Otuzikinci Söz İkinci Mevkıf İkinci Maksad

İKİNCİ MAKSAD

Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki hiçbir cihette isbat edemediğinden ve onun isbatından me’yus kaldığından; ehl-i tevhidin mesleğini, teşkikatıyla ve şübheleriyle tahrib etmeğe çalışmak istediğinden; şöyle ikinci bir sual ediyor. Diyor ki:

Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ اَللّٰهُ الصَّمَدُ Hâlık-ı âlem birdir; Ehad’dir, Samed’dir. Hem, herşeyin Hâlık’ı odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini (Dizgin, iradeye bakıyor.) onun elinde; herşeyin anahtarı kabzasında (Anahtar, kudrete bakıyor. Hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Bu kapının anahtarı Cenab-ı Hakkın kudretidir.), herşeyin nasiyesini tutuyor; (Nasiye, ilme bakıyor.) bir iş bir işe mani olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir.” Böyle acib bir hakikata nasıl inanılabilir? Müşahhas bir tek zât, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?

(Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, “Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur” olan Zât-ı Zülcelal, herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna, hem o derece külfetsiz, mualecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve sühuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına; hem hiçbir şey, cüz’î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyası ihata ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir. Sözler 166)

ELCEVAB: Şu suale, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı Ehadiyet ve Samediyetin beyanıyla cevab verilir. Fikr-i beşer ise o sırra, ancak bir temsil dûrbîniyle ve mesel rasadıyla bakabilir. Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfâtında misil ve misali yok. Fakat mesel ve temsil ile bir derece şuunatına bakılabilir. İşte biz de, temsilât-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.

(İki temsil ile Cenâb-ı Hakkın Ehadiyeti ve Samediyeti isbat edilecek.)

 Birinci Temsil:

Şöyle ki: Onaltıncı Söz’de isbat edildiği gibi: Birtek zât-ı müşahhas, muhtelif âyineler vasıtasıyla külliyet kesbeder. Bir cüz’i-yi hakikî iken, şuunat-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer. (Bu cümleler akla vazıh olduğunu gösteren iddia cümlesidir.)

Evet nasıl cismanî şeylere cam ve su gibi maddeler âyine olup, cismanî birtek şey, o âyinelerde bir külliyet kesbeder. Öyle de: Nurani şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde birer vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Ve her âyinede, nurani oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için, cismaniyetin aksine olarak, her yerde bizzât bulunur gibi hükmederler. Kesif cismanilerin akisleri ve misalleri, o cismaniyetin aynları olmadığı gibi, hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar. Meselâ: Güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, birer misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. (Yani her mahlûk aynı seviyede ayînedar olamıyor. Zühre, katre ve reşha gibi..) Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misali, herbir parlak cisimde bulunur. Faraza güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, her şeyle bizzât temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Bir şey, bir şeye mani olmazdı. Bir muhabere, bir muhabereye sed çekmezdi. Her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı. (Meselâ: اَلرَّحْمنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى bir temsil ile rububiyet-i İlahiyeyi saltanat misalinde ve âlemin tedbirinde mertebe-i rububiyetini, bir Sultanın taht-ı saltanatında durup icra-yı hükûmet ettiği gibi bir misalde gösteriyor. Sözler 390)

(Onaltıncı Söz Birinci Şua’da Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin Nuraniyeti izah ediliyor. Mes’elenin akla vazıh olması için güneş temsili ile bir tek Zât’ın muhtelif ayineler vasıtasıyla külliyet kesbettiği gösteriliyor. Güneş temsili mes’eleyi akla vazıh hale getirdi ama kalbe nurani olması için temessül bahsine geçildi. Çünkü insan kalben Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetini ışık gibi, güneş gibi bir şey zannedebilir. Kalbe nurani olması, kalbi karartmaması içinde temessül bahsine geçiliyor.)

Acaba: Bir zâtın binbir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz’î ve camid bir âyinesi hükmünde olan güneş, böyle teşahhusu ile beraber, küllî yerlerde küllî işlere mazhar olsa; o Zât-ı Zülcelal, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?

(Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez. Sözler 615)

 İkinci Temsil:

Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere, kâinatın hakaikına misal olabilir. İşte biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını, kâinata bir misal-i musaggar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceğiz. Şöyle ki:

Şu ağacın, lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek; bir anda, beraber bir san’at ve icada mazhardırlar. Halbuki şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz’î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tabir edilen

  • Bir cilve-i irade-i İlahiye (Cenâb-ı Hak canibinden bakarsak bir cilve-i irade-i İlahiye olanukde-i hayatiye) (kudret ve iradeden gelen Kitab-ı Mübin)
  • Ve bir nüve-i emr-i Rabbanî ile, (Cenâb-ı Hakkın iradesi ile imtisale sevk edilmesi noktasında bir nüve-i emr-i Rabbanîolan ukde-i hayatiye) (İlim ve emirden gelen İmam-ı Mübin)
  • Şu ağacın kavanin-i teşkiliyesinin merkeziyeti; (Veyahut ağac canibinden bakarsak ağacın teşekkül merkezine ukde-i hayatiye denir.)

her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini, noksan bırakmayarak, birbirine mani olmayarak; onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irade ve o kanun-u emrî; ziya, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünki gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnularda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişar ile olsa idi; izi ve eseri görülecekti. Belki bizzât, tecezzi ve intişar etmeden her birisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münafî olmuyor. Hattâ denilebilir ki: O cilve-i irade, (Kitab-ı Mübin) o kanun-u emrî, (İmam-ı Mübin) o ukde-i hayatiye; herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz. Güya şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz’ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki; uzun vasıtaları perde olup bir mani teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesile-i teshil ve takrib olur. En uzak, en yakın gibidir.

Madem bilmüşahede Zât-ı Ehad-i Samed’in, irade gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz’îsi, bilmüşahede milyon yerde, milyonlar işe vasıtasız medar olur. Elbette Zât-ı Zülcelal’in tecelli-i kudret ve iradesiyle, şecere-i hilkatı bütün ecza ve zerratıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzımgelir.

(Yukarıdaki izah, mes’eleyi akla vazıh hale getirdi ama kalbe nurani olması için Cenâb-ı Hakk’ın Kudsî mahiyeti nazara verilecek. Böylelikle mümkinat cinsinden verilen temsildeki kusur Cenâb-ı Hakk’ın kudsî mahiyetini anlamamız da kalbimizi karartmayacak.)

Onaltıncı Söz’de isbat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem, güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının manevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda bir cüz’-i ihtiyarî ile, pekçok muhtelif işleri bilmüşahede kesbederler. Sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.

Acaba: Maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra, hem şu umum envâr ve şu bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i esmaiyesinin kesif bir gölgesi ve zılali, hem umum vücud (Umum vücud yani ademin zıddı olduğundan var olan her şey demektir.) ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal nim-şeffaf birer âyine-i cemali, hem sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan birtek Zât-ı Akdes’in irade-i külliye (Dizgin) ve kudret-i mutlaka (Anahtar) ve ilm-i muhit (Nasiye) ile zahir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş ona ağır gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi ferd ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? Hiç eşya ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş, bir işe mani olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalır mı? (Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta bir şahsiyet-i İlahiye, bir ehadiyet-i Rabbaniye ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaî… Şualar 9)

İbn-i Abbas Radıyallahü Anh’ın dediği gibi: “Herbir mevcuda bakar birer manevî basarı ve işitir birer manevî sem’i” bulunmaz mı? Silsile-i eşya, onun evamir ve kanunlarının sür’atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevani’ ve avaik, onun tasarrufuna vesail ve vesait olamaz mı? Esbab ve vesait, sırf zahirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde, her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç uzaklık ve küçüklük ve tabakat-ı vücudun perdeleri, Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olabilir mi? Hem hiç maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mukayyedlerin, mahdudların hâssaları ve maddenin ve imkânın ve kesafetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdudiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tegayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzi gibi emirler; maddeden mücerred ve Vâcib-ül Vücud ve Nur-ul Envâr ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve hududdan müberra ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdes’e lâhik olabilir mi? Acz, hiç ona yakışır mı? Kusur, hiç onun damen-i izzetine yanaşır mı?

İKİNCİ MAKSAD’IN HÂTİMESİ

Bir zaman ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım: Arabiyy-ül ibare bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasıl gelmiş ise, öyle arabî olarak yazıp, sonra kısa bir mealini söyleyeceğim. İşte:

نَعَمْ فَاْلاَثْمَارُ وَالْبُذُورُ مُعْجِزَاتُ الْحِكْمَةِ خَوَارِقُ الصَّنْعَةِ هَدَايَاءُ الرَّحْمَةِ بَرَاهِينُ الْوَحْدَةِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ فِى دَارِ اْلآخِرَةِ شَوَاهِدُ صَادِقَةٌ بِاَنَّ خَلاَّقَهَا لِكُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ كُلُّ اْلاَثْمَارِ وَالْبُذُورِ مَرَايَاءُ الْوَحْدَةِ فِى اَطْرَافِ الْكَثْرَةِ اِشَارَاتُ الْقَدَرِ رُمُوزَاتُ الْقُدْرَةِ بِاَنَّ تَاكَ الْكَثْرَةَ مِنْ مَنْبَعِ الْوَحْدَةِ تَصْدُرُ شَاهِدَةً لِوَحْدَةِ الْفَاطِرِ فِى الصُّنْعِ وَالتَّصْوِيرِ ثُمَّ اِلَى الْوَحْدَةِ تَنْتَهِى ذَاكِرَةً لِحِكْمَةِ الْقَادِرِ فِى الْخَلْقِ وَالتَّدْبِيرِ وَكَذَاهُنَّ تَلْوِيحَاتُ الْحِكْمَةِ بِاَنَّ صَانِعَ الْكُلِّ بِكُلِّيَّةِ النَّظَرِ اِلَى الْجُزْئِىِّ يَنْظُرُ ثُمَّ اِلَى جُزْئِهِ اِذْ اِنْ كَانَ ثَمَرًا فَهُوَ الْمَقْصُودُ اْلاَظْهَرُ مِنْ خَلْقِ هذَا الشَّجَرِ فَالْبَشَرُ ثَمَرٌ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ فَهُوَ الْمَطْلُوبُ اْلاَظْهَرُ لِخَالِقِ الْمَوْجُودَاتِ وَالْقَلْبُ كَالنَّوَاةِ فَهُوَ الْمِرْآةُ اْلاَنْوَرُ لِصَانِعِ الْكَائِنَاتِ مِنْ هذِهِ الْحِكْمَةِ صَارَ اْلاِنْسَانُ اْلاَصْغَرُ فِى هذِهِ الْمَخْلُوقَاتِ هُوَ الْمَدَارُ اْلاَظْهَرُ لِلنَّشْرِ وَالْمَحْشَرِ فِى هذِهِ الْمَوْجُودَاتِ وَالتَّخْرِيبِ وَالتَّبْدِيلِ لِهذِهِ الْكَائِنَاتِ

Bu arabî fıkranın mebdei şudur:

فَسُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ حَدِيقَةَ اَرْضِهِ مَشْهَرَ صَنْعَتِهِ مَحْشَرَ حِكْمَتِهِ مَظْهَرَ قُدْرَتِهِ مَزْهَرَ رَحْمَتِهِ مَزْرَعَ جَنَّتِهِ مَمَرَّ الْمَخْلُوقَاتِ مَسِيلَ الْمَوْجُودَاتِ مَكِيلَ الْمَصْنُوعَاتِ فَمُزَيَّنُ الْحَيْوَانَاتِ مُنَقَّشُ الطُّيُورَاتِ مُثَمَّرُ الشَّجَرَاتِ مُزَهَّرُ النَّبَاتَاتِ مُعْجِزَاتُ عِلْمِهِ خَوَارِقُ صُنْعِهِ هَدَايَاءُ جُودِهِ بَشَائِرُ لُطْفِهِ تَبَسُّمُ اْلاَزْهَارِ مِنْ زِينَةِ اْلاَثْمَارِ تَسَجُّعُ اْلاَطْيَارِ فِى نَسْمَةِ اْلاَسْحَارِ تَهَزُّجُ اْلاَمْطَارِ عَلَى خُدُودِ اْلاَزْهَارِ تَرَحُّمُ الْوَالِدَاتِ عَلَى اْلاَطْفَالِ الصِّغَارِ تَعَرُّفُ وَدُودٍ تَوَدُّدُ رَحْمنٍ تَرَحُّمُ حَنَّانٍ تَحَنُّنُ مَنَّانٍ لِلْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ الرُّوحِ وَ الْحَيْوَانِ وَ الْمَلَكِ وَ الْجَانِّ

İşte bu arabî tefekkürün kısa bir meali şudur ki:

Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar;

  • Hikmet-i Rabbaniyenin birer mu’cizesi.. (Maslahat ve gayelere riayet etmekte insanın aciz bırakan Rabbanî bir mu’cize)
  • San’at-ı İlahiyenin birer hârikası.. (Herşeyle alâkadar bir surette olmasından san’at hârikası)
  • Rahmet-i İlahiyenin birer hediyesi.. (Zemin yüzünde rahmet eseri olarak yapılan Rahmanî sofralar birer hediye-i İlahiyedir.)
  • Vahdet-i İlahiyenin birer bürhan-ı maddîsi.. (Mümaselet ve müşabehet sikkesi ile çekirdeklerin birbirine benzemesi ve aynı fabrikada dokunması noktasında Cenab-ı Hakk’ın vahdetine maddî bir bürhandır.)
  • Âhirette eltaf-ı İlahiyenin birer müjdecisi.. (Cennetteki nimetlerin nümunesi)
  • Kudretinin ihatasına ve ilminin şümulüne birer şahid-i sadık oldukları gibi;

şunlar, âlem-i kesretin aktarında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi âlemin etrafında vahdet âyineleridirler. Enzarı, kesretten vahdete çeviriyorlar.

Lisan-ı hal ile herbirisi der:

“Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma, bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dâhildir.”

Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, vahdetin birer maddî âyinesi oldukları gibi;

zikr-i kalbi-yi hafî ile koca ağacın zikr-i cehrî suretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmayı zikreder, okur.

Hem o meyveler, tohumlar; vahdetin âyineleri oldukları gibi, kaderin meşhud işaratı ve kudretin mücessem rumuzatıdır ki;

kader onlar ile işaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der:

Nasılki şu ağacın kesretli dal ve budakları, birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor.

Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişar ettikten sonra, bütün hakikatını bir meyvede toplar. Bütün manasını bir çekirdekte derceder. Onunla Hâlık-ı Zülcelalinin halk ve tedbirindeki hikmetini gösterir.

Öyle de: Şu şecere-i kâinat, bir menba-ı vahdetten vücud alır, terbiye görür. Ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi; kalbi dahi, iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.

Hem o meyveler ve tohumlar, hikmet-i Rabbaniyenin telvihatıdır.

Hikmet onlarla ehl-i şuura şöyle ifade ediyor ve diyor ki:

“Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar. Çünki o meyve, o ağaca bir misal-i musaggardır. Hem o ağaçtan maksud, odur.

Hem o küllî nazar ve umumî tedbir, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünki çekirdek, umum ağacın manasını, fihristesini taşıyor.

Demek ağacın tedbirini gören zât, o tedbir ile alâkadar bütün esmasıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan herbir semereye müteveccihtir.

Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bazan budanır, kesilir, tecdid için bazı cihetleri tahrib edilir. Daha güzel, bâki meyveler vermek için, aşılanır.

Öyle de: Şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudatın gayesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni’-i Kâinat’ın en münevver ve en câmi’ bir âyinesidir. İşte şu hikmettendir ki: Şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara medar olmuş. Kâinatın tahrib ve tebdiline sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır.

Madem haşrin bahsi geldi. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın haşrin isbatına dair cezalet-i beyanını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatını beyan etmeğe münasebet geldi. Şöyle ki:

Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki: Beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa bütün kâinat tahrib edilir ve tahrib ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat haşrin meratibi var.

Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır.

Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve marifeti lâzım olur.

Kur’an-ı Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi kat’î ve kuvvetli isbat için en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor.

İşte umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acb-üz zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü bâki kalıp Cenab-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir.

İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki; her baharda milyonlarla misali görülüyor. İşte bazan şu mertebeyi isbat için âyât-ı Kur’aniye öyle bir daireyi gösteriyor ki:

  • Bütün zerratı haşr ü neşredecek bir kudretin tasarrufatını gösterir.
  • Bazan da bütün mahlukatı fenaya gönderip, yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.
  • Bazı, yıldızları dağıtıp, semavatı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve âsârını gösterir.
  • Bazı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden def’aten bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufatını ve tecelliyatını gösterir.
  • Bazı, bütün rûy-i zeminde zîhayat olanları ayrı ayrı haşr ü neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyatını gösterir.
  • Bazan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir surete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.

Demek, herkese imanı ve marifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbaniye iktiza etmiş ise, elbette haşr ü neşr-i insanî ile beraber umum onları dahi yapacak veyahut bazı mühimlerini yapar.

 BİR SUAL:

Diyorsunuz ki: “Sen Sözler’de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Halbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesail-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir.

Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?”

 ELCEVAB:

İlm-i Mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin. Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez.

Hem meselâ: “Ağacın meyveleri, yaprakları; bir anda, bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri” bir temsildir ki, muazzam bir hakikatın ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatın kanununu gayet kat’î bir surette isbat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatın ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelanıdır.

İşte bütün Sözlerdeki kıyasat-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı kat’î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.

 İKİNCİ SUALE CEVAB:

Malûmdur ki: Fenn-i Belâgatta bir lafzın, bir kelâmın mana-yı hakikîsi, başka bir maksud manaya sırf bir âlet-i mülahaza olsa, ona “lafz-ı kinaî” denilir. Ve “kinaî” tabir edilen bir kelâmın mana-yı aslîsi, medar-ı sıdk ve kizb değildir. Belki kinaî manasıdır ki, medar-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinaî mana doğru ise, o kelâm sadıktır. Mana-yı aslî, kâzib dahi olsa sıdkını bozmaz. Eğer mana-yı kinaî doğru değilse; mana-yı aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ: Kinaî misallerinden: (Filanün tavîl-ün necad) denilir. Yani: “Kılıncının kayışı, bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa de, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünki mana-yı aslîsi, maksud değil.

İşte Onuncu Söz’ün ve Yirmiikinci Söz’ün hikâyeleri gibi, sair Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki, begayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki’ olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar, o hikâyelerin mana-yı kinaiyeleridir. Mana-yı aslîleri, bir temsil-i dûrbînîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir