Anasayfa » Otuzuncu Lem’a Beşinci Nükte

Otuzuncu Lem’a Beşinci Nükte

Otuzuncu Lem’anın Beşinci Nüktesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

 اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

(Arzın ölümünden sonra hayatlandırılmasındaki keyfiyeti nazara veren bu âyet Onuncu Söz’de de tefsir edilmiştir. Onuncu Söz ism-i a’zamın tecellisiyle hasıl olacak haşr-i a’zamı izah etmesinden dolayı Onuncu Sözde ism-i a’zama mazhariyetle yazıldığı anlaşılıyor.) 

اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ

(Üstadımız Âyet-ül Kürsi’nin ism-i a’zama mazhar olduğunu izah etmesinden anlaşılıyor ki bu âyette ism-i azam vardır. İsm-i A’zam ise her iki âyette de geçen Hayy ismidir)

âyet-i azîmin birer nüktesi ile, İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan İsm-i Hayy’ın bir cilvesi, Şevval-i Şerif’te, Eskişehir Hapishanesi’nde, uzaktan uzağa aklıma göründü. Vaktinde kaydedilmedi ve çabuk o kudsî kuşu avlayamadık. Tebaud ettikten sonra, hiç olmazsa bazı remizlerle o hakikat-ı ekberin ve nur-u a’zamın bazı şualarını muhtasaran göstereceğiz.

(Hay: Zâtının hayatdar olmasıdır. Muhyi ise hayat veren demektir.)

 Birinci Remiz:

İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin bir cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Ve mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı fihristevari cevab şudur ki:

Hayat,

  1. Şu kâinatın en ehemmiyetli gayesi.. (Hayat-ı ebediye)
  2. Hem en büyük neticesi.. (Hayat-ı ebediye)
  3. Hem en parlak nuru..
  4. Hem en latif mayesi..
  5. Hem gayet süzülmüş bir hülâsası..
  6. Hem en mükemmel meyvesi.. (Hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir.)
  7. Hem en yüksek kemali.. (Kâinatın hayatiyetinin kemali hayat sahibi mahlukatın içinde bulunmasıyla mümkündür.)
  8. Hem en güzel cemali..
  9. Hem en güzel zîneti..
  10. Hem sırr-ı vahdeti..
  11. Hem rabıta-i ittihadı..
  12. Hem kemalâtının menşei..
  13. Hem san’at ve mahiyetçe en hârika bir zîruhu..
  14. Hem en küçük bir mahluku bir kâinat hükmüne getiren mu’cizekâr bir hakikatı..
  15. Hem güya kâinatın küçük bir zîhayatta yerleşmesine vesile oluyor gibi; koca kâinatın bir nevi fihristesini o zîhayatta göstermekle beraber, o zîhayatı ekser mevcudatla münasebetdar ve küçük bir kâinat hükmüne getiren en hârika bir mu’cize-i kudrettir.
  16. Hem en büyük bir küll kadar -hayat ile- küçük bir cüz’ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir san’at-ı İlahiyedir. (Beşinci Remiz)
  17. Hem kâinatın mahiyetleri içinde Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine şehadet eden bürhanların en parlağı, en kat’îsi ve en mükemmeli.. (23. Pencere Hayat Penceresinde geniş izahatı vardır.)
  18. Hem masnuat-ı İlahiye içinde en hafîsi ve en zahiri, en kıymetdarı ve en ucuzu, en nezihi ve en parlak ve en manidar bir nakş-ı san’at-ı Rabbaniyedir.
  19. Hem sair mevcudatı kendine hâdim ettiren nazenin, nazdar, nazik bir cilve-i rahmet-i Rahmaniyedir.
  20. Hem şuunat-ı İlahiyenin gayet câmi’ bir âyinesidir.
  21. Hem Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok esma-i hüsnanın cilvelerini câmi’ ve rızk, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatları kendine tâbi’ eden ve görmek ve işitmek ve hissetmek gibi umum duyguların menşei, madeni bir acube-i hilkat-i Rabbaniyedir.
  22. Hem hayat, bu kâinatın tezgâh-ı a’zamında öyle bir istihale makinesidir ki, mütemadiyen her tarafta tasfiye yapıyor, temizlendiriyor, terakki veriyor, nurlandırıyor.. Ve zerrat kafilelerine, güya hayatın yuvası olan cesedi o zerrelere vazife görmek, nurlanmak, talimat yapmak için bir misafirhane, bir mekteb, bir kışladır. Âdeta Zât-ı Hayy ve Muhyî, bu makine-i hayat vasıtasıyla; bu karanlıklı ve fâni ve süfli olan âlem-i dünyayı latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevi beka veriyor, bâki bir âleme gitmeye hazırlattırıyor.
  23. Hem hayatın iki yüzü, yani mülk, melekût vecihleri parlaktır, kirsizdir, noksansızdır, ulvîdir. Onun için perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya dest-i kudret-i Rabbaniyeden çıktığını aşikâre göstermek için, sair eşya gibi zahirî esbabı hayattaki tasarrufat-ı kudrete perde edilmemiş bir müstesna mahluktur. (İkinci Remiz)

28- Hem hayatın hakikatı, altı erkân-ı imaniyeye bakıp, manen ve remzen isbat eder. Yani: Hem Vâcib-ül Vücud’un vücub-u vücudunu ve hayat-ı sermediyesini, hem dâr-ı âhireti ve hayat-ı bâkiyesini, hem vücud-u melaike, hem sair erkân-ı imaniyeye pek kuvvetli bakıp iktiza eden bir hakikat-ı nuraniyedir. (Dördüncü Remiz)

29- Hem hayat, bütün kâinattan süzülmüş en safi bir hülâsası olduğu gibi, kâinattaki en mühim bir maksad-ı İlahî ve hilkat-ı âlemin en mühim neticesi olan şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbeti netice veren bir sırr-ı a’zamdır. (Üçüncü Remiz)

İşte, hayatın bu mezkûr yirmidokuz ehemmiyetli ve kıymetdar hâssalarını ve ulvî ve umumî vazifelerini nazara al. Sonra bak. Muhyî isminin arkasında, İsm-i Hayy’ın azametini gör. Ve hayatın bu azametli hâssaları ve meyveleri noktasından, İsm-i Hayy nasıl bir İsm-i A’zam olduğunu bil.

Hem anla ki; bu hayat,

2- Madem kâinatın en büyük neticesi (hayat-ı ebediye)

1- Ve en azametli gayesi (hayat-ı ebediye)

6- Ve en kıymetdar meyvesidir; (hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir.)

Elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi, azametli bir neticesi bulunmak gerektir. Çünki ağacın neticesi meyve olduğu gibi, meyvenin de çekirdeği vasıtasıyla neticesi, gelecek bir ağaçtır. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.

Ve bundan anla ki; bu hayatın gayesini “rahatça yaşamak ve gafletli lezzetlenmek ve heveskârane nimetlenmektir” diyenler, gayet çirkin bir cehaletle; münkirane, belki de kâfirane, bu pek çok kıymetdar olan hayat nimetini ve şuur hediyesini ve akıl ihsanını istihfaf ve tahkir edip, dehşetli bir küfran-ı nimet ederler.

 İkinci Remiz:

İsm-i Hayy’ın bir cilve-i a’zamı ve İsm-i Muhyî’nin bir tecelli-i eltafı olan bu hayatın Birinci Remiz’deki fihristesi zikredilen bütün mertebeleri ve vasıfları ve vazifeleri beyan etmek, o vasıflar adedince risaleler yazmak lâzım geldiğinden, Risale-i Nur’un eczalarında o vasıfların, o mertebelerin, o vazifelerin bir kısmı izah edildiğinden, kısmen tafsilatı Risale-i Nur’a havale edip, burada birkaç tanesine muhtasaran işaret edeceğiz.

İşte, hayatın yirmidokuz hâssalarından yirmiüçüncü hâssasında şöyle denilmiştir ki: Hayatın iki yüzü de şeffaf, kirsiz olduğundan, esbab-ı zahiriye, ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye perde edilmemiştir. Evet bu hâssanın sırrı şudur ki: Kâinatta gerçi herşeyde bir güzellik ve iyilik ve hayır vardır; (Kâinatta ki her şey ya bizzat güzeldir, ya da neticeleri itibariyle güzeldir.) ve şerr ve çirkinlik gayet cüz’îdir ve vâhid-i kıyasîdirler ki, güzellik ve iyilik mertebelerini ve hakikatlarının tekessürünü ve taaddüdünü göstermek cihetiyle, o şerr ise hayır ve o kubh dahi hüsün olur. Fakat zîşuurların nazar-ı zahirîsinde görünen zahirî çirkinlik ve fenalık ve bela ve musibetten gelen küsmekler ve şekvalar Zât-ı Hayy-u Kayyum’a teveccüh etmemek için; hem aklın zahirî nazarında hasis, pis görünen şeylerde, kudsî münezzeh olan kudretin bizzât ve perdesiz onlar ile mübaşereti, kudretin izzetine münafî gelmemek için, zahirî esbablar o kudretin tasarrufatına perde edilmişler. O esbab ise; icad edemiyorlar, belki haksız olan şekvalara ve itirazlara hedef olmak ve izzet ve kudsiyet ve münezzehiyet-i kudreti muhafaza içindirler.

Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makamının Mukaddemesinde beyan edildiği gibi; Hazret-i Azrail (A.S.), kabz-ı ervah vazifesi hususunda Cenab-ı Hakk’a münacat etmiş. Demiş: “Senin kulların benden küsecekler.” Cevaben ona denilmiş: “Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım; vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar.” Bu münacatın sırrına göre; ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-u Kayyum’a gitmemek için Hazret-i Azrail’in (A.S.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zahirî perdedirler. Evet izzet-i azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.. fakat vahdet ve celal ister ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…

Fakat hayatın hem zahirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan; şekvaları ve itirazları davet edecek maddeler onda bulunmadığı gibi, izzet ve kudsiyet-i kudrete münafî olacak pislik ve çirkinlik olmadığından, doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Nur da öyledir, vücud ve icad da öyledir. Onun içindir ki; icad ve halk doğrudan doğruya, perdesiz, Zât-ı Zülcelal’in kudretine bakar. Hattâ yağmur bir nevi hayat ve rahmet olduğundan, vakt-i nüzulü bir muttarid kanuna tâbi’ kılınmamış; tâ ki, her vakt-i hacette eller dergâh-ı İlahiyeye rahmet istemek için açılsın. Eğer yağmur, Güneş’in tulûu gibi bir kanuna tâbi’ olsaydı; o nimet-i hayatiye, her vakit rica ile istenilmeyecekti.

 Üçüncü Remiz:

Yirmidokuzuncu hâssasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. (Zira hayatı veren kimse hayatın gayelerini belirleyen de O dur.) Evet bu kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u bu kadar hadsiz enva’-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele edilmelerini ister.

İşte bu sırr-ı rububiyete göre teşekkür ve ubudiyet, bütün enva’-ı hayatın ve dolayısıyla bütün kâinatın en ehemmiyetli gayesi olduğundandır ki, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan pek çok hararetle ve şiddetle ve halâvetle şükür ve ibadete sevkediyor. Ve ibadet Cenab-ı Hakk’a mahsus ve şükür ona lâyık ve hamd ona hastır diye çok tekrar ile beyan ediyor. Demek bu şükür ve ibadet doğrudan doğruya Mâlik-i Hakikîsine gitmek lâzım olduğunu ifade için, hayatı bütün şuunatıyla perdesiz kabza-i tasarrufunda tutmasına delalet eden

وَهُوَ الَّذِى يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلاَفُ الَّيْلِ وَالنَّهَارِ ٭

 هُوَ الَّذِى يُحْيِى وَ يُمِيتُ فَاِذَا قَضَى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭

 فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا 

gibi âyetler; pek sarih bir surette vasıtaları nefyedip, doğrudan doğruya hayatı Hayy-u Kayyum’un dest-i kudretine münhasıran veriyor. Evet minnetdarlık ve teşekkürü davet eden ve muhabbet ve sena hissini tahrik eden, hayattan sonra rızk ve şifa ve yağmur gibi vesile-i şükran şeyler dahi doğrudan doğruya Zât-ı Rezzak-ı Şâfî’ye ait olduğunu; esbab ve vesait bir perde olduğunu

هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ٭ وَ اِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ ٭ وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا 

gibi âyetler ile “Rızk, şifa ve yağmur, münhasıran Zât-ı Hayy-u Kayyum’un kudretine hastır.” Perdesiz, ondan geldiğini ifade için kaide-i nahviyece alâmet-i hasr ve tahsis olan هُوَ الَّذِى ٭ هُوَ الرَّزَّاقُ ifade etmiştir. İlâçlara hâsiyetleri veren ve tesiri halkeden ancak o Şâfî-i Hakikî’dir.

 Dördüncü Remiz:

[Baştaki âyetin mu’cizane işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i haşriyeye dair dokuz makamdan “Birinci Makam”:]

فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ ٭

وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ ٭

يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ

وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ

olan fıkradaki ferman-ı haşre dair buradaki gösterdiği bürhan-ı bahiri ve hüccet-i katıası beyan ve izah edilecek inşâallah.

______

{(Haşiye): O makam daha yazılmamış ve hayat mes’elesi haşre münasebeti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek ince ve derindir.}

______

Hayatın yirmisekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor. Onların tahakkukuna işaretler ediyor.

A- Âhirete İman Rüknü: Evet Madem

Bu kâinatın en mühim neticesi (hayattır.) ve (Hayatın azameti, baki ve ebedi bir hayatı netice olarak ister.)

(Bu kâinatın en mühim) mayesi (hayattır.) ve

(Bu kâinatın en mühim) hikmet-i hilkati hayattır.

Elbette o hakikat-ı âliye; bu

  • Fâni,
  • Kısacık,
  • Noksan,
  • Elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir.

Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan

şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi;

  • Hayat-ı ebediyedir ve
  • Hayat-ı uhreviyedir ve
  • Taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır.

Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile techiz edilen hayat şeceresi,

  • Zîşuur hakkında, hususan insan hakkında
  • Meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek ve
  • Sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve
  • Bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan;
  • Serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağı düşüp,
  • En bedbaht, en zelil bir bîçare olacak.

(Cismani lezzetler İşarat-ül i’cazda ekl, şürb, mesken, nikah olarak tarif edilmiş. Serçe insana nisbeten bu dünyada yirmi kat daha fazla lezzet alır. Ve hayatın tekalifinden insana nisbeten daha az sıkıntı çeker.

Hem maddi lezzetleri almada keyfiyet itibariyle hayvana yetişemiyoruz. Çünkü hayvanların bazı hususi cihazları ziyade inkişaf eder.

Hem manevi lezzetleri almada hissiyatlarımız adedince lezzetleri katacak olursak muhabbet, şefkat gibi serçe gibi bir hayvan bu dünyada insandan yirmi kat daha fazla lezzet almıştır. Çünki Rahmet-i İlahiyeden ziyade şefkat ileri süren insan şefkat duyduğu mahlukat adedince azablara mahkûmdur. Hayvan ise şefkatten ileri gelen böyle bir azabı hissetmez.

Elhasıl insan cihazlarının çokluğu ve ekseriyetle keyfiyeti noktasında en yüksek bir mertebede yaratılmışken dünya hayatında lezzet almada hayvana yetişemiyor.)

Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, (Sermayece ve cihazatça serçe kuşundan sadece akıl cihetiyle bakılsa yirmi derece ziyade yüksek olan insanın saadet-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağı düşmesinin iki sebebi vardır.)

  1. Geçmiş zamanın hüzünlerini
  2. Ve gelecek zamanın korkularını

düşünmek ile kalb-i insanı mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. (Yani akıl çok değerli bir âlettir. Âhiret olmazsa akıl bela oluyor. Halbuki değerli bir şey bela olmaz. Öyleyse âhiret vardır.)

Demek bu hayat-ı dünyeviye,

  • Âhirete iman rüknünü kat’î isbat ediyor (Buraya kadar anlatılan hayatın hususan insan hayatının kıymeti gösteriyor ki; âhiret vardır.)
  • Ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.

(Hay ismi baharda tecelli etmesi ile ölmüş yerin dirilmesi gösteriyor ki; haşr-i A’zamda Hay isminin azamî mertebede tecellisi ile haşir olacaktır.)

  • Acaba senin cisminde ve senin bahçende ve senin vatanında, senin hayatına lâzım ve münasib bütün levazımatı ve cihazatı,
  • Hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren,
  • Hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızk duasını bilen ve işiten ve
  • Hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve
  • Mideyi memnun eden

Bir Mutasarrıf-ı Kadîr,

(Şimdi kıyasa başlıyoruz. İnsanın basit cüzi cihazlarından midenin sesini iştip hikmet inayet ve rahmetiyle cevap veren Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette insanın ulvi cihazlarının seslerini iştir ve o cihazlar için âhireti getirecektir.)

Hiç mümkün müdür ki

Seni bilmesin ve görmesin ve nev’-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin?

Ve nev’-i insanın en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını; hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennet’in icadıyla kabul etmesin?

Ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanı ve neticesi olan nev’-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin?

Kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin?

Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!..

(İkinci bir kıyasa başlıyoruz. Hayatın en cüz’îsinin mide gibi sesini iştip büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapan Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette hayatın en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar sesini iştir ve o hayatın beka duasını ve nazını ve niyazını nazara alır. Öyle ise Kainatın yaratılışının bir neticesi olan hayat için ebedi ve baki olan âhiret hayatını getirecektir.)

Hem hiç kabil midir ki:

Hayatın en cüz’îsinin

Pek gizli sesini işitsin, (gizli ses mideye işarettir.)

Derdini dinlesin,

Derman versin

Ve nazını çeksin

Ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin

Ve ona dikkatle hizmet ettirsin

Ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın ve

Sonra

En büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin? (Gök sadâsı ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.)

Ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın?

Âdeta bir neferin (Nefer mideye işarettir.) kemal-i itina ile techiz ve idaresini yapsın ve mutî ve muhteşem orduya (Ordu ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.) hiç bakmasın?

Ve zerreyi (Zerre mideye işarettir.) görsün, güneşi (Güneş ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.) görmesin?

Sivrisineğin (Sivrisinek mideye işarettir.) sesini işitsin, gök gürültüsünü (Gök gürültüsü ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.) işitmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!

(Üçüncü bir kıyasa başlıyoruz. Cenabı Hakk, kendisine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu sevipte sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini göstersinde sonra hayatı ve ruhu ademe atsın. Elbette hiç bir cihette akıl bunu kabul etmez. Öyle ise âhireti getirecektir.)

Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki:

(Her tarafı ihata eden Cenab-ı Hakk’ın muhabbeti altı cihette tarif edilecek.)

  1. Hadsiz rahmetli,
  2. Muhabbetli
  3. Ve Nihayet derecede şefkatli
  4. Ve Kendi san’atını çok sever
  5. Ve Kendini sevdirip
  6. Ve kendini sevenleri ziyade sever

Bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm,

(Hayatın dört sıfatı tarif edilecek.)

  1. En ziyade kendini seven
  2. Ve sevimli
  3. Ve sevilen
  4. Ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı

Ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu mevt-i ebedî ile i’dam edip;

Kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın,

dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?

Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!..

Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.

Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar

(Bu hayatın sırrı, hayatı ebediyeye baktığını ve hayatın sırr-ı mahiyeti Allaha imana, âhirete imana, peygamberlere imana ve kadere imana ve melaikeye imana baktığını anlayanlar)

Ve hayatını sû’-i istimal etmeyenler (Ebedi hayatın lazımı olan vazifeleri yerine getirerek hayatını su-i istimal etmeyenler)

Dâr-ı bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır, âmennâ…

Ve hem nasılki:

B- (Hayatın, Allah’a iman rüknünü isbat ettiğine dair iki delil gösterilmiştir.

Birinci Delil: Zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermesi hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet eder.)

Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin (hayata mazhar olan şeylerdir.)  Güneşin akisleriyle (Güneş Baki-i Zülcelalin Hayy ve Muhyi ismine işaret ediyor.)

Parlamaları (Parlaması Hayy ve Muhyi olan Zatın Vücudunu gösteriyor.)

Ve denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, (Kabarcıklar mahlûkata işarettir.) ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayalî Güneşçiklere âyinelik etmeleri; (Parlayanların sönüp gelenlerin yine parlaması Baki-i Zülcelalin bekasını gösteriyor.) bilbedahe gösteriyor ki:

O lem’alar, yüksek (Yüksek tabirinden anlaşılıyor ki; güneş parlayan şeylerle aynı mahiyette değildir. Hakikatta ise Vacib-ül Vücud’un vücud mertebesinin imkanî ve itibarî vücudlarla aynı mahiyette olmadığına işarettir.) birtek Güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve Güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar.

Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-u Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Ya Hayy” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri;

Bir hayat-ı sermediye sahibi olan

Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına

Ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi,

İkinci Delil: Yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar.

Umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller

Ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar

Ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler

Ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler

Ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl

Bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardır.

İşitmek varsa, hayatın alâmetidir.

Söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder.

İhtiyar, irade varsa, hayatı gösterir.

Aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleri ile Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.

(İşte bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Şualar 147)

C- Hem hayat, melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder.

(Hangi noktadan kıyas ettiğini tesbit edelim.

Vücud varsa vücudun hizmet ettiği bir hayat vardır. Bütün vücud mertebeleri hayata hizmet eder. Yaşanılan yerin keyfiyeti ise yaşayan kişinin vücudun keyfiyetini gösteriyor.

Her şeyin yaratılma neticesi hayattır. Öyle ise semavatta da kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen zihayatlar olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın hitabı kusurdan münezzeh olduğu için bütün vücud mertebelerinde hitabına muhatab olacak mahlûkatın var olmasını hikmeti iktiza ediyor.)

Çünki

Madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini, gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır.

Ve madem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatın enva’ıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat enva’larını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. (Her yerde ve her şeyden hayat sahiblerinin yaratılıyor olması)

Ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülâsası olan, şuur ve akıl; ve latif ve sabit cevheri olan ruh; (ruh sabit bir cevherdir ki herşey ruha takılıyor. Akıl, şuur, hayat ve latifeler ruha takılmış veya ruh tarlasına ekilmiştir.) Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş.

Elbette (Bu cümleden sonra Küre-i Arzın Semavatla kıyası yapılacak.)

  • Küre-i Arzdan
  • Daha latif, (Esir maddesi)
  • Daha nuranî, (Zemin kesafetli)
  • Daha büyük, (Dünya kulübe ise semavat saray gibi büyüktür.)
  • Daha ehemmiyetli (Büyüklük, parlaklığı noktasında ehemmiyetlidir. Zira Küre-i Arz kainatın kalbi hükmündedir.)

olan ecram-ı semaviye ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir.

Demek gökleri, güneşleri, yıldızları

Şenlendirecek (Gökler, güneşler, yıldızlar bir hane gibi içindeki sakinlerle şenlenir.)

Ve hayatdar vaziyetini verecek (Ruhsuz bir vücud ölü vaziyette iken ruhun girmesi ile hayatdar vaziyetini aldığı gibi Göklerin, güneşlerin, yıldızların ruhları hükmünde olan melaike ve ruhanilerle semavat hayatdar vaziyetini alır.)

Ve netice-i hilkat-ı semavatı gösterecek (Herşeyin yaratılma neticesi hayattır. Öyle ise semavatta da kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen zihayatlar olacaktır.)

Ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan (Her yerde muhatab olacak mahlukatın var olmasını hikmeti iktiza ediyor.)

zîşuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.

D- Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, “Peygamberlere iman” rüknüne bakıp remzen isbat eder.

 Evet (Hayatı sermediye resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle bilinir. Zira o hayat-ı ezeliyenin konuşması hükmünde olan şuaatı, hitabatı hükmünde celevatı, emr veya nehy ederek bizim ile olan münasebatı “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” ile bilinir.)

Madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir.

Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle kendini gösterir.

Evet eğer kitablar ve peygamberler olmaz ise, o hayat-ı ezeliye bilinmez.

Nasılki bir adamın söylemesiyle diri ve hayatdar olduğu anlaşılır.

Öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek peygamberler ve nâzil olan kitablardır.

Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, (İki cihette baktırıyor. Birinci cihette kâinattaki hayatın Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna şehadet ettiğini isbat etti. İkinci cihette ise Ezelî hayat sahibinin kelam sıfatı ve bizlerle olan münasebatı ve bize olan emir ve yasaklarının bilinmesi resul ve kitaplarla mümkün olduğu ispat edilecek.)

O hayat-ı ezeliyenin şuaatı (konuşması), celevatı (hitabatı), münasebatı (emr veya nehy etmesi) olan “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” rükünlerine bakar, remzen isbat eder ve bilhâssa risalet-i Muhammediye ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.

Evet nasılki

  • Hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve
  • Şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır ve
  • Akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve
  • Ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.

Öyle de, (Ruha, hayat, akıl, şuur ve his takılmış)

Maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır (Hayat-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) hayatın hülasası olması: Kainat hayat için var, hayattan maksad zihayat, zihayattan maksad zişuur, zişuurdan maksad insan, insandan maksad enbiya, enbiyadan maksad Hayat-ı Muhammediye’dir. (A.S.M.)

“Levlake levlak vema halaktül eflak “Bu hitab zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata raci’dir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünki küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. Emirdağ Lahikası 1 – 175)

Ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. (Kâinatın yaratılış maksadı risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ile anlaşılır.)

Belki maddî ve manevî

  • Hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır
  • Ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.

Ve vahy-i Kur’an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet!..

  • Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. (Kâinatın yaratılışındaki maksatlar risalet ile anlaşılır. Bu maksatlar anlaşılmasa, veya yaşanmasa kıyamet kopacak.)
  • Eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını kaybedecek. (İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır.. buna imkân yoktur! Gaston Care İşarat-ül İ’caz 221)

Belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak. Hafî, nazik, latif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; (Yirmidokuzuncu sözde geçtiği gibi Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczaları, dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Sözler – 531)

(Allah denmemesi manevi rabıtanın kopmasıdır. Eğer ecram-ı ulviyeden tek bir cirm, “Kün” emrine veya “Mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müdhiş sadâları gibi vaveylâya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak yeryüzü düzlenecek. İşte şu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennem’in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet’in mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder. Sözler – 531)

(Beşinci Şua Yirminci Meselede geçtiği gibi:

Yirminci Mes’ele: Güneş’in mağribden çıkması ve zeminden dâbbet-ül arzın zuhurudur.

Amma Güneş’in mağribden tulûu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tövbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, tevile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: Allahu a’lem, o tulûun sebeb-i zahirîsi: Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garbdan şarka olan seyahatını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulûa başlar. Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuvvetli bağlayan hablullah-il metin olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden Güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile kıyamet kopar diye bir tevili vardır. Şualar 591 )

E- Hem hayat, “iman-ı bilkader” rüknüne bakıyor, remzen isbat eder.

(Bir tek çekirdeğin veya bir bahardaki bütün tohumların intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmaları gösteriyor ki herşeyin vücud-u ilmîleri yani mahiyetleri, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhar olan elvah-ı kaderiyeden alınır.)

Çünki madem hayat,

  1. Âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor (Kâinat canibinden bakıldığında hayat âlem-i şehadetin varlığını göze gösteren bir ziyadır.)
  2. Ve vücudun neticesi ve gayesidir (Kâinat canibinden bakıldığında bütün vücud daireleri hayat ile devam ediyor.)
  3. Ve Hâlık-ı Kâinat’ın en câmi’ âyinesidir (Cenab-ı Hak canibinden bakıldığında hayat üzerinde binbir esma-i İlahiye tecelli ediyor. Meselâ hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit; Hakîm ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip, meskenini hacatına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddî, manevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkeza… İşte hayat bu câmi’ mahiyeti itibariyle şuun-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir. İşte bu sırdandır ki: Hayy-u Kayyum olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki hayatın vazifesi büyüktür. Evet Samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil. Sözler 675)
  4. Ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir. Temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir. (Cenab-ı Hak canibinden bakıldığında hayat üzerinde terbiye fiilleri görünüyor.)

Elbette âlem-i gayb, yani mazi müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza ediyor.

Birinci Misal: Tekbir ağacın çekirdeği de bir nevi hayata mazhardır. Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi; aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar.

İkinci Misal: Hazır bahardaki tohumlar ve köklerde cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tâbidirler. Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tâbidirler.

Aynen öyle de: Şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlardan ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları, bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder ve vücud-u haricî gibi, vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki; mukadderat-ı hayatiye o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır.

Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyeti ister ve istilzam eder. (Birinci kısım mazi hükmünde olan âlem-i ervah, ikinci kısım ise istikbal hükmünde olan âlem-i berzahtır.)

Hem bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmel ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir.

Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan, bu meşhud cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.

F- İşte “kadere ve kazaya iman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; (âlem-i ervah ve âlem-i berzah) Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

 Beşinci Remiz:

Hem hayatın onaltıncı hâssasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz’ ise küll gibi, cüz’îye dahi küllî gibi bir câmiiyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Bir cisme hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir; âdeta kâinat şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne geçiyor. Nasılki bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri olabilir; öyle de en küçük bir zîhayatı halkeden, elbette umum kâinatın Hâlık’ıdır.

İşte bu HAYAT, bu câmiiyetiyle en gizli bir sırr-ı ehadiyeti kendinde gösterir. Yani nasılki azametli güneş, ziyasıyla (ilim) ve yedi rengiyle (yedi sıfat) ve aksiyle (ehadiyet) güneşe mukabil olan herbir katre suda ve herbir cam zerresinde bulunuyor..

Öyle de; herbir ZÎHAYATTA kâinatı ihata eden esma ve sıfât-ı İlahiyenin cilveleri beraber onda tecelli ediyor. Bu nokta-i nazardan hayat; kâinatı, rububiyet ve icad cihetinde inkısam ve tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne, belki iştiraki ve tecezzisi imkân haricinde bulunan bir küllî hükmüne getirir. Evet seni yaratan, bütün nev’-i insanı yaratan zât olduğunu, bilbedahe senin yüzündeki sikkesi gösteriyor. Çünki mahiyet-i insaniye birdir, inkısamı gayr-ı mümkündür.

Hem hayat vasıtasıyla ecza-yı kâinat onun efradı hükmüne ve kâinat ise, nev’i hükmüne geçer; sikke-i ehadiyeti mecmuunda gösterdiği gibi, herbir cüz’de dahi o sikke-i ehadiyeti ve hâtem-i samediyeti göstererek şirk ve iştiraki her cihetle tardeder. (fiil itibariyle)

Hem hayatta san’at-ı Rabbaniyenin öyle fevkalâde hârika mu’cizeleri var ki, bütün kâinatı halkedemeyen bir zât, bir kudret; en küçük bir zîhayatı halkedemez. Evet bir nohut tanesinde bütün Kur’anı yazar gibi; çamın gayet küçük bir tohumunda koca çam ağacının fihristesini ve mukadderatını yazan kalem, elbette semavatı yıldızlarla yazan kalem olabilir. Evet bir arının küçük kafasında kâinat bahçesindeki çiçekleri tanıyacak ve ekser enva’ıyla münasebetdar olacak ve bal gibi bir hediye-i rahmeti getirecek ve dünyaya geldiği günde şerait-i hayatı bilecek derecede bir istidadı, bir kabiliyeti, bir cihazı derceden zât; elbette bütün kâinatın Hâlık’ı olabilir.

 Elhasıl:

  1. HAYAT nasılki kâinatın yüzünde parlak bir sikke-i tevhiddir ve herbir zîruh dahi hayat noktasında bir sikke-i ehadiyettir ve hayatın herbir ferdinde bulunan nakş-ı san’at, bir mühr-ü samediyettir ve zîhayatların adedince bu kâinat mektubunu Zât-ı Hayy-u Kayyum ve Vâhid-i Ehad namına hayatlarıyla imza ediyorlar ve o mektubda tevhid mühürleri ve ehadiyet hâtemleri ve samediyet sikkeleridirler..
  2. Öyle de; hayat gibi, herbir ZÎHAYAT dahi, bu kitab-ı kâinatta birer mühr-ü vahdaniyet olduğu gibi, herbirinin yüzünde ve sîmasında birer hâtem-i ehadiyet konulmuştur. Hem nasılki hayat, cüz’iyatı adedince ve zîhayat efradı sayısınca Zât-ı Hayy-u Kayyum’un vahdetine şehadet eden imzalar ve mühürlerdir..
  3. Öyle de; İHYA ve DİRİLTMEK fiili dahi, efradı adedince tevhide imza basıyor. Meselâ: İhyanın bir ferdi olan ihya-yı Arz, güneş gibi parlak bir şahid-i tevhiddir. Çünki baharda zeminin dirilmesinde ve ihyasında üçyüz bin enva’ın ve her nev’in hadsiz efradı beraber, birbiri içinde, noksansız, kusursuz, mükemmel, muntazam ihya edilir ve dirilirler. Evet böyle bir tek fiil ile hadsiz muntazam fiilleri yapan, elbette bütün mahlukatın Hâlık’ıdır ve bütün zîhayatları ihya eden Hayy-u Kayyum’dur ve rububiyetinde iştiraki mümkün olmayan bir Vâhid-i Ehad’dir.

Şimdilik hayatın hâssalarından bu kadar az ve muhtasar yazıldı. Başka hâssaların beyanı ve tafsilatını Risale-i Nur’a ve başka zamana havale ediyoruz.

Hâtime

İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hakkında; “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Ya Hayy!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza.. pek çok zâtlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir.

Bu Beşinci Nükte İsm-i Hayy hakkında olduğu münasebetiyle, hem teberrük, hem şahid, hem delil, hem kudsî bir hüccet, hem kendimize bir dua, hem bu risaleye bir hüsn-ü hâtime olarak Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı a’zamında marifetullahta gayet yüksek ve gayet câmi’ derecede marifetini göstererek böyle demiştir. Biz de hayalen o zamana gidip, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dediğine “Âmîn!” diyerek, aynı münacatı kendimiz de söylüyor gibi, sadâ-yı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm ile deriz:

يَا حَىُّ قَبْلَ كُلِّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ بَعْدَ كُلِّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذِى لَيْسَ كَمِثْلِهِ حَىٌّ ٭ يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشْبِهُهُ شَيْءٌ ٭ يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يَحْتَاجُ اِلَى حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يُشَارِكُهُ حَىٌّ ٭ يَا حَىُّ الَّذِى يُمِيتُ كُلَّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذِى يَرْزُقُ كُلَّ حَىٍّ ٭ يَا حَىُّ الَّذِى يُحْيِى الْمَوْتَى ٭ يَا حَىُّ الَّذِى لاَ يَمُوتُ ٭ سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ آمِينَ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

* * *

BEŞİNCİ NÜKTE: Hay: Zâtının hayatdar olmasıdır. Muhyi ise hayat veren demektir.

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyet-i azîmesiyle

 اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ

âyet-i azîminin bir nüktesi ve “Hayy” ism-i aı’zamının bir cilvesi olup, muhtasaran “Beş Remiz” içinde gösterilmiştir.

   Birinci Remiz: İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, fihristevari, yirmi dokuz mertebede, iki sahife içerisinde, öyle güzel bir surette cevab verilerek tarif edilmiştir ki; bu nasıl acib bir izah, bu nasıl fesahatlı bir tarz-ı beyan, bu nasıl garib bir tabirattır ki, misli görülmemiş. İnsan, bu hakikatların güzelliklerine meftun oluyor; hayretinden parmaklarını ısırıyor; daha fevkinde tarif tasavvur edilemiyor; takdir ve tahsinler içinde tefekküre dalıyor.

    İkinci Remiz: Hayatın yirmi dokuz hâssasından yirmi üçüncü hâssasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye esbab-ı zahiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor. Şöyle ki: hayatın hem zahirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir.

   Üçüncü Remiz: Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet de, kâinatın sebeb-i hilkati ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u, hadsiz nimetleriyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirmesine mukabil, zîhayatlardan teşekkür istemesi ve sevmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına karşı medh ü sena etmelerini istediğini; ve herbir zîhayatın hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un dest-i kudretinde olduğunu bildiriyor. Hayatı veren kimse hayatın gayelerini belirleyen de O dur.

Dördüncü Remiz: Hayat, imanın altı erkânı olan

 آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ rükünlerine bakıp isbat ettiğini o kadar latif bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki; o belâgat-ı ifade, insanı hayran ediyor. Hayat sahiblerini gördükçe iman hakikatlarının hatırlanması ile zahirden hakikata geçilir.

   Beşinci Remiz: Birinci Remzin onaltıncı hâssasında zikredilen: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; cüz’ ise küll gibi, (ağaç dal) cüz’î ise küllî gibi (ağaç çekirdek) bir câmiiyet verdiğini çok güzelliklerle gayet şirin bir tarzda izah ediyor.

Hem hâtimesinde, ism-i a’zam bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor.

İmam-ı Azam: Adl ve Hakem.. İmam-ı Rabbani: Kayyum.. Gavs-ı Geylani: Hay.. İmam-ı Ali: Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Küddüs’tür demiştir.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*