İKİNCİ NOKTANIN İKİNCİ MEBHASI
Ehl-i dalaletin vekili, tutunacak ve dalaletini ona bina edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki:
(Ehl-i dalaletin mesleği bir esasata dayanmadağından mesleğin çirkinliği gösterilmekte takip edilen adımlar;
- İnsanın fıtratı izah ediliyor.
- Bu fıtratta bir insanın ahireti düşünmemekle dünyadan lezzet alabilmesinin mümkün olmadığı izah edilecek.
- Allah’ı tanımamanın verdiği dehşetli azapla tanımaktaki lezzet izah edilecek.
- Kendi kendine mâlikiyetteki hürriyetin insana verdiği zahmetle, Kadîr-i Rahîm’in memlükü olmanın insana verdiği saadet izah verilecek.
- Kendine güvenmekte değil Allah’a güvenmekte saadet olduğu izah edilecek.
- Muhabbetimizi nefsimize ve kâinata değil Allah’a sarfetmekte saadet olduğu izah edilecek.)
“Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyat-ı medeniyeti ve kemal-i san’atı; kendimce,
- Âhireti düşünmemekte
- Ve Allah’ı tanımamakta
- Ve hubb-u dünyada
- Ve hürriyette
- Ve kendine güvenmekte
gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevkettim ve ediyorum.”
Elcevab: Biz dahi Kur’an namına diyoruz ki: Ey bîçare insan! Aklını başına al! Ehl-i dalaletin vekilini dinleme! Eğer onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir. Senin önünde iki yol var:
Birisi: Ehl-i dalaletin vekilinin gösterdiği şekavetli yoldur.
Diğeri: Kur’an-ı Hakîm’in tarif ettiği saadetli yoldur. İşte o iki yolun pekçok müvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi makam münasebetiyle binde bir müvazenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:
Şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir.
İnsanın fıtratı izah ediliyor.
Çünki insan, Cenab-ı Hakk’ı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse,
o vakit insan,
gayet derecede âciz ve zaîf,
nihayet derecede muhtaç, fakir,
hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup,
bütün sevdiği ve alâka peyda ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp,
kabrin zulümatına yalnız olarak gider.
Hem müddet-i hayatında gayet
Cüz’î bir ihtiyar
Ve küçük bir iktidar
Ve kısacık bir hayat
Ve az bir ömür
Ve sönük bir fikir ile
nihayetsiz elemler ile
Ve emeller ile
faydasız çarpışır
Ve hadsiz arzuların ve makasıdın tahsiline, semeresiz boşu boşuna çalışır.
Bu fıtratta bir insanın âhireti düşünmemekle dünyadan lezzet alabilmesinin mümkün olmadığı izah verilecek.
Hem kendi vücudunu yüklenemediği halde,
koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir.
Daha cehenneme gitmeden cehennem azabını çeker.
Evet şu elîm elemi ve dehşetli manevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalalet ibtal-i his nev’inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder.
Allah’ı tanımamanın verdiği dehşetli azapla tanımaktaki lezzet izah verilecek.
Çünki Cenab-ı Hakk’a hakikî abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki o cüz’î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde her vakit kendine müdhiş görünen kabir kapısına bakıyor.
Hem bu vaziyette iken insaniyet itibariyle nev’-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerim bir zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvali ve insanın ahvali onu daima iz’ac eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, taunu, tufanı, kaht u galası, fena ve zevali, ona gayet müz’iç ve karanlıklı birer musibet suretinde onu tazib eder.
Hem şu haldeki insan, merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünki kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Söz’de kuyuya girmiş iki kardeşin müvazene-i halinde denildiği gibi; nasıl bir adam, güzel bir bahçede, güzel bir ziyafette, güzel ahbablar içinde, nezahetli, tatlı, namuslu, hoş, meşru bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip, gayr-ı meşru ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa nasıl merhamete lâyık değil. Çünki ehl-i namus ve mübarek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakaret eder.
Hem ziyafetteki leziz taamları ve temiz kapları mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmağa başlar.
Hem mecliste muhterem kitabları ve manidar mektubları manasız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar ve hâkeza… Böyle bir şahıs, nasıl merhamete müstehak değil, belki tokata müstehaktır.
Öyle de: Sû’-i ihtiyarından neş’et eden küfür sarhoşluğuyla ve dalalet divaneliğiyle
- Sâni’-i Hakîm’in şu misafirhane-i dünyasını,tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip
- Ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini,adem ile i’dam tasavvur ederek
- Ve tesbihat sadâlarını,zeval ve firak-ı ebedî vaveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden
- Ve mektubat-ı Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini,manasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden
- Ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden
- Ve eceli,hakikî ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden;
hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor,
hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakk’ın esmasını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi,
şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.
İşte ey bedbaht ehl-i dalalet ve sefahet!
Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici me’yusiyete mukabil;
- Hangi tekemmülünüz,
- Hangi fünununuz,
- Hangi kemaliniz,
- Hangi medeniyetiniz,
- Hangi terakkiyatınız karşı gelebilir?
Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz?
Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlahiyeyi ve ihsanat-ı Rabbaniyeyi onlara isnad ettiğiniz
- Hangi tabiatınız,
- Hangi esbabınız,
- Hangi şerikiniz,
- Hangi keşfiyatınız,
- Hangi milletiniz,
- Hangi bâtıl mabudunuz,
Sizi sizce i’dam-ı ebedî olan mevtin zulümatından kurtarıp,
- Kabir hududundan,
- Berzah hududundan,
- Mahşer hududundan,
- Sırat köprüsünden
hâkimane geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat’î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar, onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.
Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet!
“Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve esmasına sarfedilecek
- Muhabbet ve marifet istidadını
- Ve şükür ve ibadat cihazatını,
nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette sarfettiğinizden,
bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz.
Çünki Cenab-ı Hakk’a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz.
Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belasını çekiyorsunuz.
Çünki hakikî bir rahatı o mahbubunuza vermiyorsunuz.
Hem onu, hakikî mahbub olan Kadîr-i Mutlak’a tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, daima elem çekiyorsunuz.
Hem Cenab-ı Hakk’ın esma ve sıfâtına ait muhabbeti, dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san’atını, âlemin esbabına taksim ettiniz; belasını çekiyorsunuz.
Çünki o hadsiz mahbublarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor. Sevse de size bir fayda vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümidsiz dönmemek üzere zevallerden azab çekiyorsunuz.
İşte ehl-i dalaletin
- Saadet-i hayatiye
- Ve tekemmülât-ı insaniye
- Ve mehasin-i medeniyet
- Ve lezzet-i hürriyet
dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur.
Sefahet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez.
“Tuh onların aklına!” de…
Amma Kur’anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalalet ve helâket kapılarını kapatır. Şöyle ki:
İnsanın fıtratı izah ediliyor.
- İnsanın za’f u aczinive fakr u ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîm’e tevekkül ile tedavi eder.
- Hayat ve vücudun yükünü,
Onun kudretine, rahmetine teslim edip;
kendine yüklemeyip
belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.
- Kendisinin“nâtık bir hayvan” değil,
belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahman olduğunu bildirir.
- Dünyayı,bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle
Ve dünyadaki mevcudat ise, esma-i İlahiyenin âyineleri olduklarını
Ve masnuatı ise, her vakit tazelenen mektubat-ı Samedaniye olduklarını bildirmekle,
İnsanın fena-i dünyadan ve zeval-i eşyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın zulümatından kurtarır.
Bu fıtratta bir insanın âhireti düşünmemekle dünyadan lezzet alabilmesinin mümkün olmadığı izah verilecek.
- Hem mevt ve eceli,âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekada olan ahbablara visal ve mülâkat mukaddemesi olarak gösterir.
Ehl-i dalaletin nazarında bütün ahbabından bir firak-ı ebedî telakki ettiği ölüm yaralarını böylece tedavi eder.
- Ve o firak,ayn-ı lika olduğunu isbat eder.
- Hem kabrinâlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahman’a açılan bir kapı olduğunu isbat etmekle, beşerin en müdhiş korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.
Allah’ı tanımamanın verdiği dehşetli azapla tanımaktaki lezzet izah verilecek.
- Hem mü’mine der:
“İhtiyarın cüz’î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak.
İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlak’ın kudretine itimad et.
Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün.
Ömrün kısa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme.
Fikrin sönük ise; Kur’anın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir. (O hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalalet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhî hükemaları o mesailin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur. Hem Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Sözler 406
Ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil’ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş’arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla’ ile teklif takarrur eder. Mektubat 385)
Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevab ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor.
Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.”
Kendi kendine mâlikiyetteki hürriyetin insana verdiği zahmetle, Kadîr-i Rahîm’in memlükü olmanın insana verdiği saadet izah verilecek.
- Hem der:
“Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin.
Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal’in memluküsün.
Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur.
Hem dünya sahibsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvalini düşünüp merak etme; çünki onun sahibi Hakîm’dir, Alîm’dir. Sen de misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma.
Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudat, başı boş değiller; belki vazifedar memurdurlar. Bir Hakîm-i Rahîm’in nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.
Hem sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm’in elindedirler. O Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Rahîm’dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.”
- Hem der:
“Şu âlem
Çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor.
Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki esmasının cilvelerini gösteriyor.
Ve çendan lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahman-ı Rahîm’in iltifatatı, zevalsiz hakikî lezzetlerdir. Elemler ise sevab cihetiyle manevî lezzet yetiştiriyor. Madem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. Gayr-ı meşru daireye girme. Çünki o dairedeki bir lezzetin bazan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifatat-ı Rahmaniyeyi kaybetmeğe sebebdir.”
Kendine güvenmekte değil Allah’a güvenmekte saadet olduğu izah edilecek.
- Hem dalaletin yolunda sâbıkan beyan edildiği gibi
esfel-i safilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki;
- Hiçbir medeniyet,
- Hiçbir felsefeona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan
- Hiçbir terakkiyat-ı beşeriye,
- Hiçbir kemalât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde,
Kur’an-ı Hakîm iman ve amel-i sâlih ile
o esfel-i safilîne sukuttan insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır
Ve delail-i kat’iyye ile çıkarmasını isbat ediyor
Ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve
tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor.
- Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. Bin, belki ellibin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesaiti gösterir.
- Hem Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelal’i tanıttırmakla,
insanı Ona bir memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir.
- Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemal-i rahatla seyahatini temin eder. Nasılki bir padişahın müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilayetin hududlarından sühuletle ve tayyare, gemi, şimendifer gibi sür’atli vasıta-i seyahatle gezer, geçer.
Öyle de: Sultan-ı Ezelî’ye iman ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan,
Şu misafirhane-i dünya menzillerinden
- Ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden
- Ve hâkeza kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından
berk ve burak sür’atinde geçer. Tâ saadet-i ebediyeyi bulur.
Ve şu hakikatı kat’î isbat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir.
Muhabbetimizi nefsimize ve kâinata değil Allah’a sarfetmekte saadet olduğu izah edilecek.
- Hem de Kur’anın hakikatı der ki:
“Ey mü’min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmarene verme. Onu mahbub ve onun hevasını kendine mabud ittihaz etme. Belki sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini,
nihayetsiz bir muhabbete lâyık,
Hem nihayetsiz sana ihsan edebilen,
Hem istikbalde seni nihayetsiz mes’ud eden,
Hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes’ud olduğun bütün zâtları, ihsanatıyla mes’ud eden,
Hem nihayetsiz kemalâtı bulunan
Ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevalsiz cemal sahibi olan
Ve bütün esması, nihayet derecede güzel olan
Ve her isminde pek çok envâr-ı hüsün ve cemal bulunan
Ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle,
Onun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren
Ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalât, onun cemaline ve kemaline
işaret eden ve delalet eden ve emare olan bir zâtı, mahbub ve mabud ittihaz et…”
- Hem der:
“Ey insan! Onun esma ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sair bekasız mevcudata verme; faidesiz mahlukata dağıtma.
Çünki âsâr ve mahlukat fânidirler.
Fakat o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen esma-i hüsna bâkidirler, daimîdirler.
Ve esma ve sıfâtın herbirisinde binler meratib-i ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var.
Sen yalnız Rahman ismine bak ki:
Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir.”
İşte şu müvazene, ehl-i dalaletle ehl-i imanın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine işaret eden
لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
(Ehl-i dalaletin mesleğinde gitmek insanı esfel-i safiline düşürdüğü gibi Kur’anın desatirine uymakla alâ-yı iliyyine yüksenildiği izah edilecek şöyle ki;
- İnsanın fıtratına muvafık hareket ederse alâ-yı iliyyineyükselir. Eğer etmezse esfel-i safiline düşer.
- Bu fıtratta bir insanın âhireti düşünür ve ona göre hareket ederse alâ-yı iliyyine yükselir. Eğer etmezse esfel-i safiline düşer.
- Allah’ı tanırsa alâ-yı iliyyineyükselir. Eğer tanımazsa esfel-i safiline düşer.
- Kadîr-i Rahîm’in memlükü olmakla insan alâ-yı iliyyineyükselir. Eğer kendi kendine mâlikiyet dava ederse esfel-i safiline düşer.
- Allah’a güvenmekle insan alâ-yı iliyyineyükselir. Eğer kendine güvenirse esfel-i safiline düşer.
- Muhabbetini Allah’a sarfetmekle insan alâ-yı iliyyineyükselir. Eğer muhabbetini nefsine ve kâinata sarfetse esfel-i safiline düşer.)
(Onbirinci Söz’de insan, hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-ı salâtın rumuzunu fehmetmek ile hakiki vazifesini yerine getirirse mükerrem bir varlık olabileceğini aksi takdirde zalimlerden olacağını;
Ve Yirmiüçüncü Söz’de iki mebhastan birincisinde insan, insanı saadete götüren beş noktanın bilinip yerine getirilmesi ile mükerrem varlık olabileceğini aksi takdirde zalimlerden olacağını izah ediyor. İkinci mebhasta ise ahsen-i takvim sırrı beş nükte içinde anlatılarak bu sırrı üzerinde taşıyanların mükerrem bir insan olacağını aksi takdirde zalimlerden olacağını;
Ve Yirmidördüncü’nün Beşinci Dalı’nın İkinci Meyvesi’nde insana verilen nimetleri beş mertebede izah edilmesi ile bu nimetlere iman ve ubudiyetle mukabele edenlerin mükerrem etmeyenlerin ise zalimlerden olacağının izahı vardır.)
Hem netice ve akibetlerine işaret eden فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَ اْلاَرْضُ
olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu’cizane, beyan ettiğimiz müvazeneyi ifade ederler. Birinci âyet, Onbirinci Söz’de tafsilen o âyetin i’cazkârane ve îcazkârane ifade ettiği hakikatı, o Sözde beyan edildiğinden, onu oraya havale ederiz. İkinci âyet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir hakikatı ifade ediyor. Şöyle ki:
Şu âyet, mefhum-u muvafık ile şöyle ferman ediyor:
“Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.”
Ve mefhum-u muhalif ile delalet ediyor ki:
“Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.” Yani:
- Ehl-i dalalet, madem semavat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor.
- Manalarını bilmiyor.
- Onların kıymetlerini iskat ediyor.
- Sâni’lerini tanımıyor.
- Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden
Elbette semavat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar.
Ve mefhum-u muhalif ile der:
“Semavat ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.” Zira
- Ehl-i iman ise (çünki) semavat ve arzın vazifelerini bilir.
- Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor.
- Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor.
- “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor.
- Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor.
- Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmaya muhabbet ediyor.
İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevaline mahzun oluyorlar.