Anasayfa » Onuncu Şua

Onuncu Şua

Onuncu Şua

Risale-i Nur’un has şakirdleri te’lif etmişlerdir.

Fihristenin İkinci Cildi

Bundan sonraki fihriste ve Onuncu Şua namını alan kısım Risale-in Nur’un has şakirdleri te’lif etmişler.

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

            Onaltıncı Lem’a

Mesail-i mühimmeden bazı mesail hakkında sorulan suallerin cevablarını muhtevidir. Şöyle ki; en başta, merak-aver “Dört Sual”e cevabdır.

BİRİNCİSİ: “Ehl-i Sünnet Ve Cemaat hakkında bir ferec ve bir fütuhat olacağı hakkında ehl-i keşfin verdiği haberlerin zuhur etmemesi nedendir?” diye sorulmasına mukabil, gayet güzel bir cevabdır.

İKİNCİSİ: “Risale-in Nur müellifi, kendisini şiddetli tazyikat altında tutan ehl-i dünyanın aleyhinde bulunması lâzım gelirken, onlara maddeten ilişmemesi sebebi nedir?” sualine gayet latîf bir cevabdır.

ÜÇÜNCÜSÜ: “İngiliz ve İtalyan gibi hükûmetlerin bu hükûmetle muharebe etmek istemelerine karşı, neden şiddetli bir surette harb aleyhinde bulunuyorsunuz? Halbuki bu gibi hâdiseler, milletin kuvve-i maneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi teheyyüc etmekle, şeair-i İslâmiyenin ihyasına ve bid’aların ref’ine bir derece medar olur.” diye vaki’ sualine verilen pek letafetli cevabdır.

DÖRDÜNCÜSÜ: “Neden elinizdeki nurlu risaleleri herkese göstermemek için, arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Ve neden halkları bu nurların feyizlerinden mahrum ediyorsunuz?” sualine verilen pek hoş ve pek güzel bir cevabdır.

Hâtime’sinde, Lihye-i Saadet hakkında sorulan bir suale karşı şübheleri izale eden gayet mukni’ bir cevabdır.

Ve daha sonra, eskiden beri mülhidlerin iliştikleri üç mes’eleye dair sorulan suallere verilen üç cevabdır.

BİRİNCİ SUAL: حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ âyet-i kerimesi meali olan: “Zülkarneyn, Güneş’i hararetli çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş?”

İKİNCİ SUAL: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ve Ye’cüc Me’cüc kimlerdir?

ÜÇÜNCÜ SUAL: Hazret-i İsa Aleyhisselâm, âhirzamanda gelip Deccal’ı öldüreceğine dair bu suallere o kadar ulvî cevablar verilmiş ki; hem ehl-i imanın imanlarını takviye eder, hem belâgatıyla edibleri susturur, hem de mülhidleri ilzam ederek tokatlar.

Nihayetinde, Mugayyebat-ı Hamse’den yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suale ehemmiyetli bir cevab vardır.

Rüşdü

            Onyedinci Lem’a

Zühre’den gelmiş “Onbeş Nota”dan ibarettir.

BİRİNCİ NOTA: Nefs-i insaniyetin mübtela olduğu âfil ve nâfil şeylerin, etvar-ı âlem üzerinde hakikatlarını gösterip, kalbin rabıtasını kesip, yüzünü beka ve âhirete çevirir.

İKİNCİ NOTA: Bir düstur-u Kur’anî olan tevazuu emir ve tekebbürden men’eder.

ÜÇÜNCÜ NOTA: كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla; mevtin hakikatını, güzel ve ayn-ı hakikat bir temsille açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Hayy-u Kayyum Bâki ve Daim Biyedih-il Hayr’a her umûrunu teslim eder.

DÖRDÜNCÜ NOTA: Muttarid bir kanun-u âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iade ve tazelenmesiyle, şecere-i kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynen iade edileceği, kat’iyyen isbat eder.

BEŞİNCİ NOTA: Şu asr-ı felâket ve helâketin en büyük musibeti olan dinsizliğe giden medeniyet-i sakîmenin içyüzünü ve yüzündeki peçeyi ve cehennem-nümun mahiyetini, hüda-yı Kur’anî ile müvazene suretiyle açar, gösterir. Ehl-i imanı ona temayülden şiddetli tenfir ettirip, sâri bir vebayı teşhis ile, eczahane-i Kur’aniyeden zemzem-i tiryakı içirir.

ALTINCI NOTA: Nefis ve şeytanın en büyük hile ve desiselerinden olan; kâfirlerin çokluklarını ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarını vesvese suretiyle göstererek, şübhe ve dine karşı lâkaydsızlığı, ayn-ı hak ve hakikat bir temsil ile kökünden kesip Tûbâ-i Cennet olan iman ağacını yetiştiren mücerreb bir iksir-i nuranîdir.

YEDİNCİ NOTA: Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin muzır bir mikrobu ve terakkiyat-ı ecnebiyede saadet zannedilen, zulümlü zulmetli ihtirasat-ı dünyeviyeye ehl-i imanı sevkeden sahtekâr hamiyet-füruşlar, Kur’anın elmas kılıncıyla öldürülerek, irtidada yüz tutan veyahut mertebe-i fıska inen ehl-i imanı, Kur’an-ı Hakîm hastahanesine alır, tedavi eder.

SEKİZİNCİ NOTA: وَسِعَتْ رَحْمَتِى كُلَّ شَيْءٍ nin bir sırrını, وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatını, اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nin bir nüktesini tefsir edip, kâinatta zerreden şemse kadar her şeyin bir vazife ile mükellef olup, bütün sa’y ü hareketleri kanun-u kader-i İlahî ile cereyan ettiğini; ve Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet dercettiğini ve bu lezzette cemadat dahi hissedar olduğunu isbat ve izah ile.. mevcudatın en mükemmeli ve zîhayatın reisi ve Arz’ın halifesi olan insan, tenbellik edip gaflete düşerse; cemadattan daha camid, sinekten çekirgeden daha kansız olacağını ikaz ve inzar ile, insanları vazife-i fıtriyelerine sevkedip, uluhiyet-i mutlakayı isbat eder.

DOKUZUNCU NOTA: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle, en büyük şeyi küçük bir şeyde dercettiği cihetle; kâinattaki hayır ve kemalât, şecere-i kâinatın meyvesi ve çekirdeği olan, nev’-i insanın hakikatını taşıyan Nebilerde gösterdiğini; ve Nebilere intisab eden, hayra ve kemalâta, nura ve sürura çıkacağı gibi, ubudiyet cihetiyle de, bir zerre gibi zaîf küçük bir mahluk olan insan, fihristiyet ve o intisab cihetiyle, ağzından çıkan “Allahü Ekber” sadâsı, Küre-i Arz’ın büyük bir “Allahü Ekber”i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn bir beyan ile, hakkın saadetini, imanın hüsn-ü kemalini bilbedahe izhar edip.. dalalet, şer, hasaret; dinin muhalifinden olduğunu kat’î isbat eder.

ONUNCU NOTA: Cenab-ı Hakk nur-u marifetine yetişmek ve bakmak; ve âyât ve şahidlerin âyinelerinde berahin ve delillerin emarelerini görmek üç çeşit olup.. bir kısmı, su gibi; ikinci kısmı, hava gibi; üçüncü kısmı, nur gibi olup.. takarrübün tarifi ve bu’diyetin vartalarını beyan eder.

ONBİRİNCİ NOTA: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ifadesindeki şefkat ve merhametin hikmetini, hem üslûb-u Kur’aniyedeki cezalet ve selasetteki fıtrîliği gösterir.

ONİKİNCİ NOTA: مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُ kavl-i şerifine imtisalen, كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla mevtin ve kabrin mahiyetini gösterip, serkeş nefs-i emmarenin dizginini çeker. Hem kısa bir ömür muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevab, “imanın takviyesine medar Risale-in Nur’un talebelerinin tarzında tasnifat-ı Nuriyeyi okumak ve kitabet” olduğunu beyan ile ehl-i ilim ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattır.

ONÜÇÜNCÜ NOTA: Medar-ı iltibas olmuş “Beş Mes’ele”dir.

Birincisi: اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sırrıyla, tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler yalnız kendi vazifesini düşünüp, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamaları lâzım geldiğini; ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubudiyet ve memuriyeti, âmiriyet ve mabudiyetle iltibas edenlere karşı tefrik edip, haddini tecavüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir mes’eledir.

İkinci Mes’ele: Ubudiyetin menşei, emr-i İlahî; ve neticesi, rıza-yı İlahî; ve semeratı ve fevaidi, uhreviye olduğunu; dünyaya ait faideler ve semereler ve menfaatler, ubudiyet ve vird ve zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, ubudiyeti kısmen ibtal ettiğini beyan ile sırr-ı ubudiyetin hikmetini ders veren çok mühim ve lüzumlu bir mes’eledir.

Üçüncüsü: طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ hadîs-i kudsînin mukaddes düsturunu güzel bir temsil ile izah edip, ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlahînin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini; hem her amelde bir ihlas ciheti olduğunda, insan harekâtında rıza-yı İlahîyi düşünüp, vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne yol gösteren mühim bir mes’eledir.

Dördüncü Mes’ele: وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ âyetinin mana-yı işarîsiyle, Mün’im-i Hakikî’yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemek ve almak caiz olmadığını; eğer muhtaç ise, esbab-ı zahiriyenin başı üzerinde Mün’im-i Hakikî’nin rahmet elini görüp, “Bismillah” deyip alınacağını; hem esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunması olan iktiranı, illet zannetmelerini güzel ve mukavemetsûz izahla, yüzleri Mün’im-i Hakikî’ye çevirir.

Beşinci Mes’ele: Bir cemaatin sa’yleriyle hasıl olan bir netice veya şerefi, o cemaatın reisine veya üstadına vermek; hem cemaate, hem de o üstad ve reise zulüm olduğu gibi.. Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstad, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiğini, güzel bir temsil ile isbat edip, hakikat-ı hale pencere açıp gösterir.

ONDÖRDÜNCÜ NOTA: Tevhide dair üç küçük remizdir.

Birincisi: Dar nazar, kāsır fikir ve muhakemesiz akıllı, esbabperest insanın nazarını vahdaniyet-i İlahiyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde tevhidi isbat edip “Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” dedirtir.

İkinci Remiz: يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى nin bir sırrını tefsir edip, aşk-ı mecazîye mübtela olan insana, aşk-ı hakikîyi ve Mabud-u Bilhakk’ı gösterir.

Üçüncü Remiz: Hayat-ı bâkiyeye ve sermedî manzaralara namzed, yüksek makamda halkolunan istidadat ve letaif-i insaniye, bazan hiç ender hiç olan heva-yı nefse esir bulunduğundan, ikaz ve inzar ile insanı teyakkuza sevkeden büyük bir hakikatın küçük bir ucudur.

Dördüncü Remiz: Uzun emeller ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsille kurtarıp, “Lâ ilahe İllallah” kelime-i kudsiyesinin şifayab ve rahmetbahş hazinesine teslim eder.

ONBEŞİNCİ NOTA: “Üç Mes’ele”dir.

Birincisi: İsm-i Hafîz’in tecelli-i etemmine işaret eden فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ âyetiyle, Hafîz-i Zülcelal’in Küre-i Arz tarlasında ezel ilmiyle halkedip zer’ ettiği tohumları, kesif toprak içinde ve şiddet-i bürudet karşısında mukavemetsiz, nihayetsiz zaîf ve küçük oldukları halde muhafaza edip, haşr-i baharîde başka bir âlemden gelmiş gibi, evamir-i tekviniyeye imtisal ile meydana gelmeleriyle, emanet-i kübra hamelesi ve Arz’ın halifesi ve kâinatın meyvesi olan insanların ef’al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları muhafaza edilip haşrin sabahında meydan-ı muhasebeye getirileceğine kat’î isbat edip, haşri bazı sebebler neticesi baîd gören insanlara, bilmüşahede nümunesini gösterir.

Hâfız Ali

(Rahmetullahi Aleyhi Ebeden Daimen)

           Onsekizinci Lem’a

Unutulmuş, yazılmamış. Mübarekler Heyeti’nin çalışkan kahramanı Küçük Ali’nin hissesidir ve hakkıdır ki yazsın. Onun için unutulmuş.

           Ondokuzuncu Lem’a

            كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا âyet-i kerimesini “Yedi Nükte” ile tefsir eden ve iktisadı emredip, israf ve tebzirden kat’î nehyeden bilhâssa bu asırdaki beşere gayet mühim bir ders-i hikmet veren, kıymetdar çok mübarek bir risaledir.

            BİRİNCİ NÜKTE: Cenab-ı Hakk’ın, beşere ihsan ettiği bilcümle nimetlerin mukabilinde beşerden ancak bir “şükür” istediğini; iktisad nimetlere karşı hem ihtiram, hem Cenab-ı Hakk’a bir şükr-ü manevî, hem nimetin bereketlenmesine bir vesile olduğu gibi.. israf ise; Mün’im-i Hakikî’nin nimetlerine bir hürmetsizlik ve bir tahkir olmakla, vahîm neticeleri tevlid ettiğini bildirir.

             İKİNCİ NÜKTE: Vücud-u beşer bir saray, mide bir efendi, ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcı, et’imenin verdiği lezzetleri birer bahşiş olduğunu göstererek; vücudun idaresi iktisad ile temin edildiği gibi, israf ise müvazenesizliği ve hastalıkları tevlid ettiğini bildirir.

            ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kuvve-i zaika, maddî cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından, israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takib edilebileceği; ve bu hakikatı, hârika kuvve-i kudsiye sahibi olan Şah-ı Geylanî Hazretlerinin ihya-yı emvat keramet-i azîmesiyle tavzih ederek; ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükür lezzetinin münteha derecelerine vâsıl olacağını ifade eder.

             DÖRDÜNCÜ NÜKTE: İktisad sebeb-i bereket olduğundan muktesidlerin hayatları izzetle geçtiği gibi; israf edenlerin de her vakit sefalete, hattâ dilenciliğe düştüklerini, hattâ haysiyet ve namuslarını ve hattâ mukaddesat-ı diniyelerini bile feda ettiklerini; ve iktisadın menafi’-i azîmesini ve israfın dehşetli zararlarını ve sehavetin güzelliği içinde bir oduncu ihtiyarın istiğnasını zikrederek, iktisadın kıymet ve izzetini, sehavetin fevkine çıkarır.

            BEŞİNCİ NÜKTE: Gayet merak-aver bir bal vakıasıyla, iktisaddaki izzet ve bereketin ve israftaki sefalet ve mahrumiyetin bir sırrını, pek hakikatlı bir surette izah eder.

            ALTINCI NÜKTE: Hısset ile ve hıssetten ayrı olan iktisad haslet-i memduhasını, Hazret-i Ömer’in oğlu Hazret-i Abdullah Radıyallahü Anhüma’nın bir vakıasıyla öyle izah eder ki; iktisadın hısset olmadığını ve hem de israftan ayrı olan sehavetin derece-i kemalini gösterir.

             YEDİNCİ NÜKTE: İsraf hırsı, hırs kanaatsizliği, haybet ve hasareti ve ihlası kırmakla a’mal-i uhreviyeyi zedelemek gibi üç mühim neticeyi tevlid ettiğini; ve zekâvetleri yüzünden maruf ediblerin dilenciliğe kadar tenezzül ettiklerini ve bir kısım âlimlerin hırs yüzünden dîk-ı maişete giriftar olduklarını temsillerle o kadar güzel izah eder ki, fevkinde beyan ve izah tasavvur edilemez.

Hüsrev

            Yirminci Lem’a

            اِنَّا اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ ilh.. âyet-i kerimesiyle,

هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ.

hadîs-i şerifi mûcibince, İslâmiyette ihlas en mühim bir esas olduğunun sırrını, hadsiz nüktelerinden “Beş Nokta” ile tefsir ve izah eder.

            BİRİNCİ NOKTA: “Ehl-i dünya ve ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve ehl-i nifak rekabetsiz bir surette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak ve ehl-i hidayet rekabetli ihtilaf ediyorlar?” diye vaki’ pek mühim pek müdhiş ve ehl-i hak ve hamiyeti hakikaten kan ağlattıran bir suale, çok esbabdan yedi sebeb ile cevab verilmiştir. Şöyle ki:

            Ehl-i hak ve hidayetin ihtilafatı; hakikatsız, zelil olduklarından hâşâ himmetsiz, aşağı ve akibeti düşünmeyerek kāsır-un nazar olduklarından hâşâ ve kıskanç ve dünyaya harîs olduklarından olmadığı gibi.. ehl-i gaflet ve dalaletin de kuvvetli ittifakları, hakikatlı ve akibeti düşündüklerinden ve yüksek nazarlı olmalarından mütevellid olmadığını ol kadar âlî bir üslûb ile izah ve tefsir eder ki; “Fesübhanallah, sebebleri bilinmediğinden, her an için üçyüz elli milyon fedakâr tebaası bulunan bu âlî İslâmiyet, nasıl olmuş da hepsi üçyüz elli milyonu tecavüz etmeyen ve ölümden dehşetli korkan üç dört firenk hükûmetin elinde esir olmuş? Hem öyle bir esaretle mahkûm edilmişler ki, -Allah! Allah!- her bir fırsatta öyle dehşetli şenaatler yapılmış ki; Engizisyon mezalimine rahmet okutacak işkenceler, bîçare ehl-i İslâma tatbik edilmiş; gözyaşlarına bedel, damarlarından mütemadiyen kan akıttırılmış; bir değnek cezaya mukabil, ehl-i hamiyetin boyunları, gaddar zalimlerin elleriyle koparılmış, atılmış; o bîçare müslüman hamiyetperverlerinin bir kısmı darağaçlarına asılmak suretiyle hayatlarına hâtime verilerek dünyanın ufuklarında merhametsizce teşhir edilmiş.. hem hayat-ı dünyeviyeleri parça parça edilerek mahvolmuş, hem hayat-ı uhreviyeleri zedelenmiş; bir kısmının ise her iki dünyadaki hayatları ve saadetleri birden imha edilmiş…” diye vaki’ olacak sualin cevabı, elmas hazineye değer kıymetindeki risalenin Birinci Noktasının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır.

                İşte bu zavallı müslümanlar hak ve hakikat mesleğinde giderken, hataya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlasları zedelenmiş, aralarına rekabet girmiş, beynlerinden ittifak ve ittihad yerine tefrika ve ihtilafat vücud bulmuş.. binnetice, bu haller tedavi edilmemiş, bu marazlar tevessü’ etmiş; bu halleri gören ehl-i dalalet, ehl-i İslâmın bu ihtilafat ve tefrikasını esaret altına almak için en büyük bir vesile bularak desiselerle âlem-i İslâma hücum etmişler. En nihayet bugünkü vaziyet tahaddüs etmiş. İşte asırlardan beri üçyüz elli milyon ehl-i İslâmı, zincirler altında, her gün, her saat, her an inim inim inleten haletlerin sebebleri, bu risalenin Birinci Noktasıyla pek hakikatlı bir surette izah edilmiştir. Fakat heyhat! Zaman zemin müsaade değilmiş ki, beş noktadan yalnız bir noktası yazılmış; diğerleri te’hir edilerek, yazılmamıştır.

Hüsrev

               Yirmibirinci Lem’a

وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ ❊ وَ قُومُوا لِلّهِ قَانِتِينَ ❊ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا ❊ وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً

            Her işde ve hususan uhrevî hizmetlerde ihlasın en mühim esas olduğunu bildiren çok kıymetdar bir risaledir. Bu risale, bu müdhiş zamandaki Kur’an hâdimleriyle konuşarak der ki: “Dehşetli düşmanlar mukabilinde, şiddetli tazyikat altında, müdhiş dalaletler içinde ve savletli bid’alar karşısında sizler gayet az ve zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye Cenab-ı Hak tarafından sırf ihsan-ı İlahî olarak omuzlarınıza konulmuştur. Öyle ise, herkesten ziyade ihlası kazanmağa ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeğe mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlası zayi’ eden esbabdan şiddetle kaçmalısınız.” der ve ihlası kazanmak için dört düsturu ta’dad eder.

              Birinci düstur: “Doğrudan doğruya rıza-yı İlahîyi maksad yapmalısınız.” der.

            İkincisinde: Rekabetsiz, tahakkümsüz, gıbtasız, ataletsiz, hakikî bir tesanüd ile, faaliyetlerini umumî maksada tevcih ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalı ve saadet-i ebediyeyi netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) dünya ve âhirette sahil-i selâmete çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede hizmet eden talebelerine ihlasa, ittifaka, tesanüde samimiyetle sarılmayı emreder.

            Üçüncüsünde: Hem birkaç misal ile ihlasın bir sırr-ı mühimmini izah eder; hem de İmam-ı Ali ve Şah-ı Geylanî (Radıyallahü Anhüma) gibi kudsî, hârika kahramanlar, Risale-i Nur talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının vechini dahi izhar eder.

            Dördüncü düstur: Kardeşler arasında “tefani” sırrını, yani “kardeş kardeşte fâni olmak” esasını ikame eder.

            Ve ihlası kuvvetlendiren bir vasıtanın “rabıta-i mevt” olduğunu ve zedeleyen sebeblerin de “riya ve tûl-i emel” gibi merdud hasletler olduğunu bildirir.

            İhlası kazanmanın ikinci sebebi; daima huzur-u İlahîde olduğunu düşünmektir. Bu suretle hem riyadan kurtulduğunu ve hem kazanılan ihlasta çok meratib olduğunu bildirir.

                Daha sonra, ihlası kıran sebeblerden üç mâni’den birincisinin “maddî menfaatler” olduğunu; ve hem a’mal-i uhreviyedeki teşrik-ül mesaîde muazzam menfaati olduğunu; ve hem dünyevî şeriklerin kazançlarındaki gibi olmayıp, tecezzi ve inkısam etmeyerek, noksansız olarak, fazl-ı İlahiyle, teraküm eden sevab yekûnlerinin bir misli, iştirak eden efradın her birinin defter-i a’malinde aynen bulunacağını beyanla, rekabet ve ihlassızlıkla bu ticaretin kaçırılmamasını tavsiye eder. Mâni’in ikincisi, ihlası kıran ve en mühim bir maraz-ı ruhî olup şirk-i hafîye yol açan “teveccüh-ü âmme”den şiddetli kaçmayı ve bu gibi manevî marazlara ehemmiyet verilmemesini aramamasını ehemmiyetle emreder. Üçüncü mâni’de korku ve tama’ yüzünden gelecek zararlar ile ihlasın kırılacağını bahsederek, o husus-u mezkûr hakkında Hücumat-ı Sitte’de izahat-ı kâfiye verildiğinden, o kıymetdar risaleye havale ederek hâtime veren, şirin ve latîf ve çok âlî ve misilsiz ve herkesin muhtaç olduğu [1] (Haşiye) bir risale-i mübarekedir.

Hüsrev

             Yirmiikinci Lem’a

            وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا

gibi âyetlerle, üç işaretle, Risale-in Nur müellifine ve Risale-i Nur’a ait çoklar tarafından deniliyor ki: “Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, her bir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ hiçbir hükûmet târik-id dünya ve münzevilere karışmıyor?” mealinde bir suale karşı, gayet güzel cevab veriyor.

            BİRİNCİ İŞARET: Risale-i Nur müellifi ve Risale-i Nur, bütün ehl-i imanın, hususan Isparta vilayetinin manevî terakkiyatlarına ve imanlarının inbisatına mühim bir medar olduğundan; bu sualin cevabını, din ve şeriat namına, haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların ve hususan Isparta Vilayetinin insanlarının hakları olduğunu kat’î gösterir.

          İKİNCİ İŞARET: Tenkid ve istihzakârane, mimsiz medeniyet tarafından deniliyor ki: “Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var. Bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i imana kabul etmiyorsun. Halbuki Cumhuriyet devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmakla olur. Halbuki sen, hocalık ve münzevi perdesi altında nazar-ı dikkati celbetmekliğin ve hükûmetin rejimine karşı hilafına çalıştığın, macera-yı hayatın gösteriyor. Bu senin halin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının intibahıyla sosyalizm ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek, işimize yarıyor. Sen prensiplerimize muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümleri altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor.” deyip dinsizcesine sualine karşı:

            Ne mümkün zulm ile, icbar ile imha-yı hakikat

            Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten düsturuyla Cenab-ı Hakk’ın fazl-u keremiyle ulûm-u imaniye ve Kur’aniyeyi fehmetmek faziletini ihsan ettiğini; ve bu ihsanı kaldırmağa uğraşan, insan suretinde şeytanlar olduğunu; birkaç misal ile, ehl-i ilhad ve kısmen münafıklar bu fevkalkanun muameleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muameleye Cumhuriyet Hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risale-in Nur müellifi, eğer fehmetse nev’-i beşer küseceğini ve anasırın hiddetlendiğini göstermekle, gayet güzel bir cevab veriyor.

            ÜÇÜNCÜ İŞARET: İki sualin cevabıdır.

                Birincisi: Ehl-i Felsefe, zındıka hesabına diyorlar ki: “Bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburî Cumhuriyetin kanunlarına inkıyad edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak istiyorsun.” demelerine karşı bir müskit cevab veriyor ki, onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor.

                İkinci Sual: “Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz?” demelerine  karşı: Eğer insan, bir cesedden ibaret olsaydı ve insan lâyemutane dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse; o vakit vazifeler, yalnız maddî askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki “Elmevtü Hak” davasını, her gün otuzbin cenazelerinin imza ve şehadetini tekzib ve inkâr etmek ile olur. Madem inkâr ve tekzib etmek muhaldir; öyle ise, manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden manevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve isbat eder.

            Şu risalenin hâtimesinde, “Enaniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassasiyet var ki; eğer şuurları olsa idi, bir dehâ derecesinde muamele olurdu.” diye ehl-i imana onların o hassasiyet ve desiselerine aldanmamalarını tavsiye ile, onların bu hali bir istidrac olduğunu haber verir.

Küçük Ali

            Yirmiüçüncü Lem’a

                Otuzbirinci Mektub’un Yirmiüçüncü Lem’ası olan “Tabiat Risalesi”dir. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi, dirilmeyecek bir surette öldüren ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden ve çok çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul mudıll efkârı, insaflı kafalardan tardedip, çıkaran ve saadet-i ebediyenin hakikatlı yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gayet zevkli bir surette açarak, delilleriyle, bürhanlarıyla isbat eden ve müellifine ebedî rahmet okunmasına vesile olan, âlî, gayet kıymetdar bir risaledir. Bu risale, قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ âyet-i kerimesinin bir tefsir-i vâzıhı olup, “Cenab-ı Hak hakkında şek olamaz ve olmamalı.” demekle, vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde gösterir. Şu sırrı izahtan evvel, bir ihtar ile, binüçyüz otuzsekiz senesinde ordu-yu İslâmın Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içine gayet müdhiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin başını dağıtmak gayesiyle Ankara’da Arabça olarak tabedilmiş sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır.

                MUKADDEME: İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden ve ehl-i imanın bilmeyerek istimal ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyan eder.

            Birinci Kelime: “Evcedethü-l Esbab” yani esbab-ı âlem icad ediyor.

            İkinci Kelime: “Teşekkele Binefsihi” yani kendi kendine oluyor.

            Üçüncü Kelime: “İktezathü-t Tabiat” yani tabiat iktiza edip, yapıyor.

            Bu üç dehşetli kelimelerin, lâakal doksan muhalatı tazammun eden üçer muhalden dokuz muhal ile, açtıkları üç yolu tamamen kapatarak, dördüncü yol olan “Tarîk-i Vahdaniyet” ile, bilcümle mevcudat, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretiyle vücud bulduğunu, hakikî ve letafetli temsilleriyle isbat eder.

            BİRİNCİ KELİME: “Evcedethü-l Esbab” Teşkil-i eşya, esbab-ı âlemin içtimaıyla vücud bulmasının pek çok muhalatından üç tanesini zikreder.

         Birincisi: “Her hangi bir zîhayatın icadı Vâhid-i Ehad’e verilmeyip, esbabdan taleb edilse; bir eczahane-i kübrada mevcud kavanozların içindeki maddelerin garib bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların çarpıp kavanozları devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması” temsiliyle gösterip vücud-u eşyayı esbaba vermek itikadının hadsiz muhaliyetini, beyan eder.

            İkinci Muhal: Mevcudattan bir sineğin inşası Vâcib-ül Vücud’a verilmeyip, esbab-ı âlem yapıyor denilse; kâinatın ekserîsiyle alâkadar olan bu sineğin her bir zerresini; gözüne, kulağına, kalbine ve ciğerlerine yerleştirmek için, erkân-ı âlemi ve anasır ve tabayii, usta gibi, hem zahirinde hem bâtınında çalıştırmak lâzım geliyor. Bu muhal, Sofestaileri dahi eblehane meslekleri içinde utandırıyor.

         Üçüncü Muhal: “Bir vâhidin vahdeti varsa, her halde bir elden sudûr ettiğini” kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mizan ve şu câmi’ hayata mazhar olan bir mevcud, eğer Vâhid-i Ehad’in bir masnuu kabul edilmezse; camid, cahil, kör, sağır, şuursuz, karmakarışık hadsiz esbabın karıştırıcı elleri arasında inşa edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gayet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi’ bir hayata mâlik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhali birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldüren derecede akıldan uzaklığını gösterir.

            İKİNCİ KELİME: “Teşekkele Binefsihi” yani kendi kendine teşekkül ediyor. Şu muhalin bâtıl olduğunu gösteren çok muhalatların üç muhali, nümune olarak zikreder.

             Birincisi: Her mevcud, basit bir madde olmadığı gibi camid ve tegayyürsüz dahi olmadığından; ve hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gayet acib bir makine ve gayet hârika bir saray olmakla beraber, zahirî ve bâtınî duygularla mücehhez bulunduğundan, kâinatla alâkadarlığı vardır.

            İşte her bir mevcud Hâlık-ı Külli Şey’e isnad edilmeyip, “kendi kendine teşekkül ediyor” denilse; o vakit her bir mevcudun her bir zerresine, bir Eflatun’a bedel binler Eflatun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurafecilik ve divaneceliğin en büyükleri ortasına düştüğünü beyan edip, isbat eder.

            İkincisi: Her bir mevcud, bilhâssa bir ferd-i insan; birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve her bir kubbesi binler zerratın başbaşa vermesiyle teşekkül etmiş acib nakışlı garib bir san’at-ı hârika olduğu halde, “Bu masnuat bir Sâni’-i Vâhid’in eser-i san’atı değildir, kendi kendine teşekkül ediyor.” denilse, hadsiz ve hudud altına alınmayan zerrat-ı vücudiyesi adedince muhaller ortaya çıkar ki; bu mefkûre sahiblerini cehlin en müntehasında oturtarak, echeliyetle techil eder.

              Üçüncü Muhal: Sâni’-i Zülcelal’in icadı olan her bir masnu, kalem-i kader-i ezelînin bir mektubu olmazsa, “esbab-ı âlem icad ediyor” denilse; o vakit o esbab, evvelen o masnuun bedenindeki hüceyrelerinden tut, binler mürekkebat adedince tabiat kalıbları, demir kalemleri ve harfleri ve hattâ bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıbları dökmek için birçok fabrikalar ve bu fabrikaların inşası için, keza fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkeza bu teselsül gittikçe gidecek. Bu nâmütenahî muhalatı intac eden bu fikri kabul edenler, bu hakikattan yedikleri silleden ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelilerdir, der.

            ÜÇÜNCÜ KELİME: “İktezathü-t Tabiat” yani tabiat iktiza ediyor. Bu idlâl edici mudıll fikrin pek çok muhalatından üç muhalinin

            Birincisi şudur ki: Şems-i Ezelî’nin kalem-i kader ve kudreti olan alîmane, basîrane, hakîmane san’at-ı icad, o Zât-ı Zülcelal’e verilmezde hem kör, hem sağır, hem akılsız, hem düşüncesiz bir tabiata verilse; o tabiat, bu masnuatı yapmak için, ya her şeyde hadsiz manevî makine ve matbaaları bulunduracak veyahut her şeyde kâinatı halkedip idare edecek bir kudret ve hikmeti dercedecektir. Bu ise, her bir mevcudda hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı ve bir kuvveti âdeta bir ilahı, içinde kabul etmek lkâinattaki muhalatın en bâtılı ve hurafenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı Kâinat’ın sıfât-ı kudsiyesinin tecelliyatına “tabiat” namı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir.

                İkincisi: Gayet intizamlı ve mizanlı ve hikmetli olan şu mevcudat, nihayetsiz Kadîr ve Hakîm bir zâtın icadıdır denilmezse, tabiata verilse, tabiat, nebatatın menşe’ ve meskeni olan ve saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makineleri matbaaları yerleştirsin ki; o toprak, her türlü nebatatın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen mikdarları dâhilinde verebilsin. İşte bu hurafe ve hadsiz muhalatı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suubetli ve müşkilâtlı acib muhalat, nasıl sühuletli vücuda inkılab ettiği hakkındaki suale hakikatlı ve gayet makul bir cevab verilmiştir.

            Üçüncüsü: İki misali var.

          Birincisi: Hâlî bir sahrada kurulmuş gayet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşi bir adamın misaliyle izah edilen bir hakikattır. Şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu’cizat-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, uluhiyeti inkâr eden vahşi tabiiyyunlar girerler. Gördükleri mevcudatı, daire-i mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un eser-i san’atı olduğunu düşünmeyerek; daire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlahiyenin tebeddül ve tegayyür eden icraat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavanin-i âdetullaha ve bir fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olan İlahî emrî kanunlara yanlışlıkla “Tabiat” namı verip, eşyanın icadını bunlara tahmil ederek, öylece ahmakane bir bâtıl yola girerler ki, ahmaklığın en müntehasında en büyük ahmaklık nişanını göğüslerine kendi elleriyle takarlar.

            Üçüncü Muhalin ikinci misali: Gayet muhteşem bir kışlaya ve gayet muazzam bir câmiye giren vahşi bir adamın misaliyle temsil edilen ikinci bir hakikattır. Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata, tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki; bütün mevcudat iş başında vazifededirler. Sâni’-i Zülcelal’in Zât-ı Akdesinden i’raz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelal’in bir cilve-i Rabbaniyesi olan kuvvetini müstakil bir kadîr telakki ederek manevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur etmekle beraber, o kanunların ellerine icad vererek “Tabiat” namını taktıklarından, bütün gördükleri şu hârikulâde mevcudatı tabiata isnad edip, vahşilerin en vahşisi olduklarını ilân ederler.

            İşte taksim-i aklî ile; mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından, bu yolların hadsiz ve hesabsız muhalleri îcab eden dokuz muhal ile kapatılarak, bilbedahe ve bizzarure, dördüncü yol olan vahdet yolu kat’î bir surette sabit olur. Ve her bir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir. Esbabperest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra onları insafa davet eden ve mesleklerini terkettiren gayet izahlı ve çok şirin ve gayet latîf bir beyandan sonra, sorulan iki şübheli sualin birincisine, “redd-i müdahale ve men’-i iştirak kanunları”nın muktezasıyla; ikincisine de Hâlık-ı Zülcelal bütün bütün hikmetine zıd olan netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abesiyete çeviren ve hikmet-i rububiyeti inkâr ettirecek bir tarz olan mahlukatın ibadetlerini ve bilhâssa insanın şükür ve ubudiyetini başkalara vermeye rıza göstermediği gibi, müsaade dahi etmediğini izah eden gayet güzel cevablarla mukabele edilmiştir.

            Hâtimesinde, tabiat fikr-i küfrîsini terkeden ve imana gelen zâtın, merak-aver üç sualinden:

      Birincisi: “Tenbelliklerinden dolayı namazı terkedenlerin Cehennem gibi bir azab ile tehdid edilmelerinin sebebi nedir?”

            İkincisi: “Bu gözle görülen nihayet derecede mebzuliyet ve icad-ı eşyadaki intizamlı suret, hem vahdet yolunda nihayet derecede kolaylık ve sühulet, hem nass-ı Kur’anla مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ❊ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ … الخ gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”

                Üçüncüsü: “Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkib ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten birşey i’dam edilmediği gibi hiçten hiçbir şey icad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?” demelerine karşı, pek dakîk ve çok derin ve gayet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede mukni’ ve müskit olarak serdettiği delail-i akliye ile, esbaba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve halen o mesleklerinde bulunanları utandıran gayet hakikatlı ve musîb cevablar vardır.

Hüseyin Efendi

            Yirmidördüncü Lem’a

            “Dört Hikmet”i hâvidir.

            يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ لِاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيبِهِنَّ ilh… gibi âyetlerle, Kur’an-ı Hakîm’de tesettürü emrediyor. Sefih ve mimsiz medeniyet ise, Kur’anın bu hükmüne karşı muhalif gittiğini ve tesettürü fıtrî görmediğinden, “bir esarettir” deyip dinsizcesine bir sualine karşı Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam yerinde olup, belki esaret olmayıp tesettürün fıtrî olduğuna çok tecrübe ve misallerle onları iskât ve tesettüre kat’î emrediyor.

            BİRİNCİSİ: Kadınların fıtratı tesettürü iktiza ediyor. Çünki hilkaten zaîfe ve nazik olduğundan, kendi hayatından ziyade çocuklarını himayeye fıtraten bir meyli bulunduğundan, onu himaye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ithama maruz kalmamak için fıtrî bir meyli bulunduğunu.. hem kadınların ondan altısı ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliği herkese göstermek istemediğini.. hem güzellerin kendini göstermekten sıkılmayan, ondan bir-iki olup, diğerleri ise pis ve şehevanî ve sakil insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini.. ve Kur’an-ı Hakîm’in tesettüre emri fıtrî olmakla beraber, o nazik ve zaîfe, bir refika-i ebediye olabilmeleri için, tesettürle zahirî ve bâtınî zilletten ve manevî bir esaretten kurtarıyor diye gayet güzel bir cevab ile gaddar medeniyeti iskât ediyor.

            İKİNCİ HİKMET: Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin ihtiyacından ileri gelmediğini, belki ebedî bir hayatta ciddî bir arkadaş olmak için, o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği şahid olmasıdır öyle ise o kadın, ebedî arkadaşı olan kocasının ebedî arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü kat’iyyen ve fıtraten iktiza ettiğini; ve sefih, gaddar medeniyetin “gayr-ı fıtrî ve esarettir” demelerini iskât etmekle beraber, tesettürle kat’î emrediyor.

                ÜÇÜNCÜ HİKMET: Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir muhabbetle devam ettiğini; ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını; ve açık ve saçık kadının ondan bir tanesi, kocasından daha iyisini görmediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğini; ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden, açık-saçıklık ve hayvanî görünüşler o emniyet ve muhabbeti kırdığını; hattâ o hayvanî,

süflî ve pis görünüş, akrabalık misillü olanda dahi o emniyeti bile kırdığını; ve o çıplak bacakla görünmesi akrabanın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem olduğunu gayet kat’î bir surette isbat eder.

                DÖRDÜNCÜ HİKMET: Kesret-i nesil her cihetle matlub olup, her millet ve her hükûmet buna tarafdar olduğu, hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ yani “İzdivac ediniz. Ben, sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” buyurmasını; tesettürsüzlük izdivacı çoğaltmayıp, pek azalttığını, çünki serseri asrî bir genç dahi refikasının gayet namuslu olmasını istediğini; ve kadın ise, erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve her şeyine dâhilî muhafız olduğundan, kadında sadakat ve emniyet lâzım olduğunu; tesettürsüzlük ve açık saçıklık ve hayâsızlık ise, o sadakatı ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azabı çektirdiğini ve kadınlarda şecaat ve sehavet o sadakat ve emniyeti ihlâl ettiğini; ve memleketimizde Avrupa’ya kıyas edilmeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin za’fına ve kuvvetin sukutuna sebeb olacağını; ve şehirliler köylülere kıyas edilmeyeceğini, çünki köylüler maişet meşgalesiyle uğraştığından aslâ onlara kıyas edilemeyeceğini ve daha çok hikmetlerini gayet kat’î isbat eder.

Rüşdü

              Ehl-i îmân âhiret hemşirelerim olan kadınlar tâifesi ile bir muhâveredir.
Risâle-i Nur’un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar tâifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risâle-i Nur’la alâkaları bulunduğunu; fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin sû-i istimâl edildiğini; ve kadınların saâdet-i uhreviyesi gibi saâdet-i dünyeviyelerinin de çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniye olduğunu izah eden kıymetli bir mektuptur.

            Yirmibeşinci Lem’a

             “Yirmibeş Deva”yı hâvidir. Bu risale, اَلَّذِينَ اِذَا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ gibi âyetler, ehl-i imanın musibetleri musibet olmadığını, belki bir ihtar-ı Sübhanî ve iltifat-ı Rahmanî olduğunu gösterir gayet mukni’ bir tefsir ve o ehl-i imanın on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzedelere karşı manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir eczahane gibi olduğunu, hattâ her bir deva, ayrı ayrı binler çeşit ilâçlar gibi hâsiyetlerini gösteren bir eczahane hükmünde ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın eczahane-i kübrası olan اَلَّذِى هُوَ يُطْعِمُنِى وَيَسْقِينِ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ gibi şifa hakkındaki yüzer âyâtın sırr-ı tesirine şifalı, devalı bir mübarek ma’kes bir mâ-i zemzeme-i Kur’an hükmünde olduğunu gösterir.

           BİRİNCİ DEVA: İnsanın hastalığı zahiren bir nevi dert gibi ise de, dert değil, belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermayesini sıhhat ve âfiyet istiğnasından gelen bir gafletle zayi’ olduğundan, hastalık o zayiatı meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir gayet güzel bir devadır.

         İKİNCİ DEVA: İbadet iki kısım olup, bir kısmı müsbet ibadettir ki, namaz ve niyaz gibi malûm ibadetler olup, diğeri menfî ibadettir ki, hastalıklar insana aczini, za’fını hissettirdiğinden, hâlis, riyasız manevî bir ibadet olduğunu.. ve bu hastalıklardan, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü’min için bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiğini rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabit olduğunu bildirir gayet mühim bir devadır.

            ÜÇÜNCÜ DEVA: İnsan bu dünyaya keyf sürmek için ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlanması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahid olduğunu.. hem insan zîhayatın en mükemmeli ve cihazatça en zengini olduğundan, geçen lezzetleri ve gelecek belaları düşündüğünden, kederli ve sıkıntılı bir hayat geçirdiğini; hastalık ise, sağlık ve âfiyet gibi gaflet vermediğinden, dünyayı hoş göstermeyip o tahatturların elemlerinden vazgeçirdiğinden, hiç aldatmaz bir vaiz ve mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübarek devadır.

           DÖRDÜNCÜ DEVA: İnsan, hastalıktan şekva değil, hastalığa sabretmesi lâzım olduğunu gösterir. Çünki o, cihazatını kendi yapmayıp ve başka bir yerden de satın almadığından; o mülk sahibi, bahçesini çapalamak, bellemek ve budamak gibi ezalarla, o sayede güzel bir mahsul aldığından; o eza, o bağın hakkında eza değil, belki mahsulünün yetişmesine medar olduğundan, şikayete hiç hakkı olmadığını gösterdiği gibi; insanın da, hastalıkla yapılan tasarruftan şikayet değil, tahammüle mecbur olduğunu, şiddetli olduğu zaman “Ya Sabur” deyip, sabır ile mukavemet edileceğini haber veriyor.

        BEŞİNCİ DEVA: Bu zamanda, hususan gençler hakkında; hastalık o gençleri gençlik sarhoşluğundan men’ettiği için, onların hakkında o hastalık, manevî bir sıhhat ve âfiyet olduğunu haber verir gayet şirin bir devadır.

       ALTINCI DEVA: Musibetin gitmesiyle manevî bir lezzet geleceğini gösterir. Çünki “Elemin zevali lezzettir.” diye, o elemli musibetler, zevaliyle ruhta bir lezzet irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devadır. Hattâ bu devanın ehemmiyetindendir ki; te’lifatında [3](*) iki kerre aynı numara tekrar etmesi ve öylece kaydedilmesi, ehemmiyetini isbat eder.

           YEDİNCİ DEVA: Hastalık, insanın sıhhatindeki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor. Çünki bir şey devam etse tesirini kaybeder, usanç verir. Hattâ ehl-i hakikat demişler: اِنَّمَا اْلاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani “Her şey zıddıyla bilinir.” “Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz.” diye makul ve şirin bir devadır.

        SEKİZİNCİ DEVA: Hastalık, imanlı bir insanın âhiretini geri bırakmıyor, belki daha ziyade terakki ettiriyor. Çünki hastalık, sabun gibi, günahları siler, temizler; güzel bir keffaret-üz zünub olduğu hadîs-i şerif ile sabit olduğunu; hem imanlı olan bir insanın hastalığı manevî hastalıklardan kurtardığını; şahs-ı zahirînin hatasıyla şahs-ı manevîsi hasta olduğundan zahir hastalığı o hatalardan geri koyup, manevî istiğfara sebeb olduğundan, çok büyük bir hazine olduğunu bildirir.

         DOKUZUNCU DEVA: Cenab-ı Hakk’ı tanıyan bir insan için, ölüme sebeb olan hastalıktan korkmak olmadığını; ve o ölüm, insan tanıdığı ve bildiği Cenab-ı Hakk’a ve bütün ehl-i iman olan ahbablarına kavuşmak olduğunu; hem ölüm mukadder olup, bazan hastaların yanındaki sağ insanların ölmesi ve hastaların sağ kalması; hem ölüm, vazife-i hayattan bir paydos ve bir rahat olduğunu ve ehl-i dalalet için gayet korkunç bir zulümat-ı ebediye olduğunu bildiren gayet mülayimane güzel bir devadır.

         ONUNCU DEVA: İnsanın hastalığı, merak ettikçe gayet ağırlaşacağını, hususan evhamlı bir hastanın bir dirhem zahir hastalığı, merak vasıtasıyla on dirhem olacağını, hem merak da ayrıca bir hastalık olduğunu haber verir mühim bir devadır.

        ONBİRİNCİ DEVA: Hastalık insana hazır bir elem verdiğinden, evvelce geçirmiş olduğun hastalıktan sonra hiçbir elem kalmayıp, hemen lezzeti bu âna kadar devam ettiğini hatırlayıp, o andaki hastalığın hazır eleminden kurtulmak ile, beraber bulunduğun dakikadan sonra zamanın nasıl geleceğini bilmediğinden, ondan korkmamak lâzım olduğunu; hem yok bir zamana, yok bir eleme, yok bir hastalığa vücud rengi vermek manasız olduğunu; ve sabır kuvvetini sağa ve sola dağıtmak faide vermediğinden, bütün kuvvetiyle hazır zamana dayanmak lâzım olduğunu haber verir en a’lâ bir devadır.

          ONİKİNCİ DEVA: Hem insan hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kaldığına teessüf etmemesini; sabur ve tevekkül ve namazını kılmak şartıyla, o hastalık, ibadet ve o evradının sevabını aynen ve daha hâlis bir surette verileceği hadîsçe sabit olduğunu; ve insan o sayede aczini ve za’fını bildiğinden, bütün cihazatının lisan-ı hal ve lisan-ı kāl ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmesine sebeb olduğundan, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ sırrını anlattığından, şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu gösterir.

          ONÜÇÜNCÜ DEVA: Hastalıktan şikayet edilmeyeceğini; ve hastalık bazılarına bir define olduğunu; ve ecel muayyen olmadığından, her vakit havf u reca ortasında bulunmak lâzım olduğundan; ve ölüm insanı gaflet içinde yakalamak ihtimali bulunduğundan, hastalık onun âhiretini düşündürmek cihetiyle gayet güzel bir nâsih diye gösterir mühim bir devadır.

                ONDÖRDÜNCÜ DEVA: [4](Haşiye) Hem ehl-i imanın göz hastalığı perdesi altında pek mühim bir nur ve manevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazînane fâni bir güzelliğine bedel ebedî bir surette Cennet levhalarını seyredecek fani bir göze bedel kırk göz kuvvetinde ebedî gözler ile seyretmesi daha evlâ olacağını beyan eder.

                ONBEŞİNCİ DEVA: Hastalığın suretine bakıp “âh!” eylemek caiz olmadığı, belki manasına bakılsa “oh!” diye manevî lezzetler akıtacağını; çünki manevî sevab lezzeti olmasa idi, Cenab-ı Hak en sevdiği kullarına hastalığı vermezdi diye hadîs-i şerifte اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً اَلْاَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْاَوْلِيَاءُ اَلْاَمْثَلُ فَالْاَمْثَلُ -ev kema kal- hadîsinin sırrını; ve bazı hastalıklar şehid makamını kazandıracağını, bahusus kadınların lohusa zamanında kırk gün zarfında vefat ederlerse şehide olacaklarını en güzel bir surette haber verir.

            ONALTINCI DEVA: Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede en mühim olan hürmet ve merhameti telkin ettiğini, çünki sıhhat ve âfiyet, nefs-i emmareye, her cihetçe istiğna gösterdiğinden; hastalık, o istiğna yerine hürmet ve merhameti hissettirdiğinden, rikkat-i cinsiyesine karşı bir şefkat celbetmeye vesile olacağını gösteren gayet güzel ve en şirin ve lezzetli bir devadır.

        ONYEDİNCİ DEVA: İnsan, hastalık vasıtasıyla, hayrat yapamadığından müteessir olmak caiz olmadığını; çünki en mühim hayrat hastalıkta dahi bulunduğunu, hattâ hastalara bakmak bile en mühim hayır ve sadaka hükmüne geçeceğini; çünki imanı olan bir hastanın hatırını sormak ve güzel bir nasihat etmek, hususan ana ve baba olsa, onların dualarını kazanmak en a’lâ bir hayrat ve sadaka olduğunu, pek mühim bir tarzda gösterir.

             ONSEKİZİNCİ DEVA: İnsan şükrü bırakıp şekvaya gitmek bir hakkının zayi’ olmasından şikayete hiç hakkı olmadığı; çünki senin üstünde Cenab-ı Hakk’ın çok nimetleri olmak cihetiyle, onların şükür hakkını îfa etmediğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a karşı bir haksızlık ettiğini; hem sen sıhhat noktasında kendinden aşağıdaki bîçarelere bakmak lâzım olduğunu, yani bir parmağın, bir elin, bir gözün yoksa; iki parmağı, iki eli, iki gözü olmayanlara bakmak lâzım olduğunu, çünki sen hiçlikten vücuda gelip, taş, ağaç ve hayvan olmayıp insan olup İslâm nimetini ve sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir dereceye nail olduğun halde, bazı ârızalarla ve kendi sû’-i ihtiyarın ile ve sû’-i istimal ile elinden kaçırdığı ve eli yetişmediği nimetlerden şekva etmek, sabırsızlık göstermek bir küfran-ı nimet olduğunu gösterir bir devadır.

                ONDOKUZUNCU DEVA: Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri, “Esma-i Hüsna” tabir-i Samedanîsi ile güzel olduklarını ve mevcudat içinde en latîf, en câmi’ âyine-i Samediyet de hayattır. Güzelin âyinesi güzel olduğunu; ve güzelliklerini gösteren güzelleşeceğini ve o âyineye de o güzelden ne gelse, güzel olduğunu; ve hayat daima sıhhat ve âfiyet ve yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olacağını; ve hastalıklı bir uzvun etrafında, Sâni’-i Hakîm sair a’zâları o uzva muavenetdarane teveccüh ettirip, nakışlarını ve vazifelerini göstermek için o hastalığı misafireten gönderip, vazifesi bittikten sonra yerini yine âfiyete bırakıp gittiğini isbat eder.

                YİRMİNCİ DEVA: Hastalık iki kısım olup; bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmî olduğunu; hakikî kısmına Şâfî-i Zülcemal’in Küre-i Arz eczahane-i kübrasında her derde bir deva istif ettiğini; ve o devalar ise, dertleri istediğinden, onları istimal etmek meşru olduğunu, fakat devanın tesirini Cenab-ı Hak’tan bilmek lâzım olduğunu; vehmî hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet verdikçe fazlalaşacağını, vermese hafif geçeceğini güzel bir temsil ile isbat eder.

                YİRMİBİRİNCİ DEVA: Hastalıkta maddî bir elem olup, o elemi izale edecek manevî bir lezzet ihata ettiğini; ve zahiren peder ve vâlide ve akrabaların şefkati, onun etrafında hastalık cazibesiyle, ona karşı muhabbetdarane baktığından, o elem çok ucuz düştüğünü; maddî ve manevî çok yardımcıları bulunduğundan, şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu isbat eder.

                YİRMİİKİNCİ DEVA: Nüzul gibi ağır hastalıklar, mü’min için pek mübarek sayıldığını; ve ehl-i velayetçe mübarekiyeti meşhur olduğunu; ve Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmak için iki esasla gidildiğini; nüzul gibi hastalıklar ise, o iki esasın hâssasını verdiğini; o iki esasın birisi; “rabıta-i mevt” (yani dünyanın fâni olduğunu bildiği gibi, kendinin de fâni ve vazifedar bir misafir olduğunu gösterir.) İkincisi: Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, çilleler ile nefs-i emmareyi öldürdüklerinden, hayat-ı ebediyelerini bu suretle kazandıklarını; ve nüzul gibi hastalıklarda aynı o hâssa bulunduğundan, o hastalık onun için gayet ucuz düştüğünü isbat edip gösterir.

                YİRMİÜÇÜNCÜ DEVA: Hastalık, gurbette ve kimsesizlikle beraber bulunduğu zaman, o kimsesizliği cihetiyle, kendine en katı kalbleri dahi rikkate celbettiğini; ve Kur’anın bütün surelerinin başlarında “Rahmanurrahîm” sıfatıyla kendini bize takdim edip bir lem’a-i şefkatiyle, umum vâlideleri yavruların yardımına koşturduğunu; ve her baharda, bir cilve-i rahmetiyle nimetlerini bize gönderdiğini; ve o nimetlere nail olmak, iman ve intisab ve onu tanımakla olduğunu; ve o gurbet ve kimsesizlik yüzünden, Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbettireceğini, ehemmiyetli haber verir.

                YİRMİDÖRDÜNCÜ DEVA: Masum çocuklar ve masum gibi ihtiyar hastalara bakıp hizmet etmeklik ve o hizmet edenlerin hakkında uhrevî büyük bir ticaret olduğunu; ve o nazik çocukların hastalıkları, ileride hayat-ı dünyanın dağdağalarına tahammül için bir şırınga-i Rabbaniye olduğunu; ve o şırıngalardan gelen sevab ve ücret, onlara bakanların ve bilhâssa vâlidelerinin defter-i a’maline yazıldığını; ehl-i hakikatça meşhud olduğunu; ve bilhâssa ihtiyar peder ve vâlide ve akraba gibi ihtiyarların dualarını almak, âhiretin saadetine medar olduğunu; ve onlara bakan da, ileride kendi evlâdlarından aynı vaziyeti göreceğini ve bakmadığı cihetle, azab-ı uhreviye olduğu gibi, dünyaca da çok felâketlere maruz kalacağını vukuat ile sabit olduğunu; ve akraba olmazsa bile, yine onlara bakmak İslâmiyetin iktizasından olduğunu gayet kat’î isbat eder.

                YİRMİBEŞİNCİ DEVA: Bütün hastalıkların gayet nâfi’ ve manevî bir devası ve hakikî ve kudsî bir tiryakı ise, imanın inkişafı olduğunu; tövbe ve istiğfar ve namaz ve ubudiyet ile, o tiryak-ı kudsî olan iman ve imandan gelen ilâcı istimal edilmesi lâzım olduğunu; ehl-i gafletin zeval ve firak darbeleriyle yaralanan manevî büyük bir vücudu olan dünyalarının yaralarının tedavisini, kudsî bir tiryak olan imanın şifa vermesiyle yaralardan kurtulacağını ve o imanın ilâcının tesiri ise feraizi yapmakla olduğunu; ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men’ettiğini göze gösterip, gayet kat’î bir surette izah ve isbat eder.

Hâfız Mustafa

                YİRMİALTINCI LEM’A

كهيعص ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا اِذْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاءً خَفِيًّا قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَائِكَ رَبِّ شَقِيًّا

                Yirmialtıncı Lem’a, “Yirmialtı Rica”dır.

                BİRİNCİ RİCA: Her şeyin aslı, nuru, ziyası, menbaı, madeni, çeşmesi iman olup; her şeyden evvel, o kudsî, münezzeh, muallâ nuru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyan eden kıymetli, îcazlı bir ricadır.

                İKİNCİ RİCA: Hakikatta sabi hükmünde olan ihtiyarlar, ihtiyarlıkta Hâlık-ı Rahîm’e iman ve intisab ve itaatla, sabiler gibi “Rahmanurrahîm” isimlerinin mazharı olacağını tebşir eden nur-feşan bir hakikattır.

                ÜÇÜNCÜ RİCA: Nev’-i beşerin ister istemez mübtela olduğu sevkiyat-ı berzahiye ve inkılabat-ı uhreviyede, iki cihanın serveri enbiyanın seyyidi, şefaat-i âmmenin mazharı rahmet ve merhamet-i İlahiyenin misali olan Peygamber-i Zîşanımız Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesine ittiba ile selâmet ve necat bulunacağını beyan eder.

                DÖRDÜNCÜ RİCA: Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyarelerin, yakınlaştığı kabir kapısını düşünüp o zahiren karanlıklı görünen âlemleri, nuruyla tenvir eden aydınlaştıran ve insana bir harfi dünyadan hayırlı ve hazine-i rahmetin miftahı olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı nur-u iman ile dinleyip, evamirine itaat ve nevahisinden içtinab ile, çok kuvvetli bir rica kapısını gösterir.

                BEŞİNCİ RİCA: Her ferdde her şahısta cüz’î-küllî tesirini gösteren teselli-i iman-ı bil’âhiret, ihtiyarlarda daha azîm ve kuvvetli bir rica ve teselli verdiği için, ihtiyarlığı emniyetli bir sefine-i Rabbaniye bilip sevmek ve hoşnud olmak ve Cenab-ı Hakk’a şükür ve hamd edilmesini tavsiye eder.

                ALTINCI RİCA: Nur-u iman ile, kâinatın tabakaları ve arzın mevcudatı ve mahlukatı, munis birer arkadaş gibi Hâlık-ı Rahîm’e şehadet edip, gurbet ve vahşeti ve zulmeti izale ettiği gibi; ihtiyarlıkla, hayatıyla refakat eden şeylerin müfarakat zamanında kitab-ı âlemin harfleri sayısınca şahidleri; ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olan cihazatı ve mat’umatı ve nimetleri adedince rahmetin delillerini en makbul bir şefaatçı olan acz ve za’fın dûrbîni ile ve ihtiyarlık gözüyle görebileceğinden, ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmekle, rica yolunu gösterir.

                YEDİNCİ RİCA: Fâni dünyaya eblehane bâki süsü veren payitaht-ı hükûmette görülen bina-yı evhamı altı cihetten çürütüp, dalaletten gelen müdhiş zulmü, nur-u Kur’an ve sırr-ı iman ile dağıtıp, bîçare musibetzede ihtiyarları evham ve şübehat vâdilerinden sahil-i selâmete rahmet-i Rahman’a yetiştiren mücahid bir ricadır.

                SEKİZİNCİ RİCA: Cenab-ı Hak kemal-i kerem ve nihayetsiz re’fet ve şefkatiyle, ebed ve ebedî bir hayat için halkettiği nev’-i insanı nisyan-ı mutlaktan kurtarmak için, Kur’an-ı Azîmüşşan’da كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ferman-ı kudsiyesiyle her nefsin ölümünü haber verdiği gibi, o ölümün bir emare ve müjdecisi ve insanın daimî arkadaşı ve hocası olan saçların ağarmasıyla, başı aşağı ve gaflete daimî meyyal ve fâniye mübtela olan insanı, sırr-ı iman ve nur-u Kur’an ile gaflet uykusundan ikaz edip, kuvvetli bir rica düsturunu eline verir.

                DOKUZUNCU RİCA: Acz ve za’fı bilfiil tadan ve hissiyat cihetinde çocuklar ve yavrular hükmüne geçen ihtiyarlık rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesile olduğu gibi, emr-i Kur’an ve işaret-i Nebeviye ile  küçükleri, hürmet ve merhamet ve şefkatle emirber neferler gibi etrafında toplayan ve bu suretle hem Hâlık-ı Kerim’in teveccühüne mazhar, hem insanların hizmet ve yardımına medar olan ihtiyarlıktan razı olmakla, rica kapısını açar.

                ONUNCU RİCA: Kur’an-ı Hakîm’in nuru ile, hakikat ve vaki’-ül hal olan mevtin, hayata tercih edilip sevildiği gibi; Âlem-i Berzahta olan emvat, elbette dünyada muvakkat misafirler ki, onlar da oraya gidecek olan insanlardan ziyade ünsiyet ve ülfete lâyık olduğunu, imanlı ihtiyarlık gözüyle yakînen müşahede edildiğinden; imanlı ihtiyarlığı büyük bir nimet-i uzma-yı İlahiye ve bazan seyr ü sülûk ile derecat-ı evliya gibi yüksek makam ile tebşir ve müjde ve sürur veren kuvvetli bir ricadır.

                ONBİRİNCİ RİCA: İhtiyarlığın susmaz bir dellâlı olan beyaz kılların ikazıyla, ebedî tevehhüm edilen vücudun, başka bir âleme namzed olup fâniliği ve bazı vefadar zannedilen vefasızların darbesiyle, bütün alâkadarların alâka-i kalbe değmediği görülerek, bir melce’, bir istinadgâh taharriler neticesinde, Kur’an-ı Hakîm’in lisanından çıkan “Lâ ilahe illâ Hu” ferman-ı kudsiyesi imdada yetişip, kâinatta esbab ve bu asrın yolunu şaşırtan tabiat bataklığının hiçliğini ve asılsız bir evham-ı küfrî olduğunu gösteren ayn-ı hakikat bir iki temsil ile; zerreden şemse, felekten meleğe, sinekten semeğe, hayalden hayata kadar kabza-i tasarrufunda ve ihata-i ilminde olan bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücudunu isbat edip, nur-u imana vesile olan kuvvetli bir rica kapısını ihsan eder.

                ONİKİNCİ RİCA: Rahmetullahi aleyh Abdurrahman’ın vefatı üzerine, كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyesinin sırrıyla, “Yâ Bâki Entel Bâki” hakikatıyla,

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ âyetinin tesellisiyle bir tek cilve-i inayeti bütün dünya yerini tutan ve bir cilve-i nuru bütün zulmeti izale eden Bâki-i Zülcelal ve Sermedî-i Zülkemal ve Rahîm-i Zülfa’al’in teveccühü bâki ise, yeter. Gidenler onun bâki mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vaki’ bir hakikatla gösterip, ekseriyetle iftirak ve hasrete mübtela olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülcelal’e çeviren, zulmeti nura tebdil eden, kalblere iman nuru bahşeden elektrik-misal bir ricadır.

                ONÜÇÜNCÜ RİCA: Harb-i Umumî’de Van şehrinin, Rus istilası ve ihrakıyla harabezâr olmasıyla ve ekser ahalisinin şehadet ve muhaceretle gaybubetiyle ve Medrese-i Horhor’un harab ve vefatı içinde, bu memlekette vefat eden ve kapanan bütün medreselerin, Horhor’un başında duran yekpare bir taş olan Van Kal’ası kabir taşı olarak görünmesi üzerine, Van Kal’asının başında, şiddet-i me’yusiyet ve matem içinde iken, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın

سَبَّحَ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ لَهُ مُلْكُ السَّموَاتِ وَ الْاَرْضِ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

âyetinin hakikatı tecelli edip; o rikkatli, firkatli, hirkatli, dehşetli hâlâttan kurtarıp; nazarı âfâka, âyât-ı kâinata baktırıp, misafir insanların eliyle yazılan sun’î bir mektubun silinmesi yerine, Nakkaş-ı Ezelî’nin her bir harfinde bir kitab yazılı, silinmez ve solmaz koca kâinat kitabını hediye ve okutturmasıyla izale edip, bilâhere de Medrese-i Horhor yerine Isparta’yı medrese; ve müfarakat eden talebe ve dostlara bedel daha çok talebe ve dostlar vermesiyle, sırr-ı hikmetini ve rahmetini ve şefkatini gösteren bir Rabb-i Rahîm’in dergâhına yakınlaşan ve o dergâhta makbul bir abd olan imanlı ihtiyarların dünyanın ehval-i muhavvifanesinden mükedder ve me’yus olmamalarını; o kudsî imanı ve müsellem İslâmiyeti ihsan eden bir Muhsin-i Kerim’e nihayetsiz hamd ve şükürle lisanımızın zevkini ve ubudiyet ve itaatle ruhumuzun şevkini tavsiye eden kıymetdar bir ricadır.

Hâfız Mustafa

             ONDÖRDÜNCÜ RİCA: Ehl-i dünya, Üstadımızı herşeyden tecrid edip, beş çeşit gurbet içinde bulunduğu bir vakitte, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şiddetli bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrın kendisinde hükmettiğini görüp, me’yusane olarak başını eğdiği zaman, حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ Âyet-i Hasbiyesi imdadına yetişerek, “Beni dikkatle oku” demesi üzerine.. günde beş yüz defa okuduğunu ve okudukça bu âyetin çok kıymetli nurlarından dokuz mertebe-i Hasbiyenin yalnız ilmelyakîn ile değil aynelyakîn inkişaf ettiğini…

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ondaki aşk-ı beka, mutlak kemal sahibi Zât-ı Zülcelal ve Zülcemal’in bir isminin, bir cilvesinin mahiyetindeki bir gölgesine yapıştığı anda, حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyeti gelerek perdeyi kaldırdığını.. ve kendisindeki beka lezzetinin ve saadetinin daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasında ve ona olan tasdik ve imanda bulunduğunu hissetmiş ve hakkalyakîn zevk aldığını ifade etmiştir.

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Üstadımız ihtiyarlık, gurbet ve kimsesizlik ve tecrid içinde bulunduğu ve ehl-i dünya desiseleriyle ve casusları ile ona hücum ettikleri zaman, “Eli bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye kalbine hitab edip ­حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ âyetine müracaat ettiği zaman, bu âyet ona: “İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak olan öyle bir Sultan’a intisab edersin ki: Dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat orduları, onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin” diye manevî bir ders verdiğini ve o dersle değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettiğini ve bütün ruhuyla beraber ­حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ dediğini ifade etmiştir.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzed olduğunu, fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak mahlukatın bütün harekâtlarını ve herşeylerini bilen ve kaydeden bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itminan veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona: حَسْبُنَا daki نَا dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar diye emredince; bütün nebatat ve hayvanatın lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ in manasını yâdettiklerini gördüğünü ve kudretin azamet ve haşmetini, mevcudatta nasıl temaşa ettiğini ifade etmiştir.

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Kendi vücudu, belki bütün mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye elîm bir endişede iken, yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettiğini ve iman dûrbîni ile baktığında; ölümün firak değil visal olduğunu, bir tebdil-i mekân ve bâki bir meyvenin sünbüllenmesi olduğunu beyan etmiştir.

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Hayatın çabuk sönmesi teellümüne karşı, Âyet-i Hasbiyeden aldığı imdad ile der: Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça; beka bulur, hem bâki meyveler verdiği için, ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir. Ölü olmayanlar veya diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatını anlamayı arzu edenler, Dördüncü Şua’daki bu mertebenin dört mes’elesine baksınlar, dirilsinler.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Daimî tahribatçı olan zeval ve fena; ve mütemadiyen ayırıcı olan ölüm ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu görmesi üzerine, fıtratındaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medar-ı teselli bulmak için, bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettiğinde “Beni oku ve dikkatle manama bak!” demesi üzerine, Sure-i Nur’daki اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ âyetinin rasadhanesine girip, imanın dûrbîniyle bu Âyet-i Hasbiyenin en uzak tabakalarına baktığını beyan etmekte ve dûrbînle gördüğü esrarı zikretmektedir.

Bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat; Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık ettiklerini ve Risale-i Nur’un eczalarında çok kuvvetli delillerle bunların izah edildiğini beyan etmektedir.

ONBEŞİNCİ RİCA: Bu rica Denizli hapsinden sonra, Nurların teksirle basılarak intişarı üzerine, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemeyen gizli düşman münafıklar; türlü desise ve iftiralarla, hükûmeti aleyhe çevirerek, Nur Risalelerini müsadere ettirip, tedkik edilmesi neticesinde; değil tenkid edip düşmanlık göstermek, belki tedkik eden memurların kalblerini de fethederek, tenkid yerine takdir ettirdiğini.. ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebeb olduğunu.. ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli günlerinde Üstadımızı tevkif ettirerek; büyük, gayet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini ve bu hapiste inayet-i İlahiye ile bir hakikat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve haricinde intişar ve fütuhatından dolayı binlerce şükrettiğini ve ruhuna “Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “Elhamdülillah” diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir.

Bu ricanın sonunda, Risale-i Nur talebeleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle, bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu, umumî emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini.. ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiç birisinin emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarının bulunmadığını.. ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkikî ile nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.” diye olan itiraflarını.. ve türlü isnad ve iftiralarla, Kur’an ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın “Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vaz geçmeyecekler inşâallah!” dediğini beyan etmektedir.

ONALTINCI RİCA: Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyan’a ve Nur’un kerametlerine dair olan risaleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde.. bir aramada, o risaleler bulunduğu yerden çıkarılmış ve Üstadımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü.. ve Üstadımız müteellim ve Nur’lara gelen zarardan müteessir iken, birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, mahrem risaleleri okuyan resmî dairelerin, bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip risaleleri takdirle karşıladıklarını ve yine Denizli hapsinde ihtiyarlık, hastalık ve masum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inayet-i Rabbaniye yetişerek, hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip, bir Medrese-i Yusufiye (A.S.) olduğunu isbat ederek Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişara başlamasını.. ve gizli düşmanların Üstadımızı nasıl zehirlediklerini.. ve onun yerine merhum Hâfız Ali’nin şehid olarak Berzah âlemine   seyahat eylemesi üzerine; hepsi müteellim ve müteessir halde iken, yine birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek, Üstadımızdan zehir tehlikesinin geçmesi ve merhum şehidin kabirde Nurlarla meşgul olarak, sual meleklerine Nurlarla cevab vermesi.. ve onun bedeline Denizli Kahramanı Hasan Feyzi Rahmetullahi Aleyh ve arkadaşlarının hizmete girmesi.. ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emarelerle, inayet-i Rabbaniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra, gençliğinde âhir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukabil; bu mağaraların hapishanelere, inzivalara, çilehanelere, mutlak tecrid hücrelerine çevrilip, Yusufiye medreseleri olarak Kur’an ve imanın hakikatlarına mücahidane bir surette hizmet ettirdiğini.. ve o çileli hapislerde, üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyan eden ehemmiyetli bir ricadır.

Yirmiyedinci Lem’a

Müdafaatın kısacık fihristesidir.

            Risale-in Nur’u mahv ve yüzer şakirdlerini imha etmek için sû’-i kasd ile tertib ve ihzar edilen gaddar ve müdhiş bir plânı akîm bırakan mülayimane bir müdafaadır.

            Bu Lem’a, Risale-in Nur şakirdlerinin bir kuvve-i müdafaa ve muhafazasıdır. Bu Lem’a, hayretbahş 8 safhayı havidir:

            Birinci safha: Sorgu hâkimlerinin suallerine karşı, akılları durduran hakikî ve kat’î cevabları havidir.

            İkinci safha: Sorgu hâkimlerinin nâ-hak ve fuzuliyane suallerini ve isnad olunan ithamları hiçe indiren “Son Müdafaat” namıyla umum suallerine müskit cevabları muhtevidir.

            Üçüncü safha: Son müdafaatın gayet mühim iki tetimmelerini münderiçtir.

            Dördüncü safha: Müddeiumumî ve sorgu hâkimlerinin tahkikatına istinaden 29 sahifelik iddianameye karşı, 19 ferman hükmünde edille-i kat’iyye ve berahin-i sübutiyeyi câmi’ 19 sahifelik bir itiraznamedir.

            Beşinci safha: Sorgu hâkimlerinin 63 sahifelik lüzum-u muhakeme kararlarını Risale-in Nur naşirine okumasını müteakib, o kararı çürütecek 5 umdeli müskit ve mülzim bir cevabdır.

            Altıncı safha: Müddeiumumînin tecziye talebine dair iddianamesine mukabil iki mühim noktadan ibaret olup Risale-i Nur’un tam tebriesini mûcib üçüncü bir itirazname olduğu halde, esefle karşılanan haksız ve indî bir hüküm ve karara uğrayan..

            Yedinci safha: Haksız ve îcabsız tebliğ-i mahkûmiyetten sonra Mahkeme-i Temyiz’e verilen müsbit ve müberhen ve müdellel ve müessir bir Temyiz Layihasını havidir.

            Sekizinci safha: Adliyeye velvele veren çok ehemmiyetli Layiha-i Tashihi havidir.

            Şu Lem’a çok şevk ve merak ile mütalaa edilerek pek çok intişar ettiğinden, fihristesi gayet kısa bırakılmıştır.

Sabri

[1] (Haşiye): Onbeş günde bir defa okunması hakkında tavsiye vardır.

[2] (Haşiye): O mes’elenin yerine gelen mes’elenin fihristesi bu makama ilâve edilsin.

[3] (*) Bu risalenin te’lifinde

[4] (Haşiye): Bu devanın tesirindendir ki: Misafireten bir köye gittiğimde; orada gözsüz Mehmed Ağa isminde bir zât, gözünün hastalığından şikayeti üzerine, yanımda bulunan Hastalar Risalesi’nin Ondördüncü Devasını okuyunca, onun manevî tesiriyle o zât dedi: “Keşki ben bu sevab ve manevî bu kazancı bana açan bu hastalığımdan şikayet etmese idim.” diye nedametkârane, bir şükür kapısına döndü. Onun için o hastalık, onun hakkında bir rahmet-i İlahiye olduğunu kat’î anladı.

Yirmisekizinci Lem’a

Eskişehir Hapishanesinin hatırası olup 28 nüktedir.

Birinci Nükte: (Lem’alar sh: 447’de yazılmış olup, orada kaydedilmeyen kısmı:)

Hem اَقْبِلْ وَلاَ تَهْرَبْ fıkrasının yine evvelki fıkralar gibi muhatabı Said-ün Nursî olduğundan “Yâ Said-ün Nursî! Karşıla, kaçma.” deyip teşci’ ettiği gibi, aynı وَلاَ عَقْرَبَ تَرَى fıkrasının hususî muhatabı o Nursî olduğuna kuvvetli delil, Barla’da küçük mescidinde otururken emsali görülmemiş bir akrebin bulunması ve ekseriya insan akreplerinin aynı yılan ve akrep şeklinde maddî ve manevî ona görülerek ziyade meşgul olmasıdır.

            Ve وَلاَ اَسَدَ يَاْتِى اِلَيْكَ بِهَمْهَمَتْ fıkrası “Yâ Kürdî!” diye nida ettiği bir keramettir. İnsan şeklindeki canavarların o Nursî’nin ismini Kürdî diye çağıracaklarına bir işaret olduğu gibi, bir canavar dağ başında bir arkadaş gibi gelip musahabe şeklini göstermesiyle de bu fıkranın hususî muhatabı o Nursî’dir.

وَ لاَ تَخْشَ مِنْ سَيْفٍ وَلاَ طَعْنِ خَنْچَرٍ cümlesi bedahet derecesinde Risale-i Nur müellifini gös­termesi… Son zamana kadar üzerinde taşıdığı hançerinin kavim ve kabilesinin millî silâhı olan seyf ve hançeri olduğu emaresiyle de, bu fıkrada muhatab o olduğunu isbat edip başında parmağını gösterir.

Netice: Dokuz hem hemlerin gösterdiği dokuz hakikat Risale-i Nur’da ve müellifinde bilfiil icrası ve bilmüşahede görünmesi, hattâ düşmanlarının tasdikiyle de sabittir ki, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın Kaside-i Ercuze ve Celcelutiye’sindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir vâris-i Nebi ve mukavvi-i din ve hâmil-i ism-i azam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğunu, çünki bütün dünya meydandadır ve bütün nidaları işitiyoruz, ekserî hareketleri görüyoruz ki, hak ve hakikatta yanılmayan ve Kur’anın hukukunu emrolunduğu gibi tevilsiz muhafazaya çalışan Risale-in Nur’dur diye şekk ve şübhesiz olarak Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın muhatabı o olduğunu kat’î isbat eder.

İkinci Nükte: Risale-in Nur şakirdlerinin mukadderat-ı İlahiye ile tanzim edilen hapishanede toplanmaları, yakından birbiriyle tesis-i uhuvvet ve yekdiğerlerinin yüksek ahlâk-ı şecaatkâranelerinden ders almak ve düşmanlarının fikirlerinde kuvveden fiile çıkaramadıkları en şeni’ niyetlerini yüzlerinde görüp onlara karşı ne derece ihtiyatlı davranmak ve her şeyde bir vech-i rahmeti ve bir cihet-i nimeti görmekle şükretmek ve her me’yusiyet zamanında ye’se düşmemek lâzım geldiğini tavsiye eden zahiren küçük manen çok büyük bir fıkradır.

Üçüncü Nükte:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ

وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لاَ يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوب

âyet-i kerimesiyle Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak ekser mahlukatının yüzlerini insanın menfaatına yarayışlı bir tarzda halk buyurduğu gibi, sineğin hilkatinde dahi o menfaattan mühimmini dercettiğini beyan ile sineğe husumet değil, bilakis muhabbet edilmesi lâzımgeldiğini, her sene hilkatiyle nisyan ve gaflete düşen insanlara haşr-i ekberi, sağ ve sağlam insandan ziyade hasta ve mikroplu insanlar ile meşguliyetleriyle (Haşiye) tabibliğini ve yalnızlıkta ünsiyeti ve tenbellikte taharet ve nezafetiyle muallimliğini ders veren sineğin insana ne kadar menfaatdar olduğunu göstermekle mücerreb insana sineği sevdiren herkese lüzumlu bir nüktedir.

Dördüncü Nükte:وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَاْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنّاسِ âyetinin اَنْزَلْنَا kelimesine gelen bir itiraza gayet müskit bir cevab ve gayet lüzumlu bir ilim ve Kur’anın hikmetli dersini gösteren kıymetli bir nüktedir.

Beşinci Nükte:يُخْرِجُ الْخَبْاَ فِى السّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ âyet-i kerimesindeki evsaf-ı İlahiyeyi san’atının mikyasçığıyla tarif eden Hüdhüd-ü Süleymanî hakkındadır.

Altıncı Nükte:قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا Beş kelime ile iki harf ile şu âyet-i kerimedeki nihayetsiz kelimat-ı İlahiyeye işaret edip kelâmdan, kelimeden Mütekellim-i Ezelî’ye yüzleri çeviren bahr-i hakaikın bir fihristesi ve âb-ı hayatın menba’ ve me’hazı ve ilm-i hakikata mürşid bir nüktedir.

Yedinci Nükte: Vahdet-ül Vücud meşrebinin bu zamanın esbab-ı maddiye içinde boğulan insanlarına üç mühim büyük zarar vereceğini izah ile, âhirinde bir sual ve cevabla Hazret-i Muhyiddin’in hâdî ve makbulînden olduğunu ve her kitabında mühdî ve mürşid olamadığını ve kavaid-i Ehl-i Sünnet’e muhalif sözleriyle muahaze edilmemesini iş’ar edip, Muhyiddin ve Muhyiddin makamında bazı evliya-i azîmeye taş atanları iskât eden adaletperver bir mikyas-ı hakikattır.

Sekizinci Nükte: “Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallah” cümlesinin, namaz tesbihatında inkişaf eden bir hakikatına dairdir. Şöyle ki: Herşeyin ve kâinatın çekirdek-i aslîsi Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, her şeyin ruhu ve her menzilin nuru ve her makamın süruru yine bilmüşahede o zât (ASM) olduğundan her ruh ona intisabla canlanacağına ve onunla biat yerinde de ona salât ü selâm etmekle rahmet ve selâmet bulacağına işaret edip der: Madem bütün cinn ve ins ve melek ve nücumun parlaması onun nuruyla ve onun getirdiği hediye iledir. Onların lisan-ı kal ve lisan-ı hallerinden çıkan intisabın bir manasını niyet edip onların namına ve onların adedlerini zikretmek ile, nihayetsiz rahmete lâyık olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’a “Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallah” demeye teşvik ve tergib etmekle, salât ü selâmın kıymet ve ehemmiyetini ve Zât-ı Risalet’in (ASM) mahiyet ve kudsiyetini beyan eden çok mühim ve herkesin muhtaç olduğu bir nüktedir.

Dokuzuncu Nükte: اَوْ هُمْ قَائِلُونَ âyet-i celilesinin قَائِلُونَ kelimesinin manası olarak uykunun üç nev’ini ve menfaatli ve zararlı vakitlerini ve sünnet-i seniye dairesindekini gösterdiği gibi, insanın en mühim bir sermayesi olan ömrünün tezyidine ve mühim bir gayesi olan rızkının bereketine yardım eden vakitlerini ders vermekle ahsen-i takvimde yaratılan insanı yüksek ahlâk-ı haseneye çıkarıp ataletten, betaetten kurtarır.

Onuncu Nükte: Nev’-i beşerin ağlanacak gülmelerine aid endişe-i istikbal ve akibetbînlik adesesiyle veكُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla hak ve hakikat müvazenesiyle görülen bir vaziyet-i me’yusane ile, şaşaalı bir bayram gecesinde hapishane penceresinden bakarken o gülenlerin hali ağlanacak bir hal olduğunu ve ebedperest ve bekaya âşık insanların kalb ve ruhunu güldürecek ve sevindirecek meşru’ dairesinde müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz eğlenceler ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçler olduğunu ihtar eden ibretnüma bir fıkradır.

Onbirinci Nükte: Risale-i Nur talebelerine mühim bir düsturdur ki, 1300 senedir işarat-ı Kur’aniye ve sena-i Nebeviye ile beklenilen (Haşiye) ve bu asrın karanlıklı peçesini kaldırıp dünyayı tenvir eden ve sahabenin sırr-ı veraset-i nübüvvet meşrebini meslek tutan ve bütün âlem-i İslâm namına dinsizlikle mücahede eden Risale-i Nur’un haricinde onun talebeleri onu bırakıp başka yerde nur aramamalı ve aranmaz. Eğer arasa nur yerine zulmet ve ticaret yerine hasarete uğrayacağını ihtar eden mücerreb ve muhakkak-ul vuku’ hâdisatı görülen bir fıkradır.

Onikinci Nükte: İki küçük mes’eledir:

Birincisi: Risale-i Nur talebelerinin muhakeme ve istintak dairesinde bir kısmı heva ve vehim yüzünden düşmana karşı sipere girmek lâzım diye yanlış tevilleriyle mübarek hizmetlerini inkâr ederek hata edip dinsiz düşmanlarını daha ziyade şübheye, taharriye sevkettiklerinden hem kendileri fazla ezildiklerini, hem üstadlarını şahidsiz yalnız bıraktıklarından zahmet verdiklerini beyan ile aklı başında olana tenkid değil tenbih ve istikameti ve itidali tavsiye ediyor.

İkinci Mes’ele: Seciye-i âliye-i Sahabeyi ve meşreb-i nuranî-i Peygamberîyi beyan eden Risale-i Nur dairesindeki feyze kanaat etmeyip bir kısım kardeşlerimizin tarîkat hevesiyle, faidesiz, zararlı başka bir sohbette bulunduklarından bidayette sebeb-i ittiham Isparta’da böyle bir gösterişin dahli var olduğunu tahkik edip, meslek-i hakikatla meslek-i tarîkat şakirdlerinin makamlarını gösteren bir ders-i ikaz-ı hakikattır.

Onüçüncü Nükte: Risale-i Nur talebelerinden beş kardeşimizden üçünün ihtiyatsızlığı ve ikisinin şahıslarına başkaların garaz etmeleriyle, Risale-i Nur’a düşmanlarının hücum ettiklerinden herkes müdafaadan çekilse, bu beş kardeşimizin çekilmemesi lâzımgeldiğini beyan eden küçük bir fıkradır.

Ondördüncü Nükte: Nasılki Mesnevî-i Şerif şems-i Kur’andan tezahür eden 7 hakikattan bir hakikatının âyinesi olmuş, kudsî bir şeref almış. Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de Risale-i Nur şems-i Kur’anın ziyasındaki elvan-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit 7 nuru birden âyinesinde temessül ettirdiğinden inşâallah 7 cihetle şerif ve kudsî 7 Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâki bir rehber ve bir mürşid olacağını müjde eder. İnşâallah Nur’un Arabî Mesnevî’si bu davayı tam tasdik edecek.

Onbeşinci Nükte: Hafîz-i Zülcelal’in hıfz u himayetiyle Risale-i Nur’un risalelerine muvafık olarak mevkuf bulunan 120 küsur Nur talebelerinin mahrem evraklarında, dâhilî ve ecnebî muhalif komitelere intisab ile medar-ı ittiham olacak mevcud bir evrak bulunmaması gayet zahir bir himaye-i Rabbaniye ve bir muhafaza-i İlahiye ve İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam Radıyallahü Anhüma gibi zâtların Risale-i Nur’a aid keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir sıyanet-i Rahmaniye olduğunu ve bu büyük nimete karşı tahdis-i nimet yerinde hakikat yoluna hayatımızı feda ve vakfetmemiz lâzımgeldiğini beyan eden ve her şeyde rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeğe çalışmağa teşvik eden belig bir nüktedir.

Onaltıncı Nükte: Risale-i Nur talebelerinin hapishane sıkıntısından dolayı birbirlerinin galiz sözlerine tahammülü tavsiye eder.

Onyedinci Nükte:  فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا … اَخَذْنَاهُمْ âyeti ehl-i isyan hakkında nâzil olduğu halde, bir işaretle Risale-i Nur şakirdlerine müteaddid ve müessir ve kuvvetli verilen ders-i ihlasta nisyan edip ayrı ayrı hatalarda bulunmalarından اَخَذْنَاهُمْ ün cifrî tarihiyle gösterdiği 1352’de tutturulmaları ve lillahilhamd umumun elemine iştirak edip maddî ve manevî müdafaa ve yardım eden Risale-i Nur’un kudsî şahs-ı manevîsi ile ve sarsılmaz dehası ile bu kaza-i İlahîden hârika bir surette kurtulmalarına işaret eder.

Onsekizinci Nükte: Her başa gelen şeyin iki yüzü olup, biri kader-i İlahîye, diğeri insanın kesbine baktığını ve insanın kesbi zahir bir perde olup kader-i İlahî hikmet ve adalet ile mazi ve müstakbel vukuatıyla perde arkasında hükmettiğinden her şeyde dahi kader-i İlahîye rıza lâzım olduğunu tavsiye eden hikmetnüma bir nüktedir.

Ondokuzuncu Nükte: Kısa bir zamandaki küfre mukabil hadsiz bir Cehennem nasıl adalet olur sualine, kanun-u beşerin müvazenesiyle adalet-i İlahiye isbat edilip kâfiri esfel-i safilîne atan ve خَالِدِين de hapseden bir tahkiktir. Biayn-il hakikat tam bir müvazene-i adalet ve müskit bir cevabdır.

Yirminci Nükte:اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ âyet-i kerimesindeki yalnız emr ile icadının ve surelerin başlarındaki mukattaat-ı hurufların hasiyetlerine ve fezaillerine ve tesirat-ı maddiyelerine dair vürud eden hadîslerin fehme takribi için dört unsurdan hava unsurunun nefs-i insanda emir ve irade ile mübaşeretsiz fiil ve icad cihetiyle insanın ağzından çıkan bir tek kelime zamansız ve mekânsız, bir fırka asker kadar sünbül verip o fırkayı hareket ettirdiği gibi, aynı havanın herbir zerresi emr-i kün feyekûne karşı muntazam bir ordunun neferleri gibi kâinatta cereyan eden kudret-i İlahiye ve hikmet-i Sübhaniye ile o emr ayn-ı kudret gibi cilveler (cilveger) olduğunu müşahede ile tarif ve isbat edip asrın akılsız, yularsız, gemsiz mahluklarını gemleyip kendi fenleriyle kendilerini iskât eden ve insaf ve imana davet eden kıymetdar bir nüktedir.

Yirmibirinci Nükte: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet ve dest-i inayetle tanzim edildiğini, beş manidar tevafukat-ı latife ile isbat eder, gösterir.

Yirmiikinci Nükte: İki mühim ve herkese lüzumlu ve fıtratı bozulmamış herbir kalb-i selim ve vicdan sahibi daima kendi âyine-i hayatında hissedip görebileceği nüktedir.

Birincisi: Ahlâka dair olup insanı تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللّهِ mealindeki hadîs-i şerife mazhar eder.

İkincisi:

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ

âyet-i kerimesinin i’cazından süzülen bir mana ile beşerin en büyük ve hemen hemen umumî şeklini alan tahsil-i rızıkta şiddet-i hırs yüzünden şirk-i hafîye düşmekle beraber ibadeti terkettiklerinden rahmet-i İlahiye ve hikmet-i Sübhaniye ve ilham-ı Rahmanî ile beşeri tevekkül ve rızaya, teslim ve ricaya sevkeden ve Dâr-üs Selâm’a davet eden ve çoklar üzerinde hayırhahlığını ve tesirini gösteren bir iksir-i nuranîdir.

Yirmiüçüncü Nükte: Risale-i Nur’un mühim erkânından bir şakirdinin tarafgirane ve Risale-i Nur’a rakibane söylenen sözlere karşı tatlı ve şirin bir mukabele ve hakikatbîn bir tahkikî fıkradır.

Yirmidördüncü Nükte: Risale-i Nur’un müellifine şümullü ve rumuzlu bulunan bir kardeşin rü’yasıdır.

Yirmibeşinci Nükte: Risale-i Nur’dan iman-ı tahkikî dersini alan ve ebede namzed ruhunun neş’e ve sevinmesinden gelen zevk ile ona söylettirilen, elmas ve cevahir ile müzeyyen bir kardeşin fıkrasıdır.

Yirmialtıncı Nükte:

وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ 

âyet-i kerimesiyle koyun, keçi, manda ve deve gibi hayvanların maddî hilkatlerinden ziyade manevî her cihetle nimet olup semadan rahmet hazinesinden inzal edildiğini göstermekle her cihet-i istifadede nimeti nimet bilip şükür kapısını açan, herkese lüzumlu bir i’caz-ı Kur’anîdir.

Yirmiyedinci Nükte:  اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ   âyet-i   kerimesinin   ve اَعْدَى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ hadîs-i şerifinin meal-i kudsîleri ile insanın en zararlı düşmanı nefsi olduğunu ve düşmanı sevmek ve okşamak ve malına ve bahçesine koymakta ne kadar zarar ve bedahet derecesinde bir divanelik olduğu gibi; nefsini sevmek ve mal ve bahçesi olan a’mal-i uhreviyede tenbellik etmek ve neticesi soğuk hodfüruşluk ve tasannu’ ve tezellüle kapı açan riya gibi silâhlarıyla nefsini korumak ve karıştırmak kendi hanesini ihrak eden bir divane yerinde olduğunu ihtar ve inzar ile ihlas ve rıza-yı İlahîyi tavsiye eden ve esfel-üs safilîne giden insanın yüzünü a’lâ-yı illiyyîne çeviren çok mühim bir ders-i hakikattır.

Yirmisekinci Nükte:

 لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِب دُحُورًا وَلَهُمْ

 عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ اْلخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ❊

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

gibi âyetlere gelen şübehat ve itirazatı, bir sual ve cevab ve mühim bir temsil ile tefsir ve izah ile beraber mukadderat-ı kâinattan olan Cennet bir ağacın mukadderat-ı hayatını taşıyan çekirdeğinde dûrbîn gözlerin ağacı görmesi ve az bir fikirle meyveye vusulü nisbetinde mukadderat-ı kâinatın fihristesi ve menbaının mahzeni ve me’hazı olan küre-i arzda şecere-i kâinatın bir dalı olan Cennet’in her yerde bulunması ve meyvesinin yemesinin istib’adını izale edip hakkalyakîn gösterir. Hem en büyük bir hâdise olan hâdise-i Kur’aniye ve risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’la meşgul ve kâinatın ecram ve âlemlerinde kulak hırsızlığı yapan şeytanların hiçbir cihetle müdahale edemediklerini ve nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün cinn ve inse şümulünü, şeytanların melaikelerle o yüzden mübarezelerini mu’cizane ilân etmekle bütün kâinata meb’us olduğunu gösterir, isbat eder.

Hâfız Ali

Rahmetullahi aleyhi biadedi hurufi mâ ketebehu âmîn.

Yirmidokuzuncu Lem’a-i Arabiye

Risalet-ün Nur’un içinde lisan-ı Cennet ve üslûb-u Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve tarz-ı Kur’an, bahşayiş-i rahmet ile meydan-ı zuhura gelerek Tefekkürname ismiyle müsemma olan Yirmidokuzuncu Lem’a-i Mübareke 7 bâb olup Birinci Bâb dahi 2 fasıldır.

Birinci Fasıl: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm’ın mühim ve meşhur bir virdini havidir ki, marifet-i İlahiye ve tevhidin meratibinden 63 mertebeye işaret ederek o mertebelerin herbirisi vahdaniyeti ve vahdetin iktiza ettiği esma-i hüsnadan tecelli eden âsârıyla ef’alini ve ef’aliyle esmasını ve esmasıyla vücub-u vücud ve vahdetini isbat eder.

İkinci Fasıl: Ekser eazım-ı evliya ve bilhassa Gavs-ı Azam’ın (Radıyallahü Anh) her sabah okudukları لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْبَاقِى الدَّيْمُوم  mâba’diyle beraber virdlerinin mebde’i olup ta’zim ve temcidin intac ettiği amîk tefekküratın çekirdeği hükmünde olan 99 mertebe-i tevhide bir sünbül-ü manevî veren meratibden 79 mertebesini münderic bulunan bu fasıl iki vecihle Zât-ı Akdes’e bakıp bir hazır ve meşhud vaziyetle şehadet eder manasıyla لِلّهِ شَهِيدٌ ile neticelenir, kalbe neş’e verir. Diğer cümle de biri diğerinin ardından gelip geçmesinden tezahür eden silsilesinin işaretine delalet eder manasıyla عَلَى اللّهِ دَلِيلٌ kaziyesiyle tamam olur, ruhu müstağrak-ı sürur u hubur eder.

Velhasıl: Bunlara mümasil birçok esma-i hüsna ve kelâmların delalet ettikleri maani-i hayretfezanın latif haşiyelerle donanmış münferid ve müstakil bir rehber-i hayat-ı bâkiyedir.

İkinci Bâb: Allahü Ekber cümlesinin meratibinden bahistir ki; ezan, kamet, namazların tekbiratı olan kelime-i tekbirin 33 mertebesinden ale-l ihtisar 7 mertebesini havidir.

Birinci Mertebe: وَ قُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ … الخره âyet-i celilesiyle ibtidar edip zerrattan seyyarata, ferşten arşa, semavattan teşahhusata kadar bu mertebede icmalen, meratib-i sairede tafsilen bil’umum mevcudat ile vücub-u vücud ve vahdet-i Bari’yi güneş gibi celî bir surette isbat ve şirkin 1000 derece mümteni’ ve muhaliyetini delail-i akliye ve nakliye ve berahin-i şuhudiye ve sübutiye ile gösterip muannidleri bile iskât ile insaf ve imana getirecek bir mahiyettedir.

İkinci Mertebe: Cenab-ı Hak Celle ve Alâ Hazretlerinin azamet ve kibriyasını Allahü Ekber lafza-i celalinin câmi’ bulunduğu kudret-i kâmilenin tezahüratı Hallâk, Alîm, Sâni’, Hakîm, Rahman, Rahîm gibi esma-i celile-i muhitanın tecelliyat-ı şamilesiyle hayvanat ve nebatat üzerindeki ihsanat-ı marufe-i Rabbaniye ve Rezzakiye ve onlardaki hayretbahş hilkat-i acibe ve san’at-ı garibe ve gözleri kamaştıran ve akılları hayran eden müzeyyenat ve münakkaşat ve daha lâyüadd velâ yuhsa sanayi-i Rabbaniye delail-i kat’iyye ile serdedilip Cenab-ı Hallâk-ı Azam Hazretlerinin vücub-u vücud ve vahdetini ilân ve isbat eder.

Üçüncü Mertebe: Allahü Ekber lafza-i celalinin mukteziyat-ı sairesinden

مُقَدِّرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ ❊ مُصَوِّرُ الْكَرِيمُ اللَّطِيفُ ❊ مُزَيِّنُ الْمُنْعِمُ الْوَدُودُ ❊ الخ

gibi esma-i celile-i muhitasının âlem üzerindeki tecelliyat-ı hayretfezasını misilsiz bir izah, nazirsiz bir isbat ile tasvir ve tefhim edip cüz’î bir çiçeği, hasnâ bir kadını nazara havale eder. Bu mertebenin irae etmekte olduğu esma-i celile ve fevaid-i menfiyeyi muntazaman safahatıyla nazargâh-ı âmmeye açar. فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى اْلاَبْصَار der.

Dördüncü Mertebe: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud ve Feyyaz-ul Hayri Ve-l Cûd Hazretlerinin Allahü Ekber ism-i celilinin El-Adl-ül Âdil-ül Hakem-ül Hâkim-ül Hakîm-ül Ezelî esma-i mütecelliyesinin müştemilatını izhar ve şecere-i kâinatı inayet ve rahmetiyle kavanin-i âdet ve sünnetinin tanzimini intizamat-ı mer’iye ve meşhudenin şehadetiyle ve cilve-i esma ve sıfâtının iaşe ve terzikteki taltifatını inayet-i tamme ve rahmet-i vâsianın şehadetiyle aşk-ı sadık, incizab-ı zahir, terbiye-i kerim, intizam-ı mükemmel ve münasib vakitlerde muhtac-ı erzak olanlara enva’ının tekessürü ile umum hacetlerinin kazası ve hayt-ı vuslat olan ibadetlerindeki münacat ve füyuzatın ve vahdetle kalbin itminanını gibi pek çok lem’alar ile bir Hakîm’in vücud, vücub ve ehadiyet ve kudret-i kâmilesine şehadet ve delalet ettiğini ifham ve isbat ve nakş-ı hacra gibi silinmez bir kanaat ve emniyet bahşeder. (*)

Beşinci Mertebe: Cenab-ı Fatır-ı Akdes Hazretlerinin Allahü Ekber ism-i celalinden Hallâk-ul Kadîr-ul Musavvir-ul Basîr esma-i hüsnasının tecellisi, hem اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ… الخره âyet-i celilesinin delalet ettiği ecram-ı ulviye ve kevakib-i dürriye uluhiyet ve azametinin yekta bir bürhanı ve rububiyet ve izzetinin muhkem şahidleri bulunan semada sükûnet içinde sükût, hikmet içinde aslâ inhiraf etmez bir hareket, hem şemsin müstekarrında müstekırrane cereyanı ve kemal-i müsahhariyet ve mutavaatla âlemlere serptiği nur ve ziya ve feyezanı, hem kamerin tebdil-i mevasim için burçtan burca şuurdarane hareket-i intikaliyesi, elhasıl cemi’ mevcudattaki mevzun intizamlar, muntazam mizanlar, hikmet-i hassa-i zahire, inayet-i tamme-i bahire, takdirat-ı muntazama, mekadir-i müsmire, âcâl-i muayyene, erzak-ı mukannene, nutfeden vücud bulan insan cihazatıyla, yumurtadan husule gelen kuşlar cevarihiyle, tohumdan neşv ü nema bulan ağaçlar mütenevvi’ a’zalarıyla ve hâkeza umum eşyanın icadının gayet sühuletli tezahüratı vücub u vücud-u Vâhid-i Ehad ü Samed’e şehadet ettiğini ukûl-ü beşerin derecatına münasib çok zarafet ve nezaketle ve kanaat-ı tamme verir bir surette beyan eder.

Altıncı Mertebe: Cenab-ı Hâlık-ı Azam Hazretlerinin ism-i celili olan Allahü Ekber lafza-i celalinin mukteziyat ve müttesafatından Âdil-ül Hakem, Kadir-ül Alîm, Vâhid-ül Ehad, Sultan-ül Ezelî esma-i şerifesinin mevsufu ve bütün eşya kabza-i tasarrufunda olduğunu bunlardaki nizam ve mizanın İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin ünvanıyla iki bâb olduğunu ve İsm-i Evvel ve Âhir’in tecellisi mebde’ ve müntehaya bakarak asıl ve nesil, mazi ve müstakbel, emir ve ilim İmam-ı Mübin’e ve İsm-i Zahir ve Bâtın’ın tecellisi ise eşya üzerinde fâtıriyetin ve hallâkiyetin zımnında Kitab-ı Mübin’e işaret ettiklerini ve bu mertebede gösterilecek fevaid-i kesîrenin bir kısmı da Otuzikinci Söz’de izah edilmiş olup, burada da icmalen zikrolunduğu mukayyeddir.

Yedinci Mertebe: Cenab-ı Rabb-i Yezdan Hazretlerinin herşeyden ilmen ve kudreten ve rahmeten azamet ve ulüvv-ü şanını Hallâk-ul Fettah, Fa’al-ül Allâm, Vehhab-ül Feyyaz esma ve sıfât-ı İlahiyesiyle kâinat enva’-ı mevcudatıyla Hâlık-ı Azam’ın nur-u cemalinin tecelliyatını ve ef’al ve kemalinin inkişafatını izhar ve bu esma-i mübarekenin dûrbînleriyle mevcudattaki gûna-gûn cilveleri altında ef’al-i İlahiye ve âsârına nazar-ı ibretle bakılmakla Müsemma-yı Zülcelal’e intikal ve kesb-i ıttıla’ edilir diye gayet güzel beyan eder.

Üçüncü Bâb üç fasıldır:

Birinci Fasıl: 12 perde perde üstünde ve 15 delil delil içinde bir bürhan-ı bahirdir. Bir çiçekten tâ Şecere-i Tûbâ’ya kadar muhtelif nağamat ve mütenevvi’ lemaat ile Nakkaş-ı Ezelî ve Ebedî’yi akıl ve kalbe gösterir. Aklın gözünü açtırır, kemal-i intibahla Sâni-i Zülcelal ve Fatır-ı Zülkemal’e baktırır.

İkinci Fasıl: Bütün masnuatın ve cemi’ mahlukatın ve umum mevcudatın tarifat ve tavsifat ve tesbih ve senasıyla cemi’ zîhayatın tahiyyat ve cemi’ evrak-ı mühtezze-i zakirenin tahmidatıyla Cenab-ı Rabb-i İzzet’i zikir ve bu delalet-i vecihle ibadete zikir ve şükre abdin ne kadar muhtaç, ne kadar müstehak olduğunu Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve tarz-ı üslûb-u Nebiyy-i Zîşan (ASM) ile telkin ve tavsiye eden bir define-i hikmet ve hazine-i rahmettir.

Üçüncü Fasıl: Şeriksiz, vezirsiz, şebihsiz ve nazirsiz Sultan-ı Ezelî ve Ebedî olan Bari Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin herbiri ayrı birer bürhan-ı vahdaniyet olan esma ve sıfât-ı İlahiyesinin tecelliyat-ı mesrudesiyle ve berahin-i muhkeme ve mersunesiyle ehl-i dalalet ve kervan-ı tabiat ve hammal-ı belâhet ve kafile-i hamakatla firavunane ihtiyar ve nemrudane iltizam, haccacane ictisar etmekte oldukları enva’-ı şirki def’ u reddederek Allahu Zülcelal’i takdis ve tenzih ve müstehak olduğu tesbih ve ta’zim ve temcidin vücubunu talim ve tarif eder.

Dördüncü Bâb iki makamdır:

Birinci Makam: Allahu Azîmüşşan’ın vücub-u vücud ve vahdaniyetini ve Resul-i Zîşan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvet ve risaletinin hakkaniyetini ism-i azam ve esma-i hüsna, melaike-i ulya ve mahlukat-ı şetta, cemi’ enbiya-i uzma ve cemi’ evliya-i kübra ve cemi’ asfiya-i ulya, hesabsız âyât-ı mükevvenat ve cemi’ masnuat-ı müzeyyenat ve cemi’ zerrat-ı kâinat gibi lâakal 10 ehemmiyetdar bürhan-ı elmasmisal ile isbat edildiği gibi, daha birçok delail-i kat’iyyeyi câmi’ bir bahr-i umman-ı hakikattır.

İkinci Makam: Bu makamın herbir kelâm ve kelimesi risalet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletinin ayrı ayrı birer deliline işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Mübin’in en büyük mu’cize-i nübüvvet olduğuna dair sâdır olan bürhanlara ve Habib-i Zîşan (ASM) hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan her ikisi de vahdaniyet-i İlahiyeye gayet parlak delil olarak bu makamda gösterilmiştir.

Beşinci Bâb beş nüktedir:

Birinci Nükte: (Haşiye)حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ in mertebelerine dair olup zîşuurun ekseriyetle meftun ve merbut oldukları fâni dünyanın fâni, zâil, âfil mahbublarını, hem vefasız, kararsız, rü’yamisal olduğunu delail-i muknia ve berahin-i kat’iyye serdiyle o kararsız mahbubları hakikî zannederek yanılanları ikaz ile der: Mevcudatın zevalinde be’s yoktur. Hem masnuatın zevalinden mahzun olma. Hem zeval-i mülkten müteessif olma. Hem mahbubun gaybubetinden mütehassir olma. Hem zahirî müşfik ve mün’imlerin zevaline ehemmiyet verme. Hem zahiren şefik ve latiflerin zevaline acıyıp yanma. Zira onların sâni’i, fâtırı, mâlik-i bâkisi, şahid-i âlimi bâkidir ve onlar o şahid ve nâzır-ı hakikînin daire-i ilmindedirler. O şahid ve nâzır-ı hakikî ise ebedîdir, bâkidir tarzında sâdır olan belig hitabe i’cazkâr senedler ve hakikatlarla parlak bir cadde-i kübra-yı salah ve felahı fetheden ebvab-ı cinandan nevvar ve ziyadar bir bâbdır.

İkinci ve Üçüncü Nükte: Şahs-ı insan bütün eşyadan alâkalarının kat’ı ile mukabilinde istinadgâh olarak Bâki-i Hakikî’yi bularak teessüf, teessürden ve teellümden feragat ettikten sonra kendi vücudunun zevalini birrıza imza etmeğe arzu ve temayül gösterip bâki bir zâta mal ve saadet-i ebediyeye namzed olmak, hem ister istemez er-geç başa gelecek bir vakıadan ürkmek ve müteessir olmak faidesiz olduğunu ve insaniyete lâyık olmadığını ihtar, hem zîhayatın mevt ve zevali birçok vücudları meyve verip arkaya bırakır, sonra menziline gider. Binaenaleyh zahiren fâni iken çok cihetlerle bâki kalacağını temin ile nev’-i beşeri hem mevte razı eder, hem habl-i İlahîye ilmelyakîn ile rabteder.

Dördüncü Nükte: Zîşuura Allah kâfidir. Fâni şeylere lüzum yoktur. Zira insana yoktan vücud şeklini giydiren, insan suretini takan, göz, kulak gibi kıymetdar hasseleri ihsan eden, cisimde iki mühim uzuv olan lisan ve cenanı derceden, bütün cihazat-ı hayat ve maneviyat ve letaifi tecelliyat-ı esma-i İlahiyesiyle, cemil rahmetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, latif hikmetiyle ihsan eden o Hâlık-ı Kerim ve Rahman-ür Rahîm’dir. Binaenaleyh her şeyden kat’-ı nazarla ancak Rabbim bana kâfidir demeğe sâik ve mefhumu her şeye lâyık ve her an ahkâmıyla amel etmeğe muvafık, lahutî bir nükte-i mühimmedir.

Beşinci Nükte: Zîşuur halen ve kalen ve müteşekkiren “Hasbiyallah” demek mecburiyetindedir. Çünki ademden vücuda getirip, hayat nimetiyle mütena’im ettiği gibi, enva’-ı hayvanat meyanında efdal olarak insan yaratan ve insanlar içinde iman sıfatıyla müşerref kılan ve Resul-i Zîşan’ına (ASM) ümmet olmayı müyesser eden ve kendi mahluku olan bahtiyar vücudu iman ve Kur’an yolunda çalıştıran, hem muti’ ve münkad olanlara Cennet gibi nazirsiz bir mükâfat veren Cenab-ı Hannan-ı Mennan’ın kabza-i ebvab-ı rahmetine sarılmanın lüzum-u vücubunu hakkıyla gösterir kıymetdar bir nüktedir.

Altıncı Bâb:  وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيم  kelime-i kudsiyesinin füyuzatına 31 vecihle ilticaat-ı zaruriyeden muhtasar bir vechinin fehmedebildiğim cümleleri:

Yâ İlahî! Nihayetsiz fakrım ve aczim, zerreden zaîf ihtiyarım ve iktidarım, dakika gibi ömrüm, kısa şuurum, kasîr hayatım, gayet harîs ve âfil kalbim, istinadsız kabir tarafına seyelânım seri’ bir surette acz ve za’fımla iktidar ve ihtiyarımdan feragat ve teberri ve senin havl ve kuvvetine sığınıp iltica ediyorum. Beni gaflet ve dalalette bırakma. Acz ve fakrıma rahmet eyle. Kalbim müteellim, ömrüm zayi’ oldu. Sabrım yok, fikrim mağmum. Sen Âlim-üs Sırrı ve-l Hafiyyat’sın, Allâm-ül Guyub’sun, Gaffar-üz Zünub’sun. İhvanımla maan gumum ve hümumumu sürur u hubura tebdil eyle, usrümü yüsre tahvil eyle, gibi beşerin fıtraten Hâlık-ı Kerim ve Rabb-i Rahîm’ine ne derece muhtaç olduğuna bir nümune olup, sair 30 vecihle tazarruat ve niyazatın bilkıyas anlaşılacağı aşikâr olup şu Bâb-ı Sâdis’in ihsanı vasi’ bir hazine-i rahmet olduğu muhtac-ı izah değildir.

Yedinci Bâb dokuz noktadır:

Birinci Nokta: Cihat-ı sitteye ârız olan zulmet, ye’s ve füturu izale eder. Şöyle ki: Sağ cihet mazidir. Dalalet gözüyle bakılsa mezar-ı ekber görünür. Halbuki sırr-ı iman ile zulmet zayi’ olur, münevver bir meclise inkılab eder. Sol taraf ki, müstakbeldir. Sureten muzlim ve muvahhiştir, kabre nâzırdır. Nur-u iman ile ziyafet-i Rahmaniyenin güzergâhı olan cinan-ı müzeyyeneye intikal eder. Üst taraf ki, âlem-i semavattır. Felsefe nazarında tevahhuş ve tedehhüşü mûcib iken, nur-u iman ile insana karşı güler yüzlü, taravetli, halâvetli, nevvar lem’alarla şefaatbahş ruhanîler ve nuranîler makamı ve dest-i teavünü uzatan feriştehler makarrıdır. Alt taraf ki, zemindir. Bu dahi felsefe-i dâlle indinde vahşet verir. Zira bütün mahlukat ve bilhassa insan hemcinslerinin zahiren zeminde çürümekte olduğunu hisseder. Nur-u iman ile bakılırsa enva’-ı lezaiz ve mat’umatla memlû ve mücehhez ve zîruha müsahhar çok mühim bir sefine-i İlahiye olduğunu, hem bera-yı seyahat o gemiye gelen nev’-i beşeri ve cins-i hayvanı alıp gezdirip, bâki bir menzile azimet için teshir edilmiş bir konak mahalli olduğu fehmedilir. Karşı taraf ki, cebhedir. Ehl-i gaflet nazarında umum zîhayatın sür’atle gidip kaybolduğu i’dam-ı ebedî kuyusudur. Fakat nimet-i iman yâr olursa o makam i’dam-ı ebedî değil, dâr-ı fenadan dâr-ı bekaya intikal ve mahall-i zahmet ve meşakkatten mahall-i rahmet ve rahata terfi’ ve mekân-ı hizmetten makam-ı ahz-ı ücrete terakki mahalli olduğu zahir olur. Arka taraf ki, ehl-i gafleti şaşırtır. Nereden gelip nereye gideceğini düşündükçe tahayyürde kalır. Lâkin nur-u iman inkişaf ettikçe Sultan-ı Ezelî’nin memur-u muvazzafları alâmet-i fârika ile dâr-ı imtihandan ahz-ı ücret dârına gitmek için hazır olma mahalli, içtima’ yeri, bekleme salonu olduğunu derkederek ehl-i gaflet ve dalaletin efkâr-ı bâtılasını altı cihetle redd ve nur-u imanı tecelli ve inkişaf ettirir.

İkinci Nokta: Nur-u iman Cenab-ı Hakk’a ârâmsız hamd ü senayı iktiza eder. Beşer nur-u iman sırrıyla zaman ve mekân-ı hazıranın tazyikatından tahlis-i giriban edip vasi’ bir âleme mâlik olur. Bütün âlem mü’min için o mü’minin müstakil bir hanesi ve bir me’vasıdır. Hem mazi, hal, müstakbel, mü’minin kalb ve ruhu için bir makarr-ı ebedî bulunduğunu en selis beyanatla izah eder.

Üçüncü Nokta: Beşer acz ve za’fıyla kesretli a’dasına galebe ve gayet fakrıyla hadsiz hacatını temin gayesiyle nokta-i istinad ve istimdad arar. Buna yegâne çare, imanla münevver ve mücehhez olmasının fıtrî ve insanî olduğunu ve illâ kalb ve ruh ve vicdanın ebedî muazzeb olacaklarını kanaatbahş bir surette tefhim eder.

Dördüncü Nokta: Zîşuurda imanın meyvedar bir ağaç gibi olduğunu, nasılki semeredar bir ağacın bâki mâliki olan zât, ağacın meyvesinin zevaliyle müteessir olmayıp daimî meyvedar ağacına istinad ve itimad ile müteselli olduğu gibi, iman-ı kâmil dahi fâni vücudu iman ile bâki ve her türlü mahuf şeylerden siperi ve umum arzu ve ümidlerine muvaffak eder olduğunu telkin eder.

Beşinci Nokta: Nimet-i imanın ebeden hamd ü senayı iltizam ettiğini ve ehl-i gaflet ise bütün mevcudatı her an menfaat-ı maddiyesini göremediği takdirde düşman ve muzır tanıdığı kat’î ve hakikattır. Çünki ehl-i gaflette ve ehl-i dalalette cemi’ evkatta rabıta-i iman olmadığından alâka-i uhuvvet yoktur. Onların münasebetleri muvakkat olup hazır zamana münhasırdır. Tûl-i müddet alâkaları hiç hükmünde olup cüz’î bir infial ve hafif bir iğbirar o imansız alâka ve münasebeti silip zîr ü zeber eder. Ehl-i imanın ise اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ sırrıyla uhuvvet ve vefaları daimîdir. Mebde-i maziden münteha-yı istikbale kadar imtidad ettiğinden nur-u imanın saadet-i dareyne vesile olması hasebiyle mûcib-i hamd ü sena olduğunu muvazzahan isbat eder.

            Altıncı Nokta: Nimet-i iman ile dünya ve âhiret mütenevvi’ nimetlerle donanmış bir sofra gibi olduğunu ve mü’min imanla zahirî ve bâtınî hasseleriyle o sofralardan istifade eder. Çünki iman sahibine nisbeten güneş bu dünya hanesinde bir elektrik vazifesini gören ciddi ve sebatkâr bir arkadaş ve yolculuğunda munis bir yoldaş hükmünde olduğundan, daire-i istifadesi semavattan geniş olduğunu وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَ الْقَمَرَ ilh… âyet-i celilesiyle istidlal ederek kâmil imana mâlikiyete teşvik ve tergib eder.

Yedinci ve Sekizinci Nokta: Zât-ı Ecell-i Akdes’e değil nev’-i beşer belki kitab-ı kebir tesmiye edilen kâinat bütün ebvab ve fusul, sahaif ve sutur ve umum kelime ve harfleriyle herbiri takdir-i nisbîsi ile Nakkaş-ı Ezelî’nin kendi üzerlerinde lemaan eden esma-i hüsnasının mazhariyetleri mukabilinde nihayetsiz hamd ü sena ve tesbihatını talim ve tarif eder.

Dokuzuncu Nokta: 1001 esma-i İlahiye-i celilenin tecelliyat-ı külliyesiyle âlemleri müstağrak-ı nimet ve feyz-i bereket eden Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ebedî ve daimî tesbih ve tahmide, ta’zim ve şükrana zîşuurun medyun bulunduğu ezelden ebede kadar umum zamanların dakikalarının âşiratıyla dünyanın mebdeinden müntehasına kadar zerrat-ı kâinatın hasıl-ı darbı adedince tesbih ve tahmid ve senayı irae eden bir tarîk-i âliye-i vâsiayı açarak, mahluku Hâlıkına rabteden bir mev’iza-i belâgatkârane ile nev’-i beşeri fikren ve ruhen terakki ve teâlîye müşevvik ve çok vasi’ bir mülahazat safhası açarak matlub ve maksudun Kadıyü-l Hacat tarafından kabule mazhariyeti için şümullü ve makbul şerait içinde mühim bir dua ile nihayet bulur.

وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى

اَلْحَمْدُ لِلّهِ وَحْدَهُ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنْ لاَ نَبِىَّ بَعْدَهُ اما بعد فقد قسم بعض رسالة النور بتقسيم الاعمال و ودع لى

 كتاب التفكرنامه لتحرير فهرستته فطالعت على قدر الاستطاعة فاذا فيه حقائق منيفة و حكم وفيرة و فوائد كثيرة

و انا عاجز لفهمها حقًّا و اعيد لى مؤلفها لافتتاح حقائقها فاقول جزا اللّه تعالى المؤلف خيرًا كثيرًا و اسكنه مع طلبة

رسائل النور و رفقائهم بفضله جنة النعيم بالدار الآخرة انه هو اهل التقوى و اهل المغفرة آمين آمين آمين بحرمة سيد المرسلين

M.Sabri

(Rahmetullahi Aleyhi biadedi hurufi Risale-in Nur)

Otuzuncu Lem’a

“Sekine” nam-ı âlîsiyle tabir edilen ve her biri bir İsm-i A’zam olan veyahut altısı birden İsm-i A’zam bulunan Esma-i Hüsnadan “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” ism-i şeriflerine ait pek çok kıymetdar ve Risale-i Nur’un şaheserlerinden biri olan bu Lem’a, yüksek bir ifade ve çok ince hakikatlarla kaleme alınmış; hem çok derin mesail-i vahdaniyet, azametli genişlikleriyle tefhim edilmiş; hem pek bâriz bir surette mevcudiyet-i İlahiyeye işaret eden şu hayretengiz faaliyet ile, müdebbiriyet-i Rabbaniye o kadar güzel izah edilmiş ki, âh ne olurdu, bu risalenin hakikatlarının a’makına ulaşmak şöyle dursun, sathını bari olsun görebilse idim. Heyhat!
Kāsır fehmime bakılmayarak, bu risale, hissesine isabet eden bir kardeşimizin seferber halinde bulunması mazeretinden dolayı bana gönderilmişti. Liyakatsızlığımla beraber perişan halim böyle bir şaheseri fihristeye idhal edebilecek surette hülâsa etmeye kâfi gelmediğinden, mahcubiyetle emre itaat ediyorum.
Bu kıymetdar Lem’a, “Altı Nükte-i Mühimme”ye inkısam etmiştir.
BİRİNCİ NÜKTE
وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ âyetinin bir nüktesi ve “Kuddüs” İsm-i A’zamının bir cilvesi olup; hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhur ile, hem vahdaniyet-i İlahiyeyi kemal-i vuzuh ile göstermektedir. Evet şu muntazam kâinat ve şu azametli gayet büyük fabrika; bütün mevcudatıyla hummalı bir faaliyet içinde mütemadiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını tertemiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyarattan tut, tâ zerrata kadar her bir mevcud, Kuddüs-ü A’zam’dan gelen emirlere müheyya ve münkad olarak gayet faal ve gayet hârika bir istihale makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa cennetnümun güzellikleriyle, kendilerini enzar-ı âleme arzediyorlar. Ve şu kasr-ı âlemdeki masnuatın cebhelerinde müşahede edilen şu dilruba güzellik ve gayet müstahsen temizlik; bütün enzarı istihsanla kendilerine celbediyorlar ve Sâni’lerini takdir ve tahsinlerle medh ü sena ettiriyorlar. Bu Kuddüs-ü A’zam ism-i şerifinin tecelli-i a’zamından küçük bir cilvesini şaşaalı bir surette gösteren ve şu kışın bârid ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak: Nasıl çiçekler açmış, huri misali libaslar giymiş, güzelleşmiş, tertemiz olmuş bütün ağaçlar ve zümrüd gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzara arzediyorlar. Camid ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde; istihale görmüş, zeminden yükselmiş, nur-u hayatla süslenmiş, sündüs-misal güzelliklerle kendilerini Sâni’lerinin nazarına takdim ediyorlar. Bu vaziyet karşısında; değil yalnız ins ve cinn, ruhanîler ve melaikeler de hayran oluyorlar. “Mâşâallah, Bârekâllah! Bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!” deyip Sâni’-i Zülcelal’lerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki’ ve sâcid oluyorlar. İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef’al-i İlahiye gibi, vahdaniyet ve mevcudiyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde isbat edip göstermektedir.
İKİNCİ NÜKTE: وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ âyetinin bir nüktesi ve “Adl” ism-i a’zamının bir cilvesidir. Şöyle ki: Şu kâinat mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkanmakta, her vakit harb ve hicret içinde kaynamakta, her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanmaktadır. Bu hayret-engiz tebeddülât ve tahavvülât ise, dehşetli cirmlerin intizamlı hareketlerinden; ve küre-i zeminin yüzündeki dört yüz bin nebatî ve hayvanî zîhayatın muntazaman iaşe ve terbiyelerinden; ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilacı unsurların gayet muntazam vazifelerinden; ziya ve zulmetin, sıcak ve soğuğun, hayat ve mematın döğüşmelerine varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mizan-ı adalet içinde istikbalden gelip, hale uğrayarak, maziye akıp gidiyor ki; Fesübhanallah, insaflı ve dikkatli bir nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan, muhakkak olarak diyecek: “Bu saray-ı âlemin Sâni’i; bu saray-ı âlemi, Adl isminin a’zamî tecellisine mazhar etmekle beraber, hem vâhiddir, hem de öyle mizan-ı adaletle işler görüyor ki, en ehemmiyetsiz ve en küçük, kıymetsiz telakki edilen şeylerde dahi şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mizan-ı adalete sokulmasına zerre kadar müsaade etmiyor. Hem bu pek hârika intizam-ı ekmel içindeki gayet hassas mizan-ı adalete, elbette bu kâinatın Sâni’-i Zülcelal’inden başkası müdahale edemeyecek.” Hem bütün esbab o Sâni’-i Zülcelal’in dest-i kudretinin bir perdesi olduğunu anlayacak. Ve o Sâni’-i Zülcemal’in hem vâhid olduğuna, hem mevcudiyetine; hayranlık içinde, güneşin vücuduna inandığı gibi iman edecek.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ âyetinin bir nüktesi ve “Hakem” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, “Beş Nokta” ile izah edilmiştir.
Birinci Nokta: İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab-ı kebir hükmüne getirmiştir ki; o kitab-ı kebirin zemin yüzü, bir sahifesi; ve her müzeyyen bahçe, bir satırı; ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi suretinde halketmiştir. O halde, şu kâinat baştan başa Hakîm-i Zülcelal’in eserleriyle süslenmiş. Hem kendi san’atını kendisi müşahede edip, hem de nâmütenahî gözlerle birbirine baktıran; ve birbiri içinde çok deliller ve vecihlerle nakkaşının vücuduna şehadet eden ve daima mizan ve intizam içinde tazelenen; ve her küçük bir çekirdekte koca bir ağacı derceden; ve her bir ağaçta koca kâinatın fihristesini yerleştiren; ve her bahar sahifesini murassa’ nişan ve münakkaş hediyelerle süsleyip, huzurunda resm-i geçit ettiren; ve her an bu masnuatının lisanıyla medh-ü senasını teganni ettiren bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.
İkinci Nokta: “İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, kendini görmek ve göstermek istemesine ve tanıttırıp sevdirmesine mukabil, iman ile onu tanımayı ve ubudiyetle kendini ona sevdirmeyi ders veriyor.
İkinci Mes’elesi: Bütün kuvvetiyle şirki reddedip kabul etmeyen bu hikmetli intizam-ı mükemmel, hem vahdeti, hem istiklal ve infiradı iktiza ettiğini izah etmekle beraber, koca kâinatı umum ahval ve keyfiyatıyla mizan-ı adl ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’a şirk ve küfür ile acz isnad etmek ne kadar büyük bir hata ve tevhid ile iman etmek, ne kadar doğru hak ve hakikatlı bir mukabele olduğunu bildiriyor.
Üçüncü Nokta: Sâni’-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîm’iyle, kâinatta en ziyade hikmetlere medar ve mazhar kıldığı insanı; bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve insan dairesi içinde de rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. İnsanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakem’in parlak bir surette cilvesinin göründüğünü; ve yüzer fenlerden her bir fennin bir cihette ism-i Hakem’in cilvesini tarif ettiğini; (meselâ Fenn-i Tıb, Fenn-i Kimya, Fenn-i Ziraat, Fenn-i Ticaret ve hâkeza…) bu fenlerin her birisinin kat’î şehadetleriyle, ihtiyar ve irade, kasd ve meşieti gösteren bu hadsiz intizamat ve hikmetleri o Sâni’-i Hakîm umum kâinata verdiği gibi, en küçük bir zîhayatta ve en küçük bir çekirdekte dahi dercetmesiyle, Zât-ı Akdes’inin fâil-i muhtar olduğunu; ve her şey onun emriyle vücud bulduğunu; ve onu bilmemek ve tanımamak ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğunu izah ediyor.
Dördüncü Nokta: Sâni’-i Hakîm, her bir mevcuduna taktığı yüzler hikmeti, o mevcudların nihayet hassasiyetle tavzif ettiği yüzler vazifelerinden pek çok faide ve gayeleri nihayet dikkat ile takib ettiği halde, onun cemal-i rahmet ve kemal-i adaletine ve nihayet derecede hikmetine zıd olan; ve rahmet ve adaletini inkâr ettiren haşirsizliğe hiçbir cihetle müsaade etmediğini beyan ediyor.
Beşinci Nokta: “İki Mes’ele” olup
Birinci Mes’elesi: Fıtratta israf ve abesiyet ve faidesizlik bulunmadığından, كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا âyet-i kerimesiyle, iktisadsız hareket edenleri tehdid eder.
İkinci Mes’elesi: Cenab-ı Hakk’ın “Hakem ve Hakîm” isimleri, bir cihette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ettiklerini; ve esma-i hüsnadan çok isimlerin dahi, her biri bir cihette, cilve-i a’zamıyla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyyette risalet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı istilzam ettiklerini, pek parlak bir surette izah ediyor.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE
قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ âyetinin bir nüktesi, Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden “Ferd” ism-i a’zamının tecelli-i a’zamına dair tevhid-i hakikîyi gösteren “Yedi İşaret”tir.
Birinci İşaret: İsm-i Ferd’in kâinat heyet-i mecmuasında koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeye işaret eder.
Birinci Sikke: Kâinatın mevcudatında ve enva’larında görünen ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan “teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk” sikkesidir.
İkinci Sikke: Zeminin yüzünde her bahar mevsiminde müşahede edilen, dört yüz bin nebatî ve hayvanî enva’ın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i vahdaniyettir.
Üçüncü Sikke: Hazret-i Âdem’den tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların a’zâ-yı esasîde bir olan sîmalarındaki sikke-i vahdaniyettir.
İkinci İşaret: İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, kâinatın bütün enva’larını ve unsurlarını öyle bir surette birbirine girift etmekle birbirinin içine almıştır ki; mecmu-u kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiğini ve çok birliklerle vahdaniyeti ilân ettiğini gösteriyor.
Üçüncü İşaret: Yine İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı, kâinatı öyle birbiri içine girmiş hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirmiştir ki; her bir mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet basılmış ve her bir mektub, kelimatı adedince kâtibini bildiren ehadiyet mühürlerini taşıdığını gösteriyor.
Dördüncü İşaret: İsm-i Ferd’in güneş gibi zahir cilve-i a’zamını gayet makul ve hadsiz kolaylıkla kabul ettiren ve şirkin muhaliyetini ve nihayet derecede akıldan uzak olduğunu gösteren bürhanlardan üç tanesini beyan ediyor.
Birincisi: Zât-ı Ferd’in hadsiz kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şeyin icadı gibi kolay ve sühuletli olduğunu; bir baharı, bir çiçek kadar ve bir ağacı, bir meyve kadar rahatça icad edip idare ettiğini; ve bu keyfiyet-i icad eğer müteaddid esbaba verilse, vahdetten kesrete girildiği için, en küçük bir şeyin icadı, en büyük bir şeyin icadı gibi pek çok masraflı, pek çok müşkilâtlı, pek çok zahmetli olduğunu temsilleriyle isbat eder.
İkincisi: Mevcudatın icadı ya ibda’ ve ihtira’ suretiyle hiçten ve yoktan olacak veyahut inşa ve terkib suretiyle anasır ve eşyadan toplamakla olacak. Bu iki surette; icad-ı eşya Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilmez de esbabdan istenilse, hadsiz derece müşkilâtlı ve suubetli ve gayr-ı makul, belki de pek çok muhalatı intac edecek. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete verilse; bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan nihayetsiz kudretiyle, hiçten ve ademden veyahut anasır ve eşyadan toplamak suretiyle âyine-i ilmindeki muayyen ilmî kalıblarla, hadsiz derece kolaylıkla ve sühuletle eşyanın icad edildiği görülecek.
Üçüncüsü: Eğer bütün eşyanın icadı bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olduğunu; ve eğer esbaba ve tabiata havale edilse, bir tek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkilâtlı olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder.
Birinci Temsil: Bin nefere ait bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zabite havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğunu ve bir neferin idaresinin ne kadar müşkilâtlı olduğunu..
İkinci Temsil: Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu; ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu..
Üçüncü Temsil: Küre-i Arz, Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hasıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gayet sühuletle husulü- vahdetteki kolaylığı gösterdiği gibi; şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsal etmek için, Küre-i Arz’dan milyonlar defa büyük, hadsiz hesabsız cirmleri hududsuz bir mesafede Küre-i Arz’ın etrafında, hem Küre-i Arz’ın mihver-i yevmîsi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir defa; hem mihver-i senevîsi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi suubet ve müşkilâtın en dehşetlisi olan bir vaziyetini kabul etmek lâzım geldiğini.. ve esbab ve tabiata icad verenler “kitab, saat, fabrika ve saray misalleriyle” echeliyetlerin en antikasını irtikâb ettiklerini izah eder.
Beşinci İşaret: Müdahale-i gayrı şiddetle reddeden; hâkimiyet-i İlahiyedir. لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sırrıyla ve فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ âyetinin işaretiyle, zerrattan seyyarata kadar, ferşten Arş’a kadar hiçbir cihette kusur ve futur, noksaniyet ve müşevveşiyet eseri görülmemesi, Ferdiyetin cilve-i a’zamını gösterip, vahdete şehadet eder.
Altıncı İşaret: Bütün kemalâtın medarı ve esası; ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksadların menşei ve madeni; ve zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metalib ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesi, Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye olmasıdır.
Yedinci İşaret: Tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en ekmel bir surette ders verip isbat eden ve ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti, o tevhidin kat’iyyeti derecesinde sabit olduğunu izahla beraber; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i ehemmiyet ve ulviyetine şehadet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder.
Birincisi: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir misli defter-i hasenatına geçmekle ve hususan her günde umum ümmetin ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle; o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyenin (A.S.M.) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşıldığını..
İkincisi: Mahiyet-i Muhammediye (A.S.M.) âlem-i İslâmiyetin şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olduğundan, fevkalhad istidad ve cihazatıyla âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşündürüp, habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O Zâtın (A.S.M.) hadd ü nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini bildirir.
Üçüncüsü: Zât-ı Ferd-i Zülcemal bütün nev’-i beşer namına, belki umum kâinat hesabına Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı kendine muhatab ittihaz etmekle; elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar ettiğini ve şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, kâinatın manevî bir güneşi ve bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ism-i a’zamı ve ism-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesi olduğunu ders verir.
BEŞİNCİ NÜKTE
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ âyet-i azîmesiyle اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ âyet-i azîminin bir nüktesi ve “Hayy” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, muhtasaran “Beş Remiz” içinde gösterilmiştir.
Birinci Remiz: İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, fihristevari, yirmi dokuz mertebede, iki sahife içerisinde, öyle güzel bir surette cevab verilerek tarif edilmiştir ki; bu nasıl acib bir izah, bu nasıl fesahatlı bir tarz-ı beyan, bu nasıl garib tabirattır ki, misli görülmemiş. İnsan, bu hakikatların güzelliklerine meftun oluyor; hayretinden parmaklarını ısırıyor; daha fevkinde tarif tasavvur edilemiyor; takdir ve tahsinler içinde tefekküre dalıyor.
İkinci Remiz: Hayatın yirmi dokuz hâssasından yirmi üçüncü hâssasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye esbab-ı zahiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor.
Üçüncü Remiz: Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet de, kâinatın sebeb-i hilkati ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u, hadsiz nimetleriyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirmesine mukabil, zîhayatlardan teşekkür istemesi ve sevmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına karşı medh ü sena etmelerini istediğini; ve her bir zîhayatın hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un dest-i kudretinde olduğunu bildiriyor.
Dördüncü Remiz: Hayat, imanın altı erkânı olan آمَنْتُ بِاللّهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ rükünlerine bakıp isbat ettiğini o kadar latîf bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki; o belâgat-ı ifade, insanı hayran ediyor.
Beşinci Remiz: Birinci Remzin onaltıncı hâssasında zikredilen: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; cüz’ ise küll gibi, cüz’î ise küllî gibi bir câmiiyet verdiğini çok güzelliklerle gayet şirin bir tarzda izah ediyor. Hem hâtimesinde, ism-i a’zam bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor.
ALTINCI NÜKTE
Kayyumiyet-i İlahiyeye bakan âyetlerin bir nüktesine ve “Kayyum” ism-i a’zamının bir cilve-i a’zamına, muhtasar olarak “Beş Şua” ile işaret eder.
Birinci Şua: Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i bizâtihî Kayyum’dur, Daim’dir, Bâki’dir. Bütün eşya onun Kayyumiyetiyle kaimdir, devam eder, vücudda kalır, beka bulur. O nisbet-i Kayyumiyet bir an kesilse, bütün eşya birden mahvolur. Şeriki ve naziri yoktur. Maddeden mücerred, mekândan münezzeh, tecezzi ve inkısamı muhal, tegayyür ve tebeddülü mümteni; ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zât-ı Akdes’in bir kısım cilvelerini, bir kısım ehl-i dalalet kimseler, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hissettikleri hayret-engiz Hallakıyet-i İlahiyenin ve Kudret-i Rabbaniyenin cilve-i a’zamını nereden geldiğini bilemediklerinden ve Kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvveti nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm etmeleriyle açtıkları inkâr-ı uluhiyet mesleklerindeki yollarının içyüzünü gösteren ve hak ve hakikat mesleğinin letafetli yüzünü sırr-ı Kayyumiyetin tecelli-i a’zamıyla izah edip, bütün güzelliğiyle meydana çıkaran gayet dakîk ve çok amîk ve pek geniş bir ifade ile, tabiiyyun ve maddiyyun mesleklerini ibtal edip, onları techil eden ve utandıran âlî bir beyandır.
İkinci Şua: “İki Mes’ele”dir.
Birincisi: Hadd ü hesabsız ecram-ı semaviyenin, nihayetsiz derecede intizam ve mizan içinde, sırr-ı Kayyumiyetle kıyam ve beka ve devamları; ve emr-i “Kün Feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyadları, İsm-i Kayyumiyetin a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi.. her bir zîhayatın cesedini teşkil eden zerrelerin, o cesedin her a’zâsında o a’zâya göre toplanmaları; ve sel gibi akan ve fırtınalar içinde çalkanan unsurların, dağılmayarak o cesedde muntazaman durmaları; ve evamir-i İlahiyeye inkıyadları, sırr-ı Kayyumiyeti ilân eden hadsiz diller olduğunu beyan eder.
İkinci Mes’elesi: Eşyanın sırr-ı Kayyumiyetle münasebetdar faide ve hikmetlerine işaret eden pek çok enva’ından üç nev’ine işaret eder.
Birinci Nevi: Eşyanın kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.
İkinci Nevi: Hem umum zîşuurun mütalaasına bakar, hem Fâtır’ının esmasını bildiren birer âyet ve birer kaside olduğunu hadsiz okuyucularına ifade etmesine bakar.
Üçüncü Nevi: Doğrudan doğruya Sâni’-i Zülcelal’e bakar. İşte bu üçüncü nevide bir sâniye kadar yaşamak kâfi olmakla beraber, اَللّهُ الَّذِى رَفَعَ السَّموَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا âyetinin işaretiyle; kayyumiyet-i İlahiye, hadsiz ecrama ve nihayetsiz zerrata nokta-i istinad olduğunu ve bilcümle mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin uçları وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ işaretiyle sırr-ı Kayyumiyete bağlı bulunduğunu iş’ar eder.
Üçüncü Şua: Hallakıyet-i İlahiye ve Faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyumiyetin bir derece inkişafına işaret eden mukaddemelerin birincisi: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve göz açtırmadan, nefes aldırmadan âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderilen bu mahlukatın, bu hayret verici seyahat ve seyeranı, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz ve nihayetsiz bir hikmetten ileri geliyor.
Birinci Şubesi: Faaliyetin her bir nev’i, cüz’î olsun küllî olsun, bir lezzeti netice vermesi sırrıyla; -tabirde hata olmasın- Zât-ı Hayy-u Kayyum’da bulunan bir aşk-ı lahutînin ve bir muhabbet-i kudsiyenin ve bir lezzet-i mukaddesenin şuunatı, hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz hallakıyetle kâinatı mütemadiyen tazelendirip çalkalandırdığını..
İkinci Şubesi: Her bir cemal ve hüner sahibi, kendi cemalini ve hünerini sevmesi ve teşhir edip ilân etmesi kaidesiyle; Cemil-i Zülkemal’in binbir esma-i hüsnasından her bir isminin her bir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsün ile hadsiz hakaik-i cemile bulunmasındandır ki, o aşk-ı mukaddese-i İlahiye, o sırr-ı Kayyumiyete binaen kâinatı mütemadiyen değiştirip tazelendirdiğini..
Üçüncü Şubesi, hem Dördüncü Şua: Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlîcenab olan zât, başkalarını memnun ve mesrur etmekten, sevindirip mes’ud etmekten lezzet alması; ve her âdil zât, ihkak-ı hak etmekten keyflenmesi; ve her hüner sahibi san’atkâr, yaptığı san’atını teşhir etmekten ve san’atının istediği tarzda işleyerek arzu ettiği neticeleri vermesiyle iftihar etmesi kaidelerine binaen, bu kâinatın Sâni’-i Hakîm’i binbir esma-i hüsnasının hadd ü nihayeti olmayan güzelliklerine bu mevcudatı mazhar etmek için bu kâinatı böyle acib bir hallakıyet-i daime ve hayret-engiz bir faaliyet-i Sermediye içinde sırr-ı Kayyumiyet ile mütemadiyen tazelendirip tecdid ettiğini pek garib, pek şirin, pek latîf, gayet hoş bir ifade ile izah ediyor. Ve bir kısım ehl-i dalaletin, “Kâinatı böyle tağyir ve tebdil eden zâtın, kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelmez mi?” diye sordukları suale; bilakis Zât-ı Zülcelal’in mütegayyir ve mütehavvil olmaması lâzım geldiğini gayet kat’î bir surette beyan eden bir cevabla mukabele edilmiştir.
Beşinci Şua: İki Mes’eledir.
Birinci Mes’ele: İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamına baktırmak için, hayalî iki dûrbînden biriyle, en uzaklarda esîr maddesi içinde sırr-ı Kayyumiyetle durdurulmuş; kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri ve diğer dûrbînle zîhayat mahlukat-ı arziyenin zerrat-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temaşa ettirir.
Hülâsası: Bu altı ism-i a’zam birbiriyle imtizac ettiklerinden, bütün kâinatın bütün mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyum cilve-i a’zamı arkasında tecelli eden ism-i Hayy’ın bütün o mevcudatı hayat ile ışıklandırdığını.. ve ism-i Hayy’ın arkasında tecelli eden ism-i Ferd’in, o mevcudatı bir vahdet içine alıp yüzlerine birer hâtem-i ehadiyet bastığını.. ve ism-i Ferd’in arkasında tecelli eden ism-i Hakem’in, o mevcudatı meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine alıp süslendirdiğini.. ve ism-i Hakem’in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Adl’in, o mevcudatı yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar gayet hassas bir mizan-ı adl içinde tutarak emr-i “Kün Feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyad ile itaat ettirdiğini.. ve ism-i Adl’in cilvesi arkasında tecelli eden İsm-i Kuddüs’ün, o mevcudatı, Cemil-i Mutlak’ın cemal-i zâtına ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına lâyık ve münasib olacak gayet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.
İkinci Mes’elesi: Kayyumiyetin, vâhidiyet ve celal noktasında kâinatta tecellisi olduğu gibi, ehadiyet ve cemal noktasında insanda dahi cilvesinin tezahüratı olduğunu; ve bu tecelli ile Zât-ı Zülcemal’in, beşere, melaikelerin fevkinde ettiği ihsanatını ve o ihsanatın câmiiyetini ve yüksekliğini ve genişliğini izah eder. Ve kâinatı bir sofra-i nimet edip, insana teshir etmesinin; ve kâinatın, insanla mazhar olduğu sırr-ı Kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti, insanın üç mühim vazifesinden ileri geldiğini ta’dad eder. Ve insanın o üç mühim vazifesinden üçüncü vazifesinde, üç vecihle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a âyinedarlık ettiğini anlatır. Ve bu âyinedarlık ettiği vecihlerden üçüncü vecihteki âyinedarlığının da iki yüzü olduğunu; birinci yüzüyle esma-i İlahiyeye, ikinci yüzüyle de şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık ettiğini emsali nâmesbuk bir talâkat-ı lisan ile ifade ediyor ki, beşerin dâhîlerini dahi bu hakikatlara meftun edip hayran eder.

Hüsrev

Birinci Şua

1350 tarihinden sonra, gözleri kamaştıran ziya-i faaliyetiyle nev’-i beşerin mühim bir kısmını kendine teshir eden ve edecek olan Risale-i Nur Külliyatından Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şuaı İşarat-ı Kur’aniye olup, bu Şuaın fevkalâdeliğini gösteren ve sisli bir asırda semlenmekte olan nev’-i beşeri i’dam-ı ebedîden alıp hayat-ı bâkiyeye ve boğucu bir zulmetten çıkarıp halaskâr bir nura atlatan ve Risale-i Nur ismiyle müsemma kılınan Külliyat-ı Nuriye’ye manen ve makamen ve cifren bakan ve böyle müşevveş bir zamanda o Nur’un intişarını ve kıymetini sarahat derecesinde haber veren 33 âyât-ı Kur’aniye bu risalede münderiçtir. Yalnız 5 âyet nümune olarak bu fihristede dercedildi.

Birincisi: وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاّ اللّهُ وَالرّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ… الخره âyeti olup, manen Risale-i Nur’u gösterdiği gibi makam-ı cifrîsi dahi 1344 olmakla bu tarihte Risale-i Nur’dan daha ziyade bu vazife-i kudsiyeyi müşkil şerait içinde ve ağır tazyikat altında sebatkârane îfa eden başkası görülmediğinden ve Kur’anın müteşabihlerini ehl-i ilhad hilaf-ı hakikat tevilat ile tahrife başladığı hengâmda, hakikî bir taife Kur’anın müteşabihatını vaktinde ve yerinde tefsir ve tabir ettiklerinden Kur’an onlara birkaç cihetlerden hasr-ı nazar eder.

İkincisi: اِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ Şu âyet 1350 olan makam-ı cifrîsiyle ve gayet mu’ciz ve mûciz olan manasıyla o tarihleri müteakib ehl-i ilhad ve dalaletin tecavüzatlarından ârız olacak yılgınlığı ref’ u izale ve Risale-i Nur naşirinin galibiyetiyle neticeleneceğini çok hakikatdarane hoş bir eda ile nazargâh-ı âmmeye vaz’ ediyor.

Üçüncü âyet: وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى اَوْ عَلَى سَفَرٍ… الخره Şu âyet ahkâm-ı zahiresiyle şeriat-ı garra-i Ahmediyenin (ASM) taharete müteallik bir mes’elesini beyan etmekte olup, makam-ı cifrîsi de bid’at ve dalaletin hemen tekemmül etmekte olduğu 1357 tarihine tevafuk ile kemalin zevali sırrına mazhariyetle beraber şimdiye kadar ne görülmüş, ne işitilmiş, ne bilinmiş (tabir hata değilse) bâkir bir manasını yâr u ağyarın bilâ-itiraz şu zamanda itiraf edecekleri ve kat’iyyen inkâra mahal bulamıyacakları gayet hikmetdar ve kıymetdar bir mahz-ı hakikat olarak çok ehemmiyetli şu asrın bir vechini açar. Ve gayet merakâver olmakla mütalaaya lâyık ve sezadır. Hem şu devirde bir cihette mana-yı işarîyle nazar-ı Kur’an Risale-i Nur’a tam bakar gibidir. Demek mübalağa değildir, belki hak ve ayn-ı hakikattır.

Dördüncüsü: Beşinci mertebedeki اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا َيمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ â­yetidir ki, pek zahir bir işaretle hem cifir, hem manaca Risale-i Nur’a ve tercümanına bakar.

Beşincisi: Birinci Mertebedeki Âyet-ün Nur olan

مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َاْلمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ… الخره

ki cifrî ve mana cihetinde 10 vecihle Risale-i Nur’a bakar ve baktırır. Diğer üç-dört âyet de Risale-i Nur’un sadık şakirdleri ehl-i Cennet olacaklarını ve imanlarını kurtaracaklarını ve imanla kabre gireceklerini müjdeli işaret veriyorlar. Bu Birinci Şua Risalesi bir derece setredilmesi ve izhar edilmemesi tavsiye edildiğinden, bu kısacık nümune ile iktifa edildi.

M.Sabri

(Rahmetullahi Aleyh)

İkinci Şua

Bu Şua, esma-i Rabb-ül Âlemîn’den Allahü Ehad ism-i celilinin inkişafıyla Otuzuncu Lem’a olan ve Sekine tabir edilen Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs esma-i azîmesinin Yedinci Nüktesi olarak gayet mühim akaid ve delail-i İslâmiyeyi ve esrar-ı imaniyeyi havi bir risale olup, 3 makam 3 meyve 3 muktezi 3 hüccet 1 hâtime olarak tanzim ve tekmil edilmiştir.

Birinci Makamın Birinci Meyvesi: Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin cemal-i İlahîsi ve kemal-i Rabbanîsi ancak tevhid ve vahdette tezahür ettiğini makul ve mütesanid bir şekilde iddia ve isbat ile akl-ı kâmil ve kalb-i selim sahiblerini hayran edecek bir i’caz ve îcaz ile, mahluka Hâlıkını re’y-ül ayn derecesinde tanıttıracak bir makamda bir ders-i hikmettir.

İkinci Meyve: Bu meyve dahi kâinatın zât ve mahiyetinden bahisle مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ sırrıyla kâinatın icmal edilmiş bir nümune-i acibesi olan nev’-i insan “Kendisini bilmekle Rabbisini bilir” ferman-ı Nebevîsi tam şu zamanda derdlere derman olacak bir tertibde tastîr edilmiştir. Nev’-i beşer sebeb-i hilkatiyle hem sair zîruhların fevkinde akıl, vicdan, kalb ve ruh gibi mühim techizatla küre-i arza sultan olduğu halde, bazı insan suretini takınan akrepler Zât-ı Bari hakkındaki küfr-ü mutlaklarıyla o kadar çıfıtlık gösteriyorlar ki, âdeta bütün kâinatı ve bilhassa kendi vücudlarını inkâr ediyorlar. Bu gibi mühlik ve sekametli bir uçurumdan gidenlere gayet müstakim bir yol ve son derece şavklı bir cadde ve bâki bir hayata ve saadete mazhar olmak isteyen ashab-ı şuur şu meyveden müstefid olmakla ebedî bir hayat kazanabilir.

Üçüncü Meyve: Mahlukattan zîşuur olan insana bakar, der ki: Ey Âdemoğlu! Sen mahlukatın en nazenin ve pek mükerrem ve mükemmelisin. Çok mes’ud ve mümtaz olmak, tâ ebede kadar elini yetiştirmek ve temin-i istikbal-i ebedî etmek ve Hâlık-ı Âlem’in muhatabı, hem dostu olmak istersen, Zât-ı Ehad ü Samed olan Cenab-ı Rabb-ül Âlemîn Hazretlerine tevhid ile tam i’tisam eyle. Ve illâ zîhayat ve zîruh içindeki imtiyazın, kemal ve saltanatın bâd-i heva olup, mahlukatın pek bedbahtı ve mevcudatın çok süflîsi ve hayvanatın en bîçaresi ve zîşuurun en hüzünlü ve gamlı ve elemlisi ve azablısı olacağını delail-i akliye ve nakliye ve kat’iyye ile tefhim ediyor.

İkinci Makam üç muktezidir.

Birinci Muktezi: Tevhid ve vahdaniyeti aklına sığdıramayıp kabul edemeyen, bilakis şirk içine hah nâ-hah girenlere der:

Her fiil, bir fâil ister. Hâkim-i münferidliğin şe’n ve muktezisi istiklal ve başkasının müdahalesini reddetmektir. Bir tek işde müstebidane iki âmir-i hâkim bulunamaz. Bulunsa ihtilal başlar, intizam bozulur, herc ü merc olur. Temsilleriyle nur-u vahdeti akıl ve kalbin merkezinde Ay gibi parlatır, Güneş gibi şualandırır bir kimya-yı saadettir.

İkinci Muktezi: Vahdaniyeti kabulde akıl ve ruha son derece bir sühulet ve şirkte müşkil bir suubet bulunmasıdır. Çünki göz önünde olan hayvanat ve nebatatın ihya ve imatesi kendi kendine hem dava, hem delildir. Bunlarda hiçbir kimsenin tesiri olamadığını ve bu ef’alin sırf bir emr-i Rabbanî ile olduğunu takdir ve tasdik edemeyen şeklen insan olanlar kendi vücudlarını divanece nefy ü inkâr etmişlerdir. Bütün mevcudatı adem-i zahirîden vücud-u hariciyeye çıkaran Zât-ı Bari’ye intisab ve istinad, bir neferin bir kumandan-ı azama intisab ve istinadıyla arkasındaki küllî kuvvetlere dayanarak tek başıyla bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kal’ayı teshir ederek hârikulâde bir eseri gösterdiği gibi, Kadîr-i Mutlak’ın meşiet ve iradesiyle bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı mağlub etmesi, akıl ve ruhu kendine yâr olanlar için sarsılmaz bir bürhan, feshedilemez bir ferman olduğunu vâzıhan irae eder.

Tevhidin Üçüncü Muktezisi: Herşeyin hilkatinde hususuyla zîhayat masnu’ların evsaf ve eşkalindeki alâmet-i hârikulâde o kadar acibdir ki, küçük bir çekirdek bir meyvenin, bir meyve bir ağacın, bir ağaç bir nev’in, bir nev’ de dolayısıyla kâinatın küçük bir nümunesi, bir misal-i asgarı, bir mücmel ve muhtasar fihristesi olduğunu ve bunlardan herbirinin lisan-ı hal ile “Beni kim yarattı, yoktan var etti ise bütün enva’-ı ecnasımı da o hâlık halketmiştir.” davasını derece-i sübuta îsal ettiğini kanaat-ı tamme bahşeder bir halde beyan eder.

Üçüncü Makam

Vahdet-i Bari’nin tahakkukuna dâll olan hadsiz hüccet ve alâmetlerden üç hücceti beyan eder.

Birinci Hüccet ve Alâmet: وَحْدَهُ kelimesinin tecelli-i tammı ile herşeydeki birlik, bu dava-yı vahdeti takviye ve teyid eder. Meselâ: Küre-i Arz’ın senevî hareket-i devriyesi bidayet-i hilkat-i arzdan tâ kıyamete kadar bir siyakta yürümesi; keza Kamer’in ve Şems’in devr ü cereyanları, insan ve sair hayvanatın teşekkülât-ı bedeniye ve cismiyelerindeki cihazatça yeknesaklığı, kezalik enva’ ve esnaf-ı nebatatın şeklen ve halen bir olması gibi binler birlikler, onların Fâtır-ı Akdes ve Kadir-i Zülkemal’inin bir olması hususiyetine delalet ettiğini hayretefza bir üslûb ile tasvir ve tefhim eder.

İkinci Alâmet ve Hüccet: لاَ شَرِيكَ kelimesinin müfad ve netaicidir. Evet herşeydeki intizam-ı tamm ve hakikî bir mizan ve mükemmel bir ittihad, لاَ شَرِيكَ kelimesini tasdik ve te’kid etmektedir. Zira şirket, bütün ahval ve ef’alde dahi vahdete mübayin ve münafîdir. Şirket, vahdetin iktiza ettiği birlik sikkesini nakzeder. Halbuki herşeyde güneş gibi zahir olan birlik ve hiçbir suretle kabil-i inkâr olamıyan ihsanat-ı Rabbaniye لاَ شَرِيكَ kelimesine bakan münasebet-i hakikiyeyi mutabakat-ı tamme ile vahdet-i Bari’yi izhar ve tavsif etmekte olup, bu bâbda vârid olan iki sualden birincisi:

Zîhayatta bulunan musibetlerin, hastalıkların, beliyyelerin ve ölümlerin hüsün ve cemal neresindedir? İtirazına karşı, herşeyin kıymeti, ehemmiyeti ve hassası ancak zıdlarıyla tezahür ve tebarüz ettiğini, ezcümle: Ziyanın kıymeti, ehemmiyeti ve hassası karanlıkla, ateşin lüzumu ve ehemmiyeti soğukla, iyilerin ve hüsn-ü ahlâk sahiblerinin yüksek dereceleri, fenaların ve ahlâksızların vücuduyla zahir olarak iktisab-ı kıymet ve ehemmiyet ettikleri gibi; sureten çirkin ve bed görülen mesaib ve beliyyat ve vefiyat, selâmetin, saadet ve hayatın âyineleri olup manen hüsn ü cemal ifade ettiğini_

İkinci Sual: Birinci sualin cevabı umumî surette şâyan-ı kabul olsa madem ki Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Alel’ıtlak nasıl olur ki ferdleri ve şahısları musibete, şerre ve çirkinliğe mübtela eder? Sualine karşı esma-i hüsnanın hadsiz ve kayıdsız cilvelerine hadsiz ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî kavanin ve âdetullah düsturlarının umumî kanunlarının şâzlarıyla, hem şerli cüz’î neticeleriyle ibtila etse de o cüz’î şerler ve ibtilalar o kanunların cereyanlarının cüz’î muktezaları olduğu cihetle elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve îcabına riayet etmek o kanunların muktezaları olmakla beraber o cüz’î elîm neticelere karşı dahi Hâlık-ı Zülcemal Hazretleri imdadat-ı hassa-i Rahmaniyesiyle ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniyesiyle mesaibe giriftar olanların istigaselerine yetiştiğini ve Fâil-i Muhtar olduğunu gösterdiğini etraflı delail-i mesrude ve hüccet-i katıa ile isbat edip, cüz’î insaf ve imanı olan insanları dahi teslimiyete mecbur eder.

Üçüncü Alâmet ve Hüccet: Lâ-yetenahî bir sikke-i tevhidلَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ kelimeleridir. Evet bu kelimeler cüz’î olsun, küllî olsun zerrattan seyyarata kadar herşeyde öyle sarih bir sikke-i tevhid ve vahdaniyet var ki, dünya ve mafiha kadar herşeyde aşikâre bir surette Mâlik-ül Mülk’ü irae ve tasarrufatını ilân eder. Zira o taifelerin erzak ve elbisesi, talimat ve terhisatı cihetinde mer’î ve meşhud olan kemal-i intizam ve hüsn-ü idare has bir sikke-i tevhid olduğu gibi, insan ve sair hayvanatın yüzüne sair ebna-yı cinsleriyle beraber alâmet-i farika olmak üzere konulan sikke-i tevhid ve hâtem-i ehadiyet çok parlak bir mühr-ü vahdet olduğunu serd ü beyandan sonra der:

“Ey insan-ı gafil! Düşün, âgâh ol, dikkat et! Makamların, meyvelerin, muktezilerin hüccet ve alâmetlerini nazar-ı dikkate al. Bu âlemde tasarruf eden ve hallâkiyetini ve rahmaniyetini ve hakîmiyetini her nev’ mahlukatına in’am ve ihsanatıyla tanıttırıp kendini sevdiren bir Hâlık-ı Kerim ve Kadir-i Hakîm azamet ve kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haşri vukua getirmeyerek bir dâr-ı beka ve saadeti açmayıp bütün hikmetlerini ve rahmetlerini ve kemalât-ı rububiyetini inkâr ettirsin. Hâşâ, yüz binler defa hâşâ!” kelâm-ı takdis ve tenzihi ile zaman-ı hazırın, hususuyla akide-i mü’minînin akaid-i imaniyelerindeki pek vahîm ve elîm tahribatı bir kat daha tamir ve tahkim ve takviye ve tarsin eder.

Hem haşirde ruhun cesedine iadesine ve her ferdin bir anda içtimaına dair üç mühim temsili îrad ile re’y-ül ayn derecesinde isbat ve daha bunlara mümasil birçok ihya misallerini ihtiva eder.

Bu bâbda diyebilirim ki: Siracünnur’un her biri mahbubiyette tufuliyetini, faaliyet ve cevvaliyette şebabiyetini, kuvve-i tesiriye icra ve infaz cihetinde şeyhuhetini mana-yı tammıyla eda ve îfa eder. Nazirsiz bir güldür, Furkan’ın bağından gelmiş bir bülbüldür.

Sabri

(Rahmetullahi Aleyh)

Üçüncü Şua

Cenab-ı Hakk’a ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisab-ı marifet ederek ubudiyetin kema hiye hakkıhâ iktiza ettiği acz ve fakr-ı tammı izhar ederek dergâh-ı İlahiyeye iltica ve huzur-u Rahman’a takarrüb gibi mezaya-yı insaniyeyi bihakkın talim ve dünya ve mâfihaya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiya Aleyhi Ekmel-üt Tahâyâ Efendimizin münacatından ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır 700 aded âyâtından me’huz, nazirsiz şu münacatın menba’-ı manevîsi başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adideden bir âyet-i celile, sâniyen Cevşen-ül Kebir’in 1001 esmasından hilkat-i mevcudat ile münasebetdar birkaç ukdelerinden, sâlisen “İlim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Kerremallahü Vechehu ve Radıyallahü Anh’ın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud-u Vâhid-i Ehad’ı isbat ettiği muhteşem bir hitabeyi mukteda bih ittihaz ederek mevzu’ ve gaye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevsi’ eder ki, bu hakaike aid takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup yalnız mükerreren sâdır olan emre mutavaat niyet ü kasdıyla şüru’ edilen şu fihristte deriz:

Birinci fıkrada semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemal-i faaliyet Ma’bud-u Bilhak olan Vâcib-ül Vücud Vâhid-i Ehad’e delalet ettiğini_

İkinci fıkrada fezanın bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayretfezası yine Mezkûr-u Biküllilisan olan Vâcib-ül Vücud Vâhid-i Ehad’e dâll bulunduğunu_

Üçüncü fıkrada unsurlar sair müştemilâtıyla ve küre-i arz umum mahlukatıyla ve teferruatıyla_

Dördüncü fıkrada edille-i sâbıka gibi denizler, nehirler, pınarlar Maruf-u Bikülliihsan olan Vâcib-ül Vücud Vâhid-i Ehad’e delalet ettiğini_

Beşinci fıkrada geçen şehadat gibi dağlar zelzele tesiratından zeminin muhafaza ve sükûnetine ve içindeki inkılabat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilasından halâsına, hem havanın muzır gazlardan tasaffîsine ve suların iddiharına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet ettiğini_

Altıncı fıkrada geçen deliller gibi zemindeki ağaçların ve nebatatın yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarane hareket-i zikriyeleri ve kemal-i sühuletle giydirilen cihazat ve zînetleri bilbedahe vücub-u vücud ve vahdet-i Bari’ye delalet ettiğini_

Yedinci fıkrada keza zîruhun ve hususan nev’-i beşerin cisimlerinde mevcud ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî a’za ve cevarih ve bilhassa havass-ı hamse-i zahire gibi kemal-i faaliyetle iş gören duygularıyla vahdaniyeti isbat ettiğini_

Sekizinci fıkrada kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiya ve evliya ve asfiyanın hülâsaları olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatıyla yüzler icma’ ve tevatür kuvvetinde ve kat’iyyetinde vücub-u vücud ve vahdet-i İlahiyeye şehadet ettiklerini kemal-i vuzuh ile beyan ve tehaccür etmiş kalbleri ıslah, hem Cenab-ı Kibriya’ya münacat olan şu yekta ravza-i hakikat hatime-i tazarru’ ve niyazını şöyle bağlar ki:

Yâ Rab ve yâ Rabb-es Semavati Ve-l Arz! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarla, zemini müştemilatıyla, umum mahlukatı bütün keyfiyatıyla halk ve inşa’ ve ibda’ ve teshir eden kudretinin, iradetinin, hikmetinin, hâkimiyetinin, rahmetinin hakkı için nefsimi bana teshir eyle, âmîn! Matlubumu müsahhar kıl, âmîn! Kur’ana, imana hizmet için insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar kıl, âmîn! Hem bana, hem ihvanıma iman-ı kâmil ver, âmîn! Ve hüsn-ü hâtime nasib et, âmîn! Ve Hazret-i Musa’ya (AS) denizi ve Hazret-i İbrahim’e (AS) ateşi ve Hazret-i Davud’a (AS) dağ ve demiri ve Hazret-i Süleyman’a (AS) cinn ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, (Risale-i Nur’a âlem-i İslâmdaki kalbleri ve akılları 41-312/8) (Risale-i Nur’a bütün kalbleri ve akılları 17-123/8) (Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları 247-452/3) müsahhar kıl, âmîn! Beni ve Risale-i Nur talebelerini nefis ve şeytan şerlerinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle, âmîn! Ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl, âmîn.

Kelimat-ı niyaziyeleriyle ihtitam eden şu münacat, ehl-i imanın lâzıme-i gayr-ı müfarıkı olmağa çok lâyık olduğu aşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi.

Sabri

(Rahmetullahi Aleyh)

Dördüncü Şua

(Lem’alar 253’te münteşir olduğundan yazılmadı.)

Beşinci Şua

Risale-i Nur’un Şualarının te’lifinden 35 sene evvel tab’ edilmiş olan Muhakemat-ı Bediiye’ye tetimme olmak üzere (şimdi 20 seneden geçti) bir kısım müsveddesi yazılmış olan ve eşrat-ı saattan bahseden bu Şua, ihtiva ettiği hakikatlarıyla çok münkirlerin ağızlarını tıkamakta ve çok mülhidlerin kulaklarını çınlatmakta ve bir kısım ehl-i inkârın asırlardan beri İslâm’ın mazisine istihkarane gönderdikleri nazarlarına mukabil mazi-i İslâm’ın hayretkârane baktırmakta ve 1300 seneden beri her asırda yaşamış milyonlarla müslümanların lisanlarında ve meclislerinde mütemadiyen medar-ı bahs olmuş eşrat-ı saattan haber veren ihbarat-ı gaybiyeyi bu zamanda tebellür ettirerek istihsankârane göstermekte ve çok insanların eğrilmiş akidelerini düzeltmekte ve istikbal hâdisatını hakikatıyla ve gayet ciddi ve latif bir üslûb ile ve gayet doğru olarak hem pek ciddi bir surette ihbar etmekte ve yalnız yanlış telakki edilmek ihtimalinden dolayı herkese gösterilmesine müsaade edilmeyerek mahrem tutulmakta olan gayet feyyaz bir risaledir.

Bu Şua فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi olmakla beraber, bu zamanda akide-i müslimîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış olup, âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair rivayet edilen hadîslerin bir kısmının müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları bulunduğundan, bu gibi hadîslerle ihbar edilen hâdisat vukua geldikten sonra وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاّ اللّهُ وَالرّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ âyetinin beşaretiyle ilimde rüsuh sahibi olanlar tevil ile anlarlar ve izhar ederler. O vakit mana-yı hadîsin ihbar ettiği vak’a bilinebilir ve maksad ne olduğu anlaşılabilir.

Bu Şua bir mukaddime ile 23 mes’eledir. Mukaddime beş noktadır.

Birinci Nokta: İman ve sırr-ı teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan ve bir tecrübe olduğu için, perdeli ve derin ve dakik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleler sırr-ı teklif bozulmamak, hem bir seviyede olmayan Ebubekir’lerle Ebucehil’ler birbirinden ayrılmak için elbette bedihî olamaz.

İkinci Nokta: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a bildirilen umûr-u gaybiyenin bir kısmı tafsil iledir. Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm onlara karışamaz. Kur’an ve hadîs-i kudsîler gibi, aynen tebliğ eder. Diğer kısmı icmal iledir. Tafsilat ve tasviratı Peygamber-i Zîşan’a (ASM) aiddir. Hem hakaik-ı imaniyeye girmeyen cüz’î hâdisat-ı istikbaliye nazar-ı nübüvette ehemmiyetli değildir.

Üçüncü Nokta: İki nüktedir. Birincisi: Avam nazarında hakikat telakki edilen ve vakıaya mutabık zuhur etmeyen ve teşbihler ve temsiller suretinde vürud eden hamele-i arş ve hamele-i arz gibi hadîslere dairdir. İkincisi: Bir cihette hususî bulunduğu halde küllî ve âmm telakki edilen (Meselâ: Bir zaman gelecek, Allah Allah diyenler kalmayacak) diye vârid olan hadîsler hakkındadır.

Dördüncü Nokta: Çok hikmetler ve maslahatlar için Rahman-ür Rahîm’in gizlediği mevt ve ecel muayyen olsa idi, yarı ömr-ü beşer gaflet-i mutlaka içinde ve daha sonraki ömür dehşet-i mutlaka içinde geçecek idi. Hem başa gelen musibetlerin vakitleri muayyen olsa idi, daha o musibetler gelmeden, gelip geçinceye kadar elem ve ızdırablarını çektirecekti. Hem muayyen olmayan dünyanın eceli ve bilcümle mahlukatın mevtleri muayyen olsa idi, kurûn-u ulâ ve vustâ büsbütün gaflet içinde, kurûn-u uhrâ mezbahaya gider gibi pek dehşetli bir endişe ve pek müdhiş bir elem içinde kalacaktı.

İşte zîşuur ve zevil’idrakin bu dehşetlerden kurtulması, hem dünya ve ukbayı imar etmeleri, hem havf u reca ortasında hayatlarını idame etmeleri gibi daha birçok hikmetler ve maslahatlar için rahmet-i İlahiye mevt ve eceli ve musibetlerin vakitlerini gizli bırakmıştır.

Hem izn-i Rabbanî ile gaibden haber veren bir kısım ehl-i keşf لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ yasağına karşı hürmetsizlik etmemek için, keşfen müşahede ettikleri hâdisat-ı istikbaliyeyi perdeli ve bir derece mübhem olarak işaretlerle ihbar etmişler. Hattâ kütüb-ü semaviye Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’dan bahsettiği halde bir derece perdeli olduğu için, bir kısım ehl-i kitab tevil edip iman etmemişler. Fakat itikadat-ı imaniye böyle değildir. İtikadat-ı imaniyeye giren mesail-i imaniyeyi tasrih ile, tekrar ile ihbar etmek hikmet-i teklifin muktezasından bulunduğu içindir ki, Kur’an ve Tercüman-ı Zîşan’ı (ASM) umûr-u uhreviyeyi vâzıhan ve tekrar ile bildirmişlerdir.

Beşinci Nokta: Deccal asırlarına aid hârikalardır. Peygamber-i Zîşan (ASM) Efendimiz ferman etmişler ki: “Deccal 40 günde dünyayı gezecek.” Bu haber ile, Deccal asrında tayyare ve şimendifer gibi sür’atli nakil vasıtalarının çıkacağını ve yine ferman etmişler ki: “Deccal öldüğü zaman şeytan İstanbul’da Dikilitaş’ta “Öldü” diye bağıracak, bütün dünya işitecek.” Bu ihbar-ı Nebevî ile o zamanda radyo gibi ses nakleden gayet sür’atli nakil vasıtalarının keşfedileceği bildirilmiş. Hem yine ferman etmişler ki: “Deccal’ın yırtıcı rejiminin ve teşkil ettiği komitesinin ve kurduğu hükûmetinin ve şahs-ı manevîsinin dehşetli icraatının İsevîlerde zuhur edecek hakikî bir dinin hakikat-ı Kur’ana iktida edip ittihad etmesiyle ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzul etmesiyle parçalanıp mahvolacağını ihbar etmişler. Hem her iki Deccal’ın asırlarındaki hâdisat-ı acibeler onların bahisleriyle alâkadar olmasından, onlardan sudûr edecek zannedilmiş. Hem bir kısım râvilerin yanlış ve hata içtihadları metn-i hadîse karışmakla hadîs zannedilerek, zuhur eden bir kısım vukuat-ı Süfyaniye rivayat-ı hadîse muhalif gibi görünmüş. Hem her iki Deccal’ın evsafları ayrı ayrı iken rivayetlerde iltibas olmuş. Hem büyük Mehdi’nin vasıfları, sâbık Mehdilere işaret eden rivayetlerle mutabık çıkmamasından o hadîsler müteşabih hükmüne geçmiş olmasından ibarettir.

İkinci Makam

Bu makamın ihtiva ettiği 23 mes’ele istikbalden haber veren hadîslere aiddir. Bu hadîslerin manaları kısmen tefsir, kısmen tevil, kısmen tabir edilmekle anlaşılır.

23 mes’eleden birincisi: Bu risale yazıldıktan hayli zaman sonra tevilini göstermiştir. “Süfyan bir su içecek, eli delinecek.” Yani bir nev’ su olan rakı içecek ve çok israfata girecek.

İkincisi: Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfir” yazılmış bulunur.

Üçüncüsü: Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan Deccal’ın yalancı Cennet ve Cehennemleri bulunur.

Dördüncüsü: Âhirzamanda Allah Allah diyecek kalmaz. Bu hadîs-i şerif iki suretle tevil edilmiştir.

Beşincisi: Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.

Altıncısı: Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olamaz. Bütün ümmet emr-i Peygamberîyle (ASM) 1300 seneden beri مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ diyerek dua etmişler.

Yedincisi: Süfyan büyük bir âlim olacak, ilmi ile dalalete düşecek ve çok âlimler ona tâbi’ olacak.

Sekizincisi: Deccal’ın dehşetli manevî fitnesi İslâmlar içinde olacak ve o fitneden bütün ümmet istiaze edecek ve etmiş olacak.

Dokuzuncusu: Süfyan’ın vukuatı ve istikbale aid hâdisatı Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmesi, râvilerin yanlış tevillerinin sebebi olduğu izah edilmiş.

Onuncusu: Eşhas-ı âhirzamanın tahribatçı olmalarıyla fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.

Onbirincisi: Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret edecek, denilmiş. Bu hadîs-i şerifin bir kısım tevili Rusya’da görülmüş.

Onikincisi: Deccal’ın birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür, denilmiş. Bu Deccal’ın altı ayı gündüz, altı ayı gece olan yani bir günü bir sene olan kutb-u şimalîden çıkacağına; hem bir senede yapılacak icraatı bir günde yapacağına işaret edilmiş.

Onüçüncüsü: İsa Aleyhisselâm’ın Deccal’ı öldüreceği haber verilmiş.

Ondördüncüsü: Deccal’ın mühim bir kuvveti Yahudilerdir. Deccal’a seve seve tâbi’ olurlar. Bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış.

Onbeşincisi: Rivayet-i hadîste bir kısım tafsilatı bulunan ve Kur’anda icmalen bahsi geçen Ye’cüc-Me’cüc hakkında olup, bu hadîs müteşabih olan hadîslerden sayılmasıyla manası hem tevil, hem tabir ile bilindiği ve onlar acaib-i seb’a-i âlemden olan Sedd-i Çin’e yakın, mukaddesatı tanımayan, anarşist Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız ve Tatar kabileleri olduğu bildirilmiş.

Onaltıncısı: İsa Aleyhisselâm fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet ve heykelde bulunan Deccal’ı öldürdüğü vakit kendisi Deccal’a nisbeten çok küçük bulunmasıdır. Bu hadîs-i şerifin meali Deccal’ın şahs-ı manevîsi ile hakikî Din-i İsevî’nin şahs-ı manevîsi olarak tefsir edilmiş.

Onyedincisi: Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer. Fevkalâde bir eşeği vardır.

Onsekizincisi: Ümmetim istikametle giderse ona bir gün var. Eğer istikametten ayrılsa, ona yarım gün var, diye vârid olan ve çok medar-ı bahs olmuş olan bu hadîs-i şerife; âhiret günlerinin bir günü dünyanın bir senesi olması cihetiyle İslâmiyetin yeryüzünde 1000 sene galibane devam edeceğiyle mana verilmiştir ki, 500 sene Abbasîlerin sonuna kadar, 500 sene de Osmanlıların sonuna kadar devam etmekle 1000 sene tamam olmuş. Hem Abbasîlerin hem Osmanlıların siyasiyyunları istikameti tam muhafaza edemedikleri için her ikisi de 500 sene sonunda kendi vefatlarıyla bu hadîs-i şerifin mealini tasdik etmişlerdir diye tefsir edilmiş.

Ondokuzuncusu: Âhirzaman alâmetlerinden olup Âl-i Beyt-i Nebevîden çıkacak olan Hazret-i Mehdi Radıyallahü Anh hakkında ayrı ayrı rivayetler var. Bu rivayatın tevili ile beraber büyük Mehdi’nin dört ehemmiyetli vazifesini ve daha evvel gelip geçen küçük Mehdi’ler büyük Mehdi’nin bir kısım vazifelerini bir cihette icra ettiklerini ve Âl-i Beyt kadar şeriat-ı Muhammediyeyi (ASM) ve hakaik-i Kur’aniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (ASM) ihya ve ilân ve icra eden hiçbir nesil olmadığı gibi, büyük Mehdi’nin Âl-i Beyt’e mensub kumandanların başında İslâmiyet’in kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecek âhirzamanda gelen başkumandanları olduğunu bildirmektedir.

Yirmincisi: Güneş’in mağribden çıkacağı ihbar edilmiş. Hem zeminden zuhur edecek Dâbbet-ül Arz garib tabir ile tefsir edilmiştir.

Bu geçen yirmi mes’eleye ilâve edilen üç mes’eleden birincisi: Hem Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a hem her iki Deccal’a Mesih namı verilmesinin ve bütün rivayetlerdeمِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ denilmesinin hikmeti izah edilmiş.

İkinci mes’ele: Her iki Deccal’ın hârika icraatlarından ve fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden ve bir kısım bedbaht insanların onlara bir nev’ uluhiyet isnad etmelerinden bahsedilmesinin sebebi nedir sualine dört vecihle verilen cevabdan birinci vecih: Haksız olarak muhabbet-i âmmeye mazhar olan o şahısların nefret-i âmmeye lâyık oldukları_

İkinci vecih: Her iki Deccal’ın istibdad ve zulümde en büyük bir şiddet ve dehşetle hareket edecekleri, hem öyle bir zulüm ki, bir adamın yüzünden yüz köyü birden harab ve binler masumu tecziye ve tehcir ile perişan edecekleri beyan edilmiş.

Üçüncü cihet: Her iki Deccal gizli zındıka ve komünist komitesinin muavenetini ve kadın hürriyet perdesi altındaki bir komitenin yardımını ve daha başka aldatmak suretiyle elde edecekleri komitelerin müzaheretlerini kazanarak yapacakları gayet kolay olan tahribkârane icraatlarıyla şahıslarında hârika bir iktidar görünmesinin sırları izah edilmiş.

Dördüncü cihet: İstidraca mazhar olan Deccal’ın bütün bütün münkir olduğunu ve bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür’et ve cesaretle mukaddesata hücum edeceğini ve yapacağı tahribatın fevkalâde bir iktidar ve bir deha eseri zannedileceğini ihbar edip, kahraman ve mücahid bir ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve meş’ale-i Kur’anla hakikat-ı hali göreceğini ve o çok dehşetli tahribatı tamire çalışacağını tebşir eder.

Üçüncü mes’ele medar-ı ibret üç hâdisedir:

Birincisi: Hazret-i Ömer Radıyallahü Anh’ın Deccal’ın suretine karşı gösterdiği hiddet ve adavete mukabil, Deccal’ın Hazret-i Ömer’i (Radıyallahü Anh) senakârane medhetmesidir.

İkincisi: İslâm Deccalı kendisiyle alâkadar zannettiği ve içerisinde لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ âyeti bulunmasından وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ Suresinin manasını tekrar tekrar soracağını, halbuki bu surenin komşusu olan اِقْرَاْ Suresinde اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى cümlesi manasıyla o Deccal’ın harekâtına ve cifrî makamıyla o Deccal’ın tam tarihine baktığını ve insan ism-i umumîsiyle de şahsından haber verdiğini ihbar etmesidir.

Üçüncü Hâdise: İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek denilmiş. Bu rivayet tefsir ile anlaşılmakla beraber, hem bu rivayet zamanında Türklerin vatanı Horasan olduğunu haber verir, hem de medar-ı şükran bir kerameti ihbar eder ki: O İslâm Deccalı İslâmiyet’in bir kısım şeairine karşı 700 sene müddet zarfında İslâmiyet’in ve Kur’anın elinde şerefşiar, bârikaâsâ bir elmas kılınç olan Türk Milletini ve Türkçülüğü muvakkaten istimal edeceğini ve fakat tam muvaffak olamayarak geri çekileceğini ve kahraman ordu dizginlerini onun elinden kurtaracağını rivayetler haber veriyor der, beşaret verir.

Hüsrev

Altıncı Şua

Bu risale, namazdaki teşehhüdde bulunan اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ ilh… kelimelerinin hem mühim bir nev’ tefsiri, hem onun iki noktasına gelen iki mühim suale gayet güzel ve mühim bir cevabdır.

Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatları Mi’rac gecesinde Cenab-ı Hak ile Resulünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının sırr-ı hikmeti nedir? demelerine karşı, her mü’minin namazı onun bir nevi mi’racı hükmünde olduğunu ve o huzura lâyık olan kelimeler ise mi’rac-ı ekberde söylenen kelimeler olduğundan onları namazda zikretmekle o kudsî sohbet tahattur edileceğini ve o tahatturla o kudsî kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıktığını ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakk’a karşı selâm yerine اَلتَّحِيَّاتُ لِلّهِ demesini ve Cenab-ı Hak tarafından Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesi, gelecek ümmetinin herbiri her günde lâakal 10 defa olsun اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demelerine âmirane iş’ar olduğunu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o selâma karşı اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَ عَلَى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ demesi, muazzam ümmetinin selâm-ı İlahîyi temsil eden İslâmiyet’e mazhar olmasını ve mü’minler ortasında “Esselâmü Aleyke ve Aleyke-s Selâm” demelerini râciyane, dâiyane Cenab-ı Hak’tan istediğini ifade ve ihtar olduğunu ve o sohbette Cibril-i Emin tarafından şehadet getirildiğinden bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini mübeşşirane işaret edip müjde verir.

            İkinci Sual:  Teşehhüd âhirinde  اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm İbrahim Aleyhisselâm’dan daha ziyade rahmete mazhardır. Bunun sırrı nedir? Hem bu salavatın teşehhüde tahsisinin hikmeti nedir? Hem aynı duayı eski zamandan beri bütün ümmet her namazda tekrar etmelerinin sırr-ı hikmeti nedir? Suallerine karşı üç cihetle gayet mühim ve nuranî bir cevab verir.

Birinci Cihet: Gerçi Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetişemiyorsa da, fakat onun âli enbiya olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âli ise evliya olduğunu, evliya ise enbiyaya yetişmediğini ve âl hakkında bu duanın parlak bir surette kabul olduğunu ve Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan yalnız iki zâtın yani Hasan ve Hüseyin Radıyallahü Anhüma’nın nesillerinden gelen ve عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ hadîsine mazhar olan ve ekser tarîklerin reisleri bulunan büyük zâtlar hakkındaki bu daimî duanın makbul olduğunu gösterir.

            İkinci Cihet: Bu tarzdaki salavatın vech-i tahsisi ve hikmeti ise: İnsanın en mükem­meli ve en nuranîsi olan enbiya ve evliya kafile-i kübrasının açtıkları yolda ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı uzmaya o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmekle, şübehat-ı şeytaniyeden kurtulacağını ve bu kafilenin bu kâinat sahibinin en mü­kemmel masnuu ve makbul dostları olduklarına şahid, daima mu’cizeler ile onlara mua­venet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesi olduğunu ve Fatiha’da صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ o kafile-i nuraniyeye baktığı gibi غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضّالِّينَ muarızlarına baktığını parlak bir surette gösterir.

Üçüncü Cihet: Verilmesi va’d olunan Makam-ı Mahmud gibi bir şeyin mükerreren dua ile istenilmesi ise, istenilen Makam-ı Mahmud olduğuna göre o bir uç olup onun istenilmesiyle âlem-i beka ve haşirden sonra Cennet gibi mühim şeylerin verilmesine sebeb olduğunu ve o beka âleminin gelmesiyle haşr-i ekberde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a verilecek Makam-ı Mahmud’un umum ümmete şefaat-ı kübra olacağına bir işaret ve bir müjde olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ümmetinin saadetiyle pek alâkadar olduğundan ümmetinin salavat ve rahmet dualarına çok ihtiyaç gösterdiğini parlak bir surette beyan eder. Bu risale ehl-i imanın müttaki kısmına mi’rac-ı asgar olan namazda Cenab-ı Hakk’a yakışır bir tarzı gösterdiğinden her vakit mütalaa edip o tarzı bulmağa gayret etmeleri lâzım olduğunu bildirir büyük bir hazine-i esrardır.

Küçük Ali

Yedinci Şua

Âyet-ül Kübra ve Asâ-yı Musa ve 33 Mertebeli Bir Mirkat-ı Hakikat namlarını alan ve Risale-i Nur hakikatlarının bir hülâsası ve bir fihristesi ve şu Kur’an-ı mücessem-i kâinatın gayet parlak tevhid bürhanlarının bir küçük mecmuası, hem âlem-i şehadet künuzunun gayet büyük bir dûrbîni ve bir projektörü, hem âlem-i gaybın âlem-i şehadette gayet mükemmel bir rasadhanesi, hem Nakkaş-ı Ezelî’nin kâinat içinde esma ve sıfâtının mazhar-ı etemmi halkettiği, hem küçüklüğü ve hakaretiyle beraber mahlukat üstünde en yüksek bir mevki’ ve en mümtaz bir makam verdiği, hem bütün kâinatı istiab edecek bir kabiliyette olarak yarattığı şu acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak içinde çırpınan bîçare insanın vazife-i fıtriye-i hakikiyesini öğreten ve kemalâta ulaştıran bir mecmua-i hakaiki, hem dalalet ve zulümat içinde yakîn-i imanîyi kazandıran bir vesile-i hidayeti, hem kulûb-ü ehl-i imanı nur-u imanla dolduran bir hazain-i nimeti, hem kulûb-ü ehl-i kemali şükufe-i gûna-gûn ile süsleyip tezyin eden bînazir bir keşşaf-ı hadaikı olan bu kıymetdar risale kıymet ve ehemmiyetini gösteren bir ifade-i meramla başlayarak bir mukaddime ve iki makama inkısam etmiştir. Mukaddimesi dört mes’ele-i mühimmedir. Birinci Makamı, âyet-ül kübranın Arabça tefsiridir. İkinci Makamı, Birinci Makamın bürhanlarının ve tercümesinin ve mealinin beyanıdır.

Mukaddime: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ âyetini tefsir eder. İns ü cinnin dünyaya gelmelerindeki hikmet ve gayenin üss-ül esası Hâlık-ı Zülcemal’i bilmek ve ona ubudiyet edip muhabbet etmek olduğunu beyanla, yakîn-i imanîyi sarsan iki vartayı dört mes’ele içinde izah eder.

Birinci vartanın birinci mes’elesi: Nefiy ve isbat mesailini.. İkincisi: İmanın mahiyeti ile küfrün mahiyetini ve itikadat-ı küfriyenin iki kısım olduğunu ve ikincisinin de iki kısım olduğunu ve bu ikinci kısmın da nefiy mes’elesinin iki kısma ayrıldığını pek inceliklerle ve çok güzelliklerle ikna’ eder bir surette izah eder.

İkinci vartanın birinci mes’elesi: Azamet-i kibriya ve nihayetsizlik cihetiyle gelen cehil ve gurur içindeki dalaletin gayr-ı makuliyetini ve imandaki makuliyeti, hem azamet-i kibriyanın imanda hadsiz mertebeler bulunmasına sebeb, hem bir vesile-i ihticab olduğunu..

İkinci mes’elesi: İmanî mesailin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettiren bürhanları zikreder.

Birinci Makam:  تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ  ilh… Âyet-i kübranın Arabça olarak tefsiri olup, İkinci Makam’ın mertebelerinin nihayetlerine kısmen dercedilmiş olmakla müstakil yazılmamıştır.

İkinci Makam: İki bâba ayrılan 33 mertebedir.

Birinci Bâb: Vâcib-ül Vücud’un vücuduna delalet eden 19 mertebedeki berahin-i uluhiyeti gösterir.

Birinci mertebede semavattaki bürhanlardan, ikincide cevv-i âsumanda, üçüncüde küre-i arzda, dördüncüde deniz ve nehirlerde, beşincide dağ ve sahralarda, altıncıda üç büyük küllî hakikatı gösteren eşcar ve nebatatta, yedincide üç muazzam hakikat müşahede edilen hayvanat ve tuyur âleminde, sekizincide hak olduklarına dair dokuz hüccet serdedilen enbiyaların meclislerinde, dokuzuncuda hadsiz muhakkiklerin dershanelerinde, onuncuda milyonlar mürşidlerin zikirhanelerinde, onbirincide bînihaye melaikelerin lisanında, onikinci ve onüçüncüde âlem-i berzaha giden hadsiz ukûl-ü müstakime ve kulûb-ü münevvere ashabının ittifakında, ondört ve onbeşincide beş hakikatla sübut ve hakikatı ifade edilen vahiylerde ve vahiyden farklı olup mahiyeti ve neticesi dört nurdan terekküb ettiği izah edilen sadık ilhamlarda, onaltıncıda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kıymet ve hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu gösteren hadsiz delillerden dokuz küllî delilinde ve dokuzuncu delilin aldatmaz ve aldanmaz üç icmaında, onyedincide Kelâmullah olan Kur’anın azametine şehadet eden altı noktasında, onsekizincide kâinatın heyet-i mecmuasında görülen azametine münasib iki büyük hakikatında, ondokuzuncuda esma-i hüsnada zahir ve bariz görülen iki büyük hakikatla pek geniş bir surette berahin-i uluhiyeti izah eder.

İkinci Bâb: Berahin-i vahdaniyete dair üç menzil olup her bir menzil üç-dört hakikatı muhtevidir.

Birinci menzil: Kâinatı baştan başa istila eden dört hakikattır.

Birincisi: Şirk ve küfrü reddeden uluhiyet-i mutlaka hakikatıdır. İkinci Hakikat: Şirk ve küfrü tardeden rububiyet-i mutlaka hakikatıdır. Üçüncü Hakikat: Hiçten vücud veren ve şirkin imkânsızlığını gösteren kemalât hakikatıdır. Dördüncü Hakikat: Şirkin vücudunu hiçlik ve yokluk vâdilerine atan hâkimiyet-i mutlaka hakikatıdır.

İkinci Menzil: Azamet-i kibriya ve âsâr-ı İlahiye menzili olup, beş hakikat-ı muhitadır.

Birincisi: Şirki kökünden kesip imha eden azamet-i kibriya hakikatıdır.

İkincisi: Hikmet ve irade, mazharların adem-i kabiliyetlerinden başka tahdid altına alınmayan ve berahin-i vahdaniyetin hadsiz nüktelerinden üç âyetin üç nüktesiyle isbat ve izah edilen ef’al-i Rabbaniye-i muhita hakikatıdır.

Üçüncüsü: Mevcudatın icadlarında görülen bu sür’at içindeki kesret ve bu mükemmel intizam içindeki sühulet ve bu hüsn-ü san’at içindeki meharet ve bu ihtilat içindeki kıymetdarlık ve bu mebzuliyet içindeki imtiyaz hakikat-ı mutlakasıdır ki, ehemmiyetine binaen 13 basamakla 13 sırrına işaret edilecek iken iki kuvvetli mücbir mani’ sebebiyle birinci ve ikinci sırlarından başka yazılmamıştır. Birinci Sır: Zâtî olan bir şeye zıddının müdahalesinin muhaliyetidir. İkinci Sır: Nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırlarının izahıdır.

Dördüncüsü: Sâniin vahdaniyetini ilân eden zuhur ve vücud-u eşyada görülen cihet-ül vahdet hakikatıdır.

Beşincisi: Kâinatın mecmuunda ve her bir mevcudunda müşahede edilen intizam-ı ekmel hakikatıdır.

Bu Beşinci Hakikat’tan sonra, âhirzamanda gelen Mütekellimînden ve İlm-i Kelâm ülemasından bir zâtın hakaik-ı imaniyeyi delail-i akliye ile, hem kemal-i vuzuh ile isbat edeceğine dair ehl-i keşfin ihbaratını, hem bütün tarîklerin müntehası hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır diyen müceddid-i elf-i sâni Ahmed-i Farukî’nin (Radıyallahü Anh) bu kelâmını, hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ hadîs-i şerifinin mealini ifade ve isbat eden üç hakikat-ı mühimme dercedilmiştir.

Üçüncü Menzil: Bu menzil tevhid hakikatlarından dört hakikat-ı muazzama-i muhita ile ışıklandırılmıştır.

Birincisi: Bütün mevcudatı hadsiz muntazam suretler ile basit bir maddeden açan fettahiyet hakikatıdır.

İkincisi: Zemin yüzünü rahmetin hadd ü hesaba gelmeyen hediyeleriyle dolduran rahmaniyet hakikatıdır.

Üçüncüsü: Gayet muazzam ve pek sür’atli ecram-ı semaviyeden tut, gayet karıştırıcı unsurlara varıncaya kadar her şeyde hükmünü yürüten müdebbiriyet ve idare hakikatıdır.

Dördüncüsü: Zeminin yüzünü istila eden zîhayata ve denizlerin içlerini dolduran zîruha ve semavatın yüzünü şenlendiren tuyura varıncaya kadar bütün mahlukatın rızıklarını basit bir kuru topraktan veren ve her birine şefkat edip merhamet eden Rahîmiyet ve Rezzakıyet hakikatıdır.

Haşiye: Bu azametli risale baştan nihayete kadar, âlem-i gaybdan gelen ve âlem-i şehadete uğrayan ve âlem-i âhirete gitmekte olan şu insan kitlesinin herbir ferdinin şu dünya misafirhanesinde muvakkaten oturtulmuş bir âhiret yolcusu ve âlem-i ebedîye gidecek bir seyyah olduğunu izah etmekle beraber, herbir seyyahın bizzât cism-i manevîsinin elinden tutarak 33 mertebede zikrettiği berahin-i uluhiyet ve delail-i vahdaniyette gezdire gezdire ve tefeyyüz ettire ettire öyle bir iman-ı tahkikî sahibi eyler ki, bütün ehl-i küfür dünyası küfür ve dalalet fabrikasından çıkmış birtek bomba olup patlasa lillahilhamd velminne o mü’minin imanından zerre kadar bir şeyin eksildiği görülmez. Belki de Ashab-ı Kehf’in kendilerini dinlerinden çıkarmak için çalışan padişahlarına dedikleri gibi, “Ey melik! Âgâh ol, ne yaparsan yap. Senin icbar ve ısrarınla biz ne söylersek siz inanmayınız. Bizler dinlerimizi tebdil ediciler değiliz.” dedirtir.

Hüsrev

Sevgili Üstadıma ve mübarek kardeşlerime bir itizarım var:

Hisseme isabet eden bu ehemmiyetli ve kıymetli risale ile diğer azametli risaleleri cehlim ve istidadsızlığım neticesi lâyık oldukları gibi yazamadığımdan, her vakit ellerinden öpüp hayır duasına el açtığım sevgili Üstadım veyahut mübarek kardeşlerim nasıl münasib görürlerse öylece tebdil edebilirler. (Haşiye)

Kusurlu kardeşiniz

Hüsrev

Haşiye: Gayet güzel ve münasib gördük ve yazdık. Bin bârekâllah.

Sekizinci Şua

Bu Şua, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın Kaside-i Celcelutiye’sinde üçüncü bir keramet olarak Risale-i Nur’un en namdar risalelerini sekiz remiz ile gösterdiğine dairdir.

Birinci Remiz: Risale-i Nur’u tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla esma-i hüsnadan istimdad ve suver-i Kur’aniye ile münacatında tam 33 sure ile Risale-i Nur’un mebdei ve çekirdeği olan 33 Söz’ün adedine garib ve manidar işaret ettiğini ve yirmidokuzuncu mertebede وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile kıyamet ve haşri isbat eden ve hârika hüccetleriyle iştihar eden ve göz ile görünen bir kerametle meydana çıkan Yirmidokuzuncu Söz’e makam ve mana itibariyle kuvvetli bir tarzda ve hiçbir itiraz ve vesveseye meydan bırakmayarak parmak bastığını, hem otuzuncu mertebede وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle Otuzuncu Söz namındaki Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın meslek ve ahval-i ruhiyesinin ruhu olan ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve kudret-i Rabbaniyeyi isbat ve maddiyyunları susturan Zerrat Risalesi’ne kuvvetli bir müşabehet-i mana ile işaretini isbat eder. Hem otuzbirinci mertebede وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى cümlesiyle sarahata yakın bir tarzda mi’rac-ı Ahmedîyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) delail-i akliye ile gayet makul ve kat’î bir surette isbat eden Otuzbirinci Söz’e, hem Sure-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ den iktibas ederek otuzbirinci mertebenin akabinde zikredilen وَ بِاقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ fıkrasıyla Otuzbirinci Söz’ün Zeyli olan Şakk-ı Kamer Risalesi’ne sarahata yakın işaretini gösterir. Hem otuzikinci mertebede وَ بِسُوَرِ الْقُرْآنِ حِزْبًا وَ آيَةً kasemiyle zerreden şemse kadar âlem-i asgar ve âlem-i ekberden şirki tardedip tesis-i ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve rabıta-i din-i Muhammedîyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) bina eden ve kuvvetli bir i’caz-ı Kur’anî olan Otuzikinci Söz’e işaretini isbat eder. Hem otuzüçüncü mer­tebede وَ اَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى عَلَى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ kelâmıyla 33 aded Mektubat’a işaret eder.

İkinci Remiz: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işareti içinde Şualar’a bakarak وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ deyip Kur’anın âyet-ül kübrası olan  تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ âyetinin hakikat-ı kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve tevhid ve vahdaniyet-i İlahiyeyi kat’î bürhanlarıyla ilân eden ve bütün Risale-i Nur’u marifet âyinesinde gösterip o cihette Risale-i Nur’un fihriste-i ekberi olan ve ehl-i dünya ve ehl-i fennin son ve en yüksek bildikleri ve buldukları ve çok müşkilât içinde ve dar bir mevki’de eflâki seyreden dûrbînlerine mukabil; çok geniş mevki’lerde, müşkilâtsız az bir tefekkürle seyr-i eflâk ettiren bir manevî dûrbîn-i Kur’aniye ve her yerde su çıkarıp içiren Asâ-yı Musa namını alan ve Âyet-ül Kübra Risalesi olan Yedinci Şua’a işaretini isbat edip gösterir.

Hem onuncu mertebe-i ta’dadında kıyamet ve Leyle-i Beraet’e bakan  وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarîsiyle bu zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden ve Leyle-i Beraet’in bir kandili hükmünde olan Onuncu Söz’e işaretini gösterir.

Hem ondokuzuncu sure olarak Suret-ün Nur’u  بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ  fıkrasıyla  risalet-i  Mhammediyeye (ASM) dair olan Ondokuzuncu Söz’e ve mu’cizat-ı Ahmediyeyi (ASM) yakînen belki bilmüşahede sikke-i i’caziyle gösteren Ondokuzuncu Mektub’a Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’la hususiyeti münasebetiyle o mertebede o risalelere baktığını gösterir.

Üçüncü Remiz:

تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ❊ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ

بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ ❊ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ

fıkralarıyla Risale-i Nur’un üç mühim sırrını beyan ile Risale-i Nur’un başında mührünü gösterir.

Dördüncü Remiz: Yirmibeşinci mertebede بِتَمْلِيخِ آيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ deyip âyât-ı Kur’aniyenin i’cazlarını beyan ve Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu isbat eden Yirmibeşinci Söz’e işaretini, hem yirmialtı ve yirmiyedide اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا deyip Yirmiyedinci Söz’ü ve Sahabeler hakkındaki mühim zeylini irade ettiğini ve işaretini gösterir.

Beşinci Remiz:  Başta بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلَى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ der. Sözler’in fatihası olan Birinci Söz namındaki Bismillah Risalesi’ne, hem بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren ve bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’aniyeyi beyan eden Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risalelere işaretini isbat eder.

Altıncı Remiz: 12 Süryanî isimlerle bidayette iştihar ve intişar eden Oniki Söz namında 12 küçük risalelere sair sarih ve kat’î işaret ve delil ve emare ve karinelerin delaletiyle bu Süryanî isimlerin bu küçük risalelere işaretini gösterir.

Yedinci Remiz:

 وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ وَ بِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلهَنَا وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ

cümlesiyle Otuzuncu Lem’a olan Altı Nükte-i Esma Risalesine, hem حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ keli­mesiyle Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şua’ı olan ve 33 âyât-ı Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını isbat eden ve birer mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye işaretlerini gösterip isbat eder.

Sekizinci Remiz: Evvelen iki sual cevab ile mühim bir hakikatı beyan eder. Şöyle ki: Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur’un Kur’anın işarat ve iltifatına ve evliya-i izamın takdir ve tebşir ve tahsinine vech-i ihtisasını, hem Risale-i Nur’un bilfiil hârikulâde olarak bu asr-ı zulmet ve vahşet ve dehşette düşmanlarına karşı mukavemeti ve resaneti ve mü’minlere karşı şefkat ve himayeti ve talebelerine iksir-i nur ve veraset-i nübüvvetle hârika bir surette hakikat tedrisi ve ilim ihdâsı ve Muhyî ismine mazhariyetle ölü kalblerin dirilmesi Risale-i Nur’un bir kerameti ve bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı İlahî ve bir in’am-ı Rabbanî olduğundan izharı tahdis-i nimet olduğunu delilleriyle isbat ve beyan edip hususî kanaatından tevellüd eden çok emareler ve karinelerden üçünü zikr ile keramet-i Aleviyeyi tasdik ve temhir edip hâtime verir.

Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının otuzbir mes’elesinden birinci mes’elesi: اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً hadîs-i şerifinin ihbar-ı gaybî nev’inden tarihçe musaddak beş lem’a-i i’caziyesini beyan etmekle lisan-ül gayb, Habib-i Rabb-ül Âlemîn ve Seyyid-ül Mürselîn ve Fahr-ül Âlemîn olan zâtın kısacık bir kelâmında beş lem’a-i i’cazı bir mirsad-ı tefekkür olarak göstermekle sair cevami-ül kelim olan hadîslere nazarı çeviren mu’ciznüma bir mes’eledir.

رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَ بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ وَ بِحَقِّ اَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَ بِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمَ وَ بِحَقِّ

رِسَالَهءِ النُّورِ يَا اِلهَنَا يَا رَبَّنَا يَا خَالِقَنَا فَاعْفُ عَنَّا كَمَا يَلِيقُ بِعَفْوِكَ بِكَرَمِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِين

İslâmköyü’nden Hâfız Ali

(Rahmetullahi Aleyhi rahmeten vâsia)

Dokuzuncu Şua

 فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ  ❊ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

ilh… âyetine 30 sene evvel başlanıp görülen lüzum üzerine ve haşri inkâr eden ehl-i dalalet ve ilhadın çoğalmasıyla ve tevfik-i Rabbanîyle 30 sene sonra semavî âyât-ı kübranın âyâtından birinci âyet olan

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

ferman-ı İlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerle münkirleri susturdu. Hem o iki risale iman-ı haşrînin hücum edilmez iki metin kal’ası olduğunu mukaddimesiyle teyid etmekle beraber, iki noktadan birinci noktada dört delil ile iman-ı haşrînin vücuduyla Cennet’i tebşir eder. Ve yine iman-ı haşrîyi inkâr edenlerle Cehennem’in vücudunun hakkaniyetini bildirir.

İkinci Nokta: Hakikat-ı haşriyenin hadsiz bürhanlarından ve sair erkân-ı imaniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı gayet muhtasar bir surette beyan etmekle, bütün enbiya ve asfiya ve evliyalar ile ve Kütüb-ü Mukaddese ile hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde dâr-ı âhiretin vücudunu ve beka-i ruhun kat’iyyetini ve mahz-ı hak ve hakikat olduğunu izah eder ve güneş gibi izhar eder.

Bu Dokuzuncu Şua haşrin isbatında o kadar hârika ve kat’î ve kuvvetlidir ki, en muannidi dahi tasdike mecbur eder ve etmiş ve ediyor ve edecek inşâallah.

Risale-i Nur Talebelerinden

Tahirî ve Abdullah Çavuş

Onuncu Şua Fihriste Risalesi’nin İkinci Kısmıdır.

Risale-i Nur’un umum fihristesi iki risalede cem’ olunmuştur. Bunlardan birincisi Onbeşinci Lem’adır ki; Risale-i Nur’un Sözler’i, Mektubat’ı ve Onbeşinci Lem’aya kadar olan risalelerinin fihristeleri olup bu Lem’ada toplanmıştır. Onbeşinci Lem’adan itibaren Lem’alar ve Şualar’ın fihristeleri ise bu Onuncu Şua’dadır.

Onbeşinci Lem’a namındaki Risale-i Nur’un birinci kısım fihristesini Üstadımız Risale-i Nur eczalarının mevzu’larına ve kısmen gayelerine işaret ederek te’lif etmişler, âdeta hülâsa edilen haplar nev’inden büyük bir eczahanedeki ilâçların listesini gösteren bir fihrist olarak yazmışlardır.

İkinci kısım fihriste ise, yine Onuncu Şua namıyla Risale-i Nur’un Isparta havalisindeki has şakirdleri tarafından kaleme alınmış ve her bir Nur şakirdi kendi âyinelerinin kabiliyet ve renklerine göre o risalelerden tecelli eden envârını satırlara aksettirmeğe çalışmışlardır. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin birer ferdi bulunan bu kahraman, fedakâr, mümtaz Nur şakirdleri bu fihriste ile nesl-i âtî için en kıymetdar eserlerden birisini bırakmışlardır.

Bu Fihriste Risalesi gayet ehemmiyetlidir. Çünki çeşit çeşit manevî marazlara mübtela bu asır insanlarına lütfedilen ve kevser-i Kur’anîden akan muslukların adedi ve eczahane-i Kur’aniyedeki tiryak ve panzehir dolaplarının sayısı 130’a baliğ olmaktadır. Her bir dolapta çok kavanozlar vardır. Yani her bir risale bir ecza dolabı ve o risalelerdeki nokta, nükte, işaret, reşha, pencere, basamak, hakikat, mevkıf ve mes’eleler diye verilen isimler o çok muhtaç olduğumuz ilâç kavanozlarıdır.

Hakikata susamış ve bu zamanın dalalet tehlikelerinden kurtulmak isteyen ve hikmet-i Kur’aniyeye muhalif olan felsefe ile yaralanan ve nefis ve şeytanın türlü türlü iğfalatlarına kapılmış manevî hastalar bu eczahanede kendi hastalıklarına en münasib ilâcı almak için ya bütün eczahane-i Kur’aniyenin dolaplarını ve o dolapların içlerindeki kavanozları birer birer arayacaklar bulacaklar veyahud eczahane-i Kur’aniyedeki bütün dolapların numaralarını ve her dolabın içindeki kavanoz adedlerini ve o kavanozların içindeki tiryak ve macun ve panzehirleri gösteren bir listesini elde edecekler. İşte bu çok kıymetdar fihristenin gördüğü vazifelerden birisi de budur.

Onbirinci Şua

Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve o hapsin beş gününün mahsulü olan bu risale 11 mes’eleyi ihtiva edip, bu parlak mes’eleler imanı dalalet karanlıklarından kurtarıp ahlâkı tam düzeltmekte ve her bir mes’ele bir kitabın hakikatlarını tazammun etmektedir.

Birinci Mes’elesi:

Mahpuslara gayet büyük bir teselli verip, farz namazlarını kılmakla ve diğer günahlardan tövbe etmekle o hapis hapse sebebiyet veren hatalara bir keffaret olup o hataları afvettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ve hapislerin hapishanede geçen bütün saatlerinin ibadet hükmüne geçmesi hakikatını bildirmekle tam teselli verir.

İkinci Mes’elesi:

Bu dünyanın fâni olduğunu ve bütün zîhayatın kafile kafile arkasında kabre sevkedildiklerini ve bu sevkiyatın ya i’dam-ı ebedî veyahud saadet âlemine giden bir terhis tezkeresi olduğunu gayet parlak misallerle Medrese-i Yusufiyedeki mahpuslara isbat ettiği gibi, bütün âlem-i İslâma da ilân edip isbat etmiştir.

Üçüncü Mes’elesi:

Üstadımız Eskişehir Hapsi Medrese-i Yusufiyesinin penceresinden bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturup bakarken karşısındaki Lise Mektebi’nin kızlarının gülerek raksettiklerini görmüş. O zaman manevî bir sinema ile, o rakseden kızların elli sene sonraki vaziyetlerini müşahede ederek onlardan kırk-ellisinin elli sene sonra kabirde toprak olarak azab çektiklerini ve on tanesinin yetmiş-seksen yaşında çirkinleşerek gençliklerinde iffetlerini muhafaza etmediklerinden herkesin nefret nazarlarını kendi üzerlerine çektiklerini Üstadımız görür. Onların o acınacak hallerine gözlerinden yaşlar akıtarak ağlar ve bu ağlayışını bir kısım hapis arkadaşları merak edip sorarlar. Üstadımız da gayet açık deliller ve kuvvetli misallerle ehl-i dalalet ve sefahetin şimdiki şu gayr-ı meşru’ keyiflerini ve eğlencelerini elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, onların bu gülmelerine ve bu gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklarını izah etmiş. Ve karşısına çıkan ve sefahet ve dalaleti tervic eden insî ve bir şeytan gibi olan şahs-ı manevîyi çok cihetlerle ilzam ederek başını dağıtmış. Bu hususu merak edenler, bu Üçüncü Mes’eleyi dikkatle okumalıdırlar.

Dördüncü Mes’ele:

Bu mes’elenin Gençlik Rehberi’nde gayet güzel izahı var. Bazı talebeler siyaseti perde ederek Üstadımızın yüksek fikirlerinden istifade etmek için dediler: Küre-i arzı herc ü merc eden ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan harb-i umumîden aylar, seneler geçtiği halde senin merak edip alâkadar olmadığının sebebi nedir?

Üstadımız onlara gayet parlak deliller ve misallerle izah etmiş ve demiş: Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler ise pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalb ve mide dairesinden, cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden, vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev’-i beşer dairesinden tut tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nev’ vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî bir vazifenin olduğunu, en büyük dairede ise en küçük bir vazifenin muvakkat ve arasıra bulunabildiğini, bu kıyas ile küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib vazifeler bulunabildiğini o talebelere daha birçok misallerle izah ederek merak edilecek şeyin yalnız âhirete ve imana ve Allah’a hizmet yolunda olduğunu bildirmiştir. Daha fazla merak edenler, Dördüncü Mes’eleye müracaat edebilirler.

Beşinci Mes’ele:

Gençlik Rehberi’nde izah edilmiştir. Gençlik hiç şübhe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa, gündüz akşama ve geceye dönmesi gibi; gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişeceğini ve o fâni ve geçici gençliği iffetle istikamet dairesinde hayrata sarfetse, onunla ebedî ve bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanların müjde verdiklerini, aksi takdirde sefahet ve dalalette giden gençlik âhiret mes’uliyetini ve kabir azabını ve o gençliğin zevalinden gelen teessüfleri ve günahları ve dünyevî mücazatları çektireceğini ve aynı lezzet içinde ziyade elemler ve belalar bulunduğunu aklı başında her gence tasdik ettirecek derecede aynelyakîn gösterip tasdik ettirir.

Altıncı Mes’ele:

Risale-i Nur’un her tarafında kat’î ve hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünü, Lise talebelerinden bir kısmı Üstadımızın yanına gelerek soruyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır diyorlar. Üstadımız da o talebelere “Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsediyor, size Hâlıkı tanıttırıyor. Siz muallimleri değil, onları dinleyiniz” diyerek aklî ve kat’î birçok misal ve delilleri ele alarak gayet hârika bir şekilde o mekteb talebelerine izah etmiştir ki, herkesin mutlaka bu bahsi iştiyakla okumaları lâzım ve zarurîdir.

Yedinci Mes’ele:

Kastamonu’da Lise talebelerinin “Hâlıkımızı bize tanıttır” diye suallerine karşı Üstadımız sâbık Altıncı Mes’elede mekteb fünununun dilleriyle verdiği dersi Denizli Hapsindeki mahpuslar okumalarıyla o hapisler tam bir kanaat-ı imaniye aldıklarını Üstadımıza bildirmişler. Ve “Âhiretimizi de tam öğrenelim ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarıp daha böyle hapislere girmeyelim.” demelerine karşı Üstadımız gayet mufassal olarak Risale-i Nur’dan derin hakikatları hülâsa ederek Altıncı Mes’elede Hâlıkımızı arzdan ve semavattan sorduk, onlar fenlerin dilleriyle Hâlıkımızı güneş gibi tanıttırdılar. Aynen şimdi de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden (ASM), sonra Kur’anımızdan ve mukaddes kitablardan ve melaikelerden, sonra kâinattan sorup her birisinden aldığı manevî cevablarla tam bir dersi o hapislere bu Yedinci Mes’elede gayet güzel olarak bildirmiş ve tam izah etmiştir.

Sekizinci Mes’ele:

Bu mes’elenin üss-ül esası âhirete imandır. Bu mes’eleyi Üstadımız daire daire içinde gayet güzel misallerle izah etmiş ki, buna karşı hiçbir dinsizin ve hiçbir feylesofun itirazına meydan bırakmamıştır. Hülâsa olarak gayet kısa işaretlerle bu hakikatların hakikatını şu fihristeye bir nebzecik yazıyoruz.

Bu mes’elenin birinci meyvesi: İnsan sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu gibi dünya ile de alâkadardır. Akaribiyle münasebetdar olduğu gibi, nev’-i beşer ile de ciddi ve fıtrî olarak münasebetdardır. Dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını aşk derecesinde arzular. Midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi, dünya kadar geniş belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur. Ve öyle arzuları ve matlubları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.

İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faidesi: Her insanın her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi; mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi kendisinin de o i’damhaneye girmesi keyfiyetidir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o bîçare insanın, binler belki milyonlar belki milyarlar dostlarının ebedî bir müfarakat içinde i’dam olduklarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elemi düşünürken birden âhirete iman geldi. O insanın gözünü açtırdı ve perdeyi gözünden kaldırdı, baktırdı. O da o imanla baktı. O dostlarını ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulmuş, mesrurane ve nuranî bir âlemde onu bekliyorlar vaziyetinde müşahede etti ve Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhaniyeyi o müşahede ile aldı.

Üçüncü faidesi: İnsanın sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve yüksek seciyeleri ve cem’iyetli istidadları ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî daireleri itibariyle üstünlüğüdür. Halbuki o insan hem madum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış ve gayet kısa bir zaman olan hazır zamanın mikyasıyla ve ölçüsüyle hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği ve insaniyeti gibi seciyeler alır. Meselâ eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremiyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini, vatanını sever, hizmet eder. Ve bu hususta tam sadakata ve ihlasa nadiren muvaffak olabilir ve o nisbette kemalâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki akıl cihetiyle başaşağı en bîçaresi ve en aşağısı olmak gibi bir vaziyete düşeceği sırada âhirete iman imdadına yetişir. Mezar gibi dar zamanını geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücud gösterir. Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennet’te dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever ve onlara merhamet eder, hürmet eder, yardım eder.

Dördüncü faidesi: İnsanın hayat-ı içtimaiyesine bakar. Nev’-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar âhirete iman ile insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidadlarını taşıyabilirler. Yoksa o çocuklar elîm endişeler içinde kendilerini uyutturmak ve unutturmak için oyuncaklarıyla haylaz bir hayatla yaşayacaklar. Çünki her vakit etrafında onun gibi çocukların ölümleriyle o çocuğun ileride uzun arzuları taşıyan küçük dimağında ve zaîf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki, hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda âhirete iman dersi ile görmemek için oyuncaklar altında saklandığı o endişeler yerinde bir sevinç ve bir genişlik hissederek der: “Bu kardeşim ve arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Validem öldü, fakat rahmet-i İlahiyeye gitti. Yine beni Cennet’te kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim.” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.

Hem insanın bir rub’unu teşkil eden ihtiyarlar yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi ancak ve ancak âhirete imanda bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar öyle bir vaveylâ-yı ruhî ve öyle bir dağdağa-i kalbî çekeceklerdi ki, dünya onlara me’yusane bir zindan ve hayat onlara işkenceli bir azab olacaktı. Fakat âhirete iman onlara der: “Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek. Ve gayet parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Zâyi’ ettiğiniz evlâd ve akrabalarınız ile sevinçlerle görüşeceksiniz.” diye iman-ı âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki, her birinin başına yüzer ihtiyarlık toplansa onları me’yus etmez.

Hem nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler galeyanda olan hevesatlarına mağlub ve her vakit başlarına alamadıkları cür’etkâr akıllarıyla âhirete imanı kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaîflerin ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti bozulur. Bazan bir dakika lezzet için mes’ud bir hanenin saadetini mahveder, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse çabuk aklını başına alır. Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan Padişah-ı Zülcelal’in melaikeleri beni görüyorlar, fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim, vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaîf olacağım der. Birden zulmen tecavüz etmek istediği adamları karşı bir şefkat ve bir merhamet beslemeğe başlar.

Hülâsa: Bu hakikatların hayat-ı içtimaiyeye aid bir nümunesi şudur ki: Eğer iman-ı âhiret bir şehirde ve o büyük aile efradında hükmetmezse güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu’, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında anarşilik ve vahşet manaları hükmeder. O hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar. Buna kıyasen memleket dahi bir hanedir. Vatan da bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz hamiyet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle temkin verir. Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Akıllarını başlarına getirir. Zalime der: “Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış” deyip ağlamasını gülmeğe çevirir. Bunlara kıyasen cüz’î ve küllî her bir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır.

Dokuzuncu Mes’ele:

Üstadımızın manen ruhuna gelen iman hakkında bir sualin cevabıdır. Şöyle ki: Neden cüz’î bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir oluyor ve kabul etmeyen müslüman olmaz? Halbuki Allah’a ve âhirete iman güneş gibidir, o karanlığı izale etmesi lâzımdır. Hem neden bir rükün ve hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor? Suallerinin cevablarını Üstadımız آمَنَ الرّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ الخره âyetine müracaatla gayet muhtasar fakat şümullü bir şekilde üç noktada beyan etmiştir.

Onuncu Mes’ele:

Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalaletin ufunetli ve zehirli evhamlarını izale eden bu küçücük nurlu çiçeği Üstadımız gayet hasta ve perişan ve gıdasız bir halde iken iki gün içinde Ramazan’da mecburiyetle gayet mücmel ve kısa bir cümlede pek çok hakikatları ve müteaddid hüccetleri dercetmişlerdir. Şöyle ki: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın her asırda her tabakaya hitab ederek taze nâzil olmuş gibi bir hususiyeti olduğunu ve bilhassa çok ve tekrar ile الظَّالِمِين الظَّالِمِين deyip zalimleri tehdidleri ve o zalimlerin zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı ile bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Nemrud ve Firavun’un başlarına gelen azablar ile baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana İbrahim ve Musa Aleyhimesselâm’lar gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.

Kur’an-ı Azîmüşşan’ın elbette her harfinde 10, bazan 100, bazan 1000 ve binler sevab bulunması ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benîâdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması ve çok tekrar ile beraber usandırmaması ve çok iltibas yerleri ve birbirine benzeyen cümleleri olduğu halde bütün Kur’an hâfız çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir olanların ve sekeratta olanların kulaklarına mâ-i zemzem misillü hoş gelmesi gibi, Kur’an-ı Azîmüşşan çok cihetlerle kudsî imtiyazları kazanır. Ve Sâni’-i Kâinat’ın mu’cizat-ı kudretini ve manidar sutur-u hikmetini ders vermekle lütf-u irşadda güzel bir i’caz gösterir ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirdlerine kazandırır.

Tekrarı iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla güzel, tatlı tekraratıyla bir tek cümlede ve bir tek kıssada ayrı ayrı çok manaları, ayrı ayrı muhatablarına tefhim etmekte ve cüz’î ve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyet’te ve tedvin-i şeriatta sahabelerin cüz’î hâdiseleri dahi nazar-ı ehemmiyette olmasından hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyet’in ve şeriatın tesisinde o cüz’î hâdiseler çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nev’ i’cazını gösterir.

Evet ihtiyacatın tekrarıyla ve tekrarın lüzumu haysiyetiyle yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak olan ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatın bir tek zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat eden ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev’-i beşerin zulümlerine mukabil kâinatın netice-i hilkati hesabına azab-ı İlahîyi ve hiddet-i Rabbanîyi gösteren ve hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılabın tesisinde binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hale gayet mutabık bir fesahattır.

Biz burada bu kıymetli mes’elenin başından bazı yerlerine işaretle ehemmiyetini göstermek istedik. Fakat tamamıyla göstermeğe imkân olmadığı için, tam görmek isteyenler bahçenin içine girsin ve yalnız bu kadarla kalmasın. Bu mes’elenin hâtimesinin iki haşiyesini ve Nur’un kahramanı Hüsrev’in mektubunu da okusun.

Onbirinci Mes’ele:

Meyve’nin Onbirinci Mes’elesinin bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rü’yetullahtır. Bu şecere-i kudsiyenin hadsiz küllî ve cüz’î meyvelerinden yüzer nümunelerini Risale-i Nur’da gayet parlak bir şekilde Üstadımız beyan etmiştir. Bu mes’eledeki beyanatın fihristesinin yalnız hangi mevzua aid olduğunu kısaca bildirmek istedik. Merak edenler Siracünnur’a ve Meyve’nin Onbirinci Mes’elesine dikkatle baksınlar.

Bu mes’ele, meleklere iman meyvesinin bir cüz’üdür. Üstadımız diyorlar ki: Bir gün duada “Yâ Rabbî! Cebrail, Mikail ve Azrail ve İsrafil hürmetlerine ve şefaatlerine beni cinn ve ins şerlerinden muhafaza eyle!” dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğimde gayet tesellidar ve sevimli bir halet hissettim. Elhamdülillah dedim ve Azrail’i cidden sevmeğe başladım. Çünki insanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı onun ruhudur. Onu ziya’dan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslim etmek derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve o anda insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var. Her insan kıymetli fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitabet, şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o fiillerin Cennet’te bâki meyveleri bulunsa daha ziyade merak eder. Kiramen Kâtibîn insanın omuzlarında durup onları yazması ve ebedî manzaralarda göstermek için muhafaza etmesi ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırması o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem diye Üstadımızın şu mes’eledeki derin görüşlerinin kudsiyetini göstermek için ellerine fihrist anahtarını takdim ediyoruz.

Emirdağ Nur Talebeleri

Her asırda, her devirde imana ve Kur’ana ve İslâmiyet’e hizmet eden nuranî mübarek şahsiyetler gelmişler. Bunların karşısında Nemrudlardan, Firavunlardan, Ebucehillerden birer tanesi çıkmış, musallat olmuşlar. Vazife-i diniyelerine sed çekmeğe çalışmışlar. Bu asırda da Nurların ve şakirdlerinin takib ettikleri kudsî hizmet-i Kur’aniye ve imaniyeye mason ve komünist ve zındıka güruhları sistemli bir şekilde gayet dessasane hilelerle, bütün maddî ve manevî kuvvetlerini ortaya dökerek çalışmışlar. Risale-i Nur’un müellifi olan ve mübarek iman ve Kur’an âbidesi olan Üstadımızı talebeleriyle birlikte hapislere, zindanlara, menfalara atarak onlara hiçbir asırda emsali görülmemiş işkenceleri, hattâ vahşi canavarca zulümleri hiç çekinmeyerek yapagelmişler. Üstadımıza, hayatına son vermek için defalarca zehirler vermişler. İhtilattan men’ ederek şahsî nüfuzunu kırmak için çeşitli yalan ve iftiralarla birçok kulp takmakla hükûmeti iğfal ederek hem Üstadımızı, hem Nur talebelerini zindanlara sokturmuşlar. Ellerindeki risaleleri mahzenlere attırmışlar. (Haşiye) Hattâ hapishane içerisinde bile rahat bırakmamışlar, hususî plânlarla içlerine hafiyeler bırakılarak Üstad’dan ve Risale-i Nur’dan soğutmağa çalışmışlar. Bilhassa Afyon hapsinde Üstadımızı kışın en şiddetli günlerinde gayr-ı muntazam bir odada, taban tahtalarının birbirinden bir-iki santim ayrılıklı olan ve pencereleri de tam kavuşmadığı için açık kalan yerlerinde camların birbuçuk – iki milim buz tutmasıyla beraber bazan da yağan karlar, tipi ve yağmurlar içeriye dolan bir odada birkaç gün sobasız, mangalsız ve bazı zamanlarda da gıdasız bırakıldığı gibi, zehir de verilerek ölümü beklenilmiştir. Gayet ihtiyar, zaîf ve hasta olan mübarek Üstad’ın yanına hiç bir talebesi ve hizmetçileri bırakılmamış, saklı ve gizli olarak yanına çıkan talebeleri ve hizmetçileri döğülmüş, işkencelerin en vahşisi tatbik edilmiş, öyle bir an gelmiş ki mübarek Üstadın mahkemeye vereceği müdafaaları talebeleri tarafından yazılmasına izin verilmemiş, gizli olarak yazmak isteyen talebeler de müdür tarafından hakarete uğramışlardır.

Bu işkencelerin ve bu zulüm ve hile prensiplerinin karşısında Kur’anın hakikî hâdimleri olan Nur’un kıymetdar talebeleri hiç çekinmeyerek üstadlarının takib ettiği iman ve Kur’an yolunda rıza-i İlahî uğrunda çalışmışlar. İşte bu ağır şerait altında Denizli Medrese-i Yusufiyesinde Meyve Risalesi, Afyon Medrese-i Yusufiyesinde de El-Hüccetüzzehra gibi mühim risaleler yazılmıştır. Ehl-i imana, bilhassa bu risaleleri okumaları tavsiye olunur.

El-Hüccetüzzehra’nın kısaca fihristesi

İman hakikatlarından bir cihette mahrum kalan hapislerin imanlarını kurtarmak için Üstad Hazretleri Eskişehir’de Otuzuncu Lem’a ve İkinci Şua gibi beş-altı mühim risaleleri, Denizli’de Meyve Risalesi’ni, Afyon Medrese-i Yusufiyesinde de El-Hüccetüzzehra’yı te’lif etmişlerdir. Bu risale zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve pek geniş olmakla beraber iki makamdır.

Birinci Makamı üç kısımdır.

Birinci Kısmı: Dehşetli bir şekilde Allah’ı ve âhireti inkâr eden ve unutan cereyanların naşir-i efkârı olan gazeteleri okuyan bîçare gençlerin ve ihtiyarların ve Medrese-i Yusufiyede bulunan hapislerin iman-ı billahtan mevcudiyet ve vahdaniyet-i İlahiyeye dair gayet kat’î ve kuvvetli derslere pek ziyade ihtiyaçları olduğundan, her sabah namazından sonra okunan ve bir rivayette ism-i azam mertebesini taşıyan tehlil ve tevhid-i azam olan

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

Şu kudsî tevhidin 11 kelimesi olup, her bir kelimesinde bir bürhan-ı vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniye, hem 11 müjde gayet parlak güneş gibi tafsilatıyla gösterilmektedir.

İkinci Kısım: Bu kısım da Birinci Kısım tarzında yazılmıştır ki, Fatiha-i Şerife denizinden bir katre ve güneşin elvan-ı seb’asından bir tek lem’a olarak muhtasar bir şekilde beyan olunmaktadır. Na’büdü nun’undaki seyahat-ı hayaliye ve Rumuzat-ı Semaniye’de ve İşarat-ül İ’caz tefsirinde ve Nur eczalarında bu kudsî hazinenin pek çok tatlı ve gayet güzel nükteleri yazıldığı gibi, Hüccetüzzehra’nın İkinci Kısmı’nı teşkil eden bu risale de yalnız imanın rükünlerine ve hüccetlerine اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ … الخره âyetinin sekiz kelimesiyle ve her bir kelimesinde bahr-i umman kadar mana ve hüccet taşıyan ve küfrün ve dalaletin ejderlerinden imanı kurtaran ve ehl-i imana ebedî saadeti kazandıran gayet hayatdar bir tiryak ve ebedî ve sönmez bir nur-u daimî olarak yazılmıştır.

Üçüncü Kısım: Namazdaki Fatiha’nın manevî emriyle ve “Eşhedü en lâ ilahe illallah” hakikatının feyziyle İkinci Kısım yazıldığı gibi, namaz içindeki teşehhüdde dahi “Ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah” cümlesinin delaletiyle ve manevî ihtarıyla ve Sure-i Feth’in âhirinde هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ …الخره olan ve beş mu’cize-i gaybiyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla Üçüncü Kısım yazılmıştır. Bu kısmın tafsilatı ve senedli hüccetleri Zülfikar Mecmuasında ve Arabî Hizb-ün Nuriye’de mevcuddur. Bu risale dahi yalnız muhtasar üç işaretle nev’-i beşerin Üstad-ı A’zam’ı (ASM) ve en büyük peygamberi ve kâinatın Fahr-i Âlem’i ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi sebeb-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz Efendimiz’den (ASM) bahisle yazılmıştır.

İkinci Makam: Fatiha’nın âhirinde ehl-i hidayet ve istikamet ile ehl-i dalalet ve tuğyanın müvazenesine işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün müvazenelerinin menbaı olan âyetin bir hakikatını ve Sure-i Nur’dan اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ ilh… ve اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ ilh… âyetiyle beraber o müvazeneyi Na’büdü mu’cizesinin beyanında dünya seyyahı hâlıkını aramak, bulmak, tanımak için kâinatın bütün envaından ve mevcudatından 33 yol ile ilmelyakîn ve aynelyakîn ile Âyet-ül Kübra Risalesi’nde kat’î ve gayet parlak bürhanlarla hâlıkını bulduğu gibi, o ayn-ı hakikat ve bir temsil manasında olan seyahat-ı hayaliye ile girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan üç tabakasının kuvve-i akliye cihetinde bir misali gayet muhtasar beyan edilmiştir.

Allahü Ekber cümlesinin 33 mertebesinden üç mertebeyi beyan eden bu gelecek Arabî fıkranın bir nev’ tercümesi içinde kısa işaretler ile ülema-yı İlm-i Kelâm’ı ve akide ülemasını pek çok meşgul eden İlim ve İrade ve Kudret-i İlahiyenin kâinattaki cilveleriyle onları aynelyakîn imanla tasdik ve onlarla Vâcib-ül Vücud’un mevcudiyetini ve vahdaniyetini bedahetle ve ilmelyakîn ile tasdik edip tam iman etmeğe yol açan bu Arabî fıkradır:

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَ كَبِّرْهُ تَكْبِيرًا

اَللّهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْعَلِيمُ بِكُلِّ شَيْءٍ… الخره

Emirdağ Nur Talebeleri

Risale-i Nur’un Arabî Mesnevî-i Şerif’inin fihristesidir.

Risale-i Nur’un bir nev’ çekirdeği ve fidanlığı hükmündeki bu muazzam Mesnevî-i Nuriye 10 risaleden ibarettir. İçlerinde Katre, Hubab, Habbe gibi risalelerin ikişer zeyilleri vardır. Bu çok kıymetli ve hârika mecmuanın başında hem Türkçe, hem Arabça bir mukaddime var. Bu Mesnevî-i Arabî’nin hangi saiklerle te’lif edildiğini ve marifetullaha nasıl bir pencere açtığını ve âdeta bu mecmua bir asâ-yı Musa gibi nereye vurmuş ise su çıkardığını gayet belig ve sade bir üslûb ile beyan etmiştir. Bu mühim mecmuanın misilsiz kıymetini bir derece olsun beyan etmek fikriyle mukaddimesini aynen dercediyoruz.

(Bu kısım Ms: 7’de münteşir olduğundan yazılmadı.)

(Devamı da Ms: 259’daki kısım ve devamındaki Fihrist kısmıdır. Başlıklarda az değişiklikler vardır. Sondaki Şu’le ve Nokta yoktur.)

Bu risalede tekerrür eden “fihrist” kelimesi, telaffuz edildiği gibi “fihriste” olarak yazılmıştır. Arzu eden “fihrist” suretinde düzeltebilir. Bin bârekâllah.

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

يَا اَللّهُ يَا رَحْمنُ يَارَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i Azam hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm şerefine, bir kalem ile 500 nüsha yazan Hüsrev’i ve mübarek yardımcılarını ve Nurcu arkadaşlarını Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmîn! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmîn! Ve defter-i hasenatlarına bu mecmuanın her bir harfine mukabil 1000 hasene yazdır, âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle, âmîn! Yâ Erhamerrâhimîn! Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mes’ud eyle, âmîn! İns ve cinn ve şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmîn! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını afveyle, âmîn!

Umum Nur Şakirdleri namına

Said-ün Nursî

Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve kahraman şakirdi bir kardeşimizin takrizidir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ  وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen Risale-i Nur şu dehşetli, görülmemiş asrın bid’akâr savletlerine karşı bir sedd-i Kur’anî ve bir seyf-i imanî hasiyetiyle muannid küfr-ü mutlakın levs-i teressübatını yok ederek zulümat ile dolu kalblere nur ve iman aşıladığı bedahet derecesinde aşikâr olmakla beraber şu asırda ve tâ be-kıyamet Kur’an-ı Hakîm’in elinde dürerbar-ı seyf-i semavîdir.

Evet o âfâk-ı beşeriyete ruhaniyat ve melekûta inciler yağdırıyor. Ve o seyf-i muallâ öyle semavî bir kılınçtır ki, Hâlık-ı Kâinat’ın mevcudattaki esmasının tecelliyatını inkâr eden dumanlı, sarhoş, zehirlenmiş kafaları manen uçuruyor.

Risale-i Nur

Ey nur-u dürerbar-ı semavî

Tılsımkeş-i esrar-ı semavî

Tullabına derman tedavi

Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî

Sensin bize bir nur-u İlahî

Ey lütf-u muallâ-yı keramet

Ey mahz-ı kerem mahz-ı hidayet

Ey sahilgüzar-ı selâmet

Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî

Sensin bize bir nur-u İlahî

Ey âyet-i Kur’an ile müeyyed

Haydar ediyor hep seni teyid

Ey Gavs ile hakka ki müekked

Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî

Sensin bize bir nur-u İlahî

Şâfî-i necatdar-ı amansın

Şehname-i irfan-ı zamansın

Billur-u hikem şah-ı beyansın

Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî

Sensin bize bir nur-u İlahî

Ey kenz-i keramet-i muallâ

Ey lem’a-i Kur’an-ı mücella

Esma-i Huda sende tecella

Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî

Sensin bize bir nur-u İlahî

Ey maden-i pürnur-u şefaat

Sensin bize dâreynde saadet

Tullabına berat-ı müebbed

Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî

Sensin bize bir nur-u İlahî

Ey kân-ı kerem nur-u cemalin

Seyran ki ervah-ı kemalin

Seyrab ediyor ruhları halin

Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî

Sensin bize bir nur-u İlahî

Bu ilham-ı semavî olan ve kâinat âleminin tılsımlarının keşşafı olmak haysiyetiyle esma-i İlahiyenin tecelliyatını ve sıfât-ı Rabbanînin cilvelerini keşfederek Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın esrar-ı kudsîsini halleden ve mu’cizat-ı Ahmediyenin (ASM) ve ehadîs-i Nebeviyenin (ASM) hikmetlerini şerheden Risale-i Nur ins ü cinn âlemlerine ve şu muzlim dehşetengiz asrın sâkinlerine bir hediye-i Rahman, bir mu’cize-i Kur’an, gönüllerde canan bir hutbe-i şah-ı beyandır.

Şems-i Kur’anın Risale-i Nur’un hakikat menşurundaki lemaatının elvanıyla hakaikının inkişafı beşerin pek muhtaç olduğu hastalığı halindeki kalb, ruh ve bütün letaifine bir tiryak hasiyetini taşıması itibariyle sureten teâlî ufuklarını araştıran zümrelere de bir afitab-ı feyyaz-ı semavîdir. Risale-i Nur’un sema-i mücellasındaki hakikat yıldızlarını temaşa eden bahtiyarlar onun hizmet-i pâkinde, daire-i kudsîsinde muti’, sadık, fedakâr bir peyk haysiyetiyle bütün mevcudiyetlerini ona feda ediyorlar.

Fehm-i kasıranem ve idrak-i âcizanemle Risale-i Nur’un medhini yapacak kudrette olmadığımı müdrikim. Nasıl yapabilirim ki? Onun hakikatlarını medheden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. Haydar-ı Kerrar Şah-ı Cihan’dır, Hazret-i Baz-ül Eşheb Gavs-üs Sakaleyn-i Âsuman’dır.

Ey Nur! Sana canan ile canım da fedadır

Firdevs-i Muallâ diye ansak da sezadır.

Ey lütf-u Huda! Zemzeme-i berk-i güzinin

Şakirdine bir nur, kâfire bir seyf-i Huda’dır.

Risale-i Nur madem ki Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzüldü. Elbette semavîdir. Öyle ise deriz: Ey ilham-ı kudsî! Güneş mücella cisimlerde ma’kes bulur. Öyle ise nüzulgâhın olan kalbler de senin gibi eşsizdir. Elbette sen veraset-i Nebeviyenin âyinedarlığına mazhar bir âyine-i mücelladan in’ikas ettin.

Âlem-i İslâm’ın asırlardır beklediği inşâallah 50 sene sonra gelecek olan Mehdi-i Muntazır’ın değil, belki Müceddid-i Ekber’in bir irtisamını senin sath-ı mücellanda görüyoruz. Sen öyle bir makam-ı münevverden nev’-i beşere ve âfâk-ı İslâmiyete tulû’ ettin ki, ey tuhfe-i İlahî! Senin güzel kokuların, yetiştiğin hadikanın misilsizliğine şahiddir. Rayiha-i tayyibenin hasiyeti, aid olduğu çiçeği işmam eder. Mana işaretiyle parmağını ona uzatır. İşte sen de yetiştiğin bir kalb bahçesini, seni görenlere temaşa ettiriyorsun ki; şu dehşetli asırda Ey Risale-i Nur! Bir vâris-i Peygamberîsin, bir dellâl-ı Kur’ansın, bir hâdim-i imansın, bir vekil-i Nebiyy-i Zîşan’sın.

Madem ki âhirzamandaki o beklenilen zâtın üç vazifesinden en mühim, en kudsî, en azametli vazifesi imanı kurtarmaktır. O vazife ise Risale-i Nur ile tamamen yapılmıştır. Bu davanın şahidleri milyonlardır.

Güneş hararetiyle, ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla güneştir. Biz bu güneşi gördük, gündüze erdik. Öyle ise o ileride gelecek zâtın o iki vazifesi güneşin bulunduğumuz arz medarımıza gelişiyle olacaktır. Geçmiş asırlardaki müceddidler de bu en mühim vazife ile müstahdem olmakla beraber, onlar imanın ve marifetin neticelerinden, meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederek imanı kuvvetlendirmeğe uğraşmışlardı. Fakat onların zamanında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı imaniye sarsılmıyordu.

Şimdi ise imanın köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. Bu küllî tahribatı Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesinden tereşşuh eden Risale-i Nur tamamıyla önlediğinden ve hakaik-ı imaniyenin esaslarını kalblere yerleştirdiğinden, o beklenilen zâtın o mühim vazifesinin yapılmış olduğunu körler bile görmektedirler. O intizar edilen zâtın naşir-i efkârı Risale-i Nur olacak.

Tevafukat-ı latife Risale-i Nur’un silsile-i keramatından olduğu cihetle, Beşinci Şua’ın Ondokuzuncu Mes’elesinde o Âl-i Beyt’ten olan seyyid zât-ı muntazırın cümle-i vezaifinden olarak 1- Siyaset âleminde 2- Diyanet âleminde 3- Saltanat âleminde 4- Cihad âleminde olmak üzere icra ettiği vazife daireleri Risale-i Nur’un tarihçe-i hayatıyla tam müşabeheti ve iltibassız tevafukatı çok ehemmiyetlidir. Demek Nur Risaleleri o gelecek zâtın bir müjdecisi, bir talebesidir, çabuk gelen bir neferidir. Biz de o hayat-ı mübarekin dört ayrı safahatında aynen bu daireleri müşahede ediyoruz:

1- Siyaset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrutiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umumînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.

2- Diyanet âlemindeki tevafuk ise, İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgali hengâmında ve en mağrur devrelerinde o şakirdin Hutuvat-ı Sitte eseriyle o mağrur galiblerin hayasız yüzlerine, tehlike yüzde yüz olduğu halde tükürüp manen tokatlaması üzerine, o zamanki Ankara Hükûmeti Risale-i Nur’un o şakirdini Ankara’ya davet etmişti. Orada dehşetli bir şahısta Beşinci Şua’da beyan edilen işaretleri görerek bütün bütün siyaseti ve dünyayı terkederek Van’da bir mağarada hayat-ı mübareklerini ibadete hasrettikleri devreye aynen intibak ve tevafuk etmektedir.

3- Saltanat âlemindeki vazifeye gelince: Meşhur Şeyh Said Hâdisesinden sonra garba menfaya gönderilerek Rahmet-i İlahî ile Risale-i Nur’un te’lifine zemin hazırlayıp Risale-i Nur kemal-i haşmetle envârını rûy-i zemine yaymağa başladığı zamandır ki, hakaik-ı imaniyenin ve Kur’anın görülmemiş bir surette taarruza uğradığı bir devrede Risale-i Nur hayrette kalmış, yollarını şaşırmış, imanları tezelzüle uğramış müslümanlar için bir âb-ı hayat misaliyle Hızır gibi onların imdadlarına yetişmiş, onları hayretten kurtarmış, dehşetten sürura çıkarmış ve Risale-i Nur yüz binler ve milyonlar gönülde “Üstadım! Üstadım!” denilerek milyonlar kalblerde kurulan manevî tahta oturmuş ve böylece Risale-i Nur kalblerin bir sultanı olmuştur. İşte bu safha da üçüncü vazifeye aynen tevafuk ederek o hakikatı imzalamaktadırlar.

Kıymetdar bir mazrufun zarfının da kıymetli olması mazrufuna aid olmakla beraber, nasılki muhteşem münakkaş müzeyyen bir sarayın ihtişamı, nakışlarının güzelliği, tezyinatının müstesna oluşu bizzât mimarının ve ustasının meharet-i san’atını, liyakatını, iktidarını, zevk-i selimini irae ederek lisan-ı beligane ile hüşyar olanlara gösterdiği gibi, aynen öyle de: Risale-i Nur’un misilsiz, hakîmane, nazirsiz beligane, görülmemiş edibane Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’cazkâr hakaikını, letaif-i esrarını, Kur’anın i’cazına tam muvafık bir surette tavsifat-ı şahane ve üslûb-u mümtazanesi ile en büyük üdeba-yı hükemayı hayran ve şuara-yı benamı hadd-ül gaye istihsan ile huzur-u manevîsinde serfüru ettirerek en muannid dinsizleri, zındık feylesofları iskât ile dize getirmesi, teslime mecbur etmesi, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin derece-i kemalinin en kavî ve müstesna delilidir.

Silsile-i tevafukatın halka-i nuranîsinden olarak, muntazır olunan gelecek o zât-ı ekmelin bidayet-i halinde Süfyanîler elinde esaretini selef keşfen beyan etmektedirler ki, Risale-i Nur tercümanının 30 küsur senelik esaret hayatını aynen göstermektedir. Demek tercüman-ı Nur, ileride gelecek o zâtın bir müjdecisi, bir talebesidir.

Ehl-i kalbin latif keşiflerinden birisi de: “O beklenilen zât bir kitab yazacak, geçmişte hiç kimse ona benzer bir kitab yazmamış olacak.” denilmektedir. Elhak Risale-i Nur, bunun güneş gibi delilidir. Evet onun şakirdleri kat’iyyen iman ediyorlar ki, şimdiye kadar böyle eser görülmemiştir ve tâ be-kıyamet yazılmayacaktır.

Ehl-i keşf, o Nur’un tercümanı olan zât-ı nuranî mescun-ün nisa yani müteehhil olmayacak, ihtiyar yaşında olacak diye bahsediyorlar. Bu tevafukun herhalde başka vecihle izah ve teviline lüzum yoktur. Maziden yani bulundukları zamandan istikbale nazar eden ve bu zaman-ı hali tarassud eden ehl-i keşfin keşfe müstenid daha çok beyanları vardır. Kısa keserek, sözü onlara bırakıyoruz.

İşte Risale-i Nur’u yalnız ben medhetmiyorum; onu Hazret-i Kur’an medhediyor, Hazret-i Ali (Radıyallahü Anh) medhediyor, Gavs-ı Azam (Radıyallahü Anh) medhediyor. Hazret-i Murtaza (Radıyallahü Anh) Celcelutiye’sinde Risale-i Nur’a bedi’ diyor. Şu halde elbette ki o bediüzzamandır, fahr-üd devrandır.

Risale-i Nur’un bütün hakikatları, Risale-i Nur’un tercüman-ı pâkinin bütün hayatları boyunca âdeta bir proğram hükmünde, bütün o esasat-ı Kur’aniyeye tam bir intibak ile meşreb-i pâk-i Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem’in nümune ve tecessüm etmiş misali halinde o Nur tercümanı has Nur şakirdleriyle sünen-i Peygamberîyi (ASM) görülmemiş zulümkâr bir asrın eşedd-i zulmüne ve işkencesine maruz kalarak تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ رَسُولِ اللّهِ hadîsinin mazhar-ı ekmeli halinde rûnüma olmuş ve tereşşuhat-ı Kur’aniye olan te’lifatla ve gerekse ef’al ve harekâtlarıyla eşedd-i küfre karşı tam mukabele ve mücahede ederek celadet-i haydaraneleriyle ve hârika şecaatlarıyla ellerinde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın elmas kılıncı olan Risale-i Nur ile küfr-ü mutlakı her yerde takib etmişler ve müdhiş bir cem’iyetin iman ve Kur’ana olan azgınca tecavüzatını önlemişler ve milyolar insanların Risale-i Nur’la imanlarının takviyesine ömürlerini vakfetmişlerdir.

Birinci Şua hakikatlarında beyan edilen âyât-ı Kur’aniyenin bir kısım remizleri ve bazı işarat-ı Resulullah’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm) Risale-i Nur üzerinde toplanması, Hazret-i Ali’nin (Radıyallahü Anh) ve Gavs-ı Azam’ın (Radıyallahü Anh) sarahatlı ve beşaretli haberlerinin içtimaı erbab-ı kalb ve ukûlde kat’iyyen şübhe bırakmıyor ki; ümmetin intizar ettiği zât geldiği zaman bir asır evvel yazılan bu Risale-i Nur’u kendine proğram ve naşir-i efkâr yapacak.

Hem Risale-i Nur’un bu asırda ihsanı, rahmet-i İlahînin ezelî tecelliyatının bir neticesidir. Her aklı olan ve kalbi tefessüh etmemiş olan anlar ki; o eserde bu kadar hârikaların içtimaı tesadüfî olmayıp, ancak dünyayı kaplayan ve ilim ve fenden gelen görülmemiş mütecaviz bir küfr-ü mutlakın ve dalaletin tahribatını önlemek içindir ki, o eser bu asırda ihsan edilmiştir. Tarih ve içtimaiyat ilimlerine âşina olanlar bilirler ki, küre-i zemin böyle dehşetli bir asır yaşamamıştır. Madem ki tahribat çok dehşetlidir. Şu halde o tahribatı önleyecek bir nurun gönderilmesi de rahmet-i İlahînin muktezasıdır ki, onunla o müdhiş küfür ve dalalet seyli sed olunabilsin.

Elhak Risale-i Nur tesis ettiği istihkâmat-ı Kur’aniye ile öyle bir sedd-i nuranî vücuda getirmiştir ki, zaman ve zemin boyunca beşerin bütün maddî ve manevî ihtiyacatına kâfi ve vâfidir.

Bu izahat ile anlaşılır ki: Bu kadar ehemmiyetli vezaif-i kudsiye ancak o âhirzamanda beklenilen zâtın gelmesine bir zemin hazırlamak için Risale-i Nur o zâttan bir asır evvel gelmiş olan bir müjdeci, bir liste, bir kudsî proğram, bir talimat mecmuasıdır.

Kaside-i Nur

Risale-i Nur’a Gel

Eyyühe-l ihvan gel Nur’a gel, imana gel

Feth-i nusretle açılmış rayet-i Kur’ana gel

Bak hidayet şemsinin envârına bir göz açıp

Külliyat-ı Nur’u gör, ihsana bak, Rahman’a gel

Perde-i zulümatı yırtmış, arzı pürnur eylemiş

Cephe-i envâra gel, tılsımkeş-i Sultana gel

Münkeşif sathında esrar, mün’akis bahrında nur

Ey saadet dâîsi âyine-i Furkan’a gel

Etme Kur’anın ziyasından sakın kat’-ı nazar

Sofra-i Rahman’a açık ikrama gel, ihsana gel

İştiyakın nur için a’sarı doldurmuş iken

Ebkem-i lâl olma ey nur bekleyen iz’ana gel

Ahd-i misakı feramuş eylemek lâyık değil

Davet-i Rahman budur gel ahd ile peymana gel

Fehmine, idrakine asrın bu nur eyler hitab

Kal’a-i eman budur, emana gel, fermana gel

At nikab-ı gafleti, seyret bu nur-u satveti

Secde-i Rahman’a gel, Firdevs’i gör seyrana gel

İttihad-ı Ahmedîdir (ASM) çare-i emanımız bizim

Ey ehl-i hak gel, hizb-ü Kur’an-ı Azîmüşşan’a gel

Savlet-i a’daya karşı kal’a-i Kur’ana gir

Âşıkane halka-i imana gel, merdane gel

Bir hakaik bahrinin şehname-i irfanı bu

Derde derman bekleyen meydana gel, ummana gel

Görmek istersen hakaik şemsinin elvanını

Ey delail bekleyen iz’an budur bürhana gel

Cennet-i Adn’in, Muallâ’nın bu Tûbâ-i Kevser’i

Bağ-ı Rıdvan isteyen in’am budur, rıdvana gel

Müncelî esma-i Hak sadrında ol nur bahrinin

Ey tecelli bekleyen im’ana gel, irfana gel

Elhamdülillah nuruyla esrara olduk âşina

Ey fakira! Nura erdin, secde-i şükrana gel.

Hayatını Nur’a vakfeden

Muhammed

Bir Nur talebesinin takrizidir.

Ey Risale-i Nur

Senden doluyor vicdanlara hep hazz-ı sürur

Senden doğuyor kalblere her mana-yı huzur

Misbah-ı müeyyede kıldı seni Zât-ı Şekûr

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Bu asırda ümmete bir ihsan-ı Huda’sın

Sen bu hüviyetle evet mahz-ı hüdasın

Hak yola dâî ve dalaletten cüdasın

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Mizabısın pürnur İnna A’tayna mağzının

Hem dahi miftahısın İnna Fetehna remzinin

Vedduha’sısın gümansız nübüvvet şemsinin

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Dense sezadır ki sana mir’at-ı hakaik

Vechinde celî nice bin hikmetli dekaik

Rüşd menbaı nutkundaki mana-yı rekaik

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Ey dürre-i kenz-i kemal, rûyunda safa var

Ey şu’le-i şems-i cemal, sadrında şifa var

Elbette ki fâsıka berkinde cefa var

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Şehbal açarak seb’a semavatı gezersin

Bu kevn-i mekândan nice esrarı süzersin

Şakirdlerini dönerek irfanla bezersin

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Sihir ibtaline lem’-i asâ sende göründü

Hem nefes-i feyz-i Mesiha sende göründü

Bir cilve-i halk-ı azîma sende göründü

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Cümle âyât-ı güzin mal olmuş sana

Ânınçün ehl-i İslâm ehl ü âl olmuş sana

Lütf-u Rabbanî meğer hoşça hal olmuş sana

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Ravk-ı hüsnün füruğu arş-ı a’lâdan mıdır

Bu tecelli sana sina-yı senadan mıdır

Füyuzun yoksa ol sırr-ı “Ev edna”dan mıdır

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Yâ Rab bu hakir Fehmi’yi hembezm-i visal et

Zümre-i Nur’a koy da ânı hüsn-ü hisal et

Cümlemizi ol Hazret-i Üstaz’a Bilal et

Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur

Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur

Abdurrahman Fehmi

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*