Onyedinci Söz
(Onaltıncı Söz İkinci Şua’da, eşyanın icadının nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkati anlatılarak Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyeti isabat edildiği gibi Onaltıncı Söz’ün zeylinde de zahiri intizamsız görünen icraatların Cenab-ı Hakkın kudsî mahiyetine muhalif olmayıp iradesinin varlığına bir delil olduğu izah edildi. Onyedinci Söz’de ise Cenab-ı Hakkın zahiren birbirinden farklı görünen icraatının birbirine muhalif olmadığının hikmetleri izah ediliyor. Bu makamda Onyedinci Söz için Onaltıncı Söz’ün zeylinin tafsilatı diyebiliriz.
Onyedinci Söz’ün birinci makamı ile ikinci makamı arasındaki fark; birinci makam da zeval ve fenaya Cenab-ı Hakk canibinden, ikinci makamda ise mahlûkat canibinden baktırıyor.)
Onyedinci Söz
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً ٭ وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا ٭ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ
(Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir.)
Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı,
Âlem-i ervah (Âlem-i ervah, istidadı bilkuvveden bilfiile çıkmayan yani âlem-i şehadete geçmeyen melaike, cin, ve insanların bulunduğu âlemdir. âlem-i şehadette istidatı inkişaf eden melaike, cin ve insanlar âlem-i berzaha gider.)
Ve ruhaniyat (Melaikeye cismani âlemden istifade edebilmesi için maddi nurani bir vücud veriliyor. Ruhaniyatın ise maddi veya nurani bir vücudu olmadığından cismani âlemden istifade edebilmeleri için hadiste işaret edilen Tuyurun Hudrun denilen kuşların cevfine girerek maddi alemden istifade ederler. Hem cin ve insanın vücud verilmeyen kısmına da ruhani denir. Melaike ve cânn ve ruhaniyatın cevelan ettikleri yerlere işaret olarak Yirmidokuzuncu Söz’de şöyle denilmiştir. “Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalât-ı latifeden halk olunan “Melaike ve cânn ve ruhaniyattır” Sözler 508″ denilmiştir.) için bir bayram, bir şehrayin (Terhisten sonra bir şehrayin oluyor. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehr-âyin, bir cezbe ve neş’e içinde zikirhaneler; herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul, bir musikî sesi işitiyor. Sözler 16) suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük-büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehasin ve in’amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir. (Âlem-i şehadetteki bayram vaziyetini biz her zaman göremiyoruz. Ancak ruhaniyyat bunu devamlı görüyor. Ya da henüz âlem-i şehadete gelmemiş ruhlar için bu dünyaya gelmek bayram gibi.. (istidatların inkışaf etmesi, vücud giymek bayram manası ile ifade edilmiş) Bayrama böyle iki cihette bakılabilir.)
Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. (Öyle bir bayram ki hem gelenler hemde izleyenler değişiyor.)
Ve bilhâssa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı (Sekene-i semavatı seyre celbeden cazibedar şeylere Barla Yaylası; Çam, Katran, Ardıç, Karakavağın Bir Meyvesi misal olarak verilmiştir. Sözler 222) seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir. (Seyre cezbedecek cazibedarlık için; misal olarak ikinci makam geliyor. İkinci makamda her bir cihaza bakan o cazibedar vaziyet ifade ediliyor.)
Fakat bu ziyafet-i İlahiye ve bayram-ı Rabbaniyedeki İsm-i Rahman ve Muhyî’nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve Mümît, (Bazen savaş, bazan zelzele, bazan taun, bazan tufan, bazan kaht u gala suretinde) firak ve mevt ile karşılarına çıkıyorlar. Şu ise وَسِعَتْ رَحْمَتِى كُلَّ شَيْءٍ rahmetinin vüs’at-i şümulüne zahiren muvafık düşmüyor. Fakat hakikatte birkaç cihet-i muvafakatı vardır.
Bir ciheti şudur ki: Sâni’-i Kerim, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, (Herbir taife hususan insan için)
1- Ekseriyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor,
2- İstirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve
3- Vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor.
Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki,
1- Nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve
2- Kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.
Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler, belki memnun olsunlar.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
(Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml’i ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa; hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler. Asa-yı Musa 208)
Lâkin zîruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade istifade eden insan, dünyaya pek çok meftun ve mübtela olduğu halde, dünyadan nefret ve âlem-i bekaya geçmek için eser-i rahmet olarak iştiyak-engiz bir halet verir. Kendi insaniyeti dalalette boğulmayan insan, o haletten istifade eder. Rahat-ı kalb ile gider. Şimdi, o haleti intac eden vecihlerden, nümune olarak beşini beyan edeceğiz.
(Dünyadan nefret ve alem-i bekaya geçmek için rahmet eseri olarak verilen iştiyak-engiz beş halet)
Birincisi: (Eşya üstünde fena ve zeval damgasını göstermek) İhtiyarlıkla eşya üstünde fena ve zeval damgasını göstermek İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedar şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı manasını göstererek o insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu arattırıyor. (Meselâ; gayet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür; gayet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemal-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; ihtiyarlık ta insana eşyanın ihtiyarlanacağını ihtar ediyor. Lemalar – 190)
(Veledi elinden alındığı vakit, eğer bahtiyar ise, hakikî ehl-i iman ise; dünyadan yüzünü çevirir, Mün’im-i Hakikî’yi bulur. Der ki: “Dünya madem fânidir, değmiyor alâka-i kalbe…” Veledi nereye gitmişse oraya karşı bir alâka peyda eder, büyük manevî bir hal kazanır. Mektubat – 79)
İkincisi: (Ahbabın gittiği yere bir iştiyak hissi vermek) İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde doksandokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o ciddî muhabbet saikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor.
(Meselâ: Sana ızdırab veren pek ihtiyar olmuş peder ve vâliden ile beraber, ceddin cedleri, sefalet-i halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı; hayat ne kadar nıkmet, mevt ne kadar nimet olduğunu bilecektin. Hem meselâ: Güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şedaidi içinde hayatları ne kadar zahmet ve ölümleri ne kadar rahmet olduğu anlaşılır. Mektubat – 8)
Üçüncüsü: (Acz ve fakr ile istirahata ciddî bir arzu vermek) İnsandaki nihayetsiz zaîflik ve âcizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu anlattırıp, istirahata ciddî bir arzu ve bir diyar-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.
Dördüncüsü: (Nur-u iman ile dünyayı, mevti, kabri güzel göstermek) İnsan-ı mü’mine nur-u iman ile gösterir ki: Mevt, i’dam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan hükmündedir. Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.
Beşincisi: (Kur’andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini altı vecihle bildiriliyor. Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir, bir mezraadır, âyineler mecmuasıdır, seyyar bir ticaretgâhtır, muvakkat bir seyrangâhtır, ve bir misafirhanedir.)
Kur’anı dinleyen insana, Kur’andaki ilm-i hakikatı ve nur-u hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği ile dünyaya aşk ve alâka pek manasız olduğunu anlatmaktır. Yani, insana der ve isbat eder ki:
1- “Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. (Güzelliği göstermemek çirkinlik, Kemali göstermemek noksanlık olmasından kâinatı yaratmak ihtiyaçtan değil iktizadandır.) Huruf ve kelimatı (eşya ve hadisatı okumak) nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git. (Kitab temsili ile Hakîm isminin kâinattaki intizamlı icraatı gösteriliyor. Öyle bir Hakîm ki zahiri çirkin görünen hadiseler arkasında çok gayeler, maksatlar vardır, abesiyet yoktur. Şöyle ki: emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterir. Sözler – 174)
2- Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrefatını at, ehemmiyet verme. (Dünya, istidatlarımızın ekilip kabiliyetlerimizin ortaya çıkacağı bir tarladır. Esmaya uygun harekâtla ortaya çıkan kabiliyetler ve hayırlı amaller muhafaza edilmeli. Ama eşya ve hadisatın zahiren çirkin görünen yüzlerine ehemmiyet vermemeliyiz.)
3- Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes. (Büyük Mesneviden bir parça: Senin meselin şöyle ebleh bir çocuğa benzer ki: O çocuk bir deniz sahilinde oturmuş, güneşe karşı cilvelenen kabarcıkların zevaline daim ağlıyor. Her bir kabarcık zevale erdikçe, o da onun üstünde ağlamasını tazeliyor. Biçare zanneder ki, kabarcığın içinde tebessüm eden güneşciğin intifası, o kabarcığın zeval ve tahavvülüne bağlıdır. Hem bazan hababın içine bazı kesif maddelerin karışmasıyla, içindeki güneşçiğin bulanmasına ayrıca ağlıyor. O miskin ebleh, başını bir kaldırıp bakmıyor ki, tâ bütün bu deniz yüzünde ve dalgalarının yanağında ve katrelerin gözbebeklerinde görünen o timsalcikler, öyle bir güneşin envarının müteceddid cilveleridir ki, onun meraya-yı tecelliyatının zeval bulmasıyla; kendisine de zeval rüzgârlarının dokunmasından münezzeh olduğunu düşünebilsin de: Şu görünen firak ve zevallerin kendileri dahi, elem verici birer zeval ve elîm birer firak olmadığını anlasın. Evet o daimî olan cemal; mehasin ve cilveleriyle birlikte, kendi şuûnunun teceddüdü ve aynalarının taaddüdü içinde kemal-i haşmetiyle sabit ve daimîdir. Fakat onun ayna ve mezahirleri ise, vazifelerini yerine getirmek için, oynaya oynaya meydana çıkar, vazifesi tamam olup bitince de, güle güle perde-i hafada kaybolurlar. İşte aynen bu temsil gibi, sen dahi ey biçare! dünya denizinin sahilinde oturup, zîcemal ve zîhüsün olan ehl-i kemalin ufûllerine, hem ni’met semeratının vakt-i muayyenesi gelince de zevale ermelerine müteellimane ağlıyorsun. Gafletle zu’mediyorsun ki; o cemaller, o zîcemallerin kendi mülkü ve o semereler de ağacının malı imişde, tesadüfün fırtınaları gelmiş, mülk ve mallarını onlardan gasbederek ademlerin zulümatına atmaktadır. Yahu, hiç düşünmüyor musun ki; senin meftun ve mübtela olduğun şeyin yüzünü nur-u hüsün ile güzelleştiren zat odur ki, bütün kâinat bostanlarındaki çiçekleri nurlandırmış ve bütün âşık bülbüllerin kalblerini onlara karşı şevke getirmiştir. Evet ey miskin-i biçare! Daha sen, ne zamana kadar kendi elindeki semerenin zevaline ağlayacaksın!. Gözünü aç. فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى olan zatın, o semerenin ağacını ibkasındaki nimetlerinin tevatür ve devamına bak. Sonra şayet o ağaç akamete uğrarsa, küre-i arzın aktarındaki, onun emsaline nazar et de, O zatın çok vâsi’ olan daire-i in’amatını düşün. Hattâ şayet sene ve zamanın dahi kuru ve kurak geçseler de; sen, seneler ve mevsimlerin değişip tazelenmesi içinde, onun daire-i ihsanatının teceddüdüne bak!.. Sonra onun, idame-i ihsanının hattâ âlem-i misal ve berzahı da içine alan dairesine bak, ta senin âlem-i şehadette müşahede ettiğin manzaraların emsalleri, oralarda daha şa’şaalı devam etmekte olduklarını göresin. Sonra da, senin, küre-i arz bahçesinde ünsiyet peyda ettiğin nimet ve semeratın eşbah ve benzerlerini, âlem-i âhirette daha a’lâ ve ekmel bir tarzda in’amn etmesinin geniş ve ebedî in’amat dairesine bak. Sonra ve sonra.. ve hakeza!.. İşte madem öyledir. Ni’mete bakarken, sakın gaflet ile in’amı düşünmeden bakma! Tâ ki, ağlamakla teşeffi etmeye muhtaç olmayasın. Belki nimetten in’ama ve in’amın devamına ve in’amdan da mün’ime ve onun feyzinin genişliğine ve rahmetinin kemaline bak, şükrederek gül.. ve onun fazlıyla ferahlan ve mes’ud ol!.. Hem ey miskin, daha sen ne zamana kadar zail bir cemalin firakından mahzun kalarak gözlerin yaş akıtıp kalbin titreyecek!. Ey biçare dön, kendine gel. Ezelî, ebedî, sermedî, Kayyum-u Baki, hudûs ve zevalden mukaddes ve tebeddül ve tagayyürden münezzeh olan Zat-ı Zülcelal-i Vel-ikram’ın envar-ı cemalinin mazharları, aynaları, ma’kesleri ve mecraları hükmünde olan devair-i mütedahile-i muhitaların kesret ve vüs’atine bak!.. Tâ ki, senin meftun olduğun ve muhabbetiyle sersem olduğun şeyleri; teceddüd-ü emsal ve teradüf-ü eşkalleriyle, ayrı ayrı lezzetleri sana tattırsınlar da, Firak elemlerini de unuttursunlar. Evet o dairelerin küçüklük ve büyüklükte tefavütleri, bir kısmı senin yüzüğünün hatemi kadar küçük olduğu halde, bir kısmı ise daire-i kehkeşandan daha büyüktürler. Hem zeval ve beka noktasında bir kısmı bir an veya bir dakikada zeval bulanı olduğu gibi, bir kısmı da dehirler ve ebedler kadar uzundur. Öyle ise aynanın içinde tecelli edip parlayan şeyi, aynanın malı olarak zannetme ki, aynanın ölümü veya kırılmasıyla içindekine ağlamayasın. Şimdi gel! Başını, kalbinin dürbünü tarafına eğerek dünyadan çevir, tâ ki, tecellidar Ţems-i Cemal’i göresin.. ve tâ bilesin ki; bütün aynalarda gördüklerin ve sevdiklerin ne varsa, ancak O’nun birer âyeti ve alâmetidir.)
4- Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma. (Ticaretimizi yaptıktan sonra mevcudatın zeval ve fenasına üzülme)
5- Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne değil; belki Cemil-i Bâki’ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme.
6- Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim’in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane (saçma sapan) fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma ve geçici işlerine bağlanıp boğulma.”
(Biri de, sen burada misafirsin ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce götüremediği bir şeye kalbini bağlamaz. Mesnevi-i Nuriye 119)
Gibi zahir hakikatlarla dünyanın içyüzündeki esrarı gösterip dünyadan müfarakatı gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve rahmetinin herşeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir.
İşte Kur’an şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı Kur’aniye işaret ediyor.
Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya…
* * *