
Meselâ: Tevfik’in
______
{(*): Nur’un birinci kâtibidir.}
______
gözbebeğinde yerleşen zerre, gözün a’sab-ı muharrike ve hassase ve şerayin ve evride gibi damarlara karşı münasib vaziyet alması ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insaniyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydası kemal-i hikmetle bulunması gösteriyor ki; bütün o cismin bütün âzasını icad eden bir zât, o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhâssa rızk için gelen zerreler, rızk kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler, o kadar hayret-feza bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverane geçip gelirler ve öyle şuurkârane ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç âza ve hüceyratın imdadına yetişmek için kandaki küreyvat-ı hamraya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetişirler. Ondan bilbedahe anlaşılır ki: Şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden; elbette ve elbette bir Rezzak-ı Kerim, bir Hallak-ı Rahîm’dir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsavidirler.
(Şimdi O Rezzak-ı Hakîm’in gönderdiği o madde-i latifenin etvarına bak, göreceksin ki; o maddenin zerratı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güya onlardan herbir zerre, bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar.
Hem gidişatından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtar’ın bir kanun-u mahsusu ile sevkedilip, cemadat âleminden mevalide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra nizamat-ı muayyene ve harekât-ı muttaride ile ve desatir-i mahsusa ile rızk olarak bir bedene girip; o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra (Ağız, mide, ince bağırsak ve oniki parmak mutfaklarında sindirilerek pişirildikten sonra)
Ve dört inkılabat-ı acibeyi geçirdikten sonra
Ve dört süzgeçten süzüldükten sonra (Kalın bağırsak, karaciğer, böbrek ve akciğer süzgeçlerinde süzüldükten sonra)
bedenin aktarına yayılarak bütün muhtaç olan âzaların muhtelif, ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre Rezzak-ı Hakikî’nin inayetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler. Sözler 553)
Hem her bir zerre, öyle bir nakş-ı san’atta işler ki; ya bütün zerratla münasebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfeza san’atlı nakşı ve hikmetnüma nakışlı san’atı bilir ve icad eder. Bu ise, binler defa muhaldir.
Veya bir Sâni’-i Hakîm’in kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan, harekete memur birer noktadır.
Nasılki meselâ Ayasofya kubbesindeki taşlar, eğer mimarının emrine ve san’atına tâbi’ olmazlarsa; herbir taşı, Mimar Sinan gibi dülgerlik san’atında bir mehareti ve sair taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani “Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz.” diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır.
Öyle de: Binler defa Ayasofya kubbesinden daha san’atlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuattaki zerreler, kâinat ustasının emrine tâbi’ olmazlarsa; herbirine Sâni’-i Kâinat’ın evsafı kadar evsaf-ı kemal verilmesi lâzım gelir.
Feyâ Sübhanallah! Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcib-ül Vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeğe mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette münkir kâfir ne kadar feylesof, âlim de olsa; nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.
ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Şu nokta, Birinci Nokta’nın âhirinde va’d olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:
Yirmisekizinci Söz’ün İkinci Sualinin cevabındaki haşiyede denilmişti ki: Tahavvülât-ı zerratın ve zîhayat cisimlerde zerrat harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve manidar olmaktır. (Nurlanmanın neticesi, âlem-i uhreviye binasına lâyık zerreler olmaktır. Nurlanmanın yolu ise her bir zerrenin nokta-i kemaline giderek hayattar ve manidar olmasıdır. Bunun için insaniyet mertebesine gelen zerre nurlanmış oluyor. İnsan ise zerratın bu harekatına şuur ederse ve Bismillah derse zerrenin nurlanarak geldiği bu mertebeden bir sevab hissesi alıyor. Hem insanın acbüz zenebindeki zerreler o insana has olup başka mevcudatta işlemeyip âhirette o insanın üzerinde işleyecek diğer zerrelere temel taşı olacaklardır. Bununla beraber bir Peygamberin akıl ve kalbinin dışında işleyen zerreler terakki ettiği için peygamberlerden alt seviyede diğer mübarek insanların vücutlarında işlemeside muvafıktır. Kâinattaki bütün zerrat nokta-i kemaline gittikten sonra zıtlar birbirinden ayrılmak için kıyamet kopacaktır. Kıyametin kopmasının diğer bir hikmeti ise istidat itibariyle imtihanın gereği olarak bütün tercihlerin ortaya çıkmasıdır.)
Güya cism-i hayvanî ve insanî hattâ nebatî; terbiye dersini almak için gelenlere
- Bir misafirhane, (Misafirhane sahibinin emrine göre hareket eder.)
- Bir kışla, (Talim ve talimata mazhar olur.)
- Bir mekteb (Çok mana ve hakikatları ifade eder.)
hükmündedir ki; camid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdeta bir talim ve talimata mazhar olurlar, letafet peyda ederler. Birer vazifeyi görmekle âlem-i bekaya ve bütün eczasıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrat olmak için liyakat kesbederler.
(Mukadder bir sual: Âlem-i bekaya liyakat kesbetmekle giren zerratın cennet ve cehenneme liyakat kesbetmek için âlem-i şehadette işlediği mevcudata göre olduğundan domuz ve şarapta işleyen bir zerrenin cehennemde vazife görmesi onun için bir cezamıdır?
Elcevab: Hayır ve asla! Zira cehennemin kafirler için azab yeri olması bir tek hikmet iken cehennemin memuru hükmünde olan zebaniler ve zerrat içinde vazife gördükleri mevcud bir ülkesidir.
İlk yaratılışından itibaren hayırda işleyen zerreler hayırda en nihayet nokta-i kemale erene kadar işlemeye devam ediyor. Aynı şeyi şerde işleyen zerreler içinde düşünebiliriz. Bu bir kanaat ama bir zerre hem hayırda hem şerde işlemez.
Hem zerrat maddesi itibariyle devamlı yaratılmıyor ilk yaratılışı ile kalıp ademe gitmiyor hikmeten beka âleminde vazife görmek için devamlı işliyor. Ama işlediği farklı farklı mevcudda vazife görmesi için o vazifeyi görmesi için gerekli sıfatlar yeniden yaratılıyor.)
Sual: Zerratın harekâtında şu hikmetin bulunması ne ile bilinir?
Elcevab: Evvelâ, bütün masnuatın bütün intizamatıyla ve hikmetleriyle sabit olan Sâni’in hikmetiyle bilinir. (İntizam ve hikmeti takib etmekteki devamlılık ve vüsat maksadın büyüklüğünü gösterir.) Çünki
- En cüz’î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz.
- Hem en küçük mahlukatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet; en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.
Sâniyen: Sâni’-i Hakîm,
- Anasırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemal hükmünde) madeniyat derecesine çıkarmasıyla (Eşyanın asıl menşe-i esir maddesi iken esirden atomu atomun içinde merkezde proton ve etrafında elektronu yarattı. Ve proton ve elektronun diziliminden de unsurları yarattı. Eşyanın asıl menşe’leri, şu dört maddedir: Yeni hikmetle
müvellid-ül ma, (Oksijen 8 Atom numarası)
müvellid-ül humuza, (Hidrojen 1 Atom numarası)
karbon, (6 Atom numarası)
azottur ki, (17 Atom numarası)
bu anasır evvelki unsurların eczalarıdır. Sözler 297)
- Ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle
- Ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle
- Ve nebatatı rızk ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle
- Ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızk yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla
- Ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimağın ve kalbin en nazik ve latif yerinde makam vermesiyle bilinir ki; harekât-ı zerrat hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemalâta koşturuluyor.
Sâlisen: Zîhayat cisimlerin zerratı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle manevî bir nura, bir letafete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki; sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerratı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nazik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki: Sâni’-i Hakîm’in emriyle vazife-i fıtrat içinde zerratın enva’-ı harekâtına göre onlara tecelli eden esmanın hesabına ve şerefine olarak birer manevî letafet, birer manevî nur, birer makam, birer manevî ders almalarını gösteriyor.
(Bu elhasıl üç cevabın neticesi olarak kanunlarla zerratın hayattar ve manidar bir vaziyet almasında Cenab-ı Hakkın koyduğu kanunlar gösterilecek.)
Elhasıl: Madem Sâni’-i Hakîm her şey için o şeye münasib bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’yedip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki; âdi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rububiyet”in ucu görünüyor.
Hem madem o Hâlık-ı Kerim, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir. Şevk ve lezzete medar birer makam veriyor ve şunda bir muazzam “Kanun-u Kerem”in ucu görünüyor.
Hem madem her şeyin hakikatı, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarında matlubdur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir “Kanun-u Tahsin ve Cemal”in ucu görünüyor.
Hem madem Fâtır-ı Kerim, düstur-u kerem iktizasıyla bir şeye verdiği makamı ve kemali, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemali geriye almıyor. Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor. Meselâ: Dünyada insanı mazhar ettiği kemalâtın manalarını, meyvelerini ibka ediyor. Hattâ müteşekkir bir mü’minin yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini; mücessem bir meyve-i Cennet suretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatta muazzam bir “Kanun-u Rahmet”in ucu görünüyor.
Hem madem Hallak-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlukların enkaz-ı maddiyesini bahar masnuatında istimal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrıyla, وَاِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ işaretiyle şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, herşeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Hikmet”in ucu görünüyor.
Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef’alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. Elbette o semerata ve manalara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrat-ı arziye dahi, vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihata medar olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerratı dahi öteki âlemin binasında dercetmek mukteza-yı adl ve hikmettir. Ve şu hakikattan pek muazzam bir “Kanun-u Adl”in ucu görünüyor.
Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; camid maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniye, o maddelere hâkimdir. O maddeler, kaderin manevî yazısına göre mevki ve nizam alabilirler. Meselâ: Yumurtaların enva’ında ve nutfelerin aksamında ve çekirdeklerin esnafında ve tohumların ecnasında kaderin ayrı ayrı yazdığı evamir-i tekviniye cihetiyle ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibariyle mahiyetleri
______
{(Haşiye-1): Evet bütün onlar dört unsurdan mürekkebdir. Müvellid-ül-mâ, müvellid-ül-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teşkil olunuyorlar. Maddece bir sayılabilirler. Farkları yalnız kaderin manevî yazısındadır.}
______
bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudata menşe’ oluyorlar. Ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemat-ı hayatiye ve hayattaki tesbihat-ı Rabbaniyede defaatla bir zerre bulunmuş ise ve hizmet etmiş ise, o zerrenin manevî alnında o manaların hikmetlerini, hiçbir şeyi kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi; mukteza-yı ihata-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir “Kanun-u İlm-i Muhit”in ucu görünüyor.
Öyle ise zerreler
______
{(Haşiye-2): Şu cevab, yedi “Madem” kelimelerine bakar.}
______
başıboş değiller.
Netice-i Kelâm: Geçmiş yedi kanun, yani Kanun-u Rububiyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemal, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhata-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A’zam ve o İsm-i A’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. (Görünen ism-i A’zam ve ism-i A’zamın tecelli-i a’zamı hayattır ki; zerrata hayat vermekle ekser esmayaı etrafına toplar. Sadece bu yedi kanunda geçen isimler değil belki bütün esma zerratın harekatında tecelli eder. Ve o tecellide bir kanuna dayanır. Burdaki yedi kanun yukarıda mukadder gelen Zerratın harekâtında nurlanmak hikmetinin bulunması ne ile bilinir? sualine cevab vermek için izah edilmiştir.)
Ve o tecelliden anlaşılıyor ki: Sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme
______
{(Haşiye-3): Çünki bilmüşahede gayet cevvadane bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş’al etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letafetlendirmek, cilâlandırmak sarahata yakın işaret ediyor ki: Gayet latif, ulvî, nazif, hayatdar diğer bir âlemin hesabına şu kesif, camid âlemi; zerratın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güya latif bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur’anın nuruyla rasad etseler görecekler ki: Bütün zerratı bir ordu gibi haşredecek kadar muhit bir “Kanun-u Kayyumiyet” görünüyor, bilmüşahede tasarruf ediyor.}
______
gitmeğe hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.
ELHASIL: Birinci Söz’de denildiği ve isbat edildiği gibi; her şey “Bismillah” der. İşte bütün mevcudat gibi herbir zerre ve zerratın herbir taifesi ve mahsus herbir cemaati, lisan-ı hal ile “Bismillah” der, hareket eder.
Evet, geçmiş üç nokta sırrıyla;
(Birinci Nokta: İki mebhastır.
Birinci Mebhas: Zerrelerin Cenab-ı Hakkın vücut ve vahdetine ayinelik yapması
İkinci Mebhas: Zerrelerin harekatında takib edilen beş külli hikmet izah ediliyor.
İkinci Nokta: Zerrelerin Cenab-ı Hakk namına hareket ettiğinin iki delili izah ediliyor.
Üçüncü Nokta: Zerrelerin harekatının altıncı külli hikmeti izah ediliyor ki; O da uhrevi alemlere liyakat kesbetmek hayattar, manidar vaziyet alıp nurlanmaktır.)
herbir zerre, mebde’-i hareketinde lisan-ı hal ile بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ der. Yani: “Ben, Allah’ın namıyla, hesabıyla, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum.” Sonra netice-i hareketinde, herbir masnu’ gibi herbir zerre, herbir taifesi, lisan-ı hal ile اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ der ki, bir kaside-i medhiye hükmünde olan san’atlı bir mahlukun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir.
Belki herbiri; manevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plağı hükmünde olan masnuların üstünde dönen ve tahmidat-ı Rabbaniye kasideleriyle o masnuatı konuşturan ve tesbihat-ı İlahiye neşidelerini okutturan birer iğne başı suretinde kendini gösteriyorlar.
(Mahlukat, plağa, zerreler ise iğne ucuna teşbih edilmiş.)
دَعْوَيهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللّٰهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلاَمٌ وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(Ehl-i cennetin vaziyetinden bahseden bu âyette ehl-i cennetin davasının Cenab-ı Hakkı tesbi olduğu ve ehl-i cennetin birbirlerine karşı hediyesi selâmette kalmaları için birbirine dua etmek olduğu ve ahirette ise davaları âlemlerin Rabbi olan Allaha hamd detmek olduğu izah ediliyor. Bu makamla bu âyetin münasebeti; Zerratta ehl-i cennet gibi yaptıkları vazifelerle Cenab-ı Hakkı tesbih ve selâmette kalmaları için dua ve yaptıkları vazifelerin hitamında Allah’a hamd ederler. Ve böylelikle zerre bizi tesbih, dua ve hamd vazifesine irşad etmiş oluyor.)
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ سَلِّمْ وَسَلِّمْنَا وَ سَلِّمْ دِينَنَا آمِينَ
يَا رَبَّ الْعَالَمِينَ
* * *