Onuncu Şua
Risale-i Nur’un has şakirdleri te’lif etmişlerdir.
Fihristenin İkinci Cildi
Onsekizinci Lem’a
Unutulmuş, yazılmamış. Mübarekler Heyeti’nin çalışkan kahramanı Küçük Ali’nin hissesidir ve hakkıdır ki yazsın. Onun için unutulmuş.
(Yirmibirinci Lem’a fihristinde g.m. bir haşiye):
Bu risalenin 15 günde bir defa okunması hakkında tavsiye vardır.
Yirmiyedinci Lem’a
Müdafaatın çok kısacık fihristesidir.
Risale-i Nur’u mahvetmek ve yüzer şakirdlerini imha etmek için sû’-i kasd ile tertib ve ihzar edilen gaddar ve müdhiş bir plânı akîm bırakan mülayimane bir müdafaadır.
Bu Lem’a, Risale-i Nur şakirdlerinin bir kuvve-i müdafaa ve muhafazasıdır. Bu Lem’a, hayretbahş 8 safhayı havidir:
Birinci safha: Sorgu hâkimlerinin suallerine karşı, akılları durduran hakikî ve kat’î cevabları havidir.
İkinci safha: Sorgu hâkimlerinin nâ-hak ve fuzuliyane suallerine ve isnad olunan ittihamları hiçe indiren “Son Müdafaat” namıyla umum suallerine müskit cevabları muhtevidir.
Üçüncü safha: Son müdafaatın gayet mühim iki tetimmelerini münderiçtir.
Dördüncü safha: Müddeiumumî ve sorgu hâkimlerinin tahkikatına istinaden 29 sahifelik iddianameye karşı, 19 ferman hükmünde edille-i kat’iyye ve berahin-i sübutiyeyi câmi’ 19 sahifelik bir itiraznamedir.
Beşinci safha: Sorgu hâkimlerinin 63 sahifelik lüzum-u muhakeme kararlarını Risale-i Nur naşirine okumasını müteakib, o kararı çürütecek 5 umdeli müskit ve mülzim bir cevabdır.
Altıncı safha: Müddeiumumînin tecziye talebine dair olan iddianamesine mukabil iki mühim noktadan ibaret ve Risale-i Nur’un tam tebriesini mûcib üçüncü bir itirazname olduğu halde, esefle karşılanan haksız ve indî bir hüküm ve karara uğrayan safhaya aiddir.
Yedinci safha: Haksız ve îcabsız tebliğ-i mahkûmiyetten sonra Mahkeme-i Temyiz’e verilen müsbit ve müberhen ve müdellel ve müessir bir Temyiz Lâyihasını havidir.
Sekizinci safha: Adliyeye velvele veren çok ehemmiyetli Lâyiha-i Tashihi havidir.
Şu Lem’a çok şevk ve merak ile mütalaa edilerek pek çok intişar ettiğinden, fihristesi gayet kısa bırakılmıştır.
Sabri (RH)
Yirmisekizinci Lem’a
Eskişehir Hapishanesinin hatırası olup 28 nüktedir.
Birinci Nükte: (Lem’alar sh: 447’de yazılmış olup, orada kaydedilmeyen kısmı:)
Hem اَقْبِلْ وَلاَ تَهْرَبْ fıkrasının yine evvelki fıkralar gibi muhatabı Said-ün Nursî olduğundan “Yâ Said-ün Nursî! Karşıla, kaçma.” deyip teşci’ ettiği gibi, aynı وَلاَ عَقْرَبَ تَرَى fıkrasının hususî muhatabı o Nursî olduğuna kuvvetli delil, Barla’da küçük mescidinde otururken emsali görülmemiş bir akrebin bulunması ve ekseriya insan akreplerinin aynı yılan ve akrep şeklinde maddî ve manevî ona görülerek ziyade meşgul olmasıdır.
Ve وَلاَ اَسَدَ يَاْتِى اِلَيْكَ بِهَمْهَمَتْ fıkrası “Yâ Kürdî!” diye nida ettiği bir keramettir. İnsan şeklindeki canavarların o Nursî’nin ismini Kürdî diye çağıracaklarına bir işaret olduğu gibi, bir canavar dağ başında bir arkadaş gibi gelip musahabe şeklini göstermesiyle de bu fıkranın hususî muhatabı o Nursî’dir.
وَ لاَ تَخْشَ مِنْ سَيْفٍ وَلاَ طَعْنِ خَنْچَرٍ cümlesi bedahet derecesinde Risale-i Nur müellifini göstermesi… Son zamana kadar üzerinde taşıdığı hançerinin kavim ve kabilesinin millî silâhı olan seyf ve hançeri olduğu emaresiyle de, bu fıkrada muhatab o olduğunu isbat edip başında parmağını gösterir.
Netice: Dokuz hem hemlerin gösterdiği dokuz hakikat Risale-i Nur’da ve müellifinde bilfiil icrası ve bilmüşahede görünmesi, hattâ düşmanlarının tasdikiyle de sabittir ki, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın Kaside-i Ercuze ve Celcelutiye’sindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir vâris-i Nebi ve mukavvi-i din ve hâmil-i ism-i azam olan Risale-i Nur ve müellifi olduğunu, çünki bütün dünya meydandadır ve bütün nidaları işitiyoruz, ekserî hareketleri görüyoruz ki, hak ve hakikatta yanılmayan ve Kur’anın hukukunu emrolunduğu gibi tevilsiz muhafazaya çalışan Risale-in Nur’dur diye şekk ve şübhesiz olarak Hazret-i Ali Radıyallahü Anh’ın muhatabı o olduğunu kat’î isbat eder.
İkinci Nükte: Risale-in Nur şakirdlerinin mukadderat-ı İlahiye ile tanzim edilen hapishanede toplanmaları, yakından birbiriyle tesis-i uhuvvet ve yekdiğerlerinin yüksek ahlâk-ı şecaatkâranelerinden ders almak ve düşmanlarının fikirlerinde kuvveden fiile çıkaramadıkları en şeni’ niyetlerini yüzlerinde görüp onlara karşı ne derece ihtiyatlı davranmak ve her şeyde bir vech-i rahmeti ve bir cihet-i nimeti görmekle şükretmek ve her me’yusiyet zamanında ye’se düşmemek lâzım geldiğini tavsiye eden zahiren küçük manen çok büyük bir fıkradır.
Üçüncü Nükte:
يَا اَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ
وَاِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لاَ يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوب
âyet-i kerimesiyle Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak ekser mahlukatının yüzlerini insanın menfaatına yarayışlı bir tarzda halk buyurduğu gibi, sineğin hilkatinde dahi o menfaattan mühimmini dercettiğini beyan ile sineğe husumet değil, bilakis muhabbet edilmesi lâzımgeldiğini, her sene hilkatiyle nisyan ve gaflete düşen insanlara haşr-i ekberi, sağ ve sağlam insandan ziyade hasta ve mikroplu insanlar ile meşguliyetleriyle (Haşiye) tabibliğini ve yalnızlıkta ünsiyeti ve tenbellikte taharet ve nezafetiyle muallimliğini ders veren sineğin insana ne kadar menfaatdar olduğunu göstermekle mücerreb insana sineği sevdiren herkese lüzumlu bir nüktedir.
Dördüncü Nükte:وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَاْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنّاسِ âyetinin اَنْزَلْنَا kelimesine gelen bir itiraza gayet müskit bir cevab ve gayet lüzumlu bir ilim ve Kur’anın hikmetli dersini gösteren kıymetli bir nüktedir.
Beşinci Nükte:يُخْرِجُ الْخَبْاَ فِى السّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ âyet-i kerimesindeki evsaf-ı İlahiyeyi san’atının mikyasçığıyla tarif eden Hüdhüd-ü Süleymanî hakkındadır.
Altıncı Nükte:قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا Beş kelime ile iki harf ile şu âyet-i kerimedeki nihayetsiz kelimat-ı İlahiyeye işaret edip kelâmdan, kelimeden Mütekellim-i Ezelî’ye yüzleri çeviren bahr-i hakaikın bir fihristesi ve âb-ı hayatın menba’ ve me’hazı ve ilm-i hakikata mürşid bir nüktedir.
Yedinci Nükte: Vahdet-ül Vücud meşrebinin bu zamanın esbab-ı maddiye içinde boğulan insanlarına üç mühim büyük zarar vereceğini izah ile, âhirinde bir sual ve cevabla Hazret-i Muhyiddin’in hâdî ve makbulînden olduğunu ve her kitabında mühdî ve mürşid olamadığını ve kavaid-i Ehl-i Sünnet’e muhalif sözleriyle muahaze edilmemesini iş’ar edip, Muhyiddin ve Muhyiddin makamında bazı evliya-i azîmeye taş atanları iskât eden adaletperver bir mikyas-ı hakikattır.
Sekizinci Nükte: “Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallah” cümlesinin, namaz tesbihatında inkişaf eden bir hakikatına dairdir. Şöyle ki: Herşeyin ve kâinatın çekirdek-i aslîsi Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, her şeyin ruhu ve her menzilin nuru ve her makamın süruru yine bilmüşahede o zât (ASM) olduğundan her ruh ona intisabla canlanacağına ve onunla biat yerinde de ona salât ü selâm etmekle rahmet ve selâmet bulacağına işaret edip der: Madem bütün cinn ve ins ve melek ve nücumun parlaması onun nuruyla ve onun getirdiği hediye iledir. Onların lisan-ı kal ve lisan-ı hallerinden çıkan intisabın bir manasını niyet edip onların namına ve onların adedlerini zikretmek ile, nihayetsiz rahmete lâyık olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’a “Elfü elfi salâtin ve elfü elfi selâmin aleyke yâ Resulallah” demeye teşvik ve tergib etmekle, salât ü selâmın kıymet ve ehemmiyetini ve Zât-ı Risalet’in (ASM) mahiyet ve kudsiyetini beyan eden çok mühim ve herkesin muhtaç olduğu bir nüktedir.
Dokuzuncu Nükte: اَوْ هُمْ قَائِلُونَ âyet-i celilesinin قَائِلُونَ kelimesinin manası olarak uykunun üç nev’ini ve menfaatli ve zararlı vakitlerini ve sünnet-i seniye dairesindekini gösterdiği gibi, insanın en mühim bir sermayesi olan ömrünün tezyidine ve mühim bir gayesi olan rızkının bereketine yardım eden vakitlerini ders vermekle ahsen-i takvimde yaratılan insanı yüksek ahlâk-ı haseneye çıkarıp ataletten, betaetten kurtarır.
Onuncu Nükte: Nev’-i beşerin ağlanacak gülmelerine aid endişe-i istikbal ve akibetbînlik adesesiyle veكُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla hak ve hakikat müvazenesiyle görülen bir vaziyet-i me’yusane ile, şaşaalı bir bayram gecesinde hapishane penceresinden bakarken o gülenlerin hali ağlanacak bir hal olduğunu ve ebedperest ve bekaya âşık insanların kalb ve ruhunu güldürecek ve sevindirecek meşru’ dairesinde müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz eğlenceler ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçler olduğunu ihtar eden ibretnüma bir fıkradır.
Onbirinci Nükte: Risale-i Nur talebelerine mühim bir düsturdur ki, 1300 senedir işarat-ı Kur’aniye ve sena-i Nebeviye ile beklenilen (Haşiye) ve bu asrın karanlıklı peçesini kaldırıp dünyayı tenvir eden ve sahabenin sırr-ı veraset-i nübüvvet meşrebini meslek tutan ve bütün âlem-i İslâm namına dinsizlikle mücahede eden Risale-i Nur’un haricinde onun talebeleri onu bırakıp başka yerde nur aramamalı ve aranmaz. Eğer arasa nur yerine zulmet ve ticaret yerine hasarete uğrayacağını ihtar eden mücerreb ve muhakkak-ul vuku’ hâdisatı görülen bir fıkradır.
Onikinci Nükte: İki küçük mes’eledir:
Birincisi: Risale-i Nur talebelerinin muhakeme ve istintak dairesinde bir kısmı heva ve vehim yüzünden düşmana karşı sipere girmek lâzım diye yanlış tevilleriyle mübarek hizmetlerini inkâr ederek hata edip dinsiz düşmanlarını daha ziyade şübheye, taharriye sevkettiklerinden hem kendileri fazla ezildiklerini, hem üstadlarını şahidsiz yalnız bıraktıklarından zahmet verdiklerini beyan ile aklı başında olana tenkid değil tenbih ve istikameti ve itidali tavsiye ediyor.
İkinci Mes’ele: Seciye-i âliye-i Sahabeyi ve meşreb-i nuranî-i Peygamberîyi beyan eden Risale-i Nur dairesindeki feyze kanaat etmeyip bir kısım kardeşlerimizin tarîkat hevesiyle, faidesiz, zararlı başka bir sohbette bulunduklarından bidayette sebeb-i ittiham Isparta’da böyle bir gösterişin dahli var olduğunu tahkik edip, meslek-i hakikatla meslek-i tarîkat şakirdlerinin makamlarını gösteren bir ders-i ikaz-ı hakikattır.
Onüçüncü Nükte: Risale-i Nur talebelerinden beş kardeşimizden üçünün ihtiyatsızlığı ve ikisinin şahıslarına başkaların garaz etmeleriyle, Risale-i Nur’a düşmanlarının hücum ettiklerinden herkes müdafaadan çekilse, bu beş kardeşimizin çekilmemesi lâzımgeldiğini beyan eden küçük bir fıkradır.
Ondördüncü Nükte: Nasılki Mesnevî-i Şerif şems-i Kur’andan tezahür eden 7 hakikattan bir hakikatının âyinesi olmuş, kudsî bir şeref almış. Mevlevîlerden başka daha çok ehl-i kalbin lâyemut bir mürşidi olmuş. Öyle de Risale-i Nur şems-i Kur’anın ziyasındaki elvan-ı seb’ayı ve o güneşteki renk renk ve çeşit çeşit 7 nuru birden âyinesinde temessül ettirdiğinden inşâallah 7 cihetle şerif ve kudsî 7 Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâki bir rehber ve bir mürşid olacağını müjde eder. İnşâallah Nur’un Arabî Mesnevî’si bu davayı tam tasdik edecek.
Onbeşinci Nükte: Hafîz-i Zülcelal’in hıfz u himayetiyle Risale-i Nur’un risalelerine muvafık olarak mevkuf bulunan 120 küsur Nur talebelerinin mahrem evraklarında, dâhilî ve ecnebî muhalif komitelere intisab ile medar-ı ittiham olacak mevcud bir evrak bulunmaması gayet zahir bir himaye-i Rabbaniye ve bir muhafaza-i İlahiye ve İmam-ı Ali ve Gavs-ı Azam Radıyallahü Anhüma gibi zâtların Risale-i Nur’a aid keramet-i gaybiyelerini cidden teyid eden bir sıyanet-i Rahmaniye olduğunu ve bu büyük nimete karşı tahdis-i nimet yerinde hakikat yoluna hayatımızı feda ve vakfetmemiz lâzımgeldiğini beyan eden ve her şeyde rahmetin izini, yüzünü, özünü görmeğe çalışmağa teşvik eden belig bir nüktedir.
Onaltıncı Nükte: Risale-i Nur talebelerinin hapishane sıkıntısından dolayı birbirlerinin galiz sözlerine tahammülü tavsiye eder.
Onyedinci Nükte: فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا … اَخَذْنَاهُمْ âyeti ehl-i isyan hakkında nâzil olduğu halde, bir işaretle Risale-i Nur şakirdlerine müteaddid ve müessir ve kuvvetli verilen ders-i ihlasta nisyan edip ayrı ayrı hatalarda bulunmalarından اَخَذْنَاهُمْ ün cifrî tarihiyle gösterdiği 1352’de tutturulmaları ve lillahilhamd umumun elemine iştirak edip maddî ve manevî müdafaa ve yardım eden Risale-i Nur’un kudsî şahs-ı manevîsi ile ve sarsılmaz dehası ile bu kaza-i İlahîden hârika bir surette kurtulmalarına işaret eder.
Onsekizinci Nükte: Her başa gelen şeyin iki yüzü olup, biri kader-i İlahîye, diğeri insanın kesbine baktığını ve insanın kesbi zahir bir perde olup kader-i İlahî hikmet ve adalet ile mazi ve müstakbel vukuatıyla perde arkasında hükmettiğinden her şeyde dahi kader-i İlahîye rıza lâzım olduğunu tavsiye eden hikmetnüma bir nüktedir.
Ondokuzuncu Nükte: Kısa bir zamandaki küfre mukabil hadsiz bir Cehennem nasıl adalet olur sualine, kanun-u beşerin müvazenesiyle adalet-i İlahiye isbat edilip kâfiri esfel-i safilîne atan ve خَالِدِين de hapseden bir tahkiktir. Biayn-il hakikat tam bir müvazene-i adalet ve müskit bir cevabdır.
Yirminci Nükte:اِنمَّاَ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ âyet-i kerimesindeki yalnız emr ile icadının ve surelerin başlarındaki mukattaat-ı hurufların hasiyetlerine ve fezaillerine ve tesirat-ı maddiyelerine dair vürud eden hadîslerin fehme takribi için dört unsurdan hava unsurunun nefs-i insanda emir ve irade ile mübaşeretsiz fiil ve icad cihetiyle insanın ağzından çıkan bir tek kelime zamansız ve mekânsız, bir fırka asker kadar sünbül verip o fırkayı hareket ettirdiği gibi, aynı havanın herbir zerresi emr-i kün feyekûne karşı muntazam bir ordunun neferleri gibi kâinatta cereyan eden kudret-i İlahiye ve hikmet-i Sübhaniye ile o emr ayn-ı kudret gibi cilveler (cilveger) olduğunu müşahede ile tarif ve isbat edip asrın akılsız, yularsız, gemsiz mahluklarını gemleyip kendi fenleriyle kendilerini iskât eden ve insaf ve imana davet eden kıymetdar bir nüktedir.
Yirmibirinci Nükte: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet ve dest-i inayetle tanzim edildiğini, beş manidar tevafukat-ı latife ile isbat eder, gösterir.
Yirmiikinci Nükte: İki mühim ve herkese lüzumlu ve fıtratı bozulmamış herbir kalb-i selim ve vicdan sahibi daima kendi âyine-i hayatında hissedip görebileceği nüktedir.
Birincisi: Ahlâka dair olup insanı تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللّهِ mealindeki hadîs-i şerife mazhar eder.
İkincisi:
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ اْلمَتِينُ
âyet-i kerimesinin i’cazından süzülen bir mana ile beşerin en büyük ve hemen hemen umumî şeklini alan tahsil-i rızıkta şiddet-i hırs yüzünden şirk-i hafîye düşmekle beraber ibadeti terkettiklerinden rahmet-i İlahiye ve hikmet-i Sübhaniye ve ilham-ı Rahmanî ile beşeri tevekkül ve rızaya, teslim ve ricaya sevkeden ve Dâr-üs Selâm’a davet eden ve çoklar üzerinde hayırhahlığını ve tesirini gösteren bir iksir-i nuranîdir.
Yirmiüçüncü Nükte: Risale-i Nur’un mühim erkânından bir şakirdinin tarafgirane ve Risale-i Nur’a rakibane söylenen sözlere karşı tatlı ve şirin bir mukabele ve hakikatbîn bir tahkikî fıkradır.
Yirmidördüncü Nükte: Risale-i Nur’un müellifine şümullü ve rumuzlu bulunan bir kardeşin rü’yasıdır.
Yirmibeşinci Nükte: Risale-i Nur’dan iman-ı tahkikî dersini alan ve ebede namzed ruhunun neş’e ve sevinmesinden gelen zevk ile ona söylettirilen, elmas ve cevahir ile müzeyyen bir kardeşin fıkrasıdır.
Yirmialtıncı Nükte:
وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ اْلاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِى بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِى ظُلُمَاتٍ ثَلاَثٍ
âyet-i kerimesiyle koyun, keçi, manda ve deve gibi hayvanların maddî hilkatlerinden ziyade manevî her cihetle nimet olup semadan rahmet hazinesinden inzal edildiğini göstermekle her cihet-i istifadede nimeti nimet bilip şükür kapısını açan, herkese lüzumlu bir i’caz-ı Kur’anîdir.
Yirmiyedinci Nükte: اِنَّ النَّفْسَ َلاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ âyet-i kerimesinin ve اَعْدَى عَدُوِّكَ نَفْسُكَ الّتِى بَيْنَ جَنْبَيْكَ hadîs-i şerifinin meal-i kudsîleri ile insanın en zararlı düşmanı nefsi olduğunu ve düşmanı sevmek ve okşamak ve malına ve bahçesine koymakta ne kadar zarar ve bedahet derecesinde bir divanelik olduğu gibi; nefsini sevmek ve mal ve bahçesi olan a’mal-i uhreviyede tenbellik etmek ve neticesi soğuk hodfüruşluk ve tasannu’ ve tezellüle kapı açan riya gibi silâhlarıyla nefsini korumak ve karıştırmak kendi hanesini ihrak eden bir divane yerinde olduğunu ihtar ve inzar ile ihlas ve rıza-yı İlahîyi tavsiye eden ve esfel-üs safilîne giden insanın yüzünü a’lâ-yı illiyyîne çeviren çok mühim bir ders-i hakikattır.
Yirmisekinci Nükte:
لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِب دُحُورًا وَلَهُمْ
عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ اْلخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ❊
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
gibi âyetlere gelen şübehat ve itirazatı, bir sual ve cevab ve mühim bir temsil ile tefsir ve izah ile beraber mukadderat-ı kâinattan olan Cennet bir ağacın mukadderat-ı hayatını taşıyan çekirdeğinde dûrbîn gözlerin ağacı görmesi ve az bir fikirle meyveye vusulü nisbetinde mukadderat-ı kâinatın fihristesi ve menbaının mahzeni ve me’hazı olan küre-i arzda şecere-i kâinatın bir dalı olan Cennet’in her yerde bulunması ve meyvesinin yemesinin istib’adını izale edip hakkalyakîn gösterir. Hem en büyük bir hâdise olan hâdise-i Kur’aniye ve risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’la meşgul ve kâinatın ecram ve âlemlerinde kulak hırsızlığı yapan şeytanların hiçbir cihetle müdahale edemediklerini ve nübüvvet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün cinn ve inse şümulünü, şeytanların melaikelerle o yüzden mübarezelerini mu’cizane ilân etmekle bütün kâinata meb’us olduğunu gösterir, isbat eder.
Hâfız Ali
Rahmetullahi aleyhi biadedi hurufi mâ ketebehu âmîn.
Yirmidokuzuncu Lem’a-i Arabiye
Risalet-ün Nur’un içinde lisan-ı Cennet ve üslûb-u Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve tarz-ı Kur’an, bahşayiş-i rahmet ile meydan-ı zuhura gelerek Tefekkürname ismiyle müsemma olan Yirmidokuzuncu Lem’a-i Mübareke 7 bâb olup Birinci Bâb dahi 2 fasıldır.
Birinci Fasıl: Hazret-i Hızır Aleyhisselâm’ın mühim ve meşhur bir virdini havidir ki, marifet-i İlahiye ve tevhidin meratibinden 63 mertebeye işaret ederek o mertebelerin herbirisi vahdaniyeti ve vahdetin iktiza ettiği esma-i hüsnadan tecelli eden âsârıyla ef’alini ve ef’aliyle esmasını ve esmasıyla vücub-u vücud ve vahdetini isbat eder.
İkinci Fasıl: Ekser eazım-ı evliya ve bilhassa Gavs-ı Azam’ın (Radıyallahü Anh) her sabah okudukları لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْبَاقِى الدَّيْمُوم mâba’diyle beraber virdlerinin mebde’i olup ta’zim ve temcidin intac ettiği amîk tefekküratın çekirdeği hükmünde olan 99 mertebe-i tevhide bir sünbül-ü manevî veren meratibden 79 mertebesini münderic bulunan bu fasıl iki vecihle Zât-ı Akdes’e bakıp bir hazır ve meşhud vaziyetle şehadet eder manasıyla لِلّهِ شَهِيدٌ ile neticelenir, kalbe neş’e verir. Diğer cümle de biri diğerinin ardından gelip geçmesinden tezahür eden silsilesinin işaretine delalet eder manasıyla عَلَى اللّهِ دَلِيلٌ kaziyesiyle tamam olur, ruhu müstağrak-ı sürur u hubur eder.
Velhasıl: Bunlara mümasil birçok esma-i hüsna ve kelâmların delalet ettikleri maani-i hayretfezanın latif haşiyelerle donanmış münferid ve müstakil bir rehber-i hayat-ı bâkiyedir.
İkinci Bâb: Allahü Ekber cümlesinin meratibinden bahistir ki; ezan, kamet, namazların tekbiratı olan kelime-i tekbirin 33 mertebesinden ale-l ihtisar 7 mertebesini havidir.
Birinci Mertebe: وَ قُلِ الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ … الخره âyet-i celilesiyle ibtidar edip zerrattan seyyarata, ferşten arşa, semavattan teşahhusata kadar bu mertebede icmalen, meratib-i sairede tafsilen bil’umum mevcudat ile vücub-u vücud ve vahdet-i Bari’yi güneş gibi celî bir surette isbat ve şirkin 1000 derece mümteni’ ve muhaliyetini delail-i akliye ve nakliye ve berahin-i şuhudiye ve sübutiye ile gösterip muannidleri bile iskât ile insaf ve imana getirecek bir mahiyettedir.
İkinci Mertebe: Cenab-ı Hak Celle ve Alâ Hazretlerinin azamet ve kibriyasını Allahü Ekber lafza-i celalinin câmi’ bulunduğu kudret-i kâmilenin tezahüratı Hallâk, Alîm, Sâni’, Hakîm, Rahman, Rahîm gibi esma-i celile-i muhitanın tecelliyat-ı şamilesiyle hayvanat ve nebatat üzerindeki ihsanat-ı marufe-i Rabbaniye ve Rezzakiye ve onlardaki hayretbahş hilkat-i acibe ve san’at-ı garibe ve gözleri kamaştıran ve akılları hayran eden müzeyyenat ve münakkaşat ve daha lâyüadd velâ yuhsa sanayi-i Rabbaniye delail-i kat’iyye ile serdedilip Cenab-ı Hallâk-ı Azam Hazretlerinin vücub-u vücud ve vahdetini ilân ve isbat eder.
Üçüncü Mertebe: Allahü Ekber lafza-i celalinin mukteziyat-ı sairesinden
مُقَدِّرُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ ❊ مُصَوِّرُ الْكَرِيمُ اللَّطِيفُ ❊ مُزَيِّنُ الْمُنْعِمُ الْوَدُودُ ❊ الخ
gibi esma-i celile-i muhitasının âlem üzerindeki tecelliyat-ı hayretfezasını misilsiz bir izah, nazirsiz bir isbat ile tasvir ve tefhim edip cüz’î bir çiçeği, hasnâ bir kadını nazara havale eder. Bu mertebenin irae etmekte olduğu esma-i celile ve fevaid-i menfiyeyi muntazaman safahatıyla nazargâh-ı âmmeye açar. فَاعْتَبِرُوا يَا اُولِى اْلاَبْصَار der.
Dördüncü Mertebe: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud ve Feyyaz-ul Hayri Ve-l Cûd Hazretlerinin Allahü Ekber ism-i celilinin El-Adl-ül Âdil-ül Hakem-ül Hâkim-ül Hakîm-ül Ezelî esma-i mütecelliyesinin müştemilatını izhar ve şecere-i kâinatı inayet ve rahmetiyle kavanin-i âdet ve sünnetinin tanzimini intizamat-ı mer’iye ve meşhudenin şehadetiyle ve cilve-i esma ve sıfâtının iaşe ve terzikteki taltifatını inayet-i tamme ve rahmet-i vâsianın şehadetiyle aşk-ı sadık, incizab-ı zahir, terbiye-i kerim, intizam-ı mükemmel ve münasib vakitlerde muhtac-ı erzak olanlara enva’ının tekessürü ile umum hacetlerinin kazası ve hayt-ı vuslat olan ibadetlerindeki münacat ve füyuzatın ve vahdetle kalbin itminanını gibi pek çok lem’alar ile bir Hakîm’in vücud, vücub ve ehadiyet ve kudret-i kâmilesine şehadet ve delalet ettiğini ifham ve isbat ve nakş-ı hacra gibi silinmez bir kanaat ve emniyet bahşeder. (*)
Beşinci Mertebe: Cenab-ı Fatır-ı Akdes Hazretlerinin Allahü Ekber ism-i celalinden Hallâk-ul Kadîr-ul Musavvir-ul Basîr esma-i hüsnasının tecellisi, hem اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ… الخره âyet-i celilesinin delalet ettiği ecram-ı ulviye ve kevakib-i dürriye uluhiyet ve azametinin yekta bir bürhanı ve rububiyet ve izzetinin muhkem şahidleri bulunan semada sükûnet içinde sükût, hikmet içinde aslâ inhiraf etmez bir hareket, hem şemsin müstekarrında müstekırrane cereyanı ve kemal-i müsahhariyet ve mutavaatla âlemlere serptiği nur ve ziya ve feyezanı, hem kamerin tebdil-i mevasim için burçtan burca şuurdarane hareket-i intikaliyesi, elhasıl cemi’ mevcudattaki mevzun intizamlar, muntazam mizanlar, hikmet-i hassa-i zahire, inayet-i tamme-i bahire, takdirat-ı muntazama, mekadir-i müsmire, âcâl-i muayyene, erzak-ı mukannene, nutfeden vücud bulan insan cihazatıyla, yumurtadan husule gelen kuşlar cevarihiyle, tohumdan neşv ü nema bulan ağaçlar mütenevvi’ a’zalarıyla ve hâkeza umum eşyanın icadının gayet sühuletli tezahüratı vücub u vücud-u Vâhid-i Ehad ü Samed’e şehadet ettiğini ukûl-ü beşerin derecatına münasib çok zarafet ve nezaketle ve kanaat-ı tamme verir bir surette beyan eder.
Altıncı Mertebe: Cenab-ı Hâlık-ı Azam Hazretlerinin ism-i celili olan Allahü Ekber lafza-i celalinin mukteziyat ve müttesafatından Âdil-ül Hakem, Kadir-ül Alîm, Vâhid-ül Ehad, Sultan-ül Ezelî esma-i şerifesinin mevsufu ve bütün eşya kabza-i tasarrufunda olduğunu bunlardaki nizam ve mizanın İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin ünvanıyla iki bâb olduğunu ve İsm-i Evvel ve Âhir’in tecellisi mebde’ ve müntehaya bakarak asıl ve nesil, mazi ve müstakbel, emir ve ilim İmam-ı Mübin’e ve İsm-i Zahir ve Bâtın’ın tecellisi ise eşya üzerinde fâtıriyetin ve hallâkiyetin zımnında Kitab-ı Mübin’e işaret ettiklerini ve bu mertebede gösterilecek fevaid-i kesîrenin bir kısmı da Otuzikinci Söz’de izah edilmiş olup, burada da icmalen zikrolunduğu mukayyeddir.
Yedinci Mertebe: Cenab-ı Rabb-i Yezdan Hazretlerinin herşeyden ilmen ve kudreten ve rahmeten azamet ve ulüvv-ü şanını Hallâk-ul Fettah, Fa’al-ül Allâm, Vehhab-ül Feyyaz esma ve sıfât-ı İlahiyesiyle kâinat enva’-ı mevcudatıyla Hâlık-ı Azam’ın nur-u cemalinin tecelliyatını ve ef’al ve kemalinin inkişafatını izhar ve bu esma-i mübarekenin dûrbînleriyle mevcudattaki gûna-gûn cilveleri altında ef’al-i İlahiye ve âsârına nazar-ı ibretle bakılmakla Müsemma-yı Zülcelal’e intikal ve kesb-i ıttıla’ edilir diye gayet güzel beyan eder.
Üçüncü Bâb üç fasıldır:
Birinci Fasıl: 12 perde perde üstünde ve 15 delil delil içinde bir bürhan-ı bahirdir. Bir çiçekten tâ Şecere-i Tûbâ’ya kadar muhtelif nağamat ve mütenevvi’ lemaat ile Nakkaş-ı Ezelî ve Ebedî’yi akıl ve kalbe gösterir. Aklın gözünü açtırır, kemal-i intibahla Sâni-i Zülcelal ve Fatır-ı Zülkemal’e baktırır.
İkinci Fasıl: Bütün masnuatın ve cemi’ mahlukatın ve umum mevcudatın tarifat ve tavsifat ve tesbih ve senasıyla cemi’ zîhayatın tahiyyat ve cemi’ evrak-ı mühtezze-i zakirenin tahmidatıyla Cenab-ı Rabb-i İzzet’i zikir ve bu delalet-i vecihle ibadete zikir ve şükre abdin ne kadar muhtaç, ne kadar müstehak olduğunu Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve tarz-ı üslûb-u Nebiyy-i Zîşan (ASM) ile telkin ve tavsiye eden bir define-i hikmet ve hazine-i rahmettir.
Üçüncü Fasıl: Şeriksiz, vezirsiz, şebihsiz ve nazirsiz Sultan-ı Ezelî ve Ebedî olan Bari Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin herbiri ayrı birer bürhan-ı vahdaniyet olan esma ve sıfât-ı İlahiyesinin tecelliyat-ı mesrudesiyle ve berahin-i muhkeme ve mersunesiyle ehl-i dalalet ve kervan-ı tabiat ve hammal-ı belâhet ve kafile-i hamakatla firavunane ihtiyar ve nemrudane iltizam, haccacane ictisar etmekte oldukları enva’-ı şirki def’ u reddederek Allahu Zülcelal’i takdis ve tenzih ve müstehak olduğu tesbih ve ta’zim ve temcidin vücubunu talim ve tarif eder.
Dördüncü Bâb iki makamdır:
Birinci Makam: Allahu Azîmüşşan’ın vücub-u vücud ve vahdaniyetini ve Resul-i Zîşan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvet ve risaletinin hakkaniyetini ism-i azam ve esma-i hüsna, melaike-i ulya ve mahlukat-ı şetta, cemi’ enbiya-i uzma ve cemi’ evliya-i kübra ve cemi’ asfiya-i ulya, hesabsız âyât-ı mükevvenat ve cemi’ masnuat-ı müzeyyenat ve cemi’ zerrat-ı kâinat gibi lâakal 10 ehemmiyetdar bürhan-ı elmasmisal ile isbat edildiği gibi, daha birçok delail-i kat’iyyeyi câmi’ bir bahr-i umman-ı hakikattır.
İkinci Makam: Bu makamın herbir kelâm ve kelimesi risalet-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletinin ayrı ayrı birer deliline işaret ettiği gibi, Kur’an-ı Mübin’in en büyük mu’cize-i nübüvvet olduğuna dair sâdır olan bürhanlara ve Habib-i Zîşan (ASM) hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan her ikisi de vahdaniyet-i İlahiyeye gayet parlak delil olarak bu makamda gösterilmiştir.
Beşinci Bâb beş nüktedir:
Birinci Nükte: (Haşiye)حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ in mertebelerine dair olup zîşuurun ekseriyetle meftun ve merbut oldukları fâni dünyanın fâni, zâil, âfil mahbublarını, hem vefasız, kararsız, rü’yamisal olduğunu delail-i muknia ve berahin-i kat’iyye serdiyle o kararsız mahbubları hakikî zannederek yanılanları ikaz ile der: Mevcudatın zevalinde be’s yoktur. Hem masnuatın zevalinden mahzun olma. Hem zeval-i mülkten müteessif olma. Hem mahbubun gaybubetinden mütehassir olma. Hem zahirî müşfik ve mün’imlerin zevaline ehemmiyet verme. Hem zahiren şefik ve latiflerin zevaline acıyıp yanma. Zira onların sâni’i, fâtırı, mâlik-i bâkisi, şahid-i âlimi bâkidir ve onlar o şahid ve nâzır-ı hakikînin daire-i ilmindedirler. O şahid ve nâzır-ı hakikî ise ebedîdir, bâkidir tarzında sâdır olan belig hitabe i’cazkâr senedler ve hakikatlarla parlak bir cadde-i kübra-yı salah ve felahı fetheden ebvab-ı cinandan nevvar ve ziyadar bir bâbdır.
İkinci ve Üçüncü Nükte: Şahs-ı insan bütün eşyadan alâkalarının kat’ı ile mukabilinde istinadgâh olarak Bâki-i Hakikî’yi bularak teessüf, teessürden ve teellümden feragat ettikten sonra kendi vücudunun zevalini birrıza imza etmeğe arzu ve temayül gösterip bâki bir zâta mal ve saadet-i ebediyeye namzed olmak, hem ister istemez er-geç başa gelecek bir vakıadan ürkmek ve müteessir olmak faidesiz olduğunu ve insaniyete lâyık olmadığını ihtar, hem zîhayatın mevt ve zevali birçok vücudları meyve verip arkaya bırakır, sonra menziline gider. Binaenaleyh zahiren fâni iken çok cihetlerle bâki kalacağını temin ile nev’-i beşeri hem mevte razı eder, hem habl-i İlahîye ilmelyakîn ile rabteder.
Dördüncü Nükte: Zîşuura Allah kâfidir. Fâni şeylere lüzum yoktur. Zira insana yoktan vücud şeklini giydiren, insan suretini takan, göz, kulak gibi kıymetdar hasseleri ihsan eden, cisimde iki mühim uzuv olan lisan ve cenanı derceden, bütün cihazat-ı hayat ve maneviyat ve letaifi tecelliyat-ı esma-i İlahiyesiyle, cemil rahmetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, latif hikmetiyle ihsan eden o Hâlık-ı Kerim ve Rahman-ür Rahîm’dir. Binaenaleyh her şeyden kat’-ı nazarla ancak Rabbim bana kâfidir demeğe sâik ve mefhumu her şeye lâyık ve her an ahkâmıyla amel etmeğe muvafık, lahutî bir nükte-i mühimmedir.
Beşinci Nükte: Zîşuur halen ve kalen ve müteşekkiren “Hasbiyallah” demek mecburiyetindedir. Çünki ademden vücuda getirip, hayat nimetiyle mütena’im ettiği gibi, enva’-ı hayvanat meyanında efdal olarak insan yaratan ve insanlar içinde iman sıfatıyla müşerref kılan ve Resul-i Zîşan’ına (ASM) ümmet olmayı müyesser eden ve kendi mahluku olan bahtiyar vücudu iman ve Kur’an yolunda çalıştıran, hem muti’ ve münkad olanlara Cennet gibi nazirsiz bir mükâfat veren Cenab-ı Hannan-ı Mennan’ın kabza-i ebvab-ı rahmetine sarılmanın lüzum-u vücubunu hakkıyla gösterir kıymetdar bir nüktedir.
Altıncı Bâb: وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيم kelime-i kudsiyesinin füyuzatına 31 vecihle ilticaat-ı zaruriyeden muhtasar bir vechinin fehmedebildiğim cümleleri:
Yâ İlahî! Nihayetsiz fakrım ve aczim, zerreden zaîf ihtiyarım ve iktidarım, dakika gibi ömrüm, kısa şuurum, kasîr hayatım, gayet harîs ve âfil kalbim, istinadsız kabir tarafına seyelânım seri’ bir surette acz ve za’fımla iktidar ve ihtiyarımdan feragat ve teberri ve senin havl ve kuvvetine sığınıp iltica ediyorum. Beni gaflet ve dalalette bırakma. Acz ve fakrıma rahmet eyle. Kalbim müteellim, ömrüm zayi’ oldu. Sabrım yok, fikrim mağmum. Sen Âlim-üs Sırrı ve-l Hafiyyat’sın, Allâm-ül Guyub’sun, Gaffar-üz Zünub’sun. İhvanımla maan gumum ve hümumumu sürur u hubura tebdil eyle, usrümü yüsre tahvil eyle, gibi beşerin fıtraten Hâlık-ı Kerim ve Rabb-i Rahîm’ine ne derece muhtaç olduğuna bir nümune olup, sair 30 vecihle tazarruat ve niyazatın bilkıyas anlaşılacağı aşikâr olup şu Bâb-ı Sâdis’in ihsanı vasi’ bir hazine-i rahmet olduğu muhtac-ı izah değildir.
Yedinci Bâb dokuz noktadır:
Birinci Nokta: Cihat-ı sitteye ârız olan zulmet, ye’s ve füturu izale eder. Şöyle ki: Sağ cihet mazidir. Dalalet gözüyle bakılsa mezar-ı ekber görünür. Halbuki sırr-ı iman ile zulmet zayi’ olur, münevver bir meclise inkılab eder. Sol taraf ki, müstakbeldir. Sureten muzlim ve muvahhiştir, kabre nâzırdır. Nur-u iman ile ziyafet-i Rahmaniyenin güzergâhı olan cinan-ı müzeyyeneye intikal eder. Üst taraf ki, âlem-i semavattır. Felsefe nazarında tevahhuş ve tedehhüşü mûcib iken, nur-u iman ile insana karşı güler yüzlü, taravetli, halâvetli, nevvar lem’alarla şefaatbahş ruhanîler ve nuranîler makamı ve dest-i teavünü uzatan feriştehler makarrıdır. Alt taraf ki, zemindir. Bu dahi felsefe-i dâlle indinde vahşet verir. Zira bütün mahlukat ve bilhassa insan hemcinslerinin zahiren zeminde çürümekte olduğunu hisseder. Nur-u iman ile bakılırsa enva’-ı lezaiz ve mat’umatla memlû ve mücehhez ve zîruha müsahhar çok mühim bir sefine-i İlahiye olduğunu, hem bera-yı seyahat o gemiye gelen nev’-i beşeri ve cins-i hayvanı alıp gezdirip, bâki bir menzile azimet için teshir edilmiş bir konak mahalli olduğu fehmedilir. Karşı taraf ki, cebhedir. Ehl-i gaflet nazarında umum zîhayatın sür’atle gidip kaybolduğu i’dam-ı ebedî kuyusudur. Fakat nimet-i iman yâr olursa o makam i’dam-ı ebedî değil, dâr-ı fenadan dâr-ı bekaya intikal ve mahall-i zahmet ve meşakkatten mahall-i rahmet ve rahata terfi’ ve mekân-ı hizmetten makam-ı ahz-ı ücrete terakki mahalli olduğu zahir olur. Arka taraf ki, ehl-i gafleti şaşırtır. Nereden gelip nereye gideceğini düşündükçe tahayyürde kalır. Lâkin nur-u iman inkişaf ettikçe Sultan-ı Ezelî’nin memur-u muvazzafları alâmet-i fârika ile dâr-ı imtihandan ahz-ı ücret dârına gitmek için hazır olma mahalli, içtima’ yeri, bekleme salonu olduğunu derkederek ehl-i gaflet ve dalaletin efkâr-ı bâtılasını altı cihetle redd ve nur-u imanı tecelli ve inkişaf ettirir.
İkinci Nokta: Nur-u iman Cenab-ı Hakk’a ârâmsız hamd ü senayı iktiza eder. Beşer nur-u iman sırrıyla zaman ve mekân-ı hazıranın tazyikatından tahlis-i giriban edip vasi’ bir âleme mâlik olur. Bütün âlem mü’min için o mü’minin müstakil bir hanesi ve bir me’vasıdır. Hem mazi, hal, müstakbel, mü’minin kalb ve ruhu için bir makarr-ı ebedî bulunduğunu en selis beyanatla izah eder.
Üçüncü Nokta: Beşer acz ve za’fıyla kesretli a’dasına galebe ve gayet fakrıyla hadsiz hacatını temin gayesiyle nokta-i istinad ve istimdad arar. Buna yegâne çare, imanla münevver ve mücehhez olmasının fıtrî ve insanî olduğunu ve illâ kalb ve ruh ve vicdanın ebedî muazzeb olacaklarını kanaatbahş bir surette tefhim eder.
Dördüncü Nokta: Zîşuurda imanın meyvedar bir ağaç gibi olduğunu, nasılki semeredar bir ağacın bâki mâliki olan zât, ağacın meyvesinin zevaliyle müteessir olmayıp daimî meyvedar ağacına istinad ve itimad ile müteselli olduğu gibi, iman-ı kâmil dahi fâni vücudu iman ile bâki ve her türlü mahuf şeylerden siperi ve umum arzu ve ümidlerine muvaffak eder olduğunu telkin eder.
Beşinci Nokta: Nimet-i imanın ebeden hamd ü senayı iltizam ettiğini ve ehl-i gaflet ise bütün mevcudatı her an menfaat-ı maddiyesini göremediği takdirde düşman ve muzır tanıdığı kat’î ve hakikattır. Çünki ehl-i gaflette ve ehl-i dalalette cemi’ evkatta rabıta-i iman olmadığından alâka-i uhuvvet yoktur. Onların münasebetleri muvakkat olup hazır zamana münhasırdır. Tûl-i müddet alâkaları hiç hükmünde olup cüz’î bir infial ve hafif bir iğbirar o imansız alâka ve münasebeti silip zîr ü zeber eder. Ehl-i imanın ise اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ sırrıyla uhuvvet ve vefaları daimîdir. Mebde-i maziden münteha-yı istikbale kadar imtidad ettiğinden nur-u imanın saadet-i dareyne vesile olması hasebiyle mûcib-i hamd ü sena olduğunu muvazzahan isbat eder.
Altıncı Nokta: Nimet-i iman ile dünya ve âhiret mütenevvi’ nimetlerle donanmış bir sofra gibi olduğunu ve mü’min imanla zahirî ve bâtınî hasseleriyle o sofralardan istifade eder. Çünki iman sahibine nisbeten güneş bu dünya hanesinde bir elektrik vazifesini gören ciddi ve sebatkâr bir arkadaş ve yolculuğunda munis bir yoldaş hükmünde olduğundan, daire-i istifadesi semavattan geniş olduğunu وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَ الْقَمَرَ ilh… âyet-i celilesiyle istidlal ederek kâmil imana mâlikiyete teşvik ve tergib eder.
Yedinci ve Sekizinci Nokta: Zât-ı Ecell-i Akdes’e değil nev’-i beşer belki kitab-ı kebir tesmiye edilen kâinat bütün ebvab ve fusul, sahaif ve sutur ve umum kelime ve harfleriyle herbiri takdir-i nisbîsi ile Nakkaş-ı Ezelî’nin kendi üzerlerinde lemaan eden esma-i hüsnasının mazhariyetleri mukabilinde nihayetsiz hamd ü sena ve tesbihatını talim ve tarif eder.
Dokuzuncu Nokta: 1001 esma-i İlahiye-i celilenin tecelliyat-ı külliyesiyle âlemleri müstağrak-ı nimet ve feyz-i bereket eden Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ebedî ve daimî tesbih ve tahmide, ta’zim ve şükrana zîşuurun medyun bulunduğu ezelden ebede kadar umum zamanların dakikalarının âşiratıyla dünyanın mebdeinden müntehasına kadar zerrat-ı kâinatın hasıl-ı darbı adedince tesbih ve tahmid ve senayı irae eden bir tarîk-i âliye-i vâsiayı açarak, mahluku Hâlıkına rabteden bir mev’iza-i belâgatkârane ile nev’-i beşeri fikren ve ruhen terakki ve teâlîye müşevvik ve çok vasi’ bir mülahazat safhası açarak matlub ve maksudun Kadıyü-l Hacat tarafından kabule mazhariyeti için şümullü ve makbul şerait içinde mühim bir dua ile nihayet bulur.
وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى
اَلْحَمْدُ لِلّهِ وَحْدَهُ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنْ لاَ نَبِىَّ بَعْدَهُ اما بعد فقد قسم بعض رسالة النور بتقسيم الاعمال و ودع لى
كتاب التفكرنامه لتحرير فهرستته فطالعت على قدر الاستطاعة فاذا فيه حقائق منيفة و حكم وفيرة و فوائد كثيرة
و انا عاجز لفهمها حقًّا و اعيد لى مؤلفها لافتتاح حقائقها فاقول جزا اللّه تعالى المؤلف خيرًا كثيرًا و اسكنه مع طلبة
رسائل النور و رفقائهم بفضله جنة النعيم بالدار الآخرة انه هو اهل التقوى و اهل المغفرة آمين آمين آمين بحرمة سيد المرسلين
M.Sabri
(Rahmetullahi Aleyhi biadedi hurufi Risale-in Nur)
Birinci Şua
1350 tarihinden sonra, gözleri kamaştıran ziya-i faaliyetiyle nev’-i beşerin mühim bir kısmını kendine teshir eden ve edecek olan Risale-i Nur Külliyatından Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şuaı İşarat-ı Kur’aniye olup, bu Şuaın fevkalâdeliğini gösteren ve sisli bir asırda semlenmekte olan nev’-i beşeri i’dam-ı ebedîden alıp hayat-ı bâkiyeye ve boğucu bir zulmetten çıkarıp halaskâr bir nura atlatan ve Risale-i Nur ismiyle müsemma kılınan Külliyat-ı Nuriye’ye manen ve makamen ve cifren bakan ve böyle müşevveş bir zamanda o Nur’un intişarını ve kıymetini sarahat derecesinde haber veren 33 âyât-ı Kur’aniye bu risalede münderiçtir. Yalnız 5 âyet nümune olarak bu fihristede dercedildi.
Birincisi: وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاّ اللّهُ وَالرّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ… الخره âyeti olup, manen Risale-i Nur’u gösterdiği gibi makam-ı cifrîsi dahi 1344 olmakla bu tarihte Risale-i Nur’dan daha ziyade bu vazife-i kudsiyeyi müşkil şerait içinde ve ağır tazyikat altında sebatkârane îfa eden başkası görülmediğinden ve Kur’anın müteşabihlerini ehl-i ilhad hilaf-ı hakikat tevilat ile tahrife başladığı hengâmda, hakikî bir taife Kur’anın müteşabihatını vaktinde ve yerinde tefsir ve tabir ettiklerinden Kur’an onlara birkaç cihetlerden hasr-ı nazar eder.
İkincisi: اِنَّ حِزْبَ اللّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ Şu âyet 1350 olan makam-ı cifrîsiyle ve gayet mu’ciz ve mûciz olan manasıyla o tarihleri müteakib ehl-i ilhad ve dalaletin tecavüzatlarından ârız olacak yılgınlığı ref’ u izale ve Risale-i Nur naşirinin galibiyetiyle neticeleneceğini çok hakikatdarane hoş bir eda ile nazargâh-ı âmmeye vaz’ ediyor.
Üçüncü âyet: وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى اَوْ عَلَى سَفَرٍ… الخره Şu âyet ahkâm-ı zahiresiyle şeriat-ı garra-i Ahmediyenin (ASM) taharete müteallik bir mes’elesini beyan etmekte olup, makam-ı cifrîsi de bid’at ve dalaletin hemen tekemmül etmekte olduğu 1357 tarihine tevafuk ile kemalin zevali sırrına mazhariyetle beraber şimdiye kadar ne görülmüş, ne işitilmiş, ne bilinmiş (tabir hata değilse) bâkir bir manasını yâr u ağyarın bilâ-itiraz şu zamanda itiraf edecekleri ve kat’iyyen inkâra mahal bulamıyacakları gayet hikmetdar ve kıymetdar bir mahz-ı hakikat olarak çok ehemmiyetli şu asrın bir vechini açar. Ve gayet merakâver olmakla mütalaaya lâyık ve sezadır. Hem şu devirde bir cihette mana-yı işarîyle nazar-ı Kur’an Risale-i Nur’a tam bakar gibidir. Demek mübalağa değildir, belki hak ve ayn-ı hakikattır.
Dördüncüsü: Beşinci mertebedeki اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا َيمْشِى بِهِ فِى النَّاسِ âyetidir ki, pek zahir bir işaretle hem cifir, hem manaca Risale-i Nur’a ve tercümanına bakar.
Beşincisi: Birinci Mertebedeki Âyet-ün Nur olan
مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ َاْلمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ… الخره
ki cifrî ve mana cihetinde 10 vecihle Risale-i Nur’a bakar ve baktırır. Diğer üç-dört âyet de Risale-i Nur’un sadık şakirdleri ehl-i Cennet olacaklarını ve imanlarını kurtaracaklarını ve imanla kabre gireceklerini müjdeli işaret veriyorlar. Bu Birinci Şua Risalesi bir derece setredilmesi ve izhar edilmemesi tavsiye edildiğinden, bu kısacık nümune ile iktifa edildi.
M.Sabri
(Rahmetullahi Aleyh)
İkinci Şua
Bu Şua, esma-i Rabb-ül Âlemîn’den Allahü Ehad ism-i celilinin inkişafıyla Otuzuncu Lem’a olan ve Sekine tabir edilen Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs esma-i azîmesinin Yedinci Nüktesi olarak gayet mühim akaid ve delail-i İslâmiyeyi ve esrar-ı imaniyeyi havi bir risale olup, 3 makam 3 meyve 3 muktezi 3 hüccet 1 hâtime olarak tanzim ve tekmil edilmiştir.
Birinci Makamın Birinci Meyvesi: Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin cemal-i İlahîsi ve kemal-i Rabbanîsi ancak tevhid ve vahdette tezahür ettiğini makul ve mütesanid bir şekilde iddia ve isbat ile akl-ı kâmil ve kalb-i selim sahiblerini hayran edecek bir i’caz ve îcaz ile, mahluka Hâlıkını re’y-ül ayn derecesinde tanıttıracak bir makamda bir ders-i hikmettir.
İkinci Meyve: Bu meyve dahi kâinatın zât ve mahiyetinden bahisle مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ sırrıyla kâinatın icmal edilmiş bir nümune-i acibesi olan nev’-i insan “Kendisini bilmekle Rabbisini bilir” ferman-ı Nebevîsi tam şu zamanda derdlere derman olacak bir tertibde tastîr edilmiştir. Nev’-i beşer sebeb-i hilkatiyle hem sair zîruhların fevkinde akıl, vicdan, kalb ve ruh gibi mühim techizatla küre-i arza sultan olduğu halde, bazı insan suretini takınan akrepler Zât-ı Bari hakkındaki küfr-ü mutlaklarıyla o kadar çıfıtlık gösteriyorlar ki, âdeta bütün kâinatı ve bilhassa kendi vücudlarını inkâr ediyorlar. Bu gibi mühlik ve sekametli bir uçurumdan gidenlere gayet müstakim bir yol ve son derece şavklı bir cadde ve bâki bir hayata ve saadete mazhar olmak isteyen ashab-ı şuur şu meyveden müstefid olmakla ebedî bir hayat kazanabilir.
Üçüncü Meyve: Mahlukattan zîşuur olan insana bakar, der ki: Ey Âdemoğlu! Sen mahlukatın en nazenin ve pek mükerrem ve mükemmelisin. Çok mes’ud ve mümtaz olmak, tâ ebede kadar elini yetiştirmek ve temin-i istikbal-i ebedî etmek ve Hâlık-ı Âlem’in muhatabı, hem dostu olmak istersen, Zât-ı Ehad ü Samed olan Cenab-ı Rabb-ül Âlemîn Hazretlerine tevhid ile tam i’tisam eyle. Ve illâ zîhayat ve zîruh içindeki imtiyazın, kemal ve saltanatın bâd-i heva olup, mahlukatın pek bedbahtı ve mevcudatın çok süflîsi ve hayvanatın en bîçaresi ve zîşuurun en hüzünlü ve gamlı ve elemlisi ve azablısı olacağını delail-i akliye ve nakliye ve kat’iyye ile tefhim ediyor.
İkinci Makam üç muktezidir.
Birinci Muktezi: Tevhid ve vahdaniyeti aklına sığdıramayıp kabul edemeyen, bilakis şirk içine hah nâ-hah girenlere der:
Her fiil, bir fâil ister. Hâkim-i münferidliğin şe’n ve muktezisi istiklal ve başkasının müdahalesini reddetmektir. Bir tek işde müstebidane iki âmir-i hâkim bulunamaz. Bulunsa ihtilal başlar, intizam bozulur, herc ü merc olur. Temsilleriyle nur-u vahdeti akıl ve kalbin merkezinde Ay gibi parlatır, Güneş gibi şualandırır bir kimya-yı saadettir.
İkinci Muktezi: Vahdaniyeti kabulde akıl ve ruha son derece bir sühulet ve şirkte müşkil bir suubet bulunmasıdır. Çünki göz önünde olan hayvanat ve nebatatın ihya ve imatesi kendi kendine hem dava, hem delildir. Bunlarda hiçbir kimsenin tesiri olamadığını ve bu ef’alin sırf bir emr-i Rabbanî ile olduğunu takdir ve tasdik edemeyen şeklen insan olanlar kendi vücudlarını divanece nefy ü inkâr etmişlerdir. Bütün mevcudatı adem-i zahirîden vücud-u hariciyeye çıkaran Zât-ı Bari’ye intisab ve istinad, bir neferin bir kumandan-ı azama intisab ve istinadıyla arkasındaki küllî kuvvetlere dayanarak tek başıyla bir müşiri esir ve bir şehri tehcir ve bir kal’ayı teshir ederek hârikulâde bir eseri gösterdiği gibi, Kadîr-i Mutlak’ın meşiet ve iradesiyle bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı mağlub etmesi, akıl ve ruhu kendine yâr olanlar için sarsılmaz bir bürhan, feshedilemez bir ferman olduğunu vâzıhan irae eder.
Tevhidin Üçüncü Muktezisi: Herşeyin hilkatinde hususuyla zîhayat masnu’ların evsaf ve eşkalindeki alâmet-i hârikulâde o kadar acibdir ki, küçük bir çekirdek bir meyvenin, bir meyve bir ağacın, bir ağaç bir nev’in, bir nev’ de dolayısıyla kâinatın küçük bir nümunesi, bir misal-i asgarı, bir mücmel ve muhtasar fihristesi olduğunu ve bunlardan herbirinin lisan-ı hal ile “Beni kim yarattı, yoktan var etti ise bütün enva’-ı ecnasımı da o hâlık halketmiştir.” davasını derece-i sübuta îsal ettiğini kanaat-ı tamme bahşeder bir halde beyan eder.
Üçüncü Makam
Vahdet-i Bari’nin tahakkukuna dâll olan hadsiz hüccet ve alâmetlerden üç hücceti beyan eder.
Birinci Hüccet ve Alâmet: وَحْدَهُ kelimesinin tecelli-i tammı ile herşeydeki birlik, bu dava-yı vahdeti takviye ve teyid eder. Meselâ: Küre-i Arz’ın senevî hareket-i devriyesi bidayet-i hilkat-i arzdan tâ kıyamete kadar bir siyakta yürümesi; keza Kamer’in ve Şems’in devr ü cereyanları, insan ve sair hayvanatın teşekkülât-ı bedeniye ve cismiyelerindeki cihazatça yeknesaklığı, kezalik enva’ ve esnaf-ı nebatatın şeklen ve halen bir olması gibi binler birlikler, onların Fâtır-ı Akdes ve Kadir-i Zülkemal’inin bir olması hususiyetine delalet ettiğini hayretefza bir üslûb ile tasvir ve tefhim eder.
İkinci Alâmet ve Hüccet: لاَ شَرِيكَ kelimesinin müfad ve netaicidir. Evet herşeydeki intizam-ı tamm ve hakikî bir mizan ve mükemmel bir ittihad, لاَ شَرِيكَ kelimesini tasdik ve te’kid etmektedir. Zira şirket, bütün ahval ve ef’alde dahi vahdete mübayin ve münafîdir. Şirket, vahdetin iktiza ettiği birlik sikkesini nakzeder. Halbuki herşeyde güneş gibi zahir olan birlik ve hiçbir suretle kabil-i inkâr olamıyan ihsanat-ı Rabbaniye لاَ شَرِيكَ kelimesine bakan münasebet-i hakikiyeyi mutabakat-ı tamme ile vahdet-i Bari’yi izhar ve tavsif etmekte olup, bu bâbda vârid olan iki sualden birincisi:
Zîhayatta bulunan musibetlerin, hastalıkların, beliyyelerin ve ölümlerin hüsün ve cemal neresindedir? İtirazına karşı, herşeyin kıymeti, ehemmiyeti ve hassası ancak zıdlarıyla tezahür ve tebarüz ettiğini, ezcümle: Ziyanın kıymeti, ehemmiyeti ve hassası karanlıkla, ateşin lüzumu ve ehemmiyeti soğukla, iyilerin ve hüsn-ü ahlâk sahiblerinin yüksek dereceleri, fenaların ve ahlâksızların vücuduyla zahir olarak iktisab-ı kıymet ve ehemmiyet ettikleri gibi; sureten çirkin ve bed görülen mesaib ve beliyyat ve vefiyat, selâmetin, saadet ve hayatın âyineleri olup manen hüsn ü cemal ifade ettiğini_
İkinci Sual: Birinci sualin cevabı umumî surette şâyan-ı kabul olsa madem ki Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Alel’ıtlak nasıl olur ki ferdleri ve şahısları musibete, şerre ve çirkinliğe mübtela eder? Sualine karşı esma-i hüsnanın hadsiz ve kayıdsız cilvelerine hadsiz ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî kavanin ve âdetullah düsturlarının umumî kanunlarının şâzlarıyla, hem şerli cüz’î neticeleriyle ibtila etse de o cüz’î şerler ve ibtilalar o kanunların cereyanlarının cüz’î muktezaları olduğu cihetle elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve îcabına riayet etmek o kanunların muktezaları olmakla beraber o cüz’î elîm neticelere karşı dahi Hâlık-ı Zülcemal Hazretleri imdadat-ı hassa-i Rahmaniyesiyle ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniyesiyle mesaibe giriftar olanların istigaselerine yetiştiğini ve Fâil-i Muhtar olduğunu gösterdiğini etraflı delail-i mesrude ve hüccet-i katıa ile isbat edip, cüz’î insaf ve imanı olan insanları dahi teslimiyete mecbur eder.
Üçüncü Alâmet ve Hüccet: Lâ-yetenahî bir sikke-i tevhidلَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ kelimeleridir. Evet bu kelimeler cüz’î olsun, küllî olsun zerrattan seyyarata kadar herşeyde öyle sarih bir sikke-i tevhid ve vahdaniyet var ki, dünya ve mafiha kadar herşeyde aşikâre bir surette Mâlik-ül Mülk’ü irae ve tasarrufatını ilân eder. Zira o taifelerin erzak ve elbisesi, talimat ve terhisatı cihetinde mer’î ve meşhud olan kemal-i intizam ve hüsn-ü idare has bir sikke-i tevhid olduğu gibi, insan ve sair hayvanatın yüzüne sair ebna-yı cinsleriyle beraber alâmet-i farika olmak üzere konulan sikke-i tevhid ve hâtem-i ehadiyet çok parlak bir mühr-ü vahdet olduğunu serd ü beyandan sonra der:
“Ey insan-ı gafil! Düşün, âgâh ol, dikkat et! Makamların, meyvelerin, muktezilerin hüccet ve alâmetlerini nazar-ı dikkate al. Bu âlemde tasarruf eden ve hallâkiyetini ve rahmaniyetini ve hakîmiyetini her nev’ mahlukatına in’am ve ihsanatıyla tanıttırıp kendini sevdiren bir Hâlık-ı Kerim ve Kadir-i Hakîm azamet ve kudretine nisbeten bir bahar kadar kolay olan haşri vukua getirmeyerek bir dâr-ı beka ve saadeti açmayıp bütün hikmetlerini ve rahmetlerini ve kemalât-ı rububiyetini inkâr ettirsin. Hâşâ, yüz binler defa hâşâ!” kelâm-ı takdis ve tenzihi ile zaman-ı hazırın, hususuyla akide-i mü’minînin akaid-i imaniyelerindeki pek vahîm ve elîm tahribatı bir kat daha tamir ve tahkim ve takviye ve tarsin eder.
Hem haşirde ruhun cesedine iadesine ve her ferdin bir anda içtimaına dair üç mühim temsili îrad ile re’y-ül ayn derecesinde isbat ve daha bunlara mümasil birçok ihya misallerini ihtiva eder.
Bu bâbda diyebilirim ki: Siracünnur’un her biri mahbubiyette tufuliyetini, faaliyet ve cevvaliyette şebabiyetini, kuvve-i tesiriye icra ve infaz cihetinde şeyhuhetini mana-yı tammıyla eda ve îfa eder. Nazirsiz bir güldür, Furkan’ın bağından gelmiş bir bülbüldür.
Sabri
(Rahmetullahi Aleyh)
Üçüncü Şua
Cenab-ı Hakk’a ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisab-ı marifet ederek ubudiyetin kema hiye hakkıhâ iktiza ettiği acz ve fakr-ı tammı izhar ederek dergâh-ı İlahiyeye iltica ve huzur-u Rahman’a takarrüb gibi mezaya-yı insaniyeyi bihakkın talim ve dünya ve mâfihaya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiya Aleyhi Ekmel-üt Tahâyâ Efendimizin münacatından ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır 700 aded âyâtından me’huz, nazirsiz şu münacatın menba’-ı manevîsi başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adideden bir âyet-i celile, sâniyen Cevşen-ül Kebir’in 1001 esmasından hilkat-i mevcudat ile münasebetdar birkaç ukdelerinden, sâlisen “İlim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Kerremallahü Vechehu ve Radıyallahü Anh’ın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud-u Vâhid-i Ehad’ı isbat ettiği muhteşem bir hitabeyi mukteda bih ittihaz ederek mevzu’ ve gaye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevsi’ eder ki, bu hakaike aid takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup yalnız mükerreren sâdır olan emre mutavaat niyet ü kasdıyla şüru’ edilen şu fihristte deriz:
Birinci fıkrada semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemal-i faaliyet Ma’bud-u Bilhak olan Vâcib-ül Vücud Vâhid-i Ehad’e delalet ettiğini_
İkinci fıkrada fezanın bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayretfezası yine Mezkûr-u Biküllilisan olan Vâcib-ül Vücud Vâhid-i Ehad’e dâll bulunduğunu_
Üçüncü fıkrada unsurlar sair müştemilâtıyla ve küre-i arz umum mahlukatıyla ve teferruatıyla_
Dördüncü fıkrada edille-i sâbıka gibi denizler, nehirler, pınarlar Maruf-u Bikülliihsan olan Vâcib-ül Vücud Vâhid-i Ehad’e delalet ettiğini_
Beşinci fıkrada geçen şehadat gibi dağlar zelzele tesiratından zeminin muhafaza ve sükûnetine ve içindeki inkılabat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilasından halâsına, hem havanın muzır gazlardan tasaffîsine ve suların iddiharına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet ettiğini_
Altıncı fıkrada geçen deliller gibi zemindeki ağaçların ve nebatatın yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarane hareket-i zikriyeleri ve kemal-i sühuletle giydirilen cihazat ve zînetleri bilbedahe vücub-u vücud ve vahdet-i Bari’ye delalet ettiğini_
Yedinci fıkrada keza zîruhun ve hususan nev’-i beşerin cisimlerinde mevcud ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî a’za ve cevarih ve bilhassa havass-ı hamse-i zahire gibi kemal-i faaliyetle iş gören duygularıyla vahdaniyeti isbat ettiğini_
Sekizinci fıkrada kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiya ve evliya ve asfiyanın hülâsaları olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatıyla yüzler icma’ ve tevatür kuvvetinde ve kat’iyyetinde vücub-u vücud ve vahdet-i İlahiyeye şehadet ettiklerini kemal-i vuzuh ile beyan ve tehaccür etmiş kalbleri ıslah, hem Cenab-ı Kibriya’ya münacat olan şu yekta ravza-i hakikat hatime-i tazarru’ ve niyazını şöyle bağlar ki:
Yâ Rab ve yâ Rabb-es Semavati Ve-l Arz! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarla, zemini müştemilatıyla, umum mahlukatı bütün keyfiyatıyla halk ve inşa’ ve ibda’ ve teshir eden kudretinin, iradetinin, hikmetinin, hâkimiyetinin, rahmetinin hakkı için nefsimi bana teshir eyle, âmîn! Matlubumu müsahhar kıl, âmîn! Kur’ana, imana hizmet için insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar kıl, âmîn! Hem bana, hem ihvanıma iman-ı kâmil ver, âmîn! Ve hüsn-ü hâtime nasib et, âmîn! Ve Hazret-i Musa’ya (AS) denizi ve Hazret-i İbrahim’e (AS) ateşi ve Hazret-i Davud’a (AS) dağ ve demiri ve Hazret-i Süleyman’a (AS) cinn ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, (Risale-i Nur’a âlem-i İslâmdaki kalbleri ve akılları 41-312/8) (Risale-i Nur’a bütün kalbleri ve akılları 17-123/8) (Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları 247-452/3) müsahhar kıl, âmîn! Beni ve Risale-i Nur talebelerini nefis ve şeytan şerlerinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle, âmîn! Ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl, âmîn.
Kelimat-ı niyaziyeleriyle ihtitam eden şu münacat, ehl-i imanın lâzıme-i gayr-ı müfarıkı olmağa çok lâyık olduğu aşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi.
Sabri
(Rahmetullahi Aleyh)
Dördüncü Şua
(Lem’alar 253’te münteşir olduğundan yazılmadı.)
Beşinci Şua
Risale-i Nur’un Şualarının te’lifinden 35 sene evvel tab’ edilmiş olan Muhakemat-ı Bediiye’ye tetimme olmak üzere (şimdi 20 seneden geçti) bir kısım müsveddesi yazılmış olan ve eşrat-ı saattan bahseden bu Şua, ihtiva ettiği hakikatlarıyla çok münkirlerin ağızlarını tıkamakta ve çok mülhidlerin kulaklarını çınlatmakta ve bir kısım ehl-i inkârın asırlardan beri İslâm’ın mazisine istihkarane gönderdikleri nazarlarına mukabil mazi-i İslâm’ın hayretkârane baktırmakta ve 1300 seneden beri her asırda yaşamış milyonlarla müslümanların lisanlarında ve meclislerinde mütemadiyen medar-ı bahs olmuş eşrat-ı saattan haber veren ihbarat-ı gaybiyeyi bu zamanda tebellür ettirerek istihsankârane göstermekte ve çok insanların eğrilmiş akidelerini düzeltmekte ve istikbal hâdisatını hakikatıyla ve gayet ciddi ve latif bir üslûb ile ve gayet doğru olarak hem pek ciddi bir surette ihbar etmekte ve yalnız yanlış telakki edilmek ihtimalinden dolayı herkese gösterilmesine müsaade edilmeyerek mahrem tutulmakta olan gayet feyyaz bir risaledir.
Bu Şua فَقَدْ جَاءَ اَشْرَاطُهَا âyetinin bir nüktesi olmakla beraber, bu zamanda akide-i müslimîni vikaye ve şübehattan muhafaza için yazılmış olup, âhirzamanda vukua gelecek hâdisata dair rivayet edilen hadîslerin bir kısmının müteşabihat-ı Kur’aniye gibi derin manaları bulunduğundan, bu gibi hadîslerle ihbar edilen hâdisat vukua geldikten sonra وَمَا يَعْلَمُ تَاْوِيلَهُ اِلاّ اللّهُ وَالرّاسِخُونَ فِى الْعِلْمِ âyetinin beşaretiyle ilimde rüsuh sahibi olanlar tevil ile anlarlar ve izhar ederler. O vakit mana-yı hadîsin ihbar ettiği vak’a bilinebilir ve maksad ne olduğu anlaşılabilir.
Bu Şua bir mukaddime ile 23 mes’eledir. Mukaddime beş noktadır.
Birinci Nokta: İman ve sırr-ı teklif ihtiyar dairesinde bir imtihan ve bir tecrübe olduğu için, perdeli ve derin ve dakik ve tecrübeye muhtaç olan nazarî mes’eleler sırr-ı teklif bozulmamak, hem bir seviyede olmayan Ebubekir’lerle Ebucehil’ler birbirinden ayrılmak için elbette bedihî olamaz.
İkinci Nokta: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a bildirilen umûr-u gaybiyenin bir kısmı tafsil iledir. Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm onlara karışamaz. Kur’an ve hadîs-i kudsîler gibi, aynen tebliğ eder. Diğer kısmı icmal iledir. Tafsilat ve tasviratı Peygamber-i Zîşan’a (ASM) aiddir. Hem hakaik-ı imaniyeye girmeyen cüz’î hâdisat-ı istikbaliye nazar-ı nübüvette ehemmiyetli değildir.
Üçüncü Nokta: İki nüktedir. Birincisi: Avam nazarında hakikat telakki edilen ve vakıaya mutabık zuhur etmeyen ve teşbihler ve temsiller suretinde vürud eden hamele-i arş ve hamele-i arz gibi hadîslere dairdir. İkincisi: Bir cihette hususî bulunduğu halde küllî ve âmm telakki edilen (Meselâ: Bir zaman gelecek, Allah Allah diyenler kalmayacak) diye vârid olan hadîsler hakkındadır.
Dördüncü Nokta: Çok hikmetler ve maslahatlar için Rahman-ür Rahîm’in gizlediği mevt ve ecel muayyen olsa idi, yarı ömr-ü beşer gaflet-i mutlaka içinde ve daha sonraki ömür dehşet-i mutlaka içinde geçecek idi. Hem başa gelen musibetlerin vakitleri muayyen olsa idi, daha o musibetler gelmeden, gelip geçinceye kadar elem ve ızdırablarını çektirecekti. Hem muayyen olmayan dünyanın eceli ve bilcümle mahlukatın mevtleri muayyen olsa idi, kurûn-u ulâ ve vustâ büsbütün gaflet içinde, kurûn-u uhrâ mezbahaya gider gibi pek dehşetli bir endişe ve pek müdhiş bir elem içinde kalacaktı.
İşte zîşuur ve zevil’idrakin bu dehşetlerden kurtulması, hem dünya ve ukbayı imar etmeleri, hem havf u reca ortasında hayatlarını idame etmeleri gibi daha birçok hikmetler ve maslahatlar için rahmet-i İlahiye mevt ve eceli ve musibetlerin vakitlerini gizli bırakmıştır.
Hem izn-i Rabbanî ile gaibden haber veren bir kısım ehl-i keşf لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ yasağına karşı hürmetsizlik etmemek için, keşfen müşahede ettikleri hâdisat-ı istikbaliyeyi perdeli ve bir derece mübhem olarak işaretlerle ihbar etmişler. Hattâ kütüb-ü semaviye Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’dan bahsettiği halde bir derece perdeli olduğu için, bir kısım ehl-i kitab tevil edip iman etmemişler. Fakat itikadat-ı imaniye böyle değildir. İtikadat-ı imaniyeye giren mesail-i imaniyeyi tasrih ile, tekrar ile ihbar etmek hikmet-i teklifin muktezasından bulunduğu içindir ki, Kur’an ve Tercüman-ı Zîşan’ı (ASM) umûr-u uhreviyeyi vâzıhan ve tekrar ile bildirmişlerdir.
Beşinci Nokta: Deccal asırlarına aid hârikalardır. Peygamber-i Zîşan (ASM) Efendimiz ferman etmişler ki: “Deccal 40 günde dünyayı gezecek.” Bu haber ile, Deccal asrında tayyare ve şimendifer gibi sür’atli nakil vasıtalarının çıkacağını ve yine ferman etmişler ki: “Deccal öldüğü zaman şeytan İstanbul’da Dikilitaş’ta “Öldü” diye bağıracak, bütün dünya işitecek.” Bu ihbar-ı Nebevî ile o zamanda radyo gibi ses nakleden gayet sür’atli nakil vasıtalarının keşfedileceği bildirilmiş. Hem yine ferman etmişler ki: “Deccal’ın yırtıcı rejiminin ve teşkil ettiği komitesinin ve kurduğu hükûmetinin ve şahs-ı manevîsinin dehşetli icraatının İsevîlerde zuhur edecek hakikî bir dinin hakikat-ı Kur’ana iktida edip ittihad etmesiyle ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nüzul etmesiyle parçalanıp mahvolacağını ihbar etmişler. Hem her iki Deccal’ın asırlarındaki hâdisat-ı acibeler onların bahisleriyle alâkadar olmasından, onlardan sudûr edecek zannedilmiş. Hem bir kısım râvilerin yanlış ve hata içtihadları metn-i hadîse karışmakla hadîs zannedilerek, zuhur eden bir kısım vukuat-ı Süfyaniye rivayat-ı hadîse muhalif gibi görünmüş. Hem her iki Deccal’ın evsafları ayrı ayrı iken rivayetlerde iltibas olmuş. Hem büyük Mehdi’nin vasıfları, sâbık Mehdilere işaret eden rivayetlerle mutabık çıkmamasından o hadîsler müteşabih hükmüne geçmiş olmasından ibarettir.
İkinci Makam
Bu makamın ihtiva ettiği 23 mes’ele istikbalden haber veren hadîslere aiddir. Bu hadîslerin manaları kısmen tefsir, kısmen tevil, kısmen tabir edilmekle anlaşılır.
23 mes’eleden birincisi: Bu risale yazıldıktan hayli zaman sonra tevilini göstermiştir. “Süfyan bir su içecek, eli delinecek.” Yani bir nev’ su olan rakı içecek ve çok israfata girecek.
İkincisi: Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında “Hâzâ kâfir” yazılmış bulunur.
Üçüncüsü: Âhirzamanın müstebid hâkimleri, hususan Deccal’ın yalancı Cennet ve Cehennemleri bulunur.
Dördüncüsü: Âhirzamanda Allah Allah diyecek kalmaz. Bu hadîs-i şerif iki suretle tevil edilmiştir.
Beşincisi: Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.
Altıncısı: Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olamaz. Bütün ümmet emr-i Peygamberîyle (ASM) 1300 seneden beri مِنْ فِتْنَةِ الدَّجَّالِ وَ مِنْ فِتْنَةِ آخِرِ الزَّمَانِ diyerek dua etmişler.
Yedincisi: Süfyan büyük bir âlim olacak, ilmi ile dalalete düşecek ve çok âlimler ona tâbi’ olacak.
Sekizincisi: Deccal’ın dehşetli manevî fitnesi İslâmlar içinde olacak ve o fitneden bütün ümmet istiaze edecek ve etmiş olacak.
Dokuzuncusu: Süfyan’ın vukuatı ve istikbale aid hâdisatı Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmesi, râvilerin yanlış tevillerinin sebebi olduğu izah edilmiş.
Onuncusu: Eşhas-ı âhirzamanın tahribatçı olmalarıyla fevkalâde iktidarlarından bahsedilmiş.
Onbirincisi: Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret edecek, denilmiş. Bu hadîs-i şerifin bir kısım tevili Rusya’da görülmüş.
Onikincisi: Deccal’ın birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür, denilmiş. Bu Deccal’ın altı ayı gündüz, altı ayı gece olan yani bir günü bir sene olan kutb-u şimalîden çıkacağına; hem bir senede yapılacak icraatı bir günde yapacağına işaret edilmiş.
Onüçüncüsü: İsa Aleyhisselâm’ın Deccal’ı öldüreceği haber verilmiş.
Ondördüncüsü: Deccal’ın mühim bir kuvveti Yahudilerdir. Deccal’a seve seve tâbi’ olurlar. Bu rivayetin bir parça tevili Rusya’da çıkmış.
Onbeşincisi: Rivayet-i hadîste bir kısım tafsilatı bulunan ve Kur’anda icmalen bahsi geçen Ye’cüc-Me’cüc hakkında olup, bu hadîs müteşabih olan hadîslerden sayılmasıyla manası hem tevil, hem tabir ile bilindiği ve onlar acaib-i seb’a-i âlemden olan Sedd-i Çin’e yakın, mukaddesatı tanımayan, anarşist Mançur ve Moğol ve bir kısım Kırgız ve Tatar kabileleri olduğu bildirilmiş.
Onaltıncısı: İsa Aleyhisselâm fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet ve heykelde bulunan Deccal’ı öldürdüğü vakit kendisi Deccal’a nisbeten çok küçük bulunmasıdır. Bu hadîs-i şerifin meali Deccal’ın şahs-ı manevîsi ile hakikî Din-i İsevî’nin şahs-ı manevîsi olarak tefsir edilmiş.
Onyedincisi: Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer. Fevkalâde bir eşeği vardır.
Onsekizincisi: Ümmetim istikametle giderse ona bir gün var. Eğer istikametten ayrılsa, ona yarım gün var, diye vârid olan ve çok medar-ı bahs olmuş olan bu hadîs-i şerife; âhiret günlerinin bir günü dünyanın bir senesi olması cihetiyle İslâmiyetin yeryüzünde 1000 sene galibane devam edeceğiyle mana verilmiştir ki, 500 sene Abbasîlerin sonuna kadar, 500 sene de Osmanlıların sonuna kadar devam etmekle 1000 sene tamam olmuş. Hem Abbasîlerin hem Osmanlıların siyasiyyunları istikameti tam muhafaza edemedikleri için her ikisi de 500 sene sonunda kendi vefatlarıyla bu hadîs-i şerifin mealini tasdik etmişlerdir diye tefsir edilmiş.
Ondokuzuncusu: Âhirzaman alâmetlerinden olup Âl-i Beyt-i Nebevîden çıkacak olan Hazret-i Mehdi Radıyallahü Anh hakkında ayrı ayrı rivayetler var. Bu rivayatın tevili ile beraber büyük Mehdi’nin dört ehemmiyetli vazifesini ve daha evvel gelip geçen küçük Mehdi’ler büyük Mehdi’nin bir kısım vazifelerini bir cihette icra ettiklerini ve Âl-i Beyt kadar şeriat-ı Muhammediyeyi (ASM) ve hakaik-i Kur’aniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (ASM) ihya ve ilân ve icra eden hiçbir nesil olmadığı gibi, büyük Mehdi’nin Âl-i Beyt’e mensub kumandanların başında İslâmiyet’in kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gösterecek âhirzamanda gelen başkumandanları olduğunu bildirmektedir.
Yirmincisi: Güneş’in mağribden çıkacağı ihbar edilmiş. Hem zeminden zuhur edecek Dâbbet-ül Arz garib tabir ile tefsir edilmiştir.
Bu geçen yirmi mes’eleye ilâve edilen üç mes’eleden birincisi: Hem Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a hem her iki Deccal’a Mesih namı verilmesinin ve bütün rivayetlerdeمِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ denilmesinin hikmeti izah edilmiş.
İkinci mes’ele: Her iki Deccal’ın hârika icraatlarından ve fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden ve bir kısım bedbaht insanların onlara bir nev’ uluhiyet isnad etmelerinden bahsedilmesinin sebebi nedir sualine dört vecihle verilen cevabdan birinci vecih: Haksız olarak muhabbet-i âmmeye mazhar olan o şahısların nefret-i âmmeye lâyık oldukları_
İkinci vecih: Her iki Deccal’ın istibdad ve zulümde en büyük bir şiddet ve dehşetle hareket edecekleri, hem öyle bir zulüm ki, bir adamın yüzünden yüz köyü birden harab ve binler masumu tecziye ve tehcir ile perişan edecekleri beyan edilmiş.
Üçüncü cihet: Her iki Deccal gizli zındıka ve komünist komitesinin muavenetini ve kadın hürriyet perdesi altındaki bir komitenin yardımını ve daha başka aldatmak suretiyle elde edecekleri komitelerin müzaheretlerini kazanarak yapacakları gayet kolay olan tahribkârane icraatlarıyla şahıslarında hârika bir iktidar görünmesinin sırları izah edilmiş.
Dördüncü cihet: İstidraca mazhar olan Deccal’ın bütün bütün münkir olduğunu ve bu inkâr-ı mutlaktan çıkan bir cür’et ve cesaretle mukaddesata hücum edeceğini ve yapacağı tahribatın fevkalâde bir iktidar ve bir deha eseri zannedileceğini ihbar edip, kahraman ve mücahid bir ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve meş’ale-i Kur’anla hakikat-ı hali göreceğini ve o çok dehşetli tahribatı tamire çalışacağını tebşir eder.
Üçüncü mes’ele medar-ı ibret üç hâdisedir:
Birincisi: Hazret-i Ömer Radıyallahü Anh’ın Deccal’ın suretine karşı gösterdiği hiddet ve adavete mukabil, Deccal’ın Hazret-i Ömer’i (Radıyallahü Anh) senakârane medhetmesidir.
İkincisi: İslâm Deccalı kendisiyle alâkadar zannettiği ve içerisinde لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ âyeti bulunmasından وَالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ Suresinin manasını tekrar tekrar soracağını, halbuki bu surenin komşusu olan اِقْرَاْ Suresinde اِنَّ اْلاِنْسَانَ لَيَطْغَى cümlesi manasıyla o Deccal’ın harekâtına ve cifrî makamıyla o Deccal’ın tam tarihine baktığını ve insan ism-i umumîsiyle de şahsından haber verdiğini ihbar etmesidir.
Üçüncü Hâdise: İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek denilmiş. Bu rivayet tefsir ile anlaşılmakla beraber, hem bu rivayet zamanında Türklerin vatanı Horasan olduğunu haber verir, hem de medar-ı şükran bir kerameti ihbar eder ki: O İslâm Deccalı İslâmiyet’in bir kısım şeairine karşı 700 sene müddet zarfında İslâmiyet’in ve Kur’anın elinde şerefşiar, bârikaâsâ bir elmas kılınç olan Türk Milletini ve Türkçülüğü muvakkaten istimal edeceğini ve fakat tam muvaffak olamayarak geri çekileceğini ve kahraman ordu dizginlerini onun elinden kurtaracağını rivayetler haber veriyor der, beşaret verir.
Hüsrev
Altıncı Şua
Bu risale, namazdaki teşehhüdde bulunan اَلتَّحِيَّاتُ الْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ ilh… kelimelerinin hem mühim bir nev’ tefsiri, hem onun iki noktasına gelen iki mühim suale gayet güzel ve mühim bir cevabdır.
Birinci Sual: Teşehhüdün mübarek kelimatları Mi’rac gecesinde Cenab-ı Hak ile Resulünün bir mükâlemeleri olduğu halde, namazda okunmasının sırr-ı hikmeti nedir? demelerine karşı, her mü’minin namazı onun bir nevi mi’racı hükmünde olduğunu ve o huzura lâyık olan kelimeler ise mi’rac-ı ekberde söylenen kelimeler olduğundan onları namazda zikretmekle o kudsî sohbet tahattur edileceğini ve o tahatturla o kudsî kelimelerin manaları cüz’iyetten külliyete çıktığını ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakk’a karşı selâm yerine اَلتَّحِيَّاتُ لِلّهِ demesini ve Cenab-ı Hak tarafından Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesi, gelecek ümmetinin herbiri her günde lâakal 10 defa olsun اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demelerine âmirane iş’ar olduğunu ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm o selâma karşı اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَ عَلَى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ demesi, muazzam ümmetinin selâm-ı İlahîyi temsil eden İslâmiyet’e mazhar olmasını ve mü’minler ortasında “Esselâmü Aleyke ve Aleyke-s Selâm” demelerini râciyane, dâiyane Cenab-ı Hak’tan istediğini ifade ve ihtar olduğunu ve o sohbette Cibril-i Emin tarafından şehadet getirildiğinden bütün ümmet kıyamete kadar böyle şehadet edeceğini mübeşşirane işaret edip müjde verir.
İkinci Sual: Teşehhüd âhirinde اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ deki teşbih, teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor. Çünki Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm İbrahim Aleyhisselâm’dan daha ziyade rahmete mazhardır. Bunun sırrı nedir? Hem bu salavatın teşehhüde tahsisinin hikmeti nedir? Hem aynı duayı eski zamandan beri bütün ümmet her namazda tekrar etmelerinin sırr-ı hikmeti nedir? Suallerine karşı üç cihetle gayet mühim ve nuranî bir cevab verir.
Birinci Cihet: Gerçi Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a yetişemiyorsa da, fakat onun âli enbiya olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âli ise evliya olduğunu, evliya ise enbiyaya yetişmediğini ve âl hakkında bu duanın parlak bir surette kabul olduğunu ve Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan yalnız iki zâtın yani Hasan ve Hüseyin Radıyallahü Anhüma’nın nesillerinden gelen ve عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ hadîsine mazhar olan ve ekser tarîklerin reisleri bulunan büyük zâtlar hakkındaki bu daimî duanın makbul olduğunu gösterir.
İkinci Cihet: Bu tarzdaki salavatın vech-i tahsisi ve hikmeti ise: İnsanın en mükemmeli ve en nuranîsi olan enbiya ve evliya kafile-i kübrasının açtıkları yolda ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-ı uzmaya o sırat-ı müstakimde iltihak ve refakat ettiğini tahattur etmekle, şübehat-ı şeytaniyeden kurtulacağını ve bu kafilenin bu kâinat sahibinin en mükemmel masnuu ve makbul dostları olduklarına şahid, daima mu’cizeler ile onlara muavenet-i gaybiye gelmesi ve muarızlarına her vakit musibet-i semaviye inmesi olduğunu ve Fatiha’da صِرَاطَ الّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ o kafile-i nuraniyeye baktığı gibi غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضّالِّينَ muarızlarına baktığını parlak bir surette gösterir.
Üçüncü Cihet: Verilmesi va’d olunan Makam-ı Mahmud gibi bir şeyin mükerreren dua ile istenilmesi ise, istenilen Makam-ı Mahmud olduğuna göre o bir uç olup onun istenilmesiyle âlem-i beka ve haşirden sonra Cennet gibi mühim şeylerin verilmesine sebeb olduğunu ve o beka âleminin gelmesiyle haşr-i ekberde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a verilecek Makam-ı Mahmud’un umum ümmete şefaat-ı kübra olacağına bir işaret ve bir müjde olduğunu ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ümmetinin saadetiyle pek alâkadar olduğundan ümmetinin salavat ve rahmet dualarına çok ihtiyaç gösterdiğini parlak bir surette beyan eder. Bu risale ehl-i imanın müttaki kısmına mi’rac-ı asgar olan namazda Cenab-ı Hakk’a yakışır bir tarzı gösterdiğinden her vakit mütalaa edip o tarzı bulmağa gayret etmeleri lâzım olduğunu bildirir büyük bir hazine-i esrardır.
Küçük Ali
Yedinci Şua
Âyet-ül Kübra ve Asâ-yı Musa ve 33 Mertebeli Bir Mirkat-ı Hakikat namlarını alan ve Risale-i Nur hakikatlarının bir hülâsası ve bir fihristesi ve şu Kur’an-ı mücessem-i kâinatın gayet parlak tevhid bürhanlarının bir küçük mecmuası, hem âlem-i şehadet künuzunun gayet büyük bir dûrbîni ve bir projektörü, hem âlem-i gaybın âlem-i şehadette gayet mükemmel bir rasadhanesi, hem Nakkaş-ı Ezelî’nin kâinat içinde esma ve sıfâtının mazhar-ı etemmi halkettiği, hem küçüklüğü ve hakaretiyle beraber mahlukat üstünde en yüksek bir mevki’ ve en mümtaz bir makam verdiği, hem bütün kâinatı istiab edecek bir kabiliyette olarak yarattığı şu acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak içinde çırpınan bîçare insanın vazife-i fıtriye-i hakikiyesini öğreten ve kemalâta ulaştıran bir mecmua-i hakaiki, hem dalalet ve zulümat içinde yakîn-i imanîyi kazandıran bir vesile-i hidayeti, hem kulûb-ü ehl-i imanı nur-u imanla dolduran bir hazain-i nimeti, hem kulûb-ü ehl-i kemali şükufe-i gûna-gûn ile süsleyip tezyin eden bînazir bir keşşaf-ı hadaikı olan bu kıymetdar risale kıymet ve ehemmiyetini gösteren bir ifade-i meramla başlayarak bir mukaddime ve iki makama inkısam etmiştir. Mukaddimesi dört mes’ele-i mühimmedir. Birinci Makamı, âyet-ül kübranın Arabça tefsiridir. İkinci Makamı, Birinci Makamın bürhanlarının ve tercümesinin ve mealinin beyanıdır.
Mukaddime: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ âyetini tefsir eder. İns ü cinnin dünyaya gelmelerindeki hikmet ve gayenin üss-ül esası Hâlık-ı Zülcemal’i bilmek ve ona ubudiyet edip muhabbet etmek olduğunu beyanla, yakîn-i imanîyi sarsan iki vartayı dört mes’ele içinde izah eder.
Birinci vartanın birinci mes’elesi: Nefiy ve isbat mesailini.. İkincisi: İmanın mahiyeti ile küfrün mahiyetini ve itikadat-ı küfriyenin iki kısım olduğunu ve ikincisinin de iki kısım olduğunu ve bu ikinci kısmın da nefiy mes’elesinin iki kısma ayrıldığını pek inceliklerle ve çok güzelliklerle ikna’ eder bir surette izah eder.
İkinci vartanın birinci mes’elesi: Azamet-i kibriya ve nihayetsizlik cihetiyle gelen cehil ve gurur içindeki dalaletin gayr-ı makuliyetini ve imandaki makuliyeti, hem azamet-i kibriyanın imanda hadsiz mertebeler bulunmasına sebeb, hem bir vesile-i ihticab olduğunu..
İkinci mes’elesi: İmanî mesailin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettiren bürhanları zikreder.
Birinci Makam: تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ ilh… Âyet-i kübranın Arabça olarak tefsiri olup, İkinci Makam’ın mertebelerinin nihayetlerine kısmen dercedilmiş olmakla müstakil yazılmamıştır.
İkinci Makam: İki bâba ayrılan 33 mertebedir.
Birinci Bâb: Vâcib-ül Vücud’un vücuduna delalet eden 19 mertebedeki berahin-i uluhiyeti gösterir.
Birinci mertebede semavattaki bürhanlardan, ikincide cevv-i âsumanda, üçüncüde küre-i arzda, dördüncüde deniz ve nehirlerde, beşincide dağ ve sahralarda, altıncıda üç büyük küllî hakikatı gösteren eşcar ve nebatatta, yedincide üç muazzam hakikat müşahede edilen hayvanat ve tuyur âleminde, sekizincide hak olduklarına dair dokuz hüccet serdedilen enbiyaların meclislerinde, dokuzuncuda hadsiz muhakkiklerin dershanelerinde, onuncuda milyonlar mürşidlerin zikirhanelerinde, onbirincide bînihaye melaikelerin lisanında, onikinci ve onüçüncüde âlem-i berzaha giden hadsiz ukûl-ü müstakime ve kulûb-ü münevvere ashabının ittifakında, ondört ve onbeşincide beş hakikatla sübut ve hakikatı ifade edilen vahiylerde ve vahiyden farklı olup mahiyeti ve neticesi dört nurdan terekküb ettiği izah edilen sadık ilhamlarda, onaltıncıda Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kıymet ve hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu gösteren hadsiz delillerden dokuz küllî delilinde ve dokuzuncu delilin aldatmaz ve aldanmaz üç icmaında, onyedincide Kelâmullah olan Kur’anın azametine şehadet eden altı noktasında, onsekizincide kâinatın heyet-i mecmuasında görülen azametine münasib iki büyük hakikatında, ondokuzuncuda esma-i hüsnada zahir ve bariz görülen iki büyük hakikatla pek geniş bir surette berahin-i uluhiyeti izah eder.
İkinci Bâb: Berahin-i vahdaniyete dair üç menzil olup her bir menzil üç-dört hakikatı muhtevidir.
Birinci menzil: Kâinatı baştan başa istila eden dört hakikattır.
Birincisi: Şirk ve küfrü reddeden uluhiyet-i mutlaka hakikatıdır. İkinci Hakikat: Şirk ve küfrü tardeden rububiyet-i mutlaka hakikatıdır. Üçüncü Hakikat: Hiçten vücud veren ve şirkin imkânsızlığını gösteren kemalât hakikatıdır. Dördüncü Hakikat: Şirkin vücudunu hiçlik ve yokluk vâdilerine atan hâkimiyet-i mutlaka hakikatıdır.
İkinci Menzil: Azamet-i kibriya ve âsâr-ı İlahiye menzili olup, beş hakikat-ı muhitadır.
Birincisi: Şirki kökünden kesip imha eden azamet-i kibriya hakikatıdır.
İkincisi: Hikmet ve irade, mazharların adem-i kabiliyetlerinden başka tahdid altına alınmayan ve berahin-i vahdaniyetin hadsiz nüktelerinden üç âyetin üç nüktesiyle isbat ve izah edilen ef’al-i Rabbaniye-i muhita hakikatıdır.
Üçüncüsü: Mevcudatın icadlarında görülen bu sür’at içindeki kesret ve bu mükemmel intizam içindeki sühulet ve bu hüsn-ü san’at içindeki meharet ve bu ihtilat içindeki kıymetdarlık ve bu mebzuliyet içindeki imtiyaz hakikat-ı mutlakasıdır ki, ehemmiyetine binaen 13 basamakla 13 sırrına işaret edilecek iken iki kuvvetli mücbir mani’ sebebiyle birinci ve ikinci sırlarından başka yazılmamıştır. Birinci Sır: Zâtî olan bir şeye zıddının müdahalesinin muhaliyetidir. İkinci Sır: Nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırlarının izahıdır.
Dördüncüsü: Sâniin vahdaniyetini ilân eden zuhur ve vücud-u eşyada görülen cihet-ül vahdet hakikatıdır.
Beşincisi: Kâinatın mecmuunda ve her bir mevcudunda müşahede edilen intizam-ı ekmel hakikatıdır.
Bu Beşinci Hakikat’tan sonra, âhirzamanda gelen Mütekellimînden ve İlm-i Kelâm ülemasından bir zâtın hakaik-ı imaniyeyi delail-i akliye ile, hem kemal-i vuzuh ile isbat edeceğine dair ehl-i keşfin ihbaratını, hem bütün tarîklerin müntehası hakaik-ı imaniyenin inkişafıdır diyen müceddid-i elf-i sâni Ahmed-i Farukî’nin (Radıyallahü Anh) bu kelâmını, hem تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ hadîs-i şerifinin mealini ifade ve isbat eden üç hakikat-ı mühimme dercedilmiştir.
Üçüncü Menzil: Bu menzil tevhid hakikatlarından dört hakikat-ı muazzama-i muhita ile ışıklandırılmıştır.
Birincisi: Bütün mevcudatı hadsiz muntazam suretler ile basit bir maddeden açan fettahiyet hakikatıdır.
İkincisi: Zemin yüzünü rahmetin hadd ü hesaba gelmeyen hediyeleriyle dolduran rahmaniyet hakikatıdır.
Üçüncüsü: Gayet muazzam ve pek sür’atli ecram-ı semaviyeden tut, gayet karıştırıcı unsurlara varıncaya kadar her şeyde hükmünü yürüten müdebbiriyet ve idare hakikatıdır.
Dördüncüsü: Zeminin yüzünü istila eden zîhayata ve denizlerin içlerini dolduran zîruha ve semavatın yüzünü şenlendiren tuyura varıncaya kadar bütün mahlukatın rızıklarını basit bir kuru topraktan veren ve her birine şefkat edip merhamet eden Rahîmiyet ve Rezzakıyet hakikatıdır.
Haşiye: Bu azametli risale baştan nihayete kadar, âlem-i gaybdan gelen ve âlem-i şehadete uğrayan ve âlem-i âhirete gitmekte olan şu insan kitlesinin herbir ferdinin şu dünya misafirhanesinde muvakkaten oturtulmuş bir âhiret yolcusu ve âlem-i ebedîye gidecek bir seyyah olduğunu izah etmekle beraber, herbir seyyahın bizzât cism-i manevîsinin elinden tutarak 33 mertebede zikrettiği berahin-i uluhiyet ve delail-i vahdaniyette gezdire gezdire ve tefeyyüz ettire ettire öyle bir iman-ı tahkikî sahibi eyler ki, bütün ehl-i küfür dünyası küfür ve dalalet fabrikasından çıkmış birtek bomba olup patlasa lillahilhamd velminne o mü’minin imanından zerre kadar bir şeyin eksildiği görülmez. Belki de Ashab-ı Kehf’in kendilerini dinlerinden çıkarmak için çalışan padişahlarına dedikleri gibi, “Ey melik! Âgâh ol, ne yaparsan yap. Senin icbar ve ısrarınla biz ne söylersek siz inanmayınız. Bizler dinlerimizi tebdil ediciler değiliz.” dedirtir.
Hüsrev
Sevgili Üstadıma ve mübarek kardeşlerime bir itizarım var:
Hisseme isabet eden bu ehemmiyetli ve kıymetli risale ile diğer azametli risaleleri cehlim ve istidadsızlığım neticesi lâyık oldukları gibi yazamadığımdan, her vakit ellerinden öpüp hayır duasına el açtığım sevgili Üstadım veyahut mübarek kardeşlerim nasıl münasib görürlerse öylece tebdil edebilirler. (Haşiye)
Kusurlu kardeşiniz
Hüsrev
Haşiye: Gayet güzel ve münasib gördük ve yazdık. Bin bârekâllah.
Sekizinci Şua
Bu Şua, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın Kaside-i Celcelutiye’sinde üçüncü bir keramet olarak Risale-i Nur’un en namdar risalelerini sekiz remiz ile gösterdiğine dairdir.
Birinci Remiz: Risale-i Nur’u tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryanî lisanıyla esma-i hüsnadan istimdad ve suver-i Kur’aniye ile münacatında tam 33 sure ile Risale-i Nur’un mebdei ve çekirdeği olan 33 Söz’ün adedine garib ve manidar işaret ettiğini ve yirmidokuzuncu mertebede وَالشَّمْسُ كُوِّرَتْ ile kıyamet ve haşri isbat eden ve hârika hüccetleriyle iştihar eden ve göz ile görünen bir kerametle meydana çıkan Yirmidokuzuncu Söz’e makam ve mana itibariyle kuvvetli bir tarzda ve hiçbir itiraz ve vesveseye meydan bırakmayarak parmak bastığını, hem otuzuncu mertebede وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا kasemiyle Otuzuncu Söz namındaki Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın meslek ve ahval-i ruhiyesinin ruhu olan ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve kudret-i Rabbaniyeyi isbat ve maddiyyunları susturan Zerrat Risalesi’ne kuvvetli bir müşabehet-i mana ile işaretini isbat eder. Hem otuzbirinci mertebede وَالنَّجْمِ اِذَا هَوَى cümlesiyle sarahata yakın bir tarzda mi’rac-ı Ahmedîyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) delail-i akliye ile gayet makul ve kat’î bir surette isbat eden Otuzbirinci Söz’e, hem Sure-i اِقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ den iktibas ederek otuzbirinci mertebenin akabinde zikredilen وَ بِاقْتَرَبَتْ لِىَ اْلاُمُورُ تَقَرَّبَتْ fıkrasıyla Otuzbirinci Söz’ün Zeyli olan Şakk-ı Kamer Risalesi’ne sarahata yakın işaretini gösterir. Hem otuzikinci mertebede وَ بِسُوَرِ الْقُرْآنِ حِزْبًا وَ آيَةً kasemiyle zerreden şemse kadar âlem-i asgar ve âlem-i ekberden şirki tardedip tesis-i ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve rabıta-i din-i Muhammedîyi (Aleyhissalâtü Vesselâm) bina eden ve kuvvetli bir i’caz-ı Kur’anî olan Otuzikinci Söz’e işaretini isbat eder. Hem otuzüçüncü mertebede وَ اَسْئَلُكَ يَا مَوْلاَىَ بِفَضْلِكَ الَّذِى عَلَى كُلِّ مَا اَنْزَلْتَ كُتْبًا تَفَضَّلَتْ kelâmıyla 33 aded Mektubat’a işaret eder.
İkinci Remiz: Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işareti içinde Şualar’a bakarak وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ deyip Kur’anın âyet-ül kübrası olan تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ âyetinin hakikat-ı kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve tevhid ve vahdaniyet-i İlahiyeyi kat’î bürhanlarıyla ilân eden ve bütün Risale-i Nur’u marifet âyinesinde gösterip o cihette Risale-i Nur’un fihriste-i ekberi olan ve ehl-i dünya ve ehl-i fennin son ve en yüksek bildikleri ve buldukları ve çok müşkilât içinde ve dar bir mevki’de eflâki seyreden dûrbînlerine mukabil; çok geniş mevki’lerde, müşkilâtsız az bir tefekkürle seyr-i eflâk ettiren bir manevî dûrbîn-i Kur’aniye ve her yerde su çıkarıp içiren Asâ-yı Musa namını alan ve Âyet-ül Kübra Risalesi olan Yedinci Şua’a işaretini isbat edip gösterir.
Hem onuncu mertebe-i ta’dadında kıyamet ve Leyle-i Beraet’e bakan وَبِسُورَةِ الدُّخَانِ فِيهَا سِرًّا قَدْ اُحْكِمَتْ deyip mana-yı işarîsiyle bu zamanın dumanlı karanlıklarını izale eden ve Leyle-i Beraet’in bir kandili hükmünde olan Onuncu Söz’e işaretini gösterir.
Hem ondokuzuncu sure olarak Suret-ün Nur’u بِسِرِّ حَوَامِيمِ الْكِتَابِ جَمِيعِهَا عَلَيْكَ بِفَضْلِ النُّورِ يَا نُورُ اُقْسِمَتْ fıkrasıyla risalet-i Mhammediyeye (ASM) dair olan Ondokuzuncu Söz’e ve mu’cizat-ı Ahmediyeyi (ASM) yakînen belki bilmüşahede sikke-i i’caziyle gösteren Ondokuzuncu Mektub’a Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’la hususiyeti münasebetiyle o mertebede o risalelere baktığını gösterir.
Üçüncü Remiz:
تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً ❊ تُقَادُ سِرَاجُ السُّرْجِ سِرًّا تَنَوَّرَتْ
بِنُورِ جَلاَلٍ بَازِخٍ وَ شَرَنْطَخٍ ❊ بِقُدُّوسِ بَرْكُوتٍ بِهِ النَّارُ اُخْمِدَتْ
fıkralarıyla Risale-i Nur’un üç mühim sırrını beyan ile Risale-i Nur’un başında mührünü gösterir.
Dördüncü Remiz: Yirmibeşinci mertebede بِتَمْلِيخِ آيَاتٍ شَمُوخٍ تَشَمَّخَتْ deyip âyât-ı Kur’aniyenin i’cazlarını beyan ve Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu isbat eden Yirmibeşinci Söz’e işaretini, hem yirmialtı ve yirmiyedide اَبَاذِيخَ بَيْذُوخٍ وَ ذَيْمُوخٍ بَعْدَهَا deyip Yirmiyedinci Söz’ü ve Sahabeler hakkındaki mühim zeylini irade ettiğini ve işaretini gösterir.
Beşinci Remiz: Başta بَدَئْتُ بِبِسْمِ اللّهِ رُوحِى بِهِ اهْتَدَتْ اِلَى كَشْفِ اَسْرَارٍ بِبَاطِنِهِ انْطَوَتْ der. Sözler’in fatihası olan Birinci Söz namındaki Bismillah Risalesi’ne, hem بِوَاحِ الْوَحَا بِالْفَتْحِ وَالنَّصْرِ اَسْرَعَتْ fıkrasıyla fütuhat-ı İslâmiyeden gaybî haber veren ve bir kısım esrar-ı huruf-u Kur’aniyeyi beyan eden Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risalelere işaretini isbat eder.
Altıncı Remiz: 12 Süryanî isimlerle bidayette iştihar ve intişar eden Oniki Söz namında 12 küçük risalelere sair sarih ve kat’î işaret ve delil ve emare ve karinelerin delaletiyle bu Süryanî isimlerin bu küçük risalelere işaretini gösterir.
Yedinci Remiz:
وَ بِاْلآيَةِ الْكُبْرَى اَمِنِّى مِنَ الْفَجَتْ وَ بِحَقِّ فَقَجٍ مَعَ مَخْمَةٍ يَا اِلهَنَا وَ بِاَسْمَائِكَ الْحُسْنَى اَجِرْنِى مِنَ الشَّتَتْ
cümlesiyle Otuzuncu Lem’a olan Altı Nükte-i Esma Risalesine, hem حُرُوفٌ لِبَهْرَامٍ عَلَتْ وَ تَشَامَخَتْ kelimesiyle Otuzbirinci Lem’anın Birinci Şua’ı olan ve 33 âyât-ı Kur’aniyenin Risale-i Nur’a işaratını isbat eden ve birer mu’cize-i Kur’aniye hükmünde bulunan risaleye işaretlerini gösterip isbat eder.
Sekizinci Remiz: Evvelen iki sual cevab ile mühim bir hakikatı beyan eder. Şöyle ki: Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur’un Kur’anın işarat ve iltifatına ve evliya-i izamın takdir ve tebşir ve tahsinine vech-i ihtisasını, hem Risale-i Nur’un bilfiil hârikulâde olarak bu asr-ı zulmet ve vahşet ve dehşette düşmanlarına karşı mukavemeti ve resaneti ve mü’minlere karşı şefkat ve himayeti ve talebelerine iksir-i nur ve veraset-i nübüvvetle hârika bir surette hakikat tedrisi ve ilim ihdâsı ve Muhyî ismine mazhariyetle ölü kalblerin dirilmesi Risale-i Nur’un bir kerameti ve bizlere ve ehl-i imana bir ikram-ı İlahî ve bir in’am-ı Rabbanî olduğundan izharı tahdis-i nimet olduğunu delilleriyle isbat ve beyan edip hususî kanaatından tevellüd eden çok emareler ve karinelerden üçünü zikr ile keramet-i Aleviyeyi tasdik ve temhir edip hâtime verir.
Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının otuzbir mes’elesinden birinci mes’elesi: اِنَّ الْخِلاَفَةَ بَعْدِى ثَلاَثُونَ سَنَةً hadîs-i şerifinin ihbar-ı gaybî nev’inden tarihçe musaddak beş lem’a-i i’caziyesini beyan etmekle lisan-ül gayb, Habib-i Rabb-ül Âlemîn ve Seyyid-ül Mürselîn ve Fahr-ül Âlemîn olan zâtın kısacık bir kelâmında beş lem’a-i i’cazı bir mirsad-ı tefekkür olarak göstermekle sair cevami-ül kelim olan hadîslere nazarı çeviren mu’ciznüma bir mes’eledir.
رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا بِحَقِّ فُرْقَانِكَ الْحَكِيمِ وَ بِحُرْمَةِ حَبِيبِكَ اْلاَكْرَمِ وَ بِحَقِّ اَسْمَائِكَ الْحُسْنَى وَ بِحُرْمَةِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمَ وَ بِحَقِّ
رِسَالَهءِ النُّورِ يَا اِلهَنَا يَا رَبَّنَا يَا خَالِقَنَا فَاعْفُ عَنَّا كَمَا يَلِيقُ بِعَفْوِكَ بِكَرَمِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِين
İslâmköyü’nden Hâfız Ali
(Rahmetullahi Aleyhi rahmeten vâsia)
Dokuzuncu Şua
فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ ❊ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ
ilh… âyetine 30 sene evvel başlanıp görülen lüzum üzerine ve haşri inkâr eden ehl-i dalalet ve ilhadın çoğalmasıyla ve tevfik-i Rabbanîyle 30 sene sonra semavî âyât-ı kübranın âyâtından birinci âyet olan
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
ferman-ı İlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözlerle münkirleri susturdu. Hem o iki risale iman-ı haşrînin hücum edilmez iki metin kal’ası olduğunu mukaddimesiyle teyid etmekle beraber, iki noktadan birinci noktada dört delil ile iman-ı haşrînin vücuduyla Cennet’i tebşir eder. Ve yine iman-ı haşrîyi inkâr edenlerle Cehennem’in vücudunun hakkaniyetini bildirir.
İkinci Nokta: Hakikat-ı haşriyenin hadsiz bürhanlarından ve sair erkân-ı imaniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı gayet muhtasar bir surette beyan etmekle, bütün enbiya ve asfiya ve evliyalar ile ve Kütüb-ü Mukaddese ile hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde dâr-ı âhiretin vücudunu ve beka-i ruhun kat’iyyetini ve mahz-ı hak ve hakikat olduğunu izah eder ve güneş gibi izhar eder.
Bu Dokuzuncu Şua haşrin isbatında o kadar hârika ve kat’î ve kuvvetlidir ki, en muannidi dahi tasdike mecbur eder ve etmiş ve ediyor ve edecek inşâallah.
Risale-i Nur Talebelerinden
Tahirî ve Abdullah Çavuş
Onuncu Şua Fihriste Risalesi’nin İkinci Kısmıdır.
Risale-i Nur’un umum fihristesi iki risalede cem’ olunmuştur. Bunlardan birincisi Onbeşinci Lem’adır ki; Risale-i Nur’un Sözler’i, Mektubat’ı ve Onbeşinci Lem’aya kadar olan risalelerinin fihristeleri olup bu Lem’ada toplanmıştır. Onbeşinci Lem’adan itibaren Lem’alar ve Şualar’ın fihristeleri ise bu Onuncu Şua’dadır.
Onbeşinci Lem’a namındaki Risale-i Nur’un birinci kısım fihristesini Üstadımız Risale-i Nur eczalarının mevzu’larına ve kısmen gayelerine işaret ederek te’lif etmişler, âdeta hülâsa edilen haplar nev’inden büyük bir eczahanedeki ilâçların listesini gösteren bir fihrist olarak yazmışlardır.
İkinci kısım fihriste ise, yine Onuncu Şua namıyla Risale-i Nur’un Isparta havalisindeki has şakirdleri tarafından kaleme alınmış ve her bir Nur şakirdi kendi âyinelerinin kabiliyet ve renklerine göre o risalelerden tecelli eden envârını satırlara aksettirmeğe çalışmışlardır. Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin birer ferdi bulunan bu kahraman, fedakâr, mümtaz Nur şakirdleri bu fihriste ile nesl-i âtî için en kıymetdar eserlerden birisini bırakmışlardır.
Bu Fihriste Risalesi gayet ehemmiyetlidir. Çünki çeşit çeşit manevî marazlara mübtela bu asır insanlarına lütfedilen ve kevser-i Kur’anîden akan muslukların adedi ve eczahane-i Kur’aniyedeki tiryak ve panzehir dolaplarının sayısı 130’a baliğ olmaktadır. Her bir dolapta çok kavanozlar vardır. Yani her bir risale bir ecza dolabı ve o risalelerdeki nokta, nükte, işaret, reşha, pencere, basamak, hakikat, mevkıf ve mes’eleler diye verilen isimler o çok muhtaç olduğumuz ilâç kavanozlarıdır.
Hakikata susamış ve bu zamanın dalalet tehlikelerinden kurtulmak isteyen ve hikmet-i Kur’aniyeye muhalif olan felsefe ile yaralanan ve nefis ve şeytanın türlü türlü iğfalatlarına kapılmış manevî hastalar bu eczahanede kendi hastalıklarına en münasib ilâcı almak için ya bütün eczahane-i Kur’aniyenin dolaplarını ve o dolapların içlerindeki kavanozları birer birer arayacaklar bulacaklar veyahud eczahane-i Kur’aniyedeki bütün dolapların numaralarını ve her dolabın içindeki kavanoz adedlerini ve o kavanozların içindeki tiryak ve macun ve panzehirleri gösteren bir listesini elde edecekler. İşte bu çok kıymetdar fihristenin gördüğü vazifelerden birisi de budur.
Onbirinci Şua
Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve o hapsin beş gününün mahsulü olan bu risale 11 mes’eleyi ihtiva edip, bu parlak mes’eleler imanı dalalet karanlıklarından kurtarıp ahlâkı tam düzeltmekte ve her bir mes’ele bir kitabın hakikatlarını tazammun etmektedir.
Birinci Mes’elesi:
Mahpuslara gayet büyük bir teselli verip, farz namazlarını kılmakla ve diğer günahlardan tövbe etmekle o hapis hapse sebebiyet veren hatalara bir keffaret olup o hataları afvettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ve hapislerin hapishanede geçen bütün saatlerinin ibadet hükmüne geçmesi hakikatını bildirmekle tam teselli verir.
İkinci Mes’elesi:
Bu dünyanın fâni olduğunu ve bütün zîhayatın kafile kafile arkasında kabre sevkedildiklerini ve bu sevkiyatın ya i’dam-ı ebedî veyahud saadet âlemine giden bir terhis tezkeresi olduğunu gayet parlak misallerle Medrese-i Yusufiyedeki mahpuslara isbat ettiği gibi, bütün âlem-i İslâma da ilân edip isbat etmiştir.
Üçüncü Mes’elesi:
Üstadımız Eskişehir Hapsi Medrese-i Yusufiyesinin penceresinden bir Cumhuriyet Bayramı’nda oturup bakarken karşısındaki Lise Mektebi’nin kızlarının gülerek raksettiklerini görmüş. O zaman manevî bir sinema ile, o rakseden kızların elli sene sonraki vaziyetlerini müşahede ederek onlardan kırk-ellisinin elli sene sonra kabirde toprak olarak azab çektiklerini ve on tanesinin yetmiş-seksen yaşında çirkinleşerek gençliklerinde iffetlerini muhafaza etmediklerinden herkesin nefret nazarlarını kendi üzerlerine çektiklerini Üstadımız görür. Onların o acınacak hallerine gözlerinden yaşlar akıtarak ağlar ve bu ağlayışını bir kısım hapis arkadaşları merak edip sorarlar. Üstadımız da gayet açık deliller ve kuvvetli misallerle ehl-i dalalet ve sefahetin şimdiki şu gayr-ı meşru’ keyiflerini ve eğlencelerini elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, onların bu gülmelerine ve bu gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklarını izah etmiş. Ve karşısına çıkan ve sefahet ve dalaleti tervic eden insî ve bir şeytan gibi olan şahs-ı manevîyi çok cihetlerle ilzam ederek başını dağıtmış. Bu hususu merak edenler, bu Üçüncü Mes’eleyi dikkatle okumalıdırlar.
Dördüncü Mes’ele:
Bu mes’elenin Gençlik Rehberi’nde gayet güzel izahı var. Bazı talebeler siyaseti perde ederek Üstadımızın yüksek fikirlerinden istifade etmek için dediler: Küre-i arzı herc ü merc eden ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan harb-i umumîden aylar, seneler geçtiği halde senin merak edip alâkadar olmadığının sebebi nedir?
Üstadımız onlara gayet parlak deliller ve misallerle izah etmiş ve demiş: Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler ise pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi her insanın kalb ve mide dairesinden, cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden, vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev’-i beşer dairesinden tut tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nev’ vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî bir vazifenin olduğunu, en büyük dairede ise en küçük bir vazifenin muvakkat ve arasıra bulunabildiğini, bu kıyas ile küçüklük ve büyüklük makusen mütenasib vazifeler bulunabildiğini o talebelere daha birçok misallerle izah ederek merak edilecek şeyin yalnız âhirete ve imana ve Allah’a hizmet yolunda olduğunu bildirmiştir. Daha fazla merak edenler, Dördüncü Mes’eleye müracaat edebilirler.
Beşinci Mes’ele:
Gençlik Rehberi’nde izah edilmiştir. Gençlik hiç şübhe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa, gündüz akşama ve geceye dönmesi gibi; gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişeceğini ve o fâni ve geçici gençliği iffetle istikamet dairesinde hayrata sarfetse, onunla ebedî ve bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanların müjde verdiklerini, aksi takdirde sefahet ve dalalette giden gençlik âhiret mes’uliyetini ve kabir azabını ve o gençliğin zevalinden gelen teessüfleri ve günahları ve dünyevî mücazatları çektireceğini ve aynı lezzet içinde ziyade elemler ve belalar bulunduğunu aklı başında her gence tasdik ettirecek derecede aynelyakîn gösterip tasdik ettirir.
Altıncı Mes’ele:
Risale-i Nur’un her tarafında kat’î ve hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünü, Lise talebelerinden bir kısmı Üstadımızın yanına gelerek soruyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır diyorlar. Üstadımız da o talebelere “Sizin okuduğunuz her fen kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsediyor, size Hâlıkı tanıttırıyor. Siz muallimleri değil, onları dinleyiniz” diyerek aklî ve kat’î birçok misal ve delilleri ele alarak gayet hârika bir şekilde o mekteb talebelerine izah etmiştir ki, herkesin mutlaka bu bahsi iştiyakla okumaları lâzım ve zarurîdir.
Yedinci Mes’ele:
Kastamonu’da Lise talebelerinin “Hâlıkımızı bize tanıttır” diye suallerine karşı Üstadımız sâbık Altıncı Mes’elede mekteb fünununun dilleriyle verdiği dersi Denizli Hapsindeki mahpuslar okumalarıyla o hapisler tam bir kanaat-ı imaniye aldıklarını Üstadımıza bildirmişler. Ve “Âhiretimizi de tam öğrenelim ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarıp daha böyle hapislere girmeyelim.” demelerine karşı Üstadımız gayet mufassal olarak Risale-i Nur’dan derin hakikatları hülâsa ederek Altıncı Mes’elede Hâlıkımızı arzdan ve semavattan sorduk, onlar fenlerin dilleriyle Hâlıkımızı güneş gibi tanıttırdılar. Aynen şimdi de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden (ASM), sonra Kur’anımızdan ve mukaddes kitablardan ve melaikelerden, sonra kâinattan sorup her birisinden aldığı manevî cevablarla tam bir dersi o hapislere bu Yedinci Mes’elede gayet güzel olarak bildirmiş ve tam izah etmiştir.
Sekizinci Mes’ele:
Bu mes’elenin üss-ül esası âhirete imandır. Bu mes’eleyi Üstadımız daire daire içinde gayet güzel misallerle izah etmiş ki, buna karşı hiçbir dinsizin ve hiçbir feylesofun itirazına meydan bırakmamıştır. Hülâsa olarak gayet kısa işaretlerle bu hakikatların hakikatını şu fihristeye bir nebzecik yazıyoruz.
Bu mes’elenin birinci meyvesi: İnsan sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu gibi dünya ile de alâkadardır. Akaribiyle münasebetdar olduğu gibi, nev’-i beşer ile de ciddi ve fıtrî olarak münasebetdardır. Dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi, bir dâr-ı ebedîde bekasını aşk derecesinde arzular. Midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi, dünya kadar geniş belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur. Ve öyle arzuları ve matlubları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.
İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faidesi: Her insanın her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi; mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi kendisinin de o i’damhaneye girmesi keyfiyetidir. Bir tek dostu için ruhunu feda eden o bîçare insanın, binler belki milyonlar belki milyarlar dostlarının ebedî bir müfarakat içinde i’dam olduklarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elemi düşünürken birden âhirete iman geldi. O insanın gözünü açtırdı ve perdeyi gözünden kaldırdı, baktırdı. O da o imanla baktı. O dostlarını ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulmuş, mesrurane ve nuranî bir âlemde onu bekliyorlar vaziyetinde müşahede etti ve Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhaniyeyi o müşahede ile aldı.
Üçüncü faidesi: İnsanın sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve yüksek seciyeleri ve cem’iyetli istidadları ve küllî ubudiyetleri ve geniş vücudî daireleri itibariyle üstünlüğüdür. Halbuki o insan hem madum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış ve gayet kısa bir zaman olan hazır zamanın mikyasıyla ve ölçüsüyle hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği ve insaniyeti gibi seciyeler alır. Meselâ eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremiyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini, vatanını sever, hizmet eder. Ve bu hususta tam sadakata ve ihlasa nadiren muvaffak olabilir ve o nisbette kemalâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki akıl cihetiyle başaşağı en bîçaresi ve en aşağısı olmak gibi bir vaziyete düşeceği sırada âhirete iman imdadına yetişir. Mezar gibi dar zamanını geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücud gösterir. Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennet’te dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever ve onlara merhamet eder, hürmet eder, yardım eder.
Dördüncü faidesi: İnsanın hayat-ı içtimaiyesine bakar. Nev’-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar âhirete iman ile insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidadlarını taşıyabilirler. Yoksa o çocuklar elîm endişeler içinde kendilerini uyutturmak ve unutturmak için oyuncaklarıyla haylaz bir hayatla yaşayacaklar. Çünki her vakit etrafında onun gibi çocukların ölümleriyle o çocuğun ileride uzun arzuları taşıyan küçük dimağında ve zaîf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki, hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda âhirete iman dersi ile görmemek için oyuncaklar altında saklandığı o endişeler yerinde bir sevinç ve bir genişlik hissederek der: “Bu kardeşim ve arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Validem öldü, fakat rahmet-i İlahiyeye gitti. Yine beni Cennet’te kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim.” diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.
Hem insanın bir rub’unu teşkil eden ihtiyarlar yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi ancak ve ancak âhirete imanda bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar öyle bir vaveylâ-yı ruhî ve öyle bir dağdağa-i kalbî çekeceklerdi ki, dünya onlara me’yusane bir zindan ve hayat onlara işkenceli bir azab olacaktı. Fakat âhirete iman onlara der: “Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek. Ve gayet parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor. Zâyi’ ettiğiniz evlâd ve akrabalarınız ile sevinçlerle görüşeceksiniz.” diye iman-ı âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki, her birinin başına yüzer ihtiyarlık toplansa onları me’yus etmez.
Hem nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler galeyanda olan hevesatlarına mağlub ve her vakit başlarına alamadıkları cür’etkâr akıllarıyla âhirete imanı kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı ve zaîflerin ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti bozulur. Bazan bir dakika lezzet için mes’ud bir hanenin saadetini mahveder, canavar bir hayvan hükmüne geçer. Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse çabuk aklını başına alır. Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan Padişah-ı Zülcelal’in melaikeleri beni görüyorlar, fenalıklarımı kaydediyorlar. Ben başıboş değilim, vazifedar bir yolcuyum. Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaîf olacağım der. Birden zulmen tecavüz etmek istediği adamları karşı bir şefkat ve bir merhamet beslemeğe başlar.
Hülâsa: Bu hakikatların hayat-ı içtimaiyeye aid bir nümunesi şudur ki: Eğer iman-ı âhiret bir şehirde ve o büyük aile efradında hükmetmezse güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu’, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında anarşilik ve vahşet manaları hükmeder. O hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar. Buna kıyasen memleket dahi bir hanedir. Vatan da bir millî ailenin hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse birden samimi hürmet ve ciddi merhamet ve rüşvetsiz hamiyet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar. Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle temkin verir. Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Akıllarını başlarına getirir. Zalime der: “Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir. İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış” deyip ağlamasını gülmeğe çevirir. Bunlara kıyasen cüz’î ve küllî her bir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır.
Dokuzuncu Mes’ele: Üstadımızın manen ruhuna gelen iman hakkında bir sualin cevabıdır. Şöyle ki: Neden cüz’î bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir oluyor ve kabul etmeyen müslüman olmaz? Halbuki Allah’a ve âhirete iman güneş gibidir, o karanlığı izale etmesi lâzımdır. Hem neden bir rükün ve hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor? Suallerinin cevablarını Üstadımız آمَنَ الرّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ الخره âyetine müracaatla gayet muhtasar fakat şümullü bir şekilde üç noktada beyan etmiştir.
Onuncu Mes’ele: Tekrarat-ı Kur’aniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalaletin ufunetli ve zehirli evhamlarını izale eden bu küçücük nurlu çiçeği Üstadımız gayet hasta ve perişan ve gıdasız bir halde iken iki gün içinde Ramazan’da mecburiyetle gayet mücmel ve kısa bir cümlede pek çok hakikatları ve müteaddid hüccetleri dercetmişlerdir. Şöyle ki: Kur’an-ı Azîmüşşan’ın her asırda her tabakaya hitab ederek taze nâzil olmuş gibi bir hususiyeti olduğunu ve bilhassa çok ve tekrar ile الظَّالِمِين الظَّالِمِين deyip zalimleri tehdidleri ve o zalimlerin zulümlerinin cezası olan musibet-i semaviye ve arziyeyi şiddetle beyanı ile bu asrın emsalsiz zulümlerine Kavm-i Âd ve Nemrud ve Firavun’un başlarına gelen azablar ile baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana İbrahim ve Musa Aleyhimesselâm’lar gibi enbiyanın necatlarıyla teselli veriyor.
Kur’an-ı Azîmüşşan’ın elbette her harfinde 10, bazan 100, bazan 1000 ve binler sevab bulunması ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benîâdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması ve çok tekrar ile beraber usandırmaması ve çok iltibas yerleri ve birbirine benzeyen cümleleri olduğu halde bütün Kur’an hâfız çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi ve hastaların ve az sözden müteessir olanların ve sekeratta olanların kulaklarına mâ-i zemzem misillü hoş gelmesi gibi, Kur’an-ı Azîmüşşan çok cihetlerle kudsî imtiyazları kazanır. Ve Sâni’-i Kâinat’ın mu’cizat-ı kudretini ve manidar sutur-u hikmetini ders vermekle lütf-u irşadda güzel bir i’caz gösterir ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirdlerine kazandırır.
Tekrarı iktiza eden dua ve davet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla güzel, tatlı tekraratıyla bir tek cümlede ve bir tek kıssada ayrı ayrı çok manaları, ayrı ayrı muhatablarına tefhim etmekte ve cüz’î ve âdi bir hâdisede en cüz’î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyet’te ve tedvin-i şeriatta sahabelerin cüz’î hâdiseleri dahi nazar-ı ehemmiyette olmasından hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyet’in ve şeriatın tesisinde o cüz’î hâdiseler çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nev’ i’cazını gösterir.
Evet ihtiyacatın tekrarıyla ve tekrarın lüzumu haysiyetiyle yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevab olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak olan ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz’iyat ve külliyatın bir tek zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu isbat eden ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anasırı kızdıran ve hiddete getiren nev’-i beşerin zulümlerine mukabil kâinatın netice-i hilkati hesabına azab-ı İlahîyi ve hiddet-i Rabbanîyi gösteren ve hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılabın tesisinde binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur belki gayet kuvvetli bir i’caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hale gayet mutabık bir fesahattır.
Biz burada bu kıymetli mes’elenin başından bazı yerlerine işaretle ehemmiyetini göstermek istedik. Fakat tamamıyla göstermeğe imkân olmadığı için, tam görmek isteyenler bahçenin içine girsin ve yalnız bu kadarla kalmasın. Bu mes’elenin hâtimesinin iki haşiyesini ve Nur’un kahramanı Hüsrev’in mektubunu da okusun.
Onbirinci Mes’ele: Meyve’nin Onbirinci Mes’elesinin bir meyvesi Cennet ve biri saadet-i ebediye ve biri rü’yetullahtır. Bu şecere-i kudsiyenin hadsiz küllî ve cüz’î meyvelerinden yüzer nümunelerini Risale-i Nur’da gayet parlak bir şekilde Üstadımız beyan etmiştir. Bu mes’eledeki beyanatın fihristesinin yalnız hangi mevzua aid olduğunu kısaca bildirmek istedik. Merak edenler Siracünnur’a ve Meyve’nin Onbirinci Mes’elesine dikkatle baksınlar.
Bu mes’ele, meleklere iman meyvesinin bir cüz’üdür. Üstadımız diyorlar ki: Bir gün duada “Yâ Rabbî! Cebrail, Mikail ve Azrail ve İsrafil hürmetlerine ve şefaatlerine beni cinn ve ins şerlerinden muhafaza eyle!” dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğimde gayet tesellidar ve sevimli bir halet hissettim. Elhamdülillah dedim ve Azrail’i cidden sevmeğe başladım. Çünki insanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı onun ruhudur. Onu ziya’dan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslim etmek derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim. Ve o anda insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var. Her insan kıymetli fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitabet, şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o fiillerin Cennet’te bâki meyveleri bulunsa daha ziyade merak eder. Kiramen Kâtibîn insanın omuzlarında durup onları yazması ve ebedî manzaralarda göstermek için muhafaza etmesi ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırması o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem diye Üstadımızın şu mes’eledeki derin görüşlerinin kudsiyetini göstermek için ellerine fihrist anahtarını takdim ediyoruz.
Emirdağ Nur Talebeleri
Her asırda, her devirde imana ve Kur’ana ve İslâmiyet’e hizmet eden nuranî mübarek şahsiyetler gelmişler. Bunların karşısında Nemrudlardan, Firavunlardan, Ebucehillerden birer tanesi çıkmış, musallat olmuşlar. Vazife-i diniyelerine sed çekmeğe çalışmışlar. Bu asırda da Nurların ve şakirdlerinin takib ettikleri kudsî hizmet-i Kur’aniye ve imaniyeye mason ve komünist ve zındıka güruhları sistemli bir şekilde gayet dessasane hilelerle, bütün maddî ve manevî kuvvetlerini ortaya dökerek çalışmışlar. Risale-i Nur’un müellifi olan ve mübarek iman ve Kur’an âbidesi olan Üstadımızı talebeleriyle birlikte hapislere, zindanlara, menfalara atarak onlara hiçbir asırda emsali görülmemiş işkenceleri, hattâ vahşi canavarca zulümleri hiç çekinmeyerek yapagelmişler. Üstadımıza, hayatına son vermek için defalarca zehirler vermişler. İhtilattan men’ ederek şahsî nüfuzunu kırmak için çeşitli yalan ve iftiralarla birçok kulp takmakla hükûmeti iğfal ederek hem Üstadımızı, hem Nur talebelerini zindanlara sokturmuşlar. Ellerindeki risaleleri mahzenlere attırmışlar. (Haşiye) Hattâ hapishane içerisinde bile rahat bırakmamışlar, hususî plânlarla içlerine hafiyeler bırakılarak Üstad’dan ve Risale-i Nur’dan soğutmağa çalışmışlar. Bilhassa Afyon hapsinde Üstadımızı kışın en şiddetli günlerinde gayr-ı muntazam bir odada, taban tahtalarının birbirinden bir-iki santim ayrılıklı olan ve pencereleri de tam kavuşmadığı için açık kalan yerlerinde camların birbuçuk – iki milim buz tutmasıyla beraber bazan da yağan karlar, tipi ve yağmurlar içeriye dolan bir odada birkaç gün sobasız, mangalsız ve bazı zamanlarda da gıdasız bırakıldığı gibi, zehir de verilerek ölümü beklenilmiştir. Gayet ihtiyar, zaîf ve hasta olan mübarek Üstad’ın yanına hiç bir talebesi ve hizmetçileri bırakılmamış, saklı ve gizli olarak yanına çıkan talebeleri ve hizmetçileri döğülmüş, işkencelerin en vahşisi tatbik edilmiş, öyle bir an gelmiş ki mübarek Üstadın mahkemeye vereceği müdafaaları talebeleri tarafından yazılmasına izin verilmemiş, gizli olarak yazmak isteyen talebeler de müdür tarafından hakarete uğramışlardır.
Bu işkencelerin ve bu zulüm ve hile prensiplerinin karşısında Kur’anın hakikî hâdimleri olan Nur’un kıymetdar talebeleri hiç çekinmeyerek üstadlarının takib ettiği iman ve Kur’an yolunda rıza-i İlahî uğrunda çalışmışlar. İşte bu ağır şerait altında Denizli Medrese-i Yusufiyesinde Meyve Risalesi, Afyon Medrese-i Yusufiyesinde de El-Hüccetüzzehra gibi mühim risaleler yazılmıştır. Ehl-i imana, bilhassa bu risaleleri okumaları tavsiye olunur.
El-Hüccetüzzehra’nın kısaca fihristesi
İman hakikatlarından bir cihette mahrum kalan hapislerin imanlarını kurtarmak için Üstad Hazretleri Eskişehir’de Otuzuncu Lem’a ve İkinci Şua gibi beş-altı mühim risaleleri, Denizli’de Meyve Risalesi’ni, Afyon Medrese-i Yusufiyesinde de El-Hüccetüzzehra’yı te’lif etmişlerdir. Bu risale zahiren küçük, hakikaten pek büyük ve çok kuvvetli ve pek geniş olmakla beraber iki makamdır.
Birinci Makamı üç kısımdır.
Birinci Kısmı: Dehşetli bir şekilde Allah’ı ve âhireti inkâr eden ve unutan cereyanların naşir-i efkârı olan gazeteleri okuyan bîçare gençlerin ve ihtiyarların ve Medrese-i Yusufiyede bulunan hapislerin iman-ı billahtan mevcudiyet ve vahdaniyet-i İlahiyeye dair gayet kat’î ve kuvvetli derslere pek ziyade ihtiyaçları olduğundan, her sabah namazından sonra okunan ve bir rivayette ism-i azam mertebesini taşıyan tehlil ve tevhid-i azam olan
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ
Şu kudsî tevhidin 11 kelimesi olup, her bir kelimesinde bir bürhan-ı vücub-u vücud ve vahdet-i Rabbaniye, hem 11 müjde gayet parlak güneş gibi tafsilatıyla gösterilmektedir.
İkinci Kısım: Bu kısım da Birinci Kısım tarzında yazılmıştır ki, Fatiha-i Şerife denizinden bir katre ve güneşin elvan-ı seb’asından bir tek lem’a olarak muhtasar bir şekilde beyan olunmaktadır. Na’büdü nun’undaki seyahat-ı hayaliye ve Rumuzat-ı Semaniye’de ve İşarat-ül İ’caz tefsirinde ve Nur eczalarında bu kudsî hazinenin pek çok tatlı ve gayet güzel nükteleri yazıldığı gibi, Hüccetüzzehra’nın İkinci Kısmı’nı teşkil eden bu risale de yalnız imanın rükünlerine ve hüccetlerine اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ … الخره âyetinin sekiz kelimesiyle ve her bir kelimesinde bahr-i umman kadar mana ve hüccet taşıyan ve küfrün ve dalaletin ejderlerinden imanı kurtaran ve ehl-i imana ebedî saadeti kazandıran gayet hayatdar bir tiryak ve ebedî ve sönmez bir nur-u daimî olarak yazılmıştır.
Üçüncü Kısım: Namazdaki Fatiha’nın manevî emriyle ve “Eşhedü en lâ ilahe illallah” hakikatının feyziyle İkinci Kısım yazıldığı gibi, namaz içindeki teşehhüdde dahi “Ve eşhedü enne Muhammeden Resulullah” cümlesinin delaletiyle ve manevî ihtarıyla ve Sure-i Feth’in âhirinde هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ …الخره olan ve beş mu’cize-i gaybiyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla Üçüncü Kısım yazılmıştır. Bu kısmın tafsilatı ve senedli hüccetleri Zülfikar Mecmuasında ve Arabî Hizb-ün Nuriye’de mevcuddur. Bu risale dahi yalnız muhtasar üç işaretle nev’-i beşerin Üstad-ı A’zam’ı (ASM) ve en büyük peygamberi ve kâinatın Fahr-i Âlem’i ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ hitabına mazhar ve hakikat-i Muhammediyesi sebeb-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz Efendimiz’den (ASM) bahisle yazılmıştır.
İkinci Makam: Fatiha’nın âhirinde ehl-i hidayet ve istikamet ile ehl-i dalalet ve tuğyanın müvazenesine işaret eden ve Risale-i Nur’un bütün müvazenelerinin menbaı olan âyetin bir hakikatını ve Sure-i Nur’dan اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ ilh… ve اَوْ كَظُلُمَاتٍ فِى بَحْرٍ لُجِّىٍّ ilh… âyetiyle beraber o müvazeneyi Na’büdü mu’cizesinin beyanında dünya seyyahı hâlıkını aramak, bulmak, tanımak için kâinatın bütün envaından ve mevcudatından 33 yol ile ilmelyakîn ve aynelyakîn ile Âyet-ül Kübra Risalesi’nde kat’î ve gayet parlak bürhanlarla hâlıkını bulduğu gibi, o ayn-ı hakikat ve bir temsil manasında olan seyahat-ı hayaliye ile girdiği pek çok âlemler ve tabakalardan üç tabakasının kuvve-i akliye cihetinde bir misali gayet muhtasar beyan edilmiştir.
Allahü Ekber cümlesinin 33 mertebesinden üç mertebeyi beyan eden bu gelecek Arabî fıkranın bir nev’ tercümesi içinde kısa işaretler ile ülema-yı İlm-i Kelâm’ı ve akide ülemasını pek çok meşgul eden İlim ve İrade ve Kudret-i İlahiyenin kâinattaki cilveleriyle onları aynelyakîn imanla tasdik ve onlarla Vâcib-ül Vücud’un mevcudiyetini ve vahdaniyetini bedahetle ve ilmelyakîn ile tasdik edip tam iman etmeğe yol açan bu Arabî fıkradır:
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ وَقُلِ اْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِى الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِىٌّ مِنَ الذُّلِّ وَ كَبِّرْهُ تَكْبِيرًا
اَللّهُ اَكْبَرُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ قُدْرَةً وَ عِلْمًا اِذْ هُوَ الْعَلِيمُ بِكُلِّ شَيْءٍ… الخره
Emirdağ Nur Talebeleri
Risale-i Nur’un Arabî Mesnevî-i Şerif’inin fihristesidir.
Risale-i Nur’un bir nev’ çekirdeği ve fidanlığı hükmündeki bu muazzam Mesnevî-i Nuriye 10 risaleden ibarettir. İçlerinde Katre, Hubab, Habbe gibi risalelerin ikişer zeyilleri vardır. Bu çok kıymetli ve hârika mecmuanın başında hem Türkçe, hem Arabça bir mukaddime var. Bu Mesnevî-i Arabî’nin hangi saiklerle te’lif edildiğini ve marifetullaha nasıl bir pencere açtığını ve âdeta bu mecmua bir asâ-yı Musa gibi nereye vurmuş ise su çıkardığını gayet belig ve sade bir üslûb ile beyan etmiştir. Bu mühim mecmuanın misilsiz kıymetini bir derece olsun beyan etmek fikriyle mukaddimesini aynen dercediyoruz.
(Bu kısım Ms: 7’de münteşir olduğundan yazılmadı.)
(Devamı da Ms: 259’daki kısım ve devamındaki Fihrist kısmıdır. Başlıklarda az değişiklikler vardır. Sondaki Şu’le ve Nokta yoktur.)
Bu risalede tekerrür eden “fihrist” kelimesi, telaffuz edildiği gibi “fihriste” olarak yazılmıştır. Arzu eden “fihrist” suretinde düzeltebilir. Bin bârekâllah.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
يَا اَللّهُ يَا رَحْمنُ يَارَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ
İsm-i Azam hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm şerefine, bir kalem ile 500 nüsha yazan Hüsrev’i ve mübarek yardımcılarını ve Nurcu arkadaşlarını Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmîn! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmîn! Ve defter-i hasenatlarına bu mecmuanın her bir harfine mukabil 1000 hasene yazdır, âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle, âmîn! Yâ Erhamerrâhimîn! Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mes’ud eyle, âmîn! İns ve cinn ve şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmîn! Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını afveyle, âmîn!
Umum Nur Şakirdleri namına
Said-ün Nursî
Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve kahraman şakirdi bir kardeşimizin takrizidir.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen Risale-i Nur şu dehşetli, görülmemiş asrın bid’akâr savletlerine karşı bir sedd-i Kur’anî ve bir seyf-i imanî hasiyetiyle muannid küfr-ü mutlakın levs-i teressübatını yok ederek zulümat ile dolu kalblere nur ve iman aşıladığı bedahet derecesinde aşikâr olmakla beraber şu asırda ve tâ be-kıyamet Kur’an-ı Hakîm’in elinde dürerbar-ı seyf-i semavîdir.
Evet o âfâk-ı beşeriyete ruhaniyat ve melekûta inciler yağdırıyor. Ve o seyf-i muallâ öyle semavî bir kılınçtır ki, Hâlık-ı Kâinat’ın mevcudattaki esmasının tecelliyatını inkâr eden dumanlı, sarhoş, zehirlenmiş kafaları manen uçuruyor.
Risale-i Nur
Ey nur-u dürerbar-ı semavî
Tılsımkeş-i esrar-ı semavî
Tullabına derman tedavi
Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî
Sensin bize bir nur-u İlahî
Ey lütf-u muallâ-yı keramet
Ey mahz-ı kerem mahz-ı hidayet
Ey sahilgüzar-ı selâmet
Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî
Sensin bize bir nur-u İlahî
Ey âyet-i Kur’an ile müeyyed
Haydar ediyor hep seni teyid
Ey Gavs ile hakka ki müekked
Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî
Sensin bize bir nur-u İlahî
Şâfî-i necatdar-ı amansın
Şehname-i irfan-ı zamansın
Billur-u hikem şah-ı beyansın
Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî
Sensin bize bir nur-u İlahî
Ey kenz-i keramet-i muallâ
Ey lem’a-i Kur’an-ı mücella
Esma-i Huda sende tecella
Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî
Sensin bize bir nur-u İlahî
Ey maden-i pürnur-u şefaat
Sensin bize dâreynde saadet
Tullabına berat-ı müebbed
Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî
Sensin bize bir nur-u İlahî
Ey kân-ı kerem nur-u cemalin
Seyran ki ervah-ı kemalin
Seyrab ediyor ruhları halin
Ey mahz-ı becâ mansur-u İlahî
Sensin bize bir nur-u İlahî
Bu ilham-ı semavî olan ve kâinat âleminin tılsımlarının keşşafı olmak haysiyetiyle esma-i İlahiyenin tecelliyatını ve sıfât-ı Rabbanînin cilvelerini keşfederek Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın esrar-ı kudsîsini halleden ve mu’cizat-ı Ahmediyenin (ASM) ve ehadîs-i Nebeviyenin (ASM) hikmetlerini şerheden Risale-i Nur ins ü cinn âlemlerine ve şu muzlim dehşetengiz asrın sâkinlerine bir hediye-i Rahman, bir mu’cize-i Kur’an, gönüllerde canan bir hutbe-i şah-ı beyandır.
Şems-i Kur’anın Risale-i Nur’un hakikat menşurundaki lemaatının elvanıyla hakaikının inkişafı beşerin pek muhtaç olduğu hastalığı halindeki kalb, ruh ve bütün letaifine bir tiryak hasiyetini taşıması itibariyle sureten teâlî ufuklarını araştıran zümrelere de bir afitab-ı feyyaz-ı semavîdir. Risale-i Nur’un sema-i mücellasındaki hakikat yıldızlarını temaşa eden bahtiyarlar onun hizmet-i pâkinde, daire-i kudsîsinde muti’, sadık, fedakâr bir peyk haysiyetiyle bütün mevcudiyetlerini ona feda ediyorlar.
Fehm-i kasıranem ve idrak-i âcizanemle Risale-i Nur’un medhini yapacak kudrette olmadığımı müdrikim. Nasıl yapabilirim ki? Onun hakikatlarını medheden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’dır. Haydar-ı Kerrar Şah-ı Cihan’dır, Hazret-i Baz-ül Eşheb Gavs-üs Sakaleyn-i Âsuman’dır.
Ey Nur! Sana canan ile canım da fedadır
Firdevs-i Muallâ diye ansak da sezadır.
Ey lütf-u Huda! Zemzeme-i berk-i güzinin
Şakirdine bir nur, kâfire bir seyf-i Huda’dır.
Risale-i Nur madem ki Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzüldü. Elbette semavîdir. Öyle ise deriz: Ey ilham-ı kudsî! Güneş mücella cisimlerde ma’kes bulur. Öyle ise nüzulgâhın olan kalbler de senin gibi eşsizdir. Elbette sen veraset-i Nebeviyenin âyinedarlığına mazhar bir âyine-i mücelladan in’ikas ettin.
Âlem-i İslâm’ın asırlardır beklediği inşâallah 50 sene sonra gelecek olan Mehdi-i Muntazır’ın değil, belki Müceddid-i Ekber’in bir irtisamını senin sath-ı mücellanda görüyoruz. Sen öyle bir makam-ı münevverden nev’-i beşere ve âfâk-ı İslâmiyete tulû’ ettin ki, ey tuhfe-i İlahî! Senin güzel kokuların, yetiştiğin hadikanın misilsizliğine şahiddir. Rayiha-i tayyibenin hasiyeti, aid olduğu çiçeği işmam eder. Mana işaretiyle parmağını ona uzatır. İşte sen de yetiştiğin bir kalb bahçesini, seni görenlere temaşa ettiriyorsun ki; şu dehşetli asırda Ey Risale-i Nur! Bir vâris-i Peygamberîsin, bir dellâl-ı Kur’ansın, bir hâdim-i imansın, bir vekil-i Nebiyy-i Zîşan’sın.
Madem ki âhirzamandaki o beklenilen zâtın üç vazifesinden en mühim, en kudsî, en azametli vazifesi imanı kurtarmaktır. O vazife ise Risale-i Nur ile tamamen yapılmıştır. Bu davanın şahidleri milyonlardır.
Güneş hararetiyle, ziyasıyla, elvan-ı seb’asıyla güneştir. Biz bu güneşi gördük, gündüze erdik. Öyle ise o ileride gelecek zâtın o iki vazifesi güneşin bulunduğumuz arz medarımıza gelişiyle olacaktır. Geçmiş asırlardaki müceddidler de bu en mühim vazife ile müstahdem olmakla beraber, onlar imanın ve marifetin neticelerinden, meyvelerinden ve feyizlerinden bahsederek imanı kuvvetlendirmeğe uğraşmışlardı. Fakat onların zamanında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı imaniye sarsılmıyordu.
Şimdi ise imanın köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var. Bu küllî tahribatı Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mu’cize-i maneviyesinden tereşşuh eden Risale-i Nur tamamıyla önlediğinden ve hakaik-ı imaniyenin esaslarını kalblere yerleştirdiğinden, o beklenilen zâtın o mühim vazifesinin yapılmış olduğunu körler bile görmektedirler. O intizar edilen zâtın naşir-i efkârı Risale-i Nur olacak.
Tevafukat-ı latife Risale-i Nur’un silsile-i keramatından olduğu cihetle, Beşinci Şua’ın Ondokuzuncu Mes’elesinde o Âl-i Beyt’ten olan seyyid zât-ı muntazırın cümle-i vezaifinden olarak 1- Siyaset âleminde 2- Diyanet âleminde 3- Saltanat âleminde 4- Cihad âleminde olmak üzere icra ettiği vazife daireleri Risale-i Nur’un tarihçe-i hayatıyla tam müşabeheti ve iltibassız tevafukatı çok ehemmiyetlidir. Demek Nur Risaleleri o gelecek zâtın bir müjdecisi, bir talebesidir, çabuk gelen bir neferidir. Biz de o hayat-ı mübarekin dört ayrı safahatında aynen bu daireleri müşahede ediyoruz:
1- Siyaset âlemindeki safhayı mukaddeme-i meşrutiyette İstanbul’a bir talebesinin gelmesiyle harb-i umumînin nihayetine kadar olan devrede aynen görüyoruz.
2- Diyanet âlemindeki tevafuk ise, İtilaf Devletleri’nin İstanbul’u işgali hengâmında ve en mağrur devrelerinde o şakirdin Hutuvat-ı Sitte eseriyle o mağrur galiblerin hayasız yüzlerine, tehlike yüzde yüz olduğu halde tükürüp manen tokatlaması üzerine, o zamanki Ankara Hükûmeti Risale-i Nur’un o şakirdini Ankara’ya davet etmişti. Orada dehşetli bir şahısta Beşinci Şua’da beyan edilen işaretleri görerek bütün bütün siyaseti ve dünyayı terkederek Van’da bir mağarada hayat-ı mübareklerini ibadete hasrettikleri devreye aynen intibak ve tevafuk etmektedir.
3- Saltanat âlemindeki vazifeye gelince: Meşhur Şeyh Said Hâdisesinden sonra garba menfaya gönderilerek Rahmet-i İlahî ile Risale-i Nur’un te’lifine zemin hazırlayıp Risale-i Nur kemal-i haşmetle envârını rûy-i zemine yaymağa başladığı zamandır ki, hakaik-ı imaniyenin ve Kur’anın görülmemiş bir surette taarruza uğradığı bir devrede Risale-i Nur hayrette kalmış, yollarını şaşırmış, imanları tezelzüle uğramış müslümanlar için bir âb-ı hayat misaliyle Hızır gibi onların imdadlarına yetişmiş, onları hayretten kurtarmış, dehşetten sürura çıkarmış ve Risale-i Nur yüz binler ve milyonlar gönülde “Üstadım! Üstadım!” denilerek milyonlar kalblerde kurulan manevî tahta oturmuş ve böylece Risale-i Nur kalblerin bir sultanı olmuştur. İşte bu safha da üçüncü vazifeye aynen tevafuk ederek o hakikatı imzalamaktadırlar.
Kıymetdar bir mazrufun zarfının da kıymetli olması mazrufuna aid olmakla beraber, nasılki muhteşem münakkaş müzeyyen bir sarayın ihtişamı, nakışlarının güzelliği, tezyinatının müstesna oluşu bizzât mimarının ve ustasının meharet-i san’atını, liyakatını, iktidarını, zevk-i selimini irae ederek lisan-ı beligane ile hüşyar olanlara gösterdiği gibi, aynen öyle de: Risale-i Nur’un misilsiz, hakîmane, nazirsiz beligane, görülmemiş edibane Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’cazkâr hakaikını, letaif-i esrarını, Kur’anın i’cazına tam muvafık bir surette tavsifat-ı şahane ve üslûb-u mümtazanesi ile en büyük üdeba-yı hükemayı hayran ve şuara-yı benamı hadd-ül gaye istihsan ile huzur-u manevîsinde serfüru ettirerek en muannid dinsizleri, zındık feylesofları iskât ile dize getirmesi, teslime mecbur etmesi, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin derece-i kemalinin en kavî ve müstesna delilidir.
Silsile-i tevafukatın halka-i nuranîsinden olarak, muntazır olunan gelecek o zât-ı ekmelin bidayet-i halinde Süfyanîler elinde esaretini selef keşfen beyan etmektedirler ki, Risale-i Nur tercümanının 30 küsur senelik esaret hayatını aynen göstermektedir. Demek tercüman-ı Nur, ileride gelecek o zâtın bir müjdecisi, bir talebesidir.
Ehl-i kalbin latif keşiflerinden birisi de: “O beklenilen zât bir kitab yazacak, geçmişte hiç kimse ona benzer bir kitab yazmamış olacak.” denilmektedir. Elhak Risale-i Nur, bunun güneş gibi delilidir. Evet onun şakirdleri kat’iyyen iman ediyorlar ki, şimdiye kadar böyle eser görülmemiştir ve tâ be-kıyamet yazılmayacaktır.
Ehl-i keşf, o Nur’un tercümanı olan zât-ı nuranî mescun-ün nisa yani müteehhil olmayacak, ihtiyar yaşında olacak diye bahsediyorlar. Bu tevafukun herhalde başka vecihle izah ve teviline lüzum yoktur. Maziden yani bulundukları zamandan istikbale nazar eden ve bu zaman-ı hali tarassud eden ehl-i keşfin keşfe müstenid daha çok beyanları vardır. Kısa keserek, sözü onlara bırakıyoruz.
İşte Risale-i Nur’u yalnız ben medhetmiyorum; onu Hazret-i Kur’an medhediyor, Hazret-i Ali (Radıyallahü Anh) medhediyor, Gavs-ı Azam (Radıyallahü Anh) medhediyor. Hazret-i Murtaza (Radıyallahü Anh) Celcelutiye’sinde Risale-i Nur’a bedi’ diyor. Şu halde elbette ki o bediüzzamandır, fahr-üd devrandır.
Risale-i Nur’un bütün hakikatları, Risale-i Nur’un tercüman-ı pâkinin bütün hayatları boyunca âdeta bir proğram hükmünde, bütün o esasat-ı Kur’aniyeye tam bir intibak ile meşreb-i pâk-i Muhammed Sallallahü Aleyhi Vesellem’in nümune ve tecessüm etmiş misali halinde o Nur tercümanı has Nur şakirdleriyle sünen-i Peygamberîyi (ASM) görülmemiş zulümkâr bir asrın eşedd-i zulmüne ve işkencesine maruz kalarak تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ رَسُولِ اللّهِ hadîsinin mazhar-ı ekmeli halinde rûnüma olmuş ve tereşşuhat-ı Kur’aniye olan te’lifatla ve gerekse ef’al ve harekâtlarıyla eşedd-i küfre karşı tam mukabele ve mücahede ederek celadet-i haydaraneleriyle ve hârika şecaatlarıyla ellerinde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın elmas kılıncı olan Risale-i Nur ile küfr-ü mutlakı her yerde takib etmişler ve müdhiş bir cem’iyetin iman ve Kur’ana olan azgınca tecavüzatını önlemişler ve milyolar insanların Risale-i Nur’la imanlarının takviyesine ömürlerini vakfetmişlerdir.
Birinci Şua hakikatlarında beyan edilen âyât-ı Kur’aniyenin bir kısım remizleri ve bazı işarat-ı Resulullah’ın (Aleyhissalâtü Vesselâm) Risale-i Nur üzerinde toplanması, Hazret-i Ali’nin (Radıyallahü Anh) ve Gavs-ı Azam’ın (Radıyallahü Anh) sarahatlı ve beşaretli haberlerinin içtimaı erbab-ı kalb ve ukûlde kat’iyyen şübhe bırakmıyor ki; ümmetin intizar ettiği zât geldiği zaman bir asır evvel yazılan bu Risale-i Nur’u kendine proğram ve naşir-i efkâr yapacak.
Hem Risale-i Nur’un bu asırda ihsanı, rahmet-i İlahînin ezelî tecelliyatının bir neticesidir. Her aklı olan ve kalbi tefessüh etmemiş olan anlar ki; o eserde bu kadar hârikaların içtimaı tesadüfî olmayıp, ancak dünyayı kaplayan ve ilim ve fenden gelen görülmemiş mütecaviz bir küfr-ü mutlakın ve dalaletin tahribatını önlemek içindir ki, o eser bu asırda ihsan edilmiştir. Tarih ve içtimaiyat ilimlerine âşina olanlar bilirler ki, küre-i zemin böyle dehşetli bir asır yaşamamıştır. Madem ki tahribat çok dehşetlidir. Şu halde o tahribatı önleyecek bir nurun gönderilmesi de rahmet-i İlahînin muktezasıdır ki, onunla o müdhiş küfür ve dalalet seyli sed olunabilsin.
Elhak Risale-i Nur tesis ettiği istihkâmat-ı Kur’aniye ile öyle bir sedd-i nuranî vücuda getirmiştir ki, zaman ve zemin boyunca beşerin bütün maddî ve manevî ihtiyacatına kâfi ve vâfidir.
Bu izahat ile anlaşılır ki: Bu kadar ehemmiyetli vezaif-i kudsiye ancak o âhirzamanda beklenilen zâtın gelmesine bir zemin hazırlamak için Risale-i Nur o zâttan bir asır evvel gelmiş olan bir müjdeci, bir liste, bir kudsî proğram, bir talimat mecmuasıdır.
Kaside-i Nur
Risale-i Nur’a Gel
Eyyühe-l ihvan gel Nur’a gel, imana gel
Feth-i nusretle açılmış rayet-i Kur’ana gel
Bak hidayet şemsinin envârına bir göz açıp
Külliyat-ı Nur’u gör, ihsana bak, Rahman’a gel
Perde-i zulümatı yırtmış, arzı pürnur eylemiş
Cephe-i envâra gel, tılsımkeş-i Sultana gel
Münkeşif sathında esrar, mün’akis bahrında nur
Ey saadet dâîsi âyine-i Furkan’a gel
Etme Kur’anın ziyasından sakın kat’-ı nazar
Sofra-i Rahman’a açık ikrama gel, ihsana gel
İştiyakın nur için a’sarı doldurmuş iken
Ebkem-i lâl olma ey nur bekleyen iz’ana gel
Ahd-i misakı feramuş eylemek lâyık değil
Davet-i Rahman budur gel ahd ile peymana gel
Fehmine, idrakine asrın bu nur eyler hitab
Kal’a-i eman budur, emana gel, fermana gel
At nikab-ı gafleti, seyret bu nur-u satveti
Secde-i Rahman’a gel, Firdevs’i gör seyrana gel
İttihad-ı Ahmedîdir (ASM) çare-i emanımız bizim
Ey ehl-i hak gel, hizb-ü Kur’an-ı Azîmüşşan’a gel
Savlet-i a’daya karşı kal’a-i Kur’ana gir
Âşıkane halka-i imana gel, merdane gel
Bir hakaik bahrinin şehname-i irfanı bu
Derde derman bekleyen meydana gel, ummana gel
Görmek istersen hakaik şemsinin elvanını
Ey delail bekleyen iz’an budur bürhana gel
Cennet-i Adn’in, Muallâ’nın bu Tûbâ-i Kevser’i
Bağ-ı Rıdvan isteyen in’am budur, rıdvana gel
Müncelî esma-i Hak sadrında ol nur bahrinin
Ey tecelli bekleyen im’ana gel, irfana gel
Elhamdülillah nuruyla esrara olduk âşina
Ey fakira! Nura erdin, secde-i şükrana gel.
Hayatını Nur’a vakfeden
Muhammed
Bir Nur talebesinin takrizidir.
Ey Risale-i Nur
Senden doluyor vicdanlara hep hazz-ı sürur
Senden doğuyor kalblere her mana-yı huzur
Misbah-ı müeyyede kıldı seni Zât-ı Şekûr
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Bu asırda ümmete bir ihsan-ı Huda’sın
Sen bu hüviyetle evet mahz-ı hüdasın
Hak yola dâî ve dalaletten cüdasın
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Mizabısın pürnur İnna A’tayna mağzının
Hem dahi miftahısın İnna Fetehna remzinin
Vedduha’sısın gümansız nübüvvet şemsinin
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Dense sezadır ki sana mir’at-ı hakaik
Vechinde celî nice bin hikmetli dekaik
Rüşd menbaı nutkundaki mana-yı rekaik
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Ey dürre-i kenz-i kemal, rûyunda safa var
Ey şu’le-i şems-i cemal, sadrında şifa var
Elbette ki fâsıka berkinde cefa var
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Şehbal açarak seb’a semavatı gezersin
Bu kevn-i mekândan nice esrarı süzersin
Şakirdlerini dönerek irfanla bezersin
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Sihir ibtaline lem’-i asâ sende göründü
Hem nefes-i feyz-i Mesiha sende göründü
Bir cilve-i halk-ı azîma sende göründü
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Cümle âyât-ı güzin mal olmuş sana
Ânınçün ehl-i İslâm ehl ü âl olmuş sana
Lütf-u Rabbanî meğer hoşça hal olmuş sana
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Ravk-ı hüsnün füruğu arş-ı a’lâdan mıdır
Bu tecelli sana sina-yı senadan mıdır
Füyuzun yoksa ol sırr-ı “Ev edna”dan mıdır
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Yâ Rab bu hakir Fehmi’yi hembezm-i visal et
Zümre-i Nur’a koy da ânı hüsn-ü hisal et
Cümlemizi ol Hazret-i Üstaz’a Bilal et
Nur-u Ezel’in mişkâtısın ey Risale-i Nur
Burc-u ebedin mirsadısın ey Risale-i Nur
Abdurrahman Fehmi