Otuzikinci Söz’ün Birinci Mevkıfı

Otuzikinci Söz

Şu Söz üç mevkıftır.

(Birinci Mevkıf: Vahdaniyet ve İman-ı billah bahsi diyebiliriz. İman-ı billah icmalidir.

İkinci Mevkıf: Marifetullah bahsidir. (“Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. Emirdağ Lahikası-1 103)

Üçüncü Mevkıf: Muhabetullah bahsi. (Cenab-ı Hakkı tanımanın meyveleri ve faideleri diyebiliriz.)

Üçüncü Mevkıfın Birinci mebhası; İkinci Mevkıfın hulasası hükmündedir.

Üçüncü Mevkıfın İkinci Mebhası; asıl olarak imanın, tevhidin, Cenab-ı Hakkı tanımanın meyvelerinden bahsediyor.

Otuzbirinci Sözün Otuzikinci Sözle arasındaki münasebet; Otuzbirinci Sözde anlatılan âlem-i vücubun müşahhas hali Otuzikinci ve Otuzüçüncü Sözlerdir. Otuzikinci Sözde iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah anlatılmıştır. Otuzüçüncü Sözde de vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve şuunat-ı Rabbaniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın ellibeş lisanla vech-i delaletleri anlatılmıştır.)

[Yirmiikinci Söz’ün Sekizinci Lem’asını izah eden bir zeyildir. Mevcudat-ı âlem, vahdaniyete şehadet ettikleri ellibeş lisandan (ki Katre Risalesi’nde onlara işaret edilmiş) birinci lisanına bir tefsirdir. (Öyle bir Allah ki, vücub-u vücud ve vahdetine, şu kitab-ı kebir denilen âlem, bütün yazıları ve fasıllarıyla, sahifeleriyle, satırlarıyla, cümleleriyle, harfleriyle şehadet ettiği gibi; şu insan-ı kebir denilen kâinat da, bütün azâsıyla, cevarihiyle, hüceyratıyla, zerratıyla, evsafıyla, ahvaliyle delalet eder. Yani bu kâinat, ihtiva ettiği bütün enva’ıyla, erkânıyla, azâsıyla, eczasıyla, hüceyratıyla, zerratıyla, esîriyle (ellibeş lisan ile) vücub-u vücud ve vahdetine şehadet ve delalet eder. Mesnevi-i Nuriye 54)

Ve لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin pek çok hakaikından, temsil libası giydirilmiş bir hakikattır.]

Birinci Mevkıf

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَوْ    Eğer

كَانَ Olsa

فِ İçinde

يهِمَا  O ikisi

آلِهَةٌ İlahlar

 اِلاَّ اللّٰهُ Allahtan başka (Ayet-ül Kübra Risalesinde geniş izahatı vardır.)

 لَفَسَدَتَا Fesada uğrardı.

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

Yirminci Mektubun Onbir kelimesinde bu kelam-ı tevhidin mertebeleri izah edilmiştir.

Bir Ramazan gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin onbir cümlesinin herbirinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız لاَ شَرِيكَ لَهُ deki manayı, basit avamın fehmine gelecek bir muhavere-i temsiliye ve bir münazara-i faraziye tarzında ve lisan-ı hali, lisan-ı kal suretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymetdar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine o muhavereyi yazıyorum. Şöyle ki:

Bütün tabiatperest, esbabperest ve müşrik gibi umum enva’-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalaletin tevehhüm ettikleri şeriklerin namına bir şahıs farzediyoruz ki; o şahs-ı farazî, mevcudat-ı âlemden bir şeye Rab olmak istiyor ve hakikî mâlik olmak dava etmektedir.

(O şahs-ı farazînin, herbir mevcuda vazifesini gördürecek ilim ve kudret varsa; bütün emsalini, emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidarı varsa; ve cüz’ü olduğu külle mutasarrıf olabilirse Rab ve hakikî mâlik olmak dava edebilir. Hem Rab olamadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünki herbir mevcudun gördüğü vezaifinde ve harekâtında o kadar mükemmel bir intizam var ki; nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan mevcudata parmak karıştıramaz.)

İşte o müddeî, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakikî mâlik olmakta olduğunu; zerreye, tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki:

  • Ben hadsiz vazifeleri görü Ayrıayrı her masnua girip işliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa..
  • Hem, benim gibi hadd ühesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip {(Haşiye): Evet müteharrik herbir şey, zerrattan seyyarata kadar, kendilerinde olan sikke-i Samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi; harekâtlarıyla dahi, gezdikleri bütün yerleri vahdet namına zabtederler. Kendi mâlikinin mülküne idhal ederler.

Hareket etmeyen masnuat ise, nebatattan nücum-u sevabite kadar, birer mühr-ü vahdaniyet hükmündedirler ki; bulunduğu mekânı, kendi Sâni’inin mektubu olduğunu gösterirler. Demek herbir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdaniyet, birer sikke-i vahdettirler ki; mekânlarını ve vatanlarını, vahdet namına Sâni’lerinin mektubu olduğunu gösterirler. Elhasıl: Her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet namına zabteder. Demek bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye Rab olamaz. Zerreden seyyarata kadar her şey birbirinin emsali olmakla ve yaratılışlarındaki aynı tezgâhtan çıkmalarından gelen müşabehet ile beraber her yerde intişar etmesi ile tevhide delil oluyor. Zira her şey, birbirinin emsali veya müşabihi olması cihetiyle tevhidi gösteriyor.} iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa..

  • Hemkemal-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ (bütün) kandaki küreyvat-ı hamraya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana Rab olmak dava et; beni, Cenab-ı Hak’tan başkasına isnad et.

Yoksa sus! Hem bana Rab olamadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünki vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki; nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki senin gibi camid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”

O müddeî, Maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki: “Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesabına çalışmasını söylüyorsun?”

Zerre ona cevaben der:

  • “Eğer, güneşgibi bir dimağım
  • Ve ziyası gibi ihatalı bir ilmim
  • Ve harareti gibi şümullübir kudretim
  • Ve ziyasındaki yedi renk gibi muhit duygularım
  • Ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi,

belki senin gibi ahmaklık edip kendi kendime mâlik olduğumu dava ederdim. Haydi def’ol git, sen benden iş bulamazsın!”

(Güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, “Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur” olan Zât-ı Zülcelal, herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna Sözler 166)

İşte şeriklerin vekili, zerreden me’yus olunca, küreyvat-ı hamradan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvat-ı hamraya rast gelir. Ona esbab namına ve tabiat ve felsefe lisanıyla der ki: “Ben sana Rab ve mâlikim.”

O küreyvat-ı hamra, yani yuvarlak kırmızı mevcud, ona hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye dili ile der:

“Ben yalnız değilim.

  1. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizamatımız bir olan kan ordusundaki bütün emsalime mâlik olabilirsen,
  2. Hem gezdiğimiz ve kemal-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrat-ı bedene mâlik olacakbir dakik hikmet ve azîm kudret, sende varsa göster ve gösterebilirsen belki senin davanda bir mana bulunabilir.

Halbuki senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak belki zerre miktar karışamazsın. Çünki bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir zât bize hükmedebilir.

Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki; senin ile, senin böyle karmakarışık sözlerine cevab vermeğe vaktim yok” der, onu tardeder.

Sonra onu kandıramadığı için o müddeî gider, bedendeki hüceyre tabir ettikleri menzilciğe rast gelir.

Felsefe ve tabiat lisanıyla der: “Zerreye ve küreyvat-ı hamraya söz anlattıramadım; belki sen sözümü anlarsın. Çünki sen, gayet küçük bir menzil gibi birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum ve hakikî mülküm ol.” der.

O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisanıyla der ki:

“Ben çendan küçücük bir şeyim. Fakat

  1. Pek büyük vazifelerim, pek ince münasebetlerim
  2. Ve bedenin bütünhüceyratına
  3. Ve heyet-i mecmuasına bağlı alâkalarım var.

Ezcümle:

  1. Evride ve şerayin damarlarına ve hassase (hissetme duygusu)ve muharrike (refleks) a’sablarına (sinir) ve cazibe, dafia, müvellide (doğum kasları), musavvire (hayal duygusu) gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim
  2. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve a’sab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve
  3. Benim emsalimve san’atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrat-ı bedeniyeye tasarruf edecek nafiz bir kudret, şamil bir hikmet, sende varsa

göster, sonra ben seni yapabilirim diye dava et.

Yoksa haydi git! Küreyvat-ı hamra, bana erzak getiriyorlar. Küreyvat-ı beyza da, bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme. Hem senin gibi âciz, camid, sağır, kör bir şey, bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünki bizde o derece ince ve nazik ve mükemmel bir intizam

_____

{(Haşiye): Sâni’-i Hakîm, beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halketmiştir.

Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür.

Bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelanına medardırlar.

Kan ise içinde iki kısım küreyvat halkedilmiş.

Bir kısmı küreyvat-ı hamra tabir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlahî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor (tüccar ve erzak memurları gibi).

Diğer kısmı küreyvat-ı beyzadırlar ki; ötekilere nisbeten ekalliyettedirler.

Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdafaadır ki, ne vakit müdafaaya girseler Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile sür’atli bir vaziyet-i acibe alırlar.

Kanın heyet-i mecmuası ise; iki vazife-i umumiyesi var:

Biri: Bedendeki hüceyratın tahribatını tamir etmek.

Diğeri: Hüceyratın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir.

Evride ve şerayin namında iki kısım damarlar var ki;

biri safi kanı getirir, dağıtır, safi kanın mecralarıdır.

Diğer kısmı; enkazı toplayan bulanık kanın mecrasıdır ki, şu ikinci ise kanı “Ree” denilen nefesin geldiği yere getirirler.

Sâni’-i Hakîm, havada iki unsur halketmiştir.

Biri azot, biri müvellid-ül humuza.

Müvellid-ül humuza ise nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılab ettirir.

Hem hararet-i gariziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki Sâni’-i Hakîm, fenn-i Kimya’da aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi müvellid-ül humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlahî ile o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki; imtizacdan hararet hasıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır.

Şu sırrın hikmeti şudur ki: O iki unsurun herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi bunun zerresiyle imtizac eder, birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallak kalır. Çünki imtizacdan evvel iki hareket idi; şimdi iki zerre bir oldu, her iki zerre bir zerre hükmünde bir hareket aldı.

Diğer hareket, Sâni’-i Hakîm’in bir kanunu ile hararete inkılab eder. Zâten “hareket, harareti tevlid eder” bir kanun-u mukarreredir.

İşte bu sırra binaen beden-i insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi safi olur.

İşte nefes dâhile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş‘al ediyor. Çıktığı vakit ağızda mu’cizat-ı kudret-i İlahiye olan kelime meyvelerini veriyor. فَسُبْحَانَ مَنْ تَحَيَّرَ فِى صُنْعِهِ الْعُقُولُ

_______

var ki; eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa, intizamımız bozulur, nizamımız karışır.”

Sonra o müddeî, onda da me’yus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir.

Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisanıyla (Tabiiyyunun dedikleri gibi) der ki: “Sen benimsin, seni yapan benim. Veya sende hissem var.”

Cevaben o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisan-ı haliyle der ki:

  1. “Eğer bütün emsalimve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim sende varsa,
  2. Hem sudan ve havadan tut, tânebatat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa,
  3. Hem ben kılıf olduğum gayet genişve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letaif-i maneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemal-i hikmet ile istihdam edip ibadet ettirecek sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa

göster, sonra “Ben seni yaptım” de.

(Senin vücudun bin kubbeli hârika bir saraya benzer ki; her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine başbaşa verip, muallakta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha acibdir. Çünki o saray-ı vücudun, daima kemal-i intizamla tazelenmektedir. Gayet hârika olan ruh, kalb ve manevî letaiften kat’-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âza, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i müvazene ve intizam ile başbaşa verip, hârika bir bina, fevkalâde bir san’at, göz ve dil gibi acib birer mu’cize-i kudret gösteriyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi’ birer memur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem her birisine misil hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcib-ül Vücud’a mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyed hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehad’in eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrata isnad etmek; zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal olduğunu derkeder. Lem’alar 180 – 181)

Yoksa sus! Hem bendeki intizam-ı ekmelin şehadetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delaletiyle, benim Sâni’im herşeye Kadîr, herşeye Alîm, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir zâttır. Senin gibi sersem, âcizin parmağı, onun san’atına karışamaz. Zerre miktar müdahale edemez.”

O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz, gider, insanın nev’ine rast gelir.

Kalbinden der ki: “Belki bu dağınık, karmakarışık olan cemaat içinde; şeytan, onların ef’al-i ihtiyariye ve içtimaiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahval-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yer bulup beni tardeden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icra ederim.” Onun için beşerin nev’ine, yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisanıyla der ki: “Siz çok karışık birşey görünüyorsunuz. Ben size Rab ve mâlikim veyahut hissedarım.” der.

O vakit nev’-i insan, hak ve hakikat lisanıyla, hikmet ve intizamın diliyle der ki:

  1. “Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nev’imiz gibi bütün hayvanat ve nebatatın yüzler bin enva’ından, rengârenk atkıve iplerden kemal-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüzbinler zîhayat enva’ından nescolunan ve gayet nakışlı bir surette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemal-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa,

(Cenab-ı Hakk’ın esmasının tenevvü mahlukatın tenevvüünü netice vermesinden herbir nebatat ve hayvanat renk renk birer iplik hükmünde küre-i arzda birbiri içine girmiş bir vaziyette intizam dairesinde hareket ediyor olması vahdete bir delildir.

Hem nasıl ki vücuda münasip bir gömlek dikilerek giydirilir. Öyle de küre-i arıza giydirilen nebatat ve hayvanat gömleği dahi sadece bir noktaya bakıldığı zaman karışık bir vaziyette görülse de hakikatta bir düzen ve intizam eseri olmasından vahdete delalet eder. Eğer nebatat ve hayvanat envaından biri eksik olsa düzen ve intizam bozulacaktır.

Hem küre-i arz zihayat envaından dokunmuş nakışlı bir haliçedir. Küre-i arz haliçesinde birbiri içine giren bütün nebatat ve hayvanat zahiren karışık bir vaziyette görünür iken hakikatta Cenab-ı Hakk’ın sanatını gösteren intizamlı bir nakşıdır.)

  1. Hem eğer biz meyveolduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âleme tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mizan-ı hikmetle aktar-ı âlemden bize gönderecek bir muhit kudret ve şamil bir hikmet sende varsa,
  2. Ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmişve gelecek emsalimizi icad edecek bir iktidar sende varsa;

belki bana rububiyet dava edebilirsin.

Yoksa haydi sus! Benim nev’imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Çünki bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir.

Hiç mümkün müdür ki:

  • Bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkıipini san’atkârane yerleştiren, haliçenin ustasından başkası
  • Hem bir meyveninmûcidi, ağacının mûcidinden başkası
  • Hem çekirdeğiicad eden, çekirdekli cismin sâni’inden başkası
  • Hem gözün kördü Yüzümdeki mu’cizat-ıkudreti, mahiyetimizdeki havarik-ı fıtratı görmüyorsun.

Eğer görsen, anlarsın ki: Benim Sâni’im öyle bir zâttır ki; hiçbir şey ondan gizlenemez, hiçbir şey ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar sühuletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini, kemal-i intizamla benim mahiyetimde derceden bir zâttır. Böyle bir zâtın san’atına senin gibi camid, âciz ve kör, sağır parmak karıştırabilir mi? Öyle ise, sus! Def’ol git!” der onu tardeder.

Sonra o müddeî gider zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var” diye dava eder.

O vakit o gömlek,

______

{(Haşiye): Fakat şu haliçe hem hayattardır, hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit nakışları kemal-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder. Tâ ki nessacının muhtelif cilve-i esmasını ayrı ayrı göstersin.}

______

O haliçe, (Haliçe, dörtyüzbin nev’den müteşekkil zemine işarettir.) hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki:

  1. “Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizam ile çıkarılıp geçmişzamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemal-i intizam ile kader dairesinde proğramları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve san’at sende varsa;
  2. Hem hilkat-i arzdan tâharab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki manevî elin varsa ve
  3. Bütün atkılarımdaki bütün ferdleri icad edecekkemal-i intizam ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa,
  4. Hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzıelinde tutup mûcid olabilirsen, bana rububiyet dava et.

Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahib olamaz ve müdahale edemez.”

Sonra o müddeî gider. “Belki küre-i arzı kandırıp orada bir yer bulurum” der. Gider, küre-i arza

______

{(Haşiye-1): Elhasıl:

  1. Zerre, o müddeîyi küreyvat-ı hamraya havale eder.
  2. Küreyvat-ı hamra onu hüceyreye,
  3. hüceyre dahi beden-i insana,
  4. Beden-i insan ise nev’-i insana,
  5. Nev’-i insan onu zîhayat enva’ından dokunan arzın gömleğine,
  6. Arzın gömleği dahi küre-i arza,
  7. Küre-i arz onu güneşe,
  8. Güneşise bütün yıldızlara havale eder.

Herbiri der: “Git, benden yukarıdakini zabtedebilirsen sonra gel benim zabtıma çalış. Eğer onu mağlub etmezsen, beni ele geçiremezsin.” Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremiyen, birtek zerreye rububiyetini dinletemez.}

______

yine esbab namına ve tabiat lisanıyla der ki: “Böyle serseri gezdiğinden, sahibsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise, sen benim olabilirsin.

O vakit küre-i arz, hak namına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki: “Haltetme… Ben, nasıl serseri, sahibsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san’atsız görmüş müsün ki, bana sahibsiz, serseri dersin.

Eğer hareket-i seneviyem ile takriben yirmibeş bin senelik

______

{(Haşiye-2): Bir dairenin takriben nısf-ı kutru, yüzseksen milyon kilometre olsa; o daire (kendisi) takriben yirmibeş bin senelik mesafe olur. (2*180 000 000*3,14=1.130.400.000) (120*365*25 000=1 095 000 000) (Saatte 5 km yürüyen insan bir gün 24 saatte 120 km yürür.) (Haşir Meydanı hesabı: 126 000 000 000 sene, bir senede ise çizilen daire 1 095 000 000 km ise Haşir Meydanı 137 kentrilyon 900 katrilyon km çapında oluyor. Dünyanın hızı saatte 105 000 km}

______

bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemal-i mizan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm o daire-i azîmeye hakikî mâlik olabilirsen

Ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyareye (Evet, manzume-i şemsiye denilen küremizle beraber oniki seyyare; Sözler 672) ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve cazibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip, yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyarat yıldızları ona bağlayacak ve kemal-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rububiyet dava et;

Yoksa haydi cehennem ol, git! Benim işim var. Vazifeme gidiyorum. Hem bizlerdeki haşmetli intizamat ve dehşetli harekât ve hikmetli teshirat gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir zâttır ki; bütün mevcudat, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde ona muti’ ve müsahhardırlar. Bir ağacı, meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi, kolayca güneşi, seyyaratla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelal ve Hâkim-i Mutlak’tır.”

Sonra o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider güneşe.

Kalbinden der ki: “Bu çok büyük bir şeydir, belki içinde bir delik bulup, bir yol açarım. Yeri de müsahhar ederim.” Güneşe şirk namına ve şeytanlaşmış felsefe lisanıyla, Mecusilerin dedikleri gibi der ki: “Sen bir sultansın, kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin.

Güneş ise, Hak namına ve hakikat lisanıyla ve hikmet-i İlahiye diliyle ona der: “Hâşâ yüzbin defa hâşâ ve kellâ!.. Ben müsahhar bir memurum. Seyidimin misafirhanesinde bir mumdarım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakikî mâlik olamam. Çünki sineğin vücudunda öyle manevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san’atlar var ki; benim dükkânımda yok. Daire-i iktidarımın haricindedir.” der, müddeîyi tekdir eder.

Sonra o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisanıyla der ki: “Madem kendine mâlik ve sahib değilsin, bir hizmetkârsın; esbab namına benimsin.” der.

O vakit güneş, hak ve hakikat namına ve ubudiyet lisanıyla der ki: “Ben öyle birinin olabilirim ki; bütün emsalim olan ulvî yıldızları icad eden ve semavatında kemal-i hikmetle yerleştiren ve kemal-i haşmetle döndüren ve kemal-i zînetle süslendiren bir zât olabilir.”

Sonra o müddeî, kalbinden der ki: “Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karmakarışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müekkillerim namına birşey kazanırım.” der. Onların içine girer.

Onlara esbab namına, şerikleri hesabına ve tuğyan etmiş felsefe lisanıyla, nücumperest olan sabiiyyunların dedikleri gibi der ki: “Sizler, pekçok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz.

O vakit yıldızlar namına bir yıldız der ki: “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki; bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun. Bizler öyle bir zâtın san’atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir. Bizler donanma elektrik lâmbaları gibi, onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahidleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.

Evet

  1. Herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehad’in birer mu’cizesi
  2. Ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi (Bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve Hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ teşbihinin letafetini, belâgatını gö Mektubat 16)
  3. Ve vahdaniyetin birer münevver bürhanı
  4. Ve melaikelerin birer menzili, birer tayyaresi, birer mescidi
  5. Ve avalim-i ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi
  6. Ve saltanat-ırububiyetin birer şahidi
  7. Ve feza-yıâlemin birer zîneti, birer kasrı, birer çiçeği
  8. Ve sema denizinin birer nurani balığı
  9. Ve gökyüzünün birer güzel gözü (Arabça hem çeşme, hem Güneş, hem göz manasında olan عَيْنٍ kelimesi, esrar-ı belâgatça gayet manidar ve münasibdir.)

______

{(Haşiye): فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ deki عَيْنٍ tabiri, esrar-ı belâgatça latif bir manayı remzen ihtar ediyor. Şöyle ki: “Sema ve yüzü, Güneş gözüyle zeminin yüzündeki cemal-i rahmeti seyirden sonra, zemin dahi deniz gözüyle yukarıdaki azamet-i İlahiyeyi temaşayı müteakib; o iki göz birbiri içine kapanırken, rûy-i zemindeki gözleri kapıyor.” diye mu’cizane bir kelime ile hatırlatıyor ve gözler vazifesine paydos işaretine işaret ediyor.} Lem’alar 108)

{(Haşiye): Cenab-ı Hakk’ın acaib-i masnuatına bakıp, temaşa edip ve ettiren işaretleriz. Yani: Semavat, hadsiz gözlerle zemindeki acaib-i san’at-ı İlahiyeyi temaşa eder gibi görünüyor. Semanın melaikeleri gibi, yıldızlar dahi mahşer-i acaib ve garaib olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar, demektir.}

______

olduğumuz gibi,

Heyet-i mecmuamızda

  1. Sükûnet içinde bir sükût
  2. Ve hikmet içinde bir hareket
  3. Ve haşmet içinde bir zînet
  4. Ve intizam içinde bir hüsn-ühilkat
  5. Ve mevzuniyet içinde bir kemal-i san’at

bulunduğundan Sâni’-i Zülcelal’imizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsaf-ı cemal ve celal ve kemalini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede safi, temiz, muti’, müsahhar hizmetkârları, karmakarışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik hattâ sahibsizlik ile ittiham ettiğinden tokata müstehaksın.” der. O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi, bir yıldız öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar.

Ve beraberinde olan tabiatı

______

{(Haşiye): Fakat sukuttan sonra tabiat tövbe etti. Hakikî vazifesi, tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infial olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlahînin bir nevi defteri -fakat tebeddül ve tegayyüre kabil bir defteri- ve kudret-i Rabbaniyenin bir nevi proğramı ve Kadîr-i Zülcelal’in bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmua-i kavanini olduğunu bildi. Kemal-i acz ve inkıyad ile vazife-i ubudiyetini takındı. Ve fıtrat-ı İlahiye ve san’at-ı Rabbaniye ismini aldı.}

______

evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri, imtina’ ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i safilînin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber o yıldız لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا ferman-ı kudsîsini okuyorlar. Ve “Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın.” diye ilân ederler.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ سِرَاجِ وَحْدَتِكَ فِى كَثْرَةِ مَخْلُوقَاتِكَ وَ دَلاَّلِ وَحْدَانِيَّتِكَ فِى مَشْهَرِ كَائِنَاتِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

* * *

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

âyetinin ezelî bağından bir çiçeğine işaret eden Arabî fıkralardır.

حَتَّى كَاَنَّ الشَّجَرَ الْمُزَهَّرَةَ ٭ قَصِيدَةٌ مَنْظُومَةٌ مُحَرَّرَةٌ
وَ تُنْشِدُ لِلْفَاطِرِ الْمَدَائِحَ الْمُبَهَّرَةَ ٭ اَوْ فَتَحَتْ بِكَثْرَةٍ عُيُونُهَا الْمُبَصَّرَةَ
لِتُنْظِرَ للِصَّانِعِ الْعَجَائِبَ الْمُنَشَّرَةَ ٭ اَوْ زَيَّنَتْ لِعِيدِهَا اَعْضَائَهَا الْمُخَضَّرَةَ
لِيَشْهَدَ سُلْطَانُهَا آثَارَهُ الْمُنَوَّرَةَ ٭ وَ تُشْهِرَ فِى الْمَحْضَرَةِ مُرَصَّعَاتِ الْجَوْهَرِ
وَ تُعْلِنَ لِلْبَشَرِ حِكْمَةَ خَلْقِ الشَّجَرِ ٭ بِكَنْزِهَا الْمُدَخَّرِ مِنْ جُودِ رَبِّ الثَّمَرِ
سُبْحَانَهُ مَا اَحْسَنَ اِحْسَانَهُ ٭ مَا اَزْيَنَ بُرْهَانَهُ مَا اَبْيَنَ تِبْيَانَهُ
خَيَالْ بِينَدْ اَزِينْ اَشْجَارْ مَلاَئِكْ رَا جَسَدْ آمَدْ سَمَاوِى بَا هَزَارَانْ نَىْ .. اَزِينْ نَيْهَا شُنِيدَتْ هُوشْ سِتَايِشْهَاىِ ذَاتِ حَىْ ..
وَرَقْهَارَا زَبَانْ دَارَنْدْ هَمَه هُو هُو ذِكْرْ آرَنْدْ بَدَرْ مَعْنَاىِ حَىُّ حَىْ ..
چُو لاَ اِلهَ اِلاَّ هُو بَرَابَرْ مِيزَنَدْ هَرْشَىْ ..دَمَا دَمْ جُويَدَنْدْ يَا حَقْ سَرَاسَرْ گُويَدَنْدْ يَا حَىْ بَرَابَرْ مِيزَنَنْدْ اَللّهْ
وَ نَزَّلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً مُبَارَكًا

Arabî fıkranın tercümesi :

Yani:

A- Güya çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasidedir ki; O kaside Fâtır-ı Zülcelal’in medayih-i bahiresini inşad edip, şâirane lisan-ı hal ile söylüyor. (Nasıl bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş’e-i lütuf ile tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan; ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli san’atlar, nakışlar ve meharetli nakışlar ve zînetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu’cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zahir bir surette bir Sâni’-i Hakîm, Kerim, Rahîm, Muhsin, Mün’im, Mücemmil, Mufaddıl’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir. Sözler 669)

B- Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış,

  1. Tâ Sâni’-i Zülcelal’in neşir ve teşhir olunan acaib-i san’atınıbir-iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın;
  2. Tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.

C- Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumî bayram olan baharın içindeki hususî bayramında ve resm-i geçit-misal bir anda yeşillenmiş a’zalarını en süslü müzeyyenatla süslemiş.

  1. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelal’i, ona ihsan ettiği hedayayı ve letaifi ve âsâr-ı nuraniyesini müşahede etsin.
  2. Hem meşher-i san’at-ı İlahiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaat-ı rahmetini enzar-ı halka teşhir etsin.
  3. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin.
  4. İncecik dallarında ne kadar mühim hazineler bulunduğunu ve ihsanat-ı Rahmaniyenin meyvelerinde ne derece mühim defineler var olduğunu göstermekle kemal-i kudret-i İlahiyeyi göstersin.

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir