Anasayfa » Otuzbirinci Söz Mi’rac-ı Nebeviyeye dairdir

Otuzbirinci Söz Mi’rac-ı Nebeviyeye dairdir

Otuzbirinci Söz

Mi’rac-ı Nebeviyeye dairdir

(Birinci Söz Risale-i Nur’un çekirdeği hükmündedir. Otuzuncu Söze kadar herşeyin Bismillah dediğini enfüsi ve afaki âlemde delilleri ile isbat edilmiştir. Otuzuncu Söze kadar bir cihetle erkân-ı imaniyenin usûlü ders verilmiştir. Sonrasında Mi’racdan bahsedilmiştir. Miraç Risalesi Otuzbir sayfadır.

Otuzuncu Sözün Otuzbirinci Sözle alakası; Otuzuncu Sözün birinci makamında ene açılmış, ikinci makamında harekât-ı zerrat açılmış, yani herşeyin Bismillah dediği isbat edilmiştir. Otuzbirinci Sözde de âlem-i vücub açılmıştır. Otuzbirinci Sözde anlatılan âlem-i vücubun müşahhas hali Otuzikinci ve Otuzüçüncü Sözlerdir. Otuzikinci Sözde iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah anlatılmıştır. Otuzüçüncü Sözde de vücub ve vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve şuunat-ı Rabbaniyeye, âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın ellibeş lisanla vech-i delaletleri anlatılmıştır.

Hususan Otuzüçüncü Mektub olan otuzüç pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki, gayet dikkatle ve güzel yazılmış. Otuzüçüncü Söz risalesi, marifetullah ve İman-ı Billah için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnız baştaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmiştir. Fakat gittikçe inkişaf eder, daha ziyade parlar. Zâten sair te’lifata muhalif olarak ekser Sözler’in başları mücmel başlar, gittikçe genişlenir, tenevvür eder. 28. Mektub 3. Risale Mektubat 360)

İHTAR: Mi’rac mes’elesi,

1- Erkân-ı imaniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir.

(Erkan-ı imaniyeyi anlatmanın usûlü; esere bakıp müessiri tanımak, müessirin yaratma maksadını anlayıp bu maksadın tahakkuku için gönderdiği elçileri ve ellerine verdiği kitapları tanımak, gibi bir sırayla izah etmektir. Allah’ı bilmek, bütün kâinata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’î ve küllî herşey onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’î iman etmek ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve “Lâ ilahe illallah” kelime-i kudsiyesine, hakikatlarına iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Emirdağ Lahikası-1 203

Miracın hadis ile anlatılan kısmı teşbihlere yanlış mana verilerek usul-ü imaniyeden çıkıldığı olmuştur.

Mi’rac-ı Nebeviyeye dair Otuzbirinci Söz, hakaik-i Mi’raciyeyi usûl-ü imaniye dairesinde izah etmiştir. Ona iktifaen burada ihtisar ediyoruz. Mektubat – 306)

2- Ve erkân-ı imaniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. (Herbir erkanın anlaşılması ile mirac mes’elesi anlaşılabilir. Zira erkan-ı imaniye bir külldür. Bir cüzünün inkarı ile iman olmaz.)

Erkân-ı imaniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzât isbat edilmez. (Mi’raç risalesindeki suallere verilen cevablarla dinsiz mülhidlere dahi hakaik-i Mi’raciye usûl-ü imaniye dairesinde izah edilmiştir.)

Çünki

  • Allah’ı bilmeyen,
  • Peygamberi tanımayan ve
  • Melaikeyi kabul etmeyen veya(Miraç meleklere gösterilen bir mucizedir. Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var. Sözler 701)
  • Semavatın vücudunu inkâr eden

adamlara Mi’racdan bahsedilmez.

(Kadere iman etmeyen miraç hadisesini Resul-ü Ekrem’den (ASM) bile biliyor. Bu yüzden miracın hududlarını tayin etmek gerekiyor. Yani mi’raç hadisesinde nereye kadar cüz’i ihtiyari nereden sonra külli iradenin tahakkuk ettiğini bilmek gerekiyor.)

Evvelâ o erkânı isbat etmek lâzım geliyor.

Öyle ise biz, Mi’racda istib’ad ile vesveseye düşen bir mü’mini muhatab ittihaz ederek, ona karşı beyan edeceğiz. Arasıra makam-ı istima’da olan mülhidi nazara alıp serd-i kelâm edeceğiz.

Bazı sözlerde hakikat-ı Mi’racın bir kısım lem’aları zikredilmişti.

(Otuzbirinci Sözün

Mukaddimesi Yirmibeşinci Sözün İkinci Şulesinin İkinci Nurundaki Dokuzuncu Nükte-i Belâgat’tan alınmıştır.

Birinci Esas Onikinci Söz’ün sırr-ı i’caz-ı Kur’an ve sırr-ı Mi’rac hakkındaki iki temsili alınmış.

İkinci Esasın

Birinci temsili Yirmidördüncü Sözün Birinci Dalından

İkinci temsil ise Onaltıncı Sözün Dördüncü Şua’ından alınmıştır.

İkinci Esasın Yedi Suali Onbeşinci Söz gibi Külliyatın muhtelif yerlerinden alınmıştır.

Üçüncü Esas Onbirinci Sözden ve Otuzuncu Lem’anın Üçüncü Nüktesinin ism-i Hakem’e dair olan kısmından alınmıştır.

Dördüncü Esas ise İman Küfür Muvazenelerinden alınmıştır.)

İhvanlarımın ısrarı ile ayrı ayrı o lem’aları hakikatın aslıyla birleştirmek ve kemalât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) cemaline birden bir âyine yapmak için, inayeti Allah’tan istedik. (Hakikata farklı farklı cebhelerden bakıp vüzuhla inkişaf etmesine Otuzbirinci Söz bir misal olmuştur. Gençlik Rehberi, İman ve Küfür müvazeneleri ve Asa-yı Musa da öyledir.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى وَ هُوَ بِاْلاُفُقِ اْلاَعْلَى ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنَى فَاَوْحَى اِلَى عَبْدِهِ مَا اَوْحَى مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَاَى اَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً اُخْرَى عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوَى اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى لَقَدْ رَاَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى

Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazinesinden yalnız اِنَّهُ zamirinde bir düstur-u belâgata istinad eden iki remzin mes’elemize münasebeti olduğu için, i’caz bahsinde beyan edildiği üzere yazacağız.

(Dokuzuncu Nükte-i Belâgat: Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder. Sözler 427)

İşte Kur’an-ı Hakîm, Habib-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü Ve Ekmelüsselâm’ın Mi’racının mebde’i olan, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya olan seyranını zikrettikten sonra اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ der. Ve şu kelâm ile Sure-i وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى da işaret olunan (Necm suresinde اِنْ هُوَ ile daha sonra gelen هُوzamiri Cenab-ı Hakk’a veyahut Peygambere (A.S.M.) raci’ olmakla Mi’racın hikmeti ve hakikatı anlaşılmaktadır.)

münteha-yı Mi’raca remzeden اِنَّهُdeki zamir, ya Cenab-ı Hakk’a raci’dir veyahut Peygamberedir (A.S.M.).

Peygambere göre olsa, (İnnehu zamirinin önceki ve sonraki ayetlerle münasebeti düşünüldüğünde ikinci esas da anlatılan hakikat-ı miraç’daki izahat meydana çıkmıştır.)

kanun-u belâgat ve münasebet-i siyak-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki; tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i san’at-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür, der. (Âyette “görmüş ve işitmiş” Demesi miraca cismanî vücutla gittiğine de bir delildir. Görmek akli delillere İşitmek nakli delillere işarettir. Ve en büyük bir nimettir. Cenab-ı Hakk kulunu en büyük bir nimetine mazhar etmiştir.)

O küçük cüz’î seyahatı hem küllî, hem mahşer-i acaib bir seyahatın anahtarı hükmünde gösteriyor. (Bu seyahatin cüz’iyetten külliyete çıkması iki vecihle açıklanır. Birinci vecih, Nur-u Muhammedîden (ASM) (mahiyet-i hakikisinden) yaratılan kâinat meyve vermiş suretiyle Zat-ı Ahmediye (ASM) tarafından görülmesi ile külliyet kesb etmiştir. İkinci vecih Zat-ı Ahmediyenin (ASM) kulağı ve gözü ile gittiği mi’rac yolu kalb ve ruhu ile gidebilen ümmetine açılmasıyla külliyet kesb etmiştir.)

Eğer zamir, Cenab-ı Hakk’a raci’ olsa, şöyle oluyor ki: (Cenab-ı Hakk’a raci’ olsa miracın hikmetinde anlatılan hakikatları ortaya çıkmıştır. Bu seyahatin cüz’iyetten külliyete çıkması ise bütün kâinatla alâkadar olan Emanet, Nur ve Anahtarın verilmiş olmasıdır.)

Bir abdini bir seyahatta huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için,

(Bu tavzif edilen vazife Üçüncü Esasta hikmet-i mi’racı anlatan iki temsille izah edilmiştir. Birinci temsil Onbirinci Sözdeki saray temsili ile yaver-i ekremin vazifeleri tarif edilmiştir. Şöyle ki; sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının manalarını ahaliye tarif etmek ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirmek, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretmek, derûnundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş ne olduğu ve ne vecihle saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etmek ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirmek, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etmektir. Sözler 121

Veyahut Otuzuncu Lem’adan ism-i Hakem ile düşünürsek Resul-ü Ekrem ASM kainatı bir kitab görüp içindeki manaları okumak ona muhatab olmak ve mukabil gelmek vazifesi ile tavzif edilmiştir.)

Mescid-i Haram’dan mecma-ı Enbiya olan Mescid-i Aksa’ya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün Enbiyaların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi. (Eseri gözüyle görmek mülkte gezmeye, eserin Cenâb-ı Hakka olan vech-i delaletini aklen kalben anlamakta melekûtunda gezmektir. Tâ ki, sarayın Sâni’ini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. Sözler 121)

İşte çendan o bir abddir ve o seyahat, bir mi’rac-ı cüz’îdir. Fakat bu abdin,

1- Bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberindedir. (İkinci Meyve: Sâni’-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Sözler 581)

2- Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. (Birinci Meyve: Hem iman hakikatlerinin ders verilmesi ile hasıl olan iman nuruna hemde eşyanın hakikatını mülk cihetinin arkasında melekût cihetini göstererek nurlandırıyor. Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cennet’i, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur, ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir. Sözler 581)

3- Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, (Üçüncü Meyve: Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; Sözler 582

Anahtar ise saadet-i ebediyenin kapısını açan Bismillah ve Salâvattır. Şöyle ki herşeyin Allah namıyla hareket ettiğini anlamak ve herşeyde  Allah’ın isim ve sıfatlarını okumak ve Sünnet-i Seniyye dairesinde esmanın hududları içerisinde hareket etmek saadet-i ebediyenin kapısını açan bir anahtardır.

Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır. Sözler 15)

Cenab-ı Hak kendini “bütün eşyayı işitir ve görür” sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihanşümul ve muhit ve umum kâinata âmm ve bütün mahlukata şamil hikmetlerini göstersin.

Bu sırr-ı azîmin “Dört Esas”ı var.

Birincisi: Mi’racın sırr-ı lüzumu nedir?

İkincisi: Hakikat-ı Mi’rac nedir?

Üçüncüsü: Hikmet-i Mi’rac nedir?

Dördüncüsü: Mi’racın semerat ve faidesi nedir?

BİRİNCİ ESAS

Mi’racın sırr-ı lüzumu:

Meselâ deniliyor ki: “Cenab-ı Hak اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ dir.

Herşeye, herşeyden daha yakındır. (Herşeye, herşeyden daha yakın olması Cenab-ı Hakkın cisimden ve mekandan münezzehiyeti manasını ifade ettiği gibi herşeyin vücuda gelmesi ve vücudunun devam etmesi manasını da ifade etmektedir.) Cisimden, mekândan münezzehtir. Her veli, kalbi içinde onunla görüşebilir. Neden dolayı velayet-i Ahmediye (A.S.M.) Mi’rac gibi uzun bir seyahatın neticesinden sonra, her velinin kendi kalbinde muvaffak olduğu münacata muvaffak oluyor?”

Elcevab: Şu sırr-ı gamızı “iki temsil” ile fehme takrib ediyoruz. Onikinci Söz’ün sırr-ı i’caz-ı Kur’an ve sırr-ı Mi’rac hakkında olan şu iki temsili dinle:

(Onikinci Sözde Kur’ana diğer kitabların yetişememesinin sırrı anlatıldığı gibi bu makamda da Kur’an eline verilen Zâtın velayetinin diğer velayet sahibi insanlardan ne derece yüksek olduğu izah edilmiştir. Leyle-i Kadir’de ism-i A’zam’a mazhar olan Kur’an-ı Kerim Arşa nüzul etmesiyle o geceyi kıymettar kıldığı gibi; Miraç gecesinde de ism-i A’zam’a mazhar olan Zât-ı Ahmediyye (A.S.M.) ferşten arşa çıkmasıyla ve Cenab-ı Hakkla görüşmesiyle kâinatın meyvesi olduğunu ve yaratılışın hikmeti anlaşılmasından kıymettar kılmıştır.)

(Sual: Velayeti ile gidip risaleti ile dönmesi ne demektir.

Elcevab: Kendi gayreti neticesinde kazandığı velayet ile Cenab-ı Hakkı İsm-i A’zam ve her İsmin A’zami mertebesinde tanımasına mükâfat olarak Cenab-ı Hakk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı Zâtı ile görüştürüp risalet vazifesi ile tavzif etmiştir. Mirac ise Velayetin Risalet’e inkılab etmesinin ünvanıdır.

Miraç, hem Peygamber (ASM) hayatı hemde kâinatın hayatı ile alâkadardır. Peygamber (ASM) hayatı ile alâkadar olan miraç cismi ile ruhu birlikte olarak bir kere olmuş ve ömrü boyunca ettiği ve edeceği esmaya ayinedarlığını ve ubudiyetteki kemâlatının bir sembölü ve ünvanıdır. Ancak kâinatın hayatı ile alâkadar olan ruhunun miracı her vakit devam etmektedir. Çünkü kâinattaki her şeyin hususi miraçları dahi Peygamber’in (ASM) ruhunun miracının içindedir. Zira bütün mahiyetlerin hariçte vücuda çıkmasıyla Peygamber (ASM), onların esmaya ne vecihle delalet ettiklerini bilmesiyle kemalatta seyr-i süluku devam etmektedir.

Miracın nübüvvetin sekizinci senesinde olmasının hikmeti o sene hüzün senesi olmasından Peygamber (ASM) mirac yoluyla teselli edilmiştir. Allah’ı itikad noktasında nihayet derecede tanıyan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hüznü bir nokta-i istinadı olmamaktan değildir. Beşeriyet itibariyledir.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küffarın tekzibinden müteessir olarak mahzun idi. Dedi: يَا رَبِّ اَرِنِى آيَةً لاَ اُبَالِى مَنْ كَذَّبَنِى بَعْدَهَا Enes’in rivayetinde, Hazret-i Cebrail hazır idi. Vâdi kenarında bir ağaç vardı. Hazret-i Cebrail’in i’lamıyla, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o ağacı çağırdı; tâ yanına geldi. Sonra git dedi. Tekrar gitti, yerine yerleşti. Mektubat 125)

Birinci Temsil: (Birinci temsil de görüşmenin keyfiyeti nazara vererek Cenâb-ı Hakk’ın neden uzun bir seyahatten sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı huzuruna aldığı üzerine durulmuştur. Bir kişinin velayet mertebesi Kelamın ulviyetini arttıran Mütekellim, muhatab, makam ve maksadları her bir esma için düşünüp mazhar olduğu ismin çokluğuna ve ismin azameti neticesinde velayet mertebesi artar. Mesela;

  • Cenâb-ı Hakkı Hâlıkıyet mertebesinde Saltanat sahibi, eşyanın Mülk ve Melekûtu elinde olan Hilafet-i Kübra sahibi ve Ezeli ve Ebedi hâkimiyet-i amme sahibi bir mütekellim olarak tanımak.
  • Hem kendisine muhatab etmek. (Mahlukata zabitlik eden ve hayvanat ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telakki eden bir. Sözler 36)
  • Hem evamirinin (Mevcudatın icadındaki en mühim makasıd-ı Rabbaniye, kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve minnetdarlıklarını kendine celbetmektir. Şualar 21) ne olduğunu anlayıp bu maksadı etrafa neşir ve teşhir
  • Hem bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenâb-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerref olup haşmetine layık bir seyahatla mahbubiyet makamına çıkmak.

İşte bu sebeblerden dolayı Mi’rac gibi uzun bir seyahatın neticesinde Cenâb-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyet olmuştur.)

Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır. İki tarzda hitabı, iltifatı vardır.

Birisi:

  • Âmi bir raiyetiyle (Muhatab)
  • Cüz’î bir iş için, (Maksad)
  • Hususî bir hacete dair, (Makam)
  • Has bir telefonla sohbet etmektir. (İlhamla)

Diğeri:

  • Saltanat-ı uzma ünvanıyla (Mütekellimin maddî hakimiyetinin ünvanı)
  • Ve hilafet-i kübra namıyla (Mütekellimin manevî hakimiyetinin namı)
  • Ve Hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle (Mütekellimin maddî ve manevî hakimetiyeti)
  • Ve evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, (Maksad: “Latif, Kerim, Hakîm, Rahîm” gibi bütün esma-i İlahiye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza eder.)
  • O işlerle alâkadar bir elçisiyle (Muhatab: Vahiyle enbiyası ile görüşmesidir.)
  • Veya o evamir ile münasebetdar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir. (Muhatab: Vahyin vazifesini gören şümullü ilhamlar ile büyük evliyası ile görüşmesidir.)
  • Ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir. (Makam: Her bir peygambere verilen kitap onun Cenab-ı Hakkı tanımakta hangi makamda olduğunu gösterdiği gibi Üstadımızın makamını da risale-i Nur göstermektedir.)

İşte وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى şu temsil gibi:

  • Şu kâinat Hâlıkının (Hâlıkıyet mertebesinde Saltanat sahibi)
  • Ve Mâlik-ül Mülk Vel Melekût’un (Eşyanın Mülk ve Melekûtu elinde olan Hilafet-i Kübra sahibi)
  • Ve Hâkim-i Ezel ve Ebed’in (Ezeli ve Ebedi hâkimiyet-i amme sahibi)

iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. (Mütekellim)

Birisi cüz’î ve has, diğeri küllî ve âmm…

İşte Mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki; bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir. (Makam)

İkinci Temsil: (İkinci temsil de bizim Cenab-ı Hakka yakınlaşmamız için gerekli olan şartlar üzerine durulmuş)

Bir adam (Bir adam, tasavvuf mesleğinde gidenlere işarettir.)

Elindeki bir âyineyi güneşe karşı tutar. (Elindeki ayna hakikatta kalbdir. Güneş ise Cenâb-ı Hakkın isimleri, sıfatları, şuunatları ve zatıdır.)

O âyine kendi miktarınca (Aynanın büyüklüğü düzgünlüğü ve şeffaflığı nisbetinde yani kalbin tasaffisi ve inkişafı nisbetinde demektir.)

Bir ışık (Yani Cenâb-ı Hakkın tecellisi demektir.)

Ve yedi rengi havi bir ziyayı, (Yani Cenâb-ı Hakkın yedi sıfatı demektir.)

Bir aksi, (Akis ise Cenâb-ı Hakkın Ehadiyeti ile Zâtının tecellisidir. Yani manevi şahsiyetinin tecellisi akis ile tabir edilmiş.)

Şemsten alır.

Onun nisbetinde güneşle münasebetdar olur, sohbet eder. (Yani esmaya mazhar olur. Esmaya ayinedarlık eder.)

Ve o ışıklı âyineyi karanlıklı hanesine (Karanlıklı hane: İnsanın hususi his dünyası yani enfüsi âlemi demektir.)

Veya dam altındaki (Güneşten gizlenen dam altında kalan şeyler; Cenâb-ı Hakkın tecelliyatından insanın enfüsi ve afaki âleminde sebebler arkasında gizlediği eşya ve hadisata işarettir.)

Küçük, hususî bağına (Yani afaki âlem; hariçte kalan herşey)

Tevcih etse; (Yani kalbini işletip nurlandırdığı nisbette hususi ve harici âlemindeki tecelliyatları görebilise… Yirmiüçüncü Söz Birinci Mebhas Birinci ve İkinci Noktada geçtiği gibi; İnsan, hususi dünyasında ne kadar hakikatlara müteveccih olursa o nispette afaki âlemini nurlandırır.)

Güneşin kıymeti nisbetinde değil, (Yani kâinatta tecelli eden esmalar nisbetinde değil)

Belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.

Diğeri ise (Zahirden hakikata geçme mesleğinde gidenlerdir.)

Âyineyi bırakır, (Yani yalnız kalbini işlettirmeyi bırakır.)

Doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, (Kur’anın ve sünnetin gösterdiği tarzda kâinat kitabını okuyup esmanın hem kendinde hemde kâinattaki tecellileri arasında münasebet kurar.)

Haşmetini görür, azametini anlar. (Kereminin, Rahmetinin, Adaletinin, Kayyumiyetinin haşmetini görür, azametini anlar.)

Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, (Yüksek dağa çıkmak: Zaman ve mekân itibari ile bütün esmanın bütün tecelliyatını görüp anlamanın ünvanı olan miraca işarettir.)

Güneşin pek geniş şaşaa-i saltanatını görür ve (Yani velayeti ile kendi cehd ve gayreti ile ehadiyet tecellisini görür.)

Bizzât perdesiz onunla görüşür. (Bizzât Zâtı ile perdesiz görüştüğünü ifade eden cümlelerden biridir. Ve böylece velayeti risalete inkılab eder.)

Sonra döner, hanesinden (Yani enfüsi his âleminden) (Enfüsi Risaleler; Mesnevî-i Nuriye, Yirmiüçüncü ve Otuzbirinci Penceredir.)

Veya bağının damından (Yani enfüsi ve afaki âlemde hakiki esbab zan olunan bütün mevcudattan)

Geniş pencereler açar, (Yani pencereler risalesi gibi risalelerle hem afaki hem enfüsi âlemde tevhid pencereleri açar. Afaki bir pencereyi kendimize tatbik edersek enfüsi olur.)

Gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyası ile (Daimi ziya doğrudan doğruya görüşmek manasını ifade ediyor. Güneşten gelen ışığa Kur’an’da ziya deniliyor. Kamerden gelen ışığa ise nur deniliyor.هُوَ الَّذ۪ى جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَٓاءً وَالْقَمَرَ نُورًا  Yunus Suresi 5. Âyet) sohbet eder, konuşur. (Cenâb-ı Hakla görüşüp konuşmak tecelli eden esmasına ayine olmakla oluyor. Eğer bu cümleyi kendimiz için düşünecek olursak bizim görüşüp konuşmamız Yaver-i Ekremi güzelce dinlemekle iyice kabul edip tam istifade etmekle Padişahın marziyatı dairesinde amel etmekle olur. Sözler 122)

(Akrabiyet-i İlahiyyenin inkişafı ile huzur makamına çıkar.)

(Eğer, Güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzât doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıdlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lâzım gelir.

Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle

Küre-i Arz kadar büyüyüp, (Küre-i Arzdaki Cenab-ı Hakkın maddi ve manevi tasarrufatını görüp)

Hava gibi ruhen inbisat edip ve (Havanın ıtlak ve ihatası gibi her yerde tecelliyatı görüp hissedip)

Kamer kadar yükselip, (Herbir esmanın yüksek mertebesine çıkmak)

Bedir gibi mukabil geldikten sonra (En nihai makam ise “ayın bedir halidir ki” her tabakadaki esmaya en nihayet mertebede hududsuz ve kayıtsız mazhar olduğunu ifade eden ism-i A’zama işarettir. Kur’anda ism-i A’zama mazhar olduğundan hakikatları azami derecede gösteriyor. Kudsiyeti ve azameti bu cihetten geliyor.)

bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin. Sözler – 198)

Ve böylece minnetdarane (Verilen nimetler adedince minnet altında kalıp o nimetlere olan ihtiyacı kadar minnette bulunarak) bir sohbet edebilir ve diyebilir:

“Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin güneş!. (Azamet ve Kibriyasını ifade eden cümlelerdir.)

Onlar gibi benim haneciğimi (enfüste), bahçeciğimi (afakta) ısındırdın (kudretinle icad ettiğin) ve ışıklandırdın (Yedi sıfatınla tasarruf ettiğin), bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi.” (Rahmetin ihatasını ifade eden cümleler)

Halbuki evvelki âyine sahibi böyle diyemez. (Biri cüziyet diğeri külliyet)

O âyine kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduddur, o kayda göredir. (Yani kalb arşındaki ehadiyetin tecellisini görmek ise mahduddur, o kayda göredir. Fakat mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir. Mektubat 448)

İşte Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samed’in tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki;

Herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne, (cehd ve gayret) esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Galib-i esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev’-i insanın manen en a’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi’rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun velayeti, risaletine mebde’ olur. (Bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi, bütün esma-i hüsnanın hepsini birden azamî mertebede görmüş demektir. Zira Yirmidördüncü Söz Birinci Dal’da da geçtiği gibi “isimler birbiri içinde görünüyor.” Dolayısıyla bir ismi azamî mertebede anlamak bütün isimleri de azamî mertebede anlamayı ve bir isme azamî mertebede ayine olmak aynı anda bütün isimlere de azamî mertebede ayine olmayı netice veriyor. İşte bu yüzden Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, hepsini birden âyine-i ruhunda gösterebilmektedir. Ömrü boyunca bu ayinedarlığı devam etmiştir.

Hem cehd ve gayret neticesinde hakikatları anlamakla elde ettiği velayet, risaletine mebde’ olup neticesinde o hakikatın anlatmakla vazifelendirilmiştir. Bizim için düşündüğümüzde bir hakikatı anlamak için cehd ve gayret göstermemiz velayetimiz, neticesinde ise bize ilham edilmesi de vazifelendirilmemiz oluyor. Artık anladığımız o hakikatı yerine getirmekle vazifeliyiz. O üstad hem abddir; ubudiyet noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenab-ı Hakk’ın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem resuldür; risalet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur’an vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder. Sözler 123)

Velayet ki; zıllden geçer, ikinci temsilin birinci adamına benzer. (Güneş temsili ile düşündüğümüzde birinci adamın elindeki ayine onu kayıtlıyordu.)

Risalette zıll yoktur, (Zıll yoktur, yani ne başka bir şeye tabidir nede zayıftır.)

doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelal’in ehadiyetine bakar, ikinci temsilin ikinci adamına benzer.

Mi’rac ise, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) keramet-i kübrası, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risalet mertebesine inkılab etmiş. (Allah’ı tanımak tecelli eden esmasını anlamak birbiri ile münasebetini kurmak ve nezaret etmek noktasında keramet göstermiş. Ve risalet vazifesiyle Velayet-i Kübra yolunu en üst makamda ders vermiştir. Diğer Peygamberler de velayet-i kübra yolunda gitmişlerdir ama o mertebeyi ulyâya çıkamamışlardır.)

Mi’racın bâtını velayettir, halktan Hakk’a gitmiş. Zahir-i Mi’rac risalettir, Hak’tan halka geliyor.

Velayet, kurbiyet meratibinde sülûktur (Yine akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı yoluyla Velayet-i Kübra mesleğinde olmakla beraber zaman içersinde terakki edildiğine işaret etmek için bu makamda kurbiyet tabiri kullanılmış.). Çok meratibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır.

(Zamanla anlaşılan hakikatın ziyadeleşmesine misal Üstadın eski Said hayatında anladığı hakikatlar ile yeni Said döneminde anladığı hakikatların arasındaki icmal tafsil farkıdır. Hakikat Çekirdekleri, Lemaat Çekirdekler Çiçekleri, Mesnevi-i Nuriye fidanlığı Külliyat ise ağaç olmuş şeklidir.

Ayrıca Risale-i Nurda aynı mevzuda olan yerlerinde izah ve ihata derecesi aynı değildir. Misal olarak Altıncı Şua tahiyyat bahsi icmal iken Onbeşinci Şuada tafsilli olarak izah edildiğini görüyoruz. Bunun daha da tafsillisi..)

Nur-u a’zam olan risalet ise, akrebiyet-i İlahiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyale kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: “Bir anda dönmüş gelmiş.”

Şimdi makam-ı istima’da bulunan mülhide deriz ki: (Makam-ı istimadaki mülhide önce mütekellim olan Allah’ın varlığı sonra en a’zamî mertebede O’na muhatab olan Muhammed-i Arabî Sallallahü Aleyhi Vesellemin risaleti gösterilmiştir. Netice olarak böyle bir mütekellim ve muhatabın görüşe bilecekleri tek yol mi’rac, tek makam da kab-ı kavseyndir.)

1- Madem bu kâinat, gayet muntazam bir memleket (Memleket intizam ve Mâlik-i Zülcelali gösterir), gayet muhteşem bir şehir (Şehir intizam içinde haşmeti ve Hâkim-i Zülkemali gösterir), gayet müzeyyen bir saray hükmündedir. (Saray zîneti ve Sâni’-i Zülcemali gösterir)

Elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır. Madem böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelal, bir Hâkim-i Zülkemal, bir Sâni’-i Zülcemal vardır.

2- Hem madem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve (Akıl defterindeki havas) havas ve duygularıyla umumuna münasebetdar ve nazarı küllî olan bir insan vardır.

(İki hakikatın hüküm cümlesi)

Elbette o Sâni’-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumî şuurlu olan insan ile ulvî, a’zamî bir münasebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitabı ve âlî bir teveccühü olacaktır.

(Muhatabın makamının yüksekliğini isbat edecek)

Hem madem Âdem Aleyhisselâm’dan şimdiye kadar şu münasebete mazhar olanların içinde âsârının şehadetiyle, yani (Âsârı iki kısımda gösterilmiştir)

  • Küre-i Arz’ın nısfını (Kıt’a itibariyle daire-i tasarrufuna aldığı)
  • Ve nev’-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı (Cenâb-ı Hakkın bütün maksadlarının anlatılmasındaki tasarrufat dairesi)
  • Ve kâinatın şekl-i manevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi,

en a’zamî bir mertebede o münasebeti Muhammed-i Arabî Sallallahü Aleyhi Vesellem göstermiştir.

Öyle ise, o münasebetin en a’zamî bir mertebesinden ibaret olan Mi’rac, ona elyak ve ona evfaktır.

İKİNCİ ESAS

Hakikat-ı Mi’rac nedir?

Elcevab: Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) meratib-i kemalâtta seyr ü sülûkünden ibarettir. (Meratib-i kemalâtta seyr ü sülûk iki dairede olduğundan mi’rac dahi iki kısımdır. Biri tanımaktaki kemalatı gösteren mi’rac-ı imanidir, diğeri mukabele etmekteki kemalatını gösteren mi’rac-ı ubudiyetidir.)

Yani, Cenab-ı Hakk’ın

1- Tertib-i mahlukatta tecelli ettirdiği (Tertib-i mahlukat Âyet-ül Kübra’nın mertebelerine işarettir.) ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve (Bu cümle ile birinci temsildeki ayrı ayrı esmayı tanımak hakikatına işaret edilmiştir. Geniş izahatı ise Yirmidördüncü sözde yapılmıştır.)

2- Saltanat-ı rububiyetinde teşkil ettiği devair-i tedbir ve icadda ve (Onsekizbin âleme işarettir. İkinci temsilde izah edilecek.

İşte şu sırdandır ki sure-i قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ de üç ünvan ile istiazeyi emrediyor. Sözler 335)

3- O dairelerde birer arş-ı rububiyet ve birer merkez-i tasarrufa medar olan bir sema tabakasında (Bu cümle ile ikinci temsildeki herbir esmanın pek çok mertebeleri olduğu ve herbirinin bir arşı olduğu hakikatına işaret edilmiştir. Geniş izahatı ise Onaltıncı Söz’de yapılmıştır.)

gösterdiği âsâr-ı rububiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle,

(Ayrı ayrı bütün esmayı tanımanın, herbir esmanın pek çok mertebeleri ve herbirinin bir arşı olduğunu aklen ruhen kalben anlamanın neticesi olarak gözü ve kulağı ile de göstermek için mi’raca mazhar etmiştir. Bu tanımanın neticesi ise

  • Bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi’ olmak, yani bütün esmanın iktizalarını yerine getirmek kişiye kemalât kazandırır.
  • Bütün tecelliyat-ı ilahiyeye mazhar olmak, yani kâinatta tecelli eden bütün esmanın ehadiyet sırrıyla tecelliyatna mazhar olmaktır.
  • Bütün tabakat-ı kâinata nâzır olmak yani kâinatta tecelli eden bütün esmayı görmek bütün esmanın kişide tecelli etmesini iktiza eder.
  • Saltanat-ı rububiyetin dellâlı olmak yani herbir esmanın saltanatını ve terbiye etme keyfiyetini beşere anlatmakla dellallık etmiştir.
  • Marziyat-ı ilahiyenin mübelliği olmak yani herbir esmanın rızası dairesinde hareket etmeyi ders vermiştir.
  • Tılsım-ı kâinatın keşşafı olmaktır. Yani celal ve cemalini kâinatta görüp keşfetmiştir.

Bu hakikatlara mazhar olan Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın menzilden menzile, daireden daireye seyahati esnasında o menzil ve daireye nezaret eden farklı suretlerde temessül eden melâikeler teşbih suretinde buraka binmek olarak ifade edilmiştir. Yoksa hakikatta buraka binmeye ihtiyaç yoktur. Belki o cennet hayvanı hakikatte bir melek de olabilir. Hem bu hakikat şöyle bir ince manaya işaret eder ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ömrü boyunca anladığı ve zevkettiği manalarar nezaret eden melâikeler vardır. Herbir mü’minin bu hakikattan derecesine göre bir mertebesi vardır.)

O abdi,

  • Hem bütün kemalât-ı insaniyeyi câmi’,
  • Hem bütün tecelliyat-ı ilahiyeye mazhar,
  • Hem bütün tabakat-ı kâinata nâzır ve
  • Saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve
  • Marziyat-ı ilahiyenin mübelliği ve
  • Tılsım-ı kâinatın keşşafı yapmak için;

Burak’a bindirip, berk gibi semavatı seyrettirip, kat’-ı meratib ettirerek, kamer-vari (Kamer-vari denilmesi, kamerin suret değiştirmesi gibi herbir tabakada tecelli eden esmanın farklı olduğunu ifade etmek içindir. Peygamber Efendimiz (A.S.M.) hangi sema tabakasında seyahat etti ise o tabakada tecelli eden esmanın en nihayet tecelisine mahzardır. Bakanlıklar gibi. En nihai makam ise “ayın bedir halidir ki” İsm-i A’zam’a mazhariyeti ifade eder. Başbakanlık gibi.)

(İsm-i A’zam’ın Hayat olduğunun üç delili:

1- Hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Şualar 147

2- Evliyanın serveri Hay İsmine mazhar olan Gavs-ı A’zam Abdülkadir Geylanî

3- İsm-i A’zam’ı içinde bulunduğu beyan edilen âyetlerin hepsinde Hay İsminin bulunmasıdır.)

(Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve Kamer kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin. Sözler – 198)

menzilden menzile, daireden daireye rububiyet-i İlahiyeyi temaşa ettirip, o dairelerin semavatında makamları bulunan ve ihvanı olan enbiyayı birer birer göstererek, tâ Kab-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar kılmıştır. (Ehadiyet ile kelamından maksad Zâtını bizzat gördüğünü ifade etmek içindir. Bu cümlede Cenab-ı Hakkın Zâtı ile olan görüşme kab-ı kavseyn makamında rü’yetine mazhariyet olarak ifade edilmiştir. Altıncı Sualin cevabında “mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak” cümlesinden anlaşılan mana; daire-i vücub noktası demek imkan dairesinde görünen tecelliyatın bitip bizzat Zâtıyla görüşütüğünü isbat eder.

Zira Cenâb-ı Hak (C.C.) nasıl ki senin yanında hazırdır. Aynı zamanda bütün her şeyin de yanındadır. Öyle ise sen, kendi cihetinden onun yanında olman için; ancak her şeyin yanında olabildiğin vakit, (yani öyle bir makam-ı külliyete çıkabildiğin zaman) onun yanında olabilirsin. Ayrıca bundan sonra da, imkân ile vücûb arasındaki hadsiz bir mesafe karşına çıkar ki; sen şu acib bu’diyeti kat’edip de, ulaşmak ve onun kurbüne vusül bulmak nasıl mümkün olabilir. Daha bundan başka da, yani imkân ve vücub arasındaki hadsiz mesafeden sonra da, sonsuz seradikat-ı tecelliyat vardır. Ve bunların ötesi ise, ölüm ve helakettir. A. Badıllı B.M.)

Şu yüksek hakikata “iki temsil” dûrbîni ile bakılabilir.

Birincisi:

Yirmidördüncü Söz’de izah edildiği gibi;

Nasılki bir padişahın (Cenâb-ı Hakk’ın unvan, nam ve isimlerinin menbaı üç kısımda izah edilmiştir.)

  • Kendi hükûmetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları (Meselâ: Daire-i adliye onu “Hâkim-i Âdil” namıyla yâd eder. Daire-i askeriye onu “Kumandan-ı A’zam” namıyla bilir. Daire-i meşihat onu “Halife” ismiyle zikreder. Daire-i mülkiye onu “Sultan” namıyla tanır. Sözler 179)
  • Ve raiyetinin tabakalarında başka başka namve vasıfları (Muti’ ahali ona “Merhametkâr Padişah” derler. Âsi insanlar ona “Kahhar Hâkim” derler. Daha bunlara kıyas et. Sözler 179)
  • Ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isimve alâmetleri vardır. (Cenâb-ı Hakkın saltanatının mertebelerine göre aldığı isimlerin tafsilli izahatı ikinci temsilde yapılacaktır. Semavat ve Arz’ın Rabbi, o Şems-üş Şümus ve Şi’ra’nın Hâlıkı Barla Lahikası 325)

(Çok esmaya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtela olan insan, münacatında, istiazesinde çok isimleri zikreder. Nasılki nev’-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında binbir ismiyle dua ediyor. Sözler 335)

Meselâ: Adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı a’zam ve ilmiyede halife ve hâkeza.. sair isim ve ünvanları bulunur.

Herbir dairede birer manevî tahtı hükmünde olan makam (Cenâb-ı Hakkın esmasının külli tecellisine makam tabiri yapılmış) ve iskemlesi (Cenâb-ı Hakkın esmasının cüz’i tecellisine iskemle tabiri yapılmış) bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakat-ı hükûmetin mertebelerinde, bin isim ve ünvana sahib olabilir. Birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir.

Güya o hâkim,

Herbir dairede şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır bulunur, bilir. (Şahsiyet-i maneviye haysiyetiyle bulunması; hâkim ismi için düşündüğümüzde, herbir esmanın o daire içinde tecelli etmesiyle her mü’min mertebesine göre Cenab-ı Hakkın bir şahsiyet-i manevîyesiyle görüşebilir. Telefonuyla mevcud ve hazır olması; İşitmek, duymak, görmek gibi sıfatlarının o daireye olan nisbetine bir işarettir.)

Ve her tabakada kanunuyla, nizamıyla, mümessiliyle görünür, görür. (Mi’racta herbir sema mertebesine nezaret edem Peygamberler ve melâikeler mümessil olarak teşbih edilmiştir.)

Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar.

Ve her bir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır. Tabakatları birbirinden başkadır.

İşte böyle bir sultan, istediği bir zâtı, bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şahanesini ve evamir-i hâkimanesini gösterip, daireden daireye, (esmadan esmaya) tabakadan tabakaya (esmanın cüz’iyetten külliyete) gezdirip, tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taalluk eden bazı evamir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdi’ eder, gönderir.

İşte bu misal gibi;

Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabb-ül Âlemîn için, rububiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı fakat birbirine bakar şe’n ve namları vardır.

Ve uluhiyetinin dairelerinde başka başka fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. (İşte saltanat-ı uluhiyet Rahman, Rezzak, Vehhab, Hallak, Fa’al, Kerim, Rahîm gibi pek çok esma-i mukaddeseyi hakikî olarak iktiza ediyor. Mektubat 84)

Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı fakat birbirine benzer tecelli ve cilveleri vardır.

Ve kudretinin tasarrufatında başka başka, fakat birbirini ihsas eder ünvanları vardır. (Kudretin tasarrufatında musavvir, müzeyyen mülevvin gibi esmalarda görünür.)

Ve sıfatlarının tecelliyatında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhuratı vardır. (Kadir, Kelam sıfatları gibi.)

Ve ef’alinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder tasarrufatı vardır.

Ve rengârenk san’atında ve masnuatında çeşit çeşit, fakat birbirini temaşa eder haşmetli rububiyeti vardır.

(Kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuştur. Sözler 334)

İşte şu sırr-ı azîme binaen kâinatı hayret-feza acib bir tertib ile tanzim etmiş. En küçük tabakat-ı mahlukattan olan zerrattan tâ semavata ve semavatın birinci tabakasından tâ arş-ı a’zama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Her bir sema, bir ayrı âlemin damı ve rububiyet için bir arş ve tasarrufat-ı İlahiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakatta çendan ehadiyet itibariyle bütün esma bulunabilir. Bütün ünvanlarla tecelli eder. Fakat nasılki adliyede hâkim-i âdil ünvanı asıldır, hâkimdir. Sair ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tâbi’dir. Öyle de, herbir tabakat-ı mahlukatta, herbir semada bir isim, bir ünvan-ı İlahî hâkimdir. Sair ünvanlar da onun zımnındadır.

Meselâ: İsm-i Kadîr’e mazhar Hazret-i İsa Aleyhisselâm, hangi semada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile görüştü ise; işte o sema dairesinde Cenâb-ı Hak Kadîr ünvanıyla bizzât orada mütecellidir.

Meselâ: Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın makamı olan sema dairesinde en ziyade hükümferma, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın mazhar olduğu “Mütekellim” ünvanıdır ve hâkeza…

(İşte bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Risale-i Nur, bu birinci hakikatı kuvvetli bürhanlar ile isbat ve bir derece izah ettiğinden, bu denizden bu mezkûr katre ile şimdilik iktifa ediyoruz. Şualar 147)

İşte Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır. Elbette bütün devair-i rububiyetle alâkadardır. Elbette o dairelerde makam sahibi olan Enbiyalarla görüşmek ve umum tabakattan geçmek; hakikat-ı Mi’racı iktiza ediyor.

İkinci Temsil:

Nasılki bir sultanın ünvanlarından olan “Kumandan-ı A’zam” ünvanı, devair-i askeriyenin serasker dairesi gibi küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz’î ve hususî herbir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Meselâ: Bir nefer; o kumandanlık ünvan-ı a’zamının nümunesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda; çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa, o vakit kumandanlık nümunesini ve cilvesini mülazım dairesinde görür. O makamda ona mahsus bir iskemle bulunur. Ve hâkeza… Yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden her birinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık ünvanını görür. (Nefer en geniş manasında askerliği ifade etmek için kullanılmış. Yoksa rütbeyi ifade etmiyor. Çünkü müşir dahi bir askerdir.)

Şimdi bir neferi o kumandan-ı a’zam, bütün devair-i askeriyeye taalluk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devairi görüp ve görünecek bir makam vermek istese; elbette o kumandan-ı a’zam o neferi, onbaşı dairesinden tut tâ daire-i a’zamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.

(Öyle de: Emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik; güneşler ve yıldızlar, emirber neferi hükmünde olan Zât-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse, zulmanî ve nurani, yani maddî ve ekvanî ve esmaî ve sıfâtî yetmiş binler hicabdan geçmek, her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak, gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında mürur edip tâ ism-i a’zamına mazhar olan arş-ı a’zamına uruc etmek; eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir. Meselâ: Sen, ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen; senin hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın hâlıkı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir. Yoksa zılde kalırsın, yalnız cüz’î bir cilveyi bulursun.

Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin meratibinde müşir ve ferik gibi vasıtalar koymuştur. Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ olan Kadîr-i Mutlak, vasıtalardan müstağnidir. Vasıtalar, sırf zahirîdirler; perde-i izzet ve azamettirler. Ubudiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-ı rububiyetine dellâldırlar, temaşagerdirler. Muini değiller, şerik-i saltanat-ı rububiyet olamazlar. Sözler 198)

(Temsil aklen mes’eleyi vuzuhla izah ettiği halde mümkinat cinsinden bir temsil olması cihetiyle; Cenab-ı Hakk hakkında kalbi karartacak noksanlıkları olmasından dolayı nazarımızı temsilden kaldırıp Vacib-ül Vücud olan Zât-ı Zülcelal’in kudsî mahiyetine bakmak gerekmektedir. Bu münasebetle altta bir nokta-i nazar verilecek.)

Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki: Padişah eğer âciz olmazsa, surî olduğu gibi, manevî cihetinde de iktidarı olsa; o vakit ferik, müşir, mülazım gibi eşhası tevkil etmez. Bizzât her yerde bulunur. Yalnız bazı perdeler altında ve makam sahibi eşhasın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bazı veliyy-i kâmil olan padişahlar; çok dairelerde, bazı eşhas suretinde icraatını yaptığı rivayet edilir.

Şu temsil ile baktığımız hakikat ise: Acz, onun içinde olmadığı için, doğrudan doğruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ı a’zamdan geliyor. Onun emriyle, iradesiyle, kuvvetiyledir.

İşte şu temsil gibi; Hâkim-i Arz ve Semavat, “Emr-i Kün Feyekûn”e mâlik, Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında cereyan eden ve kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan, evamir ve kumandanlığının şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata kadar olan tabakat-ı mahlukat ve tavaif-i mevcudatta küçük-büyük, cüz’î-küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor. (Tabakat-ı mahlukat Âyet-ül Kübra’nın ikinci mertebesinden onuncu mertebesine kadar mertebeleri düşünebiliriz. Semavat ise tasarruf merkezidir.)

Şimdi, bütün kâinattaki makasıd-ı ulya (Cenab-ı Hakkın kendini tanıttırmak istemesi en âli makasıd) ve netaic-i uzmayı (Esmanın tecelliyatının âhirette tecelli etmesi en azami bir netice) anlayacak

Ve bütün tabakatın ayrı ayrı vezaif-i ubudiyetlerini görmekle, Zât-ı Kibriya’nın saltanat-ı rububiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşahede ederek, o zâtın marziyatı ne olduğunu anlamak

Ve onun saltanatına dellâl olmak için, alâküllihal o tabakat ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır.

Tâ daire-i a’zamiyesinin ünvanı olan Arş-ı A’zamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn’e, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir ki; şu seyr ü sülûk ise, Mi’racın hakikatıdır.

(Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir? Sözler 571 Bu makamda aklen mümkün olmakla beraber emsalinin de var olduğu isbat edilecek.)

1- Herbir insan aklıyla hayal sür’atinde seyeranı,

2- Herbir veli kalbiyle berk sür’atinde cevelanı

3- Ve cism-i nuranî olan herbir melek ruh sür’atinde Arştan Ferşe, Ferşten Arşa deveranı,

4- Ehl-i Cennet’in insanları, Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden Cennet’e çıkmaları olduğu gibi;

Nur ve nur kabiliyetinde (Nur ve nur kabiliyetinde olması hakikatları anlamak noktasında hiçbir kayıt altında olmadığına, herbir dairede ve bir dairenin bütün mertebeleri noktasında uzak yakın bir olduğuna işarettir.) ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammedî’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıyoruz.

Birinci Sual:

Hatıra geliyor ki, o mülhid kalbinden der: “Ben Allah’ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum, nasıl Mi’raca inanacağım?”

Biz de deriz ki: (Yedi kısımda Allah’a ve Peygambere iman hakikatı izah edilecek netice olarak elhasıl cümlesiyle mi’rac müşrike dahi isbat edilecek.)

(Birinci kısımda Allah’ın varlığı üç cihette isbat edilecek.)

1- Madem şu kâinat ve mevcudat var ve içinde ef’al ve icad var. Hem madem muntazam bir fiil, fâilsiz olmaz.

2- Manidar bir kitab, kâtibsiz olmaz.

3- San’atlı bir nakış, nakkaşsız olmaz.

Elbette şu kâinatı dolduran ef’al-i hakîmanenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim-be-mevsim tazelenen hayretfeza nukuşlarının, manidar mektubatının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır.

(İkinci kısımda Allah’ın birliği iki cihetle isbat ediliyor.)

1- Hem madem bir işde iki hâkimin bulunması, o işin intizamını bozuyor.

2- Hem madem sinek kanadından tâ semavat kandiline kadar mükemmel bir intizam var.

Öyle ise, o hâkim birdir.

(Üçüncü kısımda şirkin muhal olduğunu her şeydeki san’at ve hikmet itibariyle isbat ediyor.)

(Bir olmazsa) çünki herşeyde san’at ve hikmet o derece acibdir ki; o şeyin sâni’i, herbir şeye muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede kadîr-i mutlak olmak lâzım gelir. Öyle ise bir olmazsa, mevcudat adedince ilahların bulunması lâzım gelir. O ilahlar hem birbirine zıd, hem birbirine misil olacaklar ve o halde şu acib intizam bozulmamak, yüzbin defa muhaldir.

(Dördüncü kısımda kâinatın emre itaati arkasında Hâkim-i Mutlak’ın vücudunu gösteriyor.)

1- Hem madem şu mevcudatın tabakatı, bir ordudan bin defa daha muntazam bir emir ile hareket ettiği bilbedahe görünüyor.

2- Yıldızların, güneş ve kamerin muntazaman hareketlerinden tut, tâ badem çiçeklerine kadar herbir taife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir surette Kadîr-i Ezelî’nin o taifeye verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve tayin ettiği harekâtı, bin defa ordudan daha muntazam bir tarzda izhar ediyor.

Öyle ise şu kâinatın mevcudatı, (onun emrine bakar ve imtisal eder) perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlak’ı vardır.

(Beşinci kısımda Hakikatın iktizası: Hâkim-i Mutlak’ın eşya üzerinde görünen fiilleri arkasında tecelli eden esma (Sultan-ı Zülcelal, Rahîm bir Rab, san’atını çok sever bir Sâni, Hâlık-ı Hakîm) ile tezahür eden Rububiyet hakikatı izah edilecek.)

  • Hem madem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmane şehadetiyle, hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle bir Sultan-ı Zülcelal’dir.
  • Hem gösterdiği ihsanat ile, gayet Rahîm bir Rab’dir.
  • Hem izhar ettiği güzel san’atlarıyla, san’atperver ve san’atını çok sever bir Sâni’dir.
  • Hem gösterdiği tezyinat ve merak-aver san’atlarıyla, zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celbetmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîm’dir.
  • Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyir-ül ukûl tezyinatın ne demek olduğunu ve mahlukat nereden gelip nereye gideceğini, rububiyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor.

Elbette bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni’-i Alîm, rububiyetini göstermek ister.

(Altıncı kısımda Hikmetin iktizası: Zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek isteyen Rahîm bir Rabb’in hikmeti, rububiyetini ilân edecek bir mübelliğ, bir muallim, bir rehberin vücudunu iktiza ettiği izah edilecek.)

Hem madem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lütuf ve merhamet ve garaib-i san’at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister.

  • Elbette zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyatı ne olduğunu, bir mübelliğ vasıtasıyla bildirecektir.
  • Öyle ise zîşuurlardan birisini tayin edip, onun ile o rububiyetini ilân edecektir.
  • Ve sevdiği san’atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip, teşhire vasıta edecektir.
  • Ve o ulvî makasıdını sair zîşuurlara bildirmekle kemalâtını izhar etmek için, birisini muallim tayin edecektir.
  • Ve şu kâinatta dercettiği tılsımı ve şu mevcudatta gizlediği muamma-i rububiyeti manasız kalmamak için, herhalde bir rehber tayin edecektir.
  • Ve gösterdiği ve enzarın temaşasına neşrettiği mehasin-i san’at, faidesiz ve abes kalmamak için; onlardaki makasıdı ders verecek bir rehber tayin edecektir.

Hem marziyatını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkinde bir makama çıkaracak ve marziyatını ona bildirecek, onlara gönderecektir.

Madem hakikat ve hikmet böyle iktiza ediyor ve

(Yedinci kısımda Peygambere iman hakikatı isbat ediliyor. Madem kâinatta tezahür eden Rububiyet hakikatı, bir muallim ve rehber vasıtasıyla kendini tanıttırmasını hikmeten iktiza ediyor.)

Şu vezaife en elyak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Çünki bilfiil en mükemmel bir surette o vazifeleri yapmıştır.

Bu vazifeleri en güzel bir surette yaptığına iki delil

  • Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve
  • Gösterdiği nur-u İslâmiyet, bir şahid-i âdil ve sadıktır.

Öyle ise o zât, doğrudan doğruya bütün kâinatın fevkine çıkıp, bütün mevcudattan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki; bütün mahlukatın Hâlıkı ile umumî, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte Mi’rac dahi, bu hakikatı ifade ediyor.

Elhasıl:

  • Madem şu azîm kâinatı mezkûr maksadlar gibi çok azîm makasıd ve çok büyük gayeler için şu surette teşkil, tertib ve tezyin etmiştir.
  • Hem madem şu mevcudat içinde, şu umumî rububiyeti, bütün dekaikı ile; şu azîm saltanat-ı uluhiyeti, bütün hakaikı ile görecek insan nev’i vardır.

Elbette o Hâkim-i Mutlak, o insan ile konuşacaktır, makasıdını bildirecektir. (Cenab-ı Hakk’ın maksadlarını esmaları adedince düşünebiliriz. Meselâ; Küddüs isminin maksadı kâinat büyüklüğündeki maddi manevi kirlerin Allah tarafından temizlendiğini görmek iken marziyatı ise bizim maddî ve manevî kirlerden temzlenmemizdir.)

  • Madem her insan cüz’iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip, en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor.
  • O Hâkim’in küllî hitabına bizzât muhatab olamıyor.

Elbette o insanlar içinde bazı efrad-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar;

tâ iki cihetle münasebeti bulunsun.

  • Hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun.
  • Hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun.

Şimdi madem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâni’inin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden (Mahlukat canibinden bakıldığında insan ve kâinat nereden geliyor, nereye gidiyor, necisin sualleri tılsım olmuş) ve hilkatin muammasını açan (Cenab-ı Hak canibinden bakıldığında yaratılıştaki maksadlar muamma olmuş) ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden (Enfüsi ve afaki, bizzat veya neticesi itibariyle mehasini gören) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Elbette bütün efrad-ı insaniye içinde öyle bir manevî seyr ü sülûkü olacaktır ki; (Manevî seyr ü sülûk velayeti ile yukarıdaki maksadları görüp marziyatını yerine getirmesidir.) cismanî âlemde seyr ü seyahat suretinde bir Mi’racı olacaktır. “Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. İşte Mi’rac budur.

İkinci Sual:

Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi’! Sen kalbinden diyorsun ki: “Nasıl inanayım, herşeyden daha yakın bir Rabb’a binler sene mesafeyi kat’edip, yetmişbin perdeyi geçtikten sonra onunla görüşmek ne demektir?”

Biz de deriz ki: Cenab-ı Hak herşeye, herşeyden daha yakındır. Fakat herşey, ondan nihayetsiz uzaktır.

Nasılki Güneş’in şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki âyine vasıtasıyla seninle konuşabilir. İstediği gibi sende tasarruf eder. Belki âyine-misal senin gözbebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dörtbin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakki etsen, Kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan, ona yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin. (Güneş temsiliyle bütün esma veya birtek esma ile Cenab-ı Hakkı tanımaya işaret edilmiştir.)

Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelal herşeye herşeyden daha yakın olduğu halde; herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudatı kat’edip, cüz’iyetten çıkıp, külliyetin meratibinde gitgide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcudata muhit bir ismine yanaşır, ondan daha ileride çok meratibi kat’eder. Sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.

Hem meselâ:

Kurbiyet: Bir nefer, kumandan-ı a’zamın şahs-ı manevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını onbaşılıkta gördüğü küçük bir nümune ile gayet uzak bir mesafede, manevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakikî onun şahs-ı manevîsiyle kurbiyet ise; mülazımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok meratib-i külliyeden geçmek lâzım geliyor.

Akrabiyet: Halbuki kumandan-ı a’zam; emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle, -sureten olduğu gibi manen de kumandan ise- bizzât zâtıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat Onaltıncı Söz’de gayet kat’î bir surette isbat edildiğinden, ona iktifaen burada kısa kesiyoruz. (Askerlik temsiliyle birtek esmanın en cüz’i dairesinden en külli dairesindeki tecelliyata bakmaya işaret ediliyor.)

Üçüncü Sual:

Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin: “Ben semavatı inkâr ediyorum, melaikelere inanmıyorum. Semavatta birinin gezmesine, melaikelerle görüşmesine nasıl inanayım?”

(Semavatın tabakalarının ve melaikenin vücudu isbat edilecek. Sonra semavatta birinin gezebileceği ve melaikelerle görüşebileceği isbat edilecek.)

Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek, elbette müşkildir. Fakat hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için biz de deriz ki: (Risale-i Nur’da semavata dair mevzular İşarat-ül İ’caz’da ve Onikinci Lem’ada izahat edilmiştir. Onbirinci Lem’ada Sünneti Seniyyenin basamakları, Onikinci Lem’ada da vücud, hayat ve hayatın rızıkla devamı hakkında Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vermiş olduğu derstir. Bu derste evvelâ vücud mertebeleri yedi kat semavat ve yedi tabaka arzın vücudunun isbatı yapılmıştır.)

(Semavatın, vücuduna birinci delil: Fezanın esirle dolu olup muhtelif teşkilat bulunmasından her teşekkülatın ayrı bir vaziyeti ve o vaziyete göre ahkâmları vardır. Ahkâmın muhtelif olması menşei olan semavatın muhtelif olduğunu gösterir.)

Feza-yı ulvî, bilittifak “esîr” ile doludur. Ziya, elektrik, hararet gibi sair seyyalat-ı latife, o fezayı dolduran bir maddenin vücuduna delalet eder.

Mesela: Meyveler ağacını (Meyve yıldıza, ağaç esir maddesine işarettir.), çiçekler çimenlerini (Çiçek yıldıza, ağaç esir maddesine işarettir.), sünbüller tarlalarını, balıklar denizini bilbedahe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi bizzarure menşe’lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu, aklın gözüne sokuyorlar.

Madem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var. Muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor.

Öyle ise o ahkâmların menşe’leri olan semavat, muhteliftir.

(Semavatın, vücuduna ikinci delil kâinatın misal-i musağğarı olan insanın cismanî vücudundan başka akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudları bulunduğu gibi kâinatın âlem-i şehadete bakan semasından başka âlem-i berzah, âlem-i misal, âlem-i âhiret gibi gayb âlemlerine bakan muhtelif seması dahi vardır.)

İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var.

Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine (Arz ve cennet cismanî âlemlerdir.) kadar herbir âlemin birer seması vardır. (Âlem-i zerrat, âlem-i ervah, âlem-i arz, alem-i berzah, âlem-i âhiret, âlem-i misal, âlem-i mana ve bütün âlemleri içine alan Ârş-ı A’zamdır.)

(Hikmetin iktizasıyla mesken ile zihayat arasındaki münasebet nazara verilerek melaikenin vücudu isbat ediliyor.)

Hem melaike için deriz ki:

Seyyarat içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz; mevcudat içinde en kıymetdar ve nuranî olan hayat ve şuur, hesabsız bir surette onda bulunuyorlar.

Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir.

Pek kat’î bir surette İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirimde ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyetinde, semavatın hem vücudu, hem taaddüdü isbat edildiğinden ve melaike hakkında Yirmidokuzuncu Söz’de iki kerre iki dört eder kat’iyyetinde, melaikelerin vücudunu isbat ettiğimizden, onlara iktifaen burada kısa kesiyoruz.

Elhasıl: Semavat

1- Esîrden yapılmış; elektrik, ziya, hararet, cazibe gibi seyyalat-ı latifenin medarı olmuş (Sâni’-i Zülcelal’in gayet latif, nazenin, muti’, müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı ve zaîf bir perde-i tasarrufatı ve latif bir midad (mürekkeb)-ı kitabeti ve en nazenin bir hulle-i icadatı ve bir maye-i masnuatı ve bir mezraa-i hububatı olan “esîr” maddesini Lem’alar 342

Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip “zebed” köpük kesilmiştir; sonra Arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in’ikad etmiş, vücuda gelmiştir.

Hikmet-i cedidenin nazariyatı ise şu merkezdedir ki: Görmekte olduğumuz manzume-i şemsiye ile tabir edilen güneşle ona bağlı yıldızlar cemaatı, basit bir cevhere imiş; sonra bir nevi’ buhara inkılab etmiştir; sonra o buhardan, mayi-i nârî hasıl olmuştur; sonra o mayi-i nârî bürudet ile tasallüb etmiş yani katılaşmış, sonra şiddet-i hareketiyle bazı büyük parçaları fırlatmıştır. O parçalar tekâsüf ederek seyyarat olmuşlardır; şu Arz da onlardan biridir. İşarat-ül İ’caz 187)

2- Ve hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ işaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsaid olmuş

Ve Samanyolu denilen “Mecerret-üs Sema”dan tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i arzdan, tâ âlem-i berzaha, âlem-i misale, tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.

Dördüncü Sual:

Hem hatıra gelir ki: Ey mülhid! Sen dersin: “Bin müşkilât ile tayyare vasıtasıyla ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabilir. Nasıl, bir insan cismiyle binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat’eder, gider, gelir?”

(Bu suale Cenab-ı Hak canibinden baktırarak evvelâ kudret cihetiyle Peygamberimizi (A.S.M.) binler sene mesafeyi birkaç dakika zarfında kat ettirebileceği isbat edilecek sonrada gezdirmedeki hikmet, rahmet ve muhabbet şuunatıyla izah edilecek.)

Biz de deriz:

Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmibeş bin senelik mesafeyi, bir senede kat’ediyor.

Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelal; bir insanı, arşa getiremez mi?

Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbanî ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi arş-ı Rahman’a çıkaramaz mı?

Beşinci Sual:

Yine hatıra gelir ki, diyorsun: “

1- Haydi çıkabilir, niçin çıkmış?

2- Ne lüzumu var (Cesedi ile çıkmasının ne lüzumu var)?

3- Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?”

(Bu sualde Cenab-ı Hak canibinden Mi’racın üç hikmeti izah ediliyor.)

Biz de deriz ki:

Madem Sâni’-i Zülcelal, (Haydi çıkabilir, niçin çıkmış? sualine altta üç cihette cevap verilecek.)

  • Mülk ve melekûtundaki âyât-ı acibesini göstermek
  • Ve şu âlemin tezgâh ve menba’larını temaşa ettirmek
  • Ve a’mal-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş.

Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temaşa eden kulağını, Arş’a kadar beraber alması lâzım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arş’a kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir.

(Cesedi ile çıkmasının ne lüzumu var? sualine alttaki cümle ile cevap verilecek.)

Nasılki Cennet’te, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünki pekçok vezaif-i ubudiyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan ceseddir.

Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır.

(Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter? sualine alttaki cümle ile cevap verilecek.)

Madem Cennet’e cisim, ruh ile beraber gider.

Elbette Cennet-ül Me’va (Cennet-ül Me’va mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netaic-i a’mallerinin ve cin ve insin semerat-ı ef’allerinin avalim-i ulviyede temessül ettiği âlemdir.) gövdesi olan Sidret-ül Münteha’ya (Sidret-ül Münteha bütün imkan âlemine dair herşeyin bulunduğu bir âlem) uruc eden Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) ile cesed-i mübarekini refakat ettirmesi, ayn-ı hikmettir.

Altıncı Sual:

Yine hatıra gelir ki, dersin: “Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’etmek, aklen muhaldir?”

(Bu suale mahlukat canibinden baktırarak birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’etmenin aklen mümkün olduğu isbat edilecek.)

Biz de deriz ki:

Sâni’-i Zülcelal’in san’atında harekât, nihayet derecede muhteliftir.

Meselâ: Savtın sür’atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malûm.

Seyyaratın dahi fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir.

Acaba latif cismi, urucda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi’ olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?

Hem on dakika yatsan, bazı olur ki bir sene kadar hâlâta maruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rü’yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır.

Demek oluyor ki: Bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.

Şu manaya bir temsil ile bak ki:

İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki; o saatta on iğne var.

Birisi, saatleri gösterir.

Biri de, ondan altmış defa daha geniş bir dairede dakikayı sayar.

Birisi, altmış defa daha geniş bir daire içinde sâniyeleri;

diğeri, yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ âşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farz ediyoruz.

Faraza saati sayan ibrenin dairesi, küçük saatimiz kadar olsa; herhalde âşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir.

Şimdi iki şahıs farzediyoruz:

Biri, saati sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin harekâtına göre temaşa ediyor.

Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş.

Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pekçok farkları vardır.

İşte zaman, (çünki) harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta cari olan bir hüküm, zamanda dahi caridir.

İşte bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi, aynı zamanda, o muayyen saatte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, burak-ı tevfik-i İlahîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’edip, acaib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemal-i İlahîye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.

Yedinci Sual:

Yine hatıra gelir ki: Dersiniz: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki’ olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?”

(Bu sualde, aklen mümkün olmakla beraber emsalinin de var olduğu isbat edilecek.)

Biz de deriz ki:

Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ:

1- Her zînazar gözüyle yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir sâniyede çıkar. (Cenâb-ı Hakk’ın bütün san’atlarına nezaret eden Resul-ü Ekrem’de (A.S.M.) bütün san’atlarına birden nazar edebilir.)

2- Her zîilim aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. (Cenâb-ı Hakk’ın bütün san’atlarını Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ilmen bilebilir.)

3- Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi’rac ile kâinatı arkasına atıp, huzura kadar gider. (Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna Mi’rac ile kâinatı arkasına atıp imanen çıkabilir.)

4- Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zâtların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada arşa kadar uruc-u ruhanîleri oluyor. (Cenâb-ı Hakk’ın ism-i a’zamına, herbir esmasına ve sıfatına ruhen uruc edebilir.)

5- Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. (Cenâb-ı Hakk’ın tasarruf merkezi olan arşa cism-i nuranisi ile kısa bir zamanda gidebilir.)

6- Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. (Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna cism-i nuranisi ve ruhu ile kısa bir zamanda uruc edebilir.)

Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyaların sultanı (zîkalb), umum mü’minlerin imamı (zîiman), umum ehl-i Cennet’in reisi (cism-i nuranî ve ruhanî) ve umum melaikenin (cism-i nuranî) makbulü olan Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) seyr ü sülûkuna medar bir mi’racı bulunması ve onun makamına münasib bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makuldür ve şübhesiz vaki’dir.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Hikmet-i Mi’rac nedir?

Elcevab: Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve latiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücudları bildirilebilir. Şöyle ki:

(Birinci temsilde Mi’racın hikmeti Onbirinci Sözdeki saray temsili ile anlatılmıştır. Şöyle ki; Sâni’-i Âlem, bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, kâinatı ve insanı yaratmasındaki makasıd-ı İlahiyesini ona anlatması ve onunla bütün zîşuura bildirmesi ve onun nazarı ile âsârında ef’alinin, esmasının, sıfâtının, şuunatının ve Zâtının güzelliğini müşahede etmesi ve ettirmesi, bir hayt-ı ittisal suretinde kesret tabakatının müntehasından tâ mebde’-i vahdete kadar nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek istemesi Mi’racın hikmetidir.)

Şu kâinatın hâlıkı, şu kesret tabakatında nur-u vahdetini ve tecelli-i ehadiyetini göstermek için, kesret tabakatının müntehasından tâ mebde’-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mi’rac ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlukat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makasıd-ı İlahiyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlukatında cemal-i san’atını, kemal-i rububiyetini müşahede etmek ve ettirmektir.

Hem Sâni’-i Âlem’in, âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemal ve kemali vardır. Cemal hem kemal, ikisi de mahbub-u lizâtihîdirler. Yani bizzât sevilirler.

Öyle ise, o cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemaline nihayetsiz bir muhabbeti vardır.

O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor.

Öyle ise, Masnuatını sever, çünki masnuatının içinde cemalini, kemalini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âlî, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âlî, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyet itibariyle en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecelli kemalâtın nümunelerini gösteren ferd, en sevimlidir.

(İkinci temsilde Mi’racın hikmeti Otuzuncu Lem’a Üçüncü Nükte Beşinci Noktasındaki kitab temsili ile anlatılmıştır. Şöyle ki; Sâni’-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün enva’ını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva’-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için Cenab-ı Hakk zatında olan bütün enva’-ı cemalini, gösterebilecek mahiyet-i Muhammediyeye (A.S.M.), nazar-ı inayet ile bakmış. Kâinattaki bütün mahiyetleri içerisine alacak bir mahiyette görmüş. Ve Zât-ı Muhammedi ASM, mebde’-i evvel olarak yaratıp onun üzerine kâinatı bina etmiş. Ve daha sonra ağaçta olan bütün hakikatları meyvede topluyor. İşte o meyve ise Zât-ı Ahmediyyenin (A.S.M.) Mi’racıdır. Mi’rac Resul-i Ekremin (A.S.M.) kendi kudsi mahiyetinde çekirdek hükmünde bulunan ilmi olarak gözüken ne kadar cemal ve kemaller varsa bunlar Mi’racta meyve makamında Resul-i Ekem (A.S.M.) tarafından ve Cenab-ı Hak tarafından görünüyor.)

İşte Sâni’-i Mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün enva’ını bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva’-ı cemalini, ehadiyet sırrıyla göstermek için; şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-i esasiyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde’-i evvel olan çekirdekten, tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mi’rac ile, o ferdin kâinat namına mahbubiyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemaline müşerref etmek ve ondaki halet-i kudsiyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmıyla taltif edip, fermanıyla tavzif etmektir.

Şimdi şu hikmet-i âliyeye bakmak için iki temsil dûrbîniyle tarassud edeceğiz.

Birinci temsil:

Onbirinci Söz’ün hikâye-i temsiliyesinde tafsilen beyan edildiği gibi:

Nasılki bir Sultan-ı Zîşan’ın, pekçok hazineleri (Servetçe çok olan hazine Cemal ve Kemali imiş veyahut servet bütün esmaya hazine ise herbir esmaya işarettir.) ve o hazinelerde pekçok cevahirlerin enva’ı bulunsa, (Esmanın tecelli ettiği eşyada hâkim olan isim cevhere teşbih edilmiştir.) hem sanayi-i garibede çok mehareti olsa (Kudret, san’ata) ve hesabsız fünun-u acibeye marifeti, (İrade, fünun-u acibeye) ihatası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı olsa (ilim, ulum-u bediaya).. her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: (İsimleri adedince, cemal ve kemalini göstermek için meşher açıp sergiler diziyor. Ve insanları seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet ediyor. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş. Şualar 77)

Elbette o sultan-ı zîfünun dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin,

tâ nâsın enzarına saltanatının haşmetini,

hem servetinin şaşaasını,

hem kendi san’atının hârikalarını,

hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin;

tâ, cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin.

Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.

Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.

Ve şu hikmete binaen elbette cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en latif san’atlarıyla zînetlendirir. Fünun ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatır, tekmil eder. Sonra nimetlerinin çeşitleriyle, taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzar eder. Sonra raiyetine kendi kemalâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete davet eder. Sonra birisini Yaver-i Ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya davet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acib san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemalâtının madeni olan mübarek zâtını ona göstermekle ve huzuruyla onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tayin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâni’ini, o sarayın müştemilâtıyla, nukuşuyla, acaibiyle, ahaliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, (derunundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?) o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmeyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyatı (Cenab-ı Hakkı razı edecek farz ibadetler) ve arzuları (Cenab-ı Hakkın bizden istediği esma dairesinde hareketle sünneti tatbik etmek) dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

Aynen öyle de: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Ezel-Ebed Sultanı olan Sâni’-i Zülcelal, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemalini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; herbir mevcud, pekçok dillerle onun kemalâtını zikreder. Pekçok işaretlerle cemalini gösterir. Esma-i hüsnasının herbir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitab, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış. (Kâinat kitabının daha tamamlanmamış olmasından okuyamamış. Çünkü kıyamet vuku’ bulmamış ve haşr-i a’zam olmamıştır.)

İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve cemal-i manevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülcelal, Sâni’-i Zülkemal’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve faidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin manasını birisine bildirsin.

O saraydaki acaibin menba’larını (Semavat tabakasını gezdirsin.)

Ve netaicinin mahzenleri olan avalim-i ulviyede birisini gezdirsin. (Cennet ve Cehennemde gezdirsin.)

Ve bütün onların fevkine çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, (Çıkarmanın neticeleri aşağıda izah edilecek.)

  • Umum ibadına bir muallim
  • Ve saltanat-ı rububiyetine bir dellâl
  • Ve marziyat-ı İlahiyesine bir mübelliğ
  • Ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekviniyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin.

Mu’cizat nişanlarıyla imtiyazını göstersin. Kur’an gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelal’in has ve sadık bir tercümanı olduğunu bildirsin.

İşte Mi’racın pekçok hikmetlerinden şu temsil dûrbîniyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin.

İkinci Temsil:

Nasılki bir zât-ı zîfünun, mu’ciznüma bir kitabı te’lif edip yazsa.. öyle bir kitab ki, her sahifesinde yüz kitab kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar latif manalar, herbir kelimesinde yüz satır kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar manalar bulunsa; bütün o kitabın maânî ve hakaikları, o kâtib-i mu’ciznümanın kemalât-ı maneviyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez. Her halde o kitabı, bazılara ders verecek. Tâ o kıymetdar kitab, manasız kalıp, beyhude olmasın. Onun gizli kemalâtı zahir olup, kemalini bulsun ve cemal-i manevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin.

Hem o acib kitabı bütün maânîsiyle, hakaikıyla ders verecek birisini, en birinci sahifeden, tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.

Aynen öyle de: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve hakaik-i esmasını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını bildirir, ifade eder.

Elbette bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusus böyle herbir harfi, binler manayı tazammun eden bir kitab, sukut edemez ve ettirilmez.

Öyle ise o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır.

Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidadlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyr ü sülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yani, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i ehadiyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor. İşte şu temsil ile Mi’racın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.

Şimdi makam-ı istima’da olan mülhide bakıp, kalbini dinleyeceğiz; ne hale girdiğini göreceğiz. İşte, hatıra geliyor ki: Onun kalbi diyor: “Ben inanmağa başladım. Fakat iyi anlayamıyorum. Üç mühim müşkilim daha var.

Birincisi: Şu Mi’rac-ı azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsustur?

İkincisi: O zât, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, onun nurundan halkolunmuş. Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

Üçüncüsü: Sâbık beyanatınızda diyorsunuz ki: Âlem-i ulvîye çıkmak; şu âlem-i arziyedeki âsârların makinelerini, tezgâhlarını ve netaicinin mahzenlerini görmek için uruc etmiştir. Ne demektir?

Elcevab:

Birinci müşkiliniz:

Otuz aded Sözlerde tafsilen halledilmiştir. Yalnız şurada Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna icmalî işaretler nev’inde, bir muhtasar fihriste gösteriyoruz. Şöyle ki: (İlk beş kısım Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtının neticeleridir. Altıncı ve yedinci kısım ise Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtının delilleridir.)

Evvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi Kütüb-ü Mukaddeseden, pek çok tahrifata maruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyin-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair yüzondört işarî beşaretleri çıkarıp “Risale-i Hamîdiye”de göstermiştir. (Bütün semavî kitapların nübüvvet-i Ahmediye’den (A.S.M.) bahsediyor olması Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna delildir.)

Sâniyen: Tarihçe sabit, Şıkk ve Satih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediyeden (A.S.M.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduğuna beyanatları gibi çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir. (Şıkk ve Satih gibi kâhinlerin nübüvvetten evvel nübüvvet-i Ahmediye’den (A.S.M.) haber veriyor olması Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna delildir.)

Sâlisen: Veladet-i Ahmediye (A.S.M.) gecesinde Kâ’be’deki sanemlerin sukutuyla, Kisra-yı Faris’in saray-ı meşhuresi olan Eyvan’ı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur. (Veladet-i Ahmediye (A.S.M.) gecesinde vuku’ bulan irhasat denilen yüzer hârika Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna delildir.)

Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ı azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfarakat-ı Ahmediyeden (A.S.M.) deve gibi enîn ederek ağlaması; وَ انْشَقَّ الْقَمَرُ nassı ile, Şakk-ı Kamer gibi, muhakkiklerin tahkikatıyla bine baliğ mu’cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor. (Her nev’den kesretle gösterdiği mu’cizeler ve mu’cizelerin keyfiyeti Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna delildir.)

Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede; ve bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebligatında en âlî bir derecede; ve Din-i İslâmdaki mehasin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âlî hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüd etmez. (Zât’ında görünen güzel ahlâk Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna delildir.)

Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: (Risalete dair bütün vazifeleri en parlak bir derecede yerine getirmesi Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna delildir.)

Uluhiyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil, en a’zamî bir derecede Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) dinindeki a’zamî ubudiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir.

Hem Hâlık-ı Âlem’in nihayet kemaldeki cemalini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve tarif edici, bilbedahe o zâttır.

Hem Sâni’-i Âlem’in nihayet cemalde olan kemal-i san’atı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sadâ ile dellâllık eden, yine bilmüşahede o zâttır.

Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdaniyetini ilân etmek istemesine mukabil, -tevhidin en a’zamî bir derecede- bütün meratib-i tevhidi ilân eden yine bizzarure o zâttır.

Hem Sahib-i Âlem’in nihayet derecede âsârındaki cemalin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-ü zâtîsini ve cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şaşaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu saray-ı âlemin Sâni’i, gayet hârika mu’cizeleri ile ve gayet kıymetdar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını tarif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en a’zamî bir surette teşhir edici ve tavsif edici ve tarif edici yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva’-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlukatını seyr ü tenezzüh ve ibret ü tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîm’i, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil, en vâzıh bir surette ve en a’zamî bir derecede hakaik-i Kur’aniye vasıtasıyla o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedahe o zâttır.

Hem şu âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, bütün güzel masnuatıyla kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli nimetlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlahiyelerini bir elçi vasıtasıyla bildirmesini istemesine mukabil, en a’lâ ve ekmel bir surette, Kur’an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedahe o zâttır.

Hem Rabb-ül Âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubudiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya mübtela olduğundan, bir rehber vasıtasıyla, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil; en a’zamî bir derecede, en eblağ bir surette, Kur’an vasıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedahe o zâttır.

İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifi en a’zamî bir derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât; elbette o mi’rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.

Sâbian:

(Kâinat’ın vech-i delaleti Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) kemalâtına ve delail-i nübüvvetine ve o mi’rac-ı a’zama en elyak o olduğuna delildir.) Bilmüşahede şu masnuatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezyinat vardır.

Ve bilbedahe şöyle tahsinat ve tezyinat, onların Sâni’inde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir.

Ve irade-i tahsin ve tezyin ise, bizzarure o Sâni’de san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir.

Ve masnuat içinde en câmi’ ve letaif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “Mâşâallah” deyip istihsan eden, bilbedahe o san’atperver ve san’atını çok seven Sâni’in nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.

İşte masnuatı yaldızlayan mezaya ve mehasine ve mevcudatı ışıklandıran letaif ve kemalâta karşı: “Sübhanallah, Mâşâallah, Allahü Ekber” diyerek semavatı çınlattıran ve Kur’anın nağamatıyla kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile, berr ve bahri cezbeye getiren yine bilmüşahede o zâttır.

İşte böyle bir zât ki: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca

  • Bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan
  • Ve umum ümmetinin salavatı, onun manevî kemalâtına imdad veren
  • Ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve manevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlahiyenin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât,

elbette Mi’rac merdiveniyle Cennet’e, Sidret-ül Münteha’ya, Arş’a ve Kab-ı Kavseyn’e kadar gitmek, ayn-ı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.

İkinci Müşkil:

Ey makam-ı istima’daki insan! Şu ikinci işkal ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki, akıl ona ne ulaşır, ne de yanaşır.. illâ nur-u iman ile görünür. Fakat bazı temsilât ile, o hakikatın vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise, bir nebze takribe çalışacağız.

İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır.

Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin; (Diğer şıkkı âlem-i ulvidir.)

anasır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür.

Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir.

Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır.

(Bu ağaç misali üçüncü mektubtaki şu cümleler ile izah edilmiştir. Hususan Mayıs’ın âhirinde olduğu gibi, bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir.

Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve Hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. Mektubat – 16)

Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünki binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.

Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o nev’den başka şecere yok. Öyle ise ona menşe’ ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünki çekirdek daima çıplak olamaz.

Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir.

Madem o meyve insandır.

Ve madem insan içinde sâbıkan isbat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise: Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.

Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.

Ey müstemi’!. Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halkolunmasını istib’ad etme!

Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halkeden Kadîr-i Zülcelal, şu kâinatı “Nur-u Muhammedî”den (Aleyhissalâtü Vesselâm) nasıl halketmesin veya edemesin? (Ağacın yaratılması için gerekli bütün şartları düşüneceğiz.)

İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûbâ gibi, gövdesi ve kökü yukarıda, (yani Cenab-ı Hakkın ilminde)

dalları aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var.

İşte Mi’rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve suretidir ki: Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

Hem sâbıkan isbat edildiği üzere: Şu kâinatın Sâni’i, birinci işkalin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) olduğu için, kâinattan evvel Sâni’-i Kâinat’ın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünki bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür.

Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir. Halbuki Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) hem en mükemmel meyve, hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksadların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

Üçüncü Müşkilin

o kadar geniştir ki; bizim gibi dar zihinli insanlar, istiab ve ihata edemez. Fakat uzaktan uzağa bakabiliriz.

Evet âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir. Ve mahşer-i masnuat olan küre-i arzın hadsiz mahlukatının netaic-i a’malleri ve cin ve insin semerat-ı ef’alleri, yine avalim-i ulviyede temessül eder. Hattâ hasenat Cennet’in meyveleri suretine, seyyiat ise Cehennem’in zakkumları şekline girdikleri,

Birinci Nokta: pek çok emarat (Enfüsi) ve pekçok rivayatın şehadeti ile ve

İkinci Nokta: hikmet-i kâinatın ve ism-i Hakîm’in iktizasıyla beraber,

Üçüncü Nokta: Kur’an-ı Hakîm’in işaratı gösteriyor.

Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa’ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pekçok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır. İşte şu cüz’iyat ve kesretin menba’ları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı esmaiyedir ki; o küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit esmaların mazharları da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semavattır ki; o âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha’daki Cennet-ül Me’vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet’in meyveleri suretinde (Muhbir-i Sadık’ın ihbarıyla) temessül ettiği sabittir.

İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netaic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.

Deme ki: Havaî bir “Elhamdülillah” kelimem, nasıl mücessem bir meyve-i Cennet olur?

Çünki sen gündüz uyanık iken güzel bir söz söylersin; bazan rü’yada güzel bir elma şeklinde yersin. Gündüz çirkin bir sözün, gecede acı bir şey suretinde yutarsın. Bir gıybet etsen, murdar bir et suretinde sana yedirirler. Öyle ise, şu dünya uykusunda söylediğin güzel sözlerin ve çirkin sözlerin; meyveler suretinde uyanık âlemi olan âlem-i âhirette yersin ve yemesini istib’ad etmemelisin.

DÖRDÜNCÜ ESAS

Mi’racın semeratı ve faydası nedir?

Elcevab: Şu şecere-i tûbâ-i maneviye olan Mi’racın beşyüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.

Birinci Meyve:

(Erkan-ı imaniyenin herbir rüknü ve her bir rükünün cüz’leri adedince meyveler getirmiştir. Küllî erkânının değil, belki cüz’î ve cüzlerin, cüz’î ve hususî meyvelerinden birkaç nümune Onbirinci Şua’ın Onbirinci Mes’elesinde gösterilmiştir. Yirmialtıncı Sözde Kadere imanın binler meyvesi gösterilmiştir.)

Erkân-ı imaniyenin hakaikını göz ile görüp, melaikeyi, Cennet’i, âhireti, hattâ Zât-ı Zülcelal’i göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur, ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki:

Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhumeden çıkarıp, o nur ve o meyve ile, o kâinatı kudsî mektubat-ı Samedaniye, güzel âyine-i cemal-i Zât-ı Ehadiye vaziyeti olan hakikatını göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş.

Hem o nur ve o meyve ile beşeri müşevveş, perişan, âciz, fakir, hacatı hadsiz, a’dası nihayetsiz ve fâni, bekasız bir vaziyet-i dalaletkâraneden o insanı o nur, o meyve-i kudsiye ile ahsen-i takvimde bir mu’cize-i kudret-i Samedaniyesi ve mektubat-ı Samedaniyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebed’in bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemalâtının istihsancısı, halili ve cemalinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkiyesine namzed bir misafir-i azizi suret-i hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.

İkinci Meyve:

(İslâmiyet’in erkân-ı hamsesinin ve o erkânın tâ en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar meyveler getirmiştir. Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri gösterilmiştir.)

Sâni’-i Mevcudat ve Sahib-i Kâinat ve Rabb-ül Âlemîn olan Hâkim-i Ezel ve Ebed’in marziyat-ı Rabbaniyesi olan İslâmiyet’in -başta namaz olarak- esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki;

O marziyatı anlamak, o kadar merak-aver ve saadet-averdir ki, tarif edilmez. Çünki herkes, büyükçe bir veliyy-i nimet, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamağa ne kadar arzukeş ve anlasa ne kadar memnun olur. Temenni eder ki: “Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim.” der.

Acaba bütün mevcudat kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemal ve kemalât, onun cemal ve kemaline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece onun marziyatını ve arzularını anlamak hususunda hâhişger ve merak-aver olması lâzım olduğunu anlarsın.

İşte Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) yetmiş bin perde arkasında o Sultan-ı Ezel ve Ebed’in marziyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.

Evet beşer, Kamer’deki hali anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki Kamer, öyle bir Mâlik-ül Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi Küre-i Arz’ın etrafında pervaz eder. Küre-i Arz, pervane gibi Şems’in etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki; o Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelal’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) öyle bir Zât-ı Zülcelal’in şuunatını ve acaib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı kemal-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilaf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.

Üçüncü Meyve:

Saadet-i ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir.

Evet Mi’rac vasıtasıyla ve kendi gözüyle Cennet’i görmüş ve Rahman-ı Zülcemal’in rahmetinin bâki cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi kat’iyyen hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zeval ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymetdar olduğu ve i’dam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-aver olduğu tarif edilmez. Bir adama, i’dam edileceği anda, onun afvıyla kurb-u şahanede bir saray verilse, ne kadar sürura sebebdir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.

Dördüncü Meyve:

Rü’yet-i cemalullah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki,

O meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yani: Her kalb sahibi bir insan; zîcemal, zîkemal, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemal ve kemal ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd eder, perestiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki bütün mevcudattaki cemal ve kemal ve ihsan, onun cemal ve kemal ve ihsanına nisbeten; küçük birkaç lemaatın, güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyaka elyak bir Zât-ı Zülcelali Velkemal’in saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması, ne kadar saadet-aver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.

Beşinci Meyve:

İnsan kâinatın kıymetdar bir meyvesi ve Sâni’-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi cin ve inse getirmiştir.

(Beşinci Meyve iki kısma ayrılmış. Birinci kısım, insanın kâinatın kıymetdar bir meyvesi olduğunun mi’raçla anlaşılmasıdır.)

Küçük bir mahluk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki: Kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor.

(İkinci kısım, insanın Sâni’-i Kâinat’ın nazdar sevgilisi olduğunun mi’raçla anlaşılmasıdır.)

Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki âdi bir nefere denilse: “Sen müşir oldun.” Ne kadar memnun olur. Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet’te, Rahîm ve Kerim bir Rahman’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin.

Şimdi, makam-ı istima’da olan zâta deriz ki: İlhad gömleğini yırt, at. Mü’min kulağını geçir (Yani hakkı kabul ve tasdik et) ve müslim gözlerini tak. (Yani hakka tarafgir ve teslim ol) Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.

Meselâ:

Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki;

1- herşey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı..

2- her taraf müdhiş cenazelerle dolu..

3- işitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır.

İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse, o müjde ile,

1- bize yabancı olanlar ahbab şekline girse..

2- düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse..

3- o müdhiş cenazeler, huşu ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse..

4- o yetimane ağlayışlar, senakârane “yaşasın”lar hükmüne girse..

5- ve o ölümler ve o soymaklar, garatlar terhisat suretine dönse..

6- kendi sürurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın.

İşte Mi’rac-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) bir meyvesi olan nur-u imandan evvel, şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalaletle bakıldığı vakit;

1- yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş ve

2- dağ gibi cirmler birer müdhiş cenaze,

3- ecel herkesin başını kesip adem-âbâd kuyusuna atar.

4- Bütün sadâlar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalaletin öyle tasvir ettiği hengâmda;

Meyve-i Mi’rac olan hakaik-i erkân-ı imaniye nasıl mevcudatı

1- sana kardeş, dost ve

2- Sâni’-i Zülcelal’ine zâkir ve müsebbih; ve

3- mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzad etmek; ve

4- sadâlar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir. Bu hakikatı tamam görmek istersen, İkinci ve Sekizinci Sözlere bak.

İkinci Temsil:

Senin ile biz,

1- sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz.

2- Kum denizi fırtınasında,

3- Gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz.

4- Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümidsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada,

birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip; sonra gelip,

1- bir otomobil hediye getirse ve (Hediye getirilen otomobil mirac)

2- bizi bindirse, (Bizi otomobili bindirmesi ise marziyat-ı İlahiyeyi anlamak ve yerine getirmek)

3- birden cennet-misal bir yerde istikbalimiz temin edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa;

ne kadar memnun oluruz, bilirsin.

İşte

1- o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür.

2- O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve bîçare insandır.

3- Her insan, endişesiyle kalbi dağdar olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı dalaletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor.

4- Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur.

İşte semere-i Mi’rac olan marziyat-ı İlahiye ile

1- şu dünya, gayet kerim bir zâtın misafirhanesi,

2- insanlar dahi onun misafirleri, memurları,

3- istikbal dahi cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit;

ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın.

Makam-ı istima’da olan zât diyor ki: “Cenab-ı Hakk’a yüz binler hamd ve şükür olsun ki ilhaddan kurtuldum, tevhide girdim, tamamıyla inandım ve kemal-i imanı kazandım.”

Biz de deriz: Ey kardeş! Seni tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak bizleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şefaatına mazhar etsin, âmîn.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى مَنِ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ وَ نَبَعَ مِنْ اَصَابِعِهِ الْمَاءُ كَالْكَوْثَرِ صَاحِبُ الْمِعْرَاجِ وَ مَا زَاغَ الْبَصَرُ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ اَجْمَِعِينَ مِنْ اَوَّلِ الدُّنْيَا اِلَى آخِرِ الْمَحْشَرِ

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا اِنَّكَ اَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ٭ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا ٭ رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا ٭رَبَّنَا اَتْمِمْ لَنَا نُورَنَا وَاغْفِرْلَنَا اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*