Zeylin İkinci Parçası
[Baştaki âyetin mu’cizane işaret ettikleri dokuz tabaka berahin-i haşriyeye dair dokuz makamdan “Birinci Makam”:]
فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ ٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ ٭ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ
olan fıkradaki ferman-ı haşre dair buradaki gösterdiği bürhan-ı bahiri ve hüccet-i katıası beyan ve izah edilecek inşâallah.
______
{(Haşiye): O makam daha yazılmamış ve hayat mes’elesi haşre münasebeti için buraya girmiş. Fakat hayatın âhirinde kader rüknüne işareti pek ince ve derindir.}
______
Hayatın yirmisekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki: Hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor. Onların tahakkukuna işaretler ediyor.
A- Âhirete İman Rüknü: Evet Madem
- Bu kâinatın en mühim neticesi (hayattır) ve (Hayatın azameti, baki ve ebedi bir hayatı netice olarak ister.)
- (Bu kâinatınen mühim) mayesi (hayattır) ve
- (Bu kâinatınen mühim) hikmet-i hilkati hayattır.
Elbette o hakikat-ı âliye; bu
- Fâni,
- Kısacık,
- Noksan,
- Elemli hayat-ı dünyeviyeye münhasır değildir.
Belki hayatın yirmidokuz hâssasıyla mahiyetinin azameti anlaşılan
şecere-i hayatın gayesi, neticesi ve o şecerenin azametine lâyık meyvesi;
- Hayat-ı ebediyedir ve
- Hayat-ı uhreviyedir ve
- Taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır.
Yoksa bu hadsiz cihazat-ı mühimme ile techiz edilen hayat şeceresi,
- Zîşuur hakkında, hususan insan hakkında
- Meyvesiz, faidesiz, hakikatsız olmak lâzım gelecek ve
- Sermayece ve cihazatça serçe kuşundan meselâ yirmi derece ziyade ve
- Bu kâinatın ve zîhayatın en mühim, yüksek ve ehemmiyetli mahluku olan insan;
- Serçe kuşundan saadet-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağıdüşüp,
- En bedbaht, en zelil bir bîçare olacak.
(Cismani lezzetler İşarat-ül i’cazda ekl, şürb, mesken, nikah olarak tarif edilmiş. Serçe insana nisbeten bu dünyada yirmi kat daha fazla lezzet alır. Ve hayatın tekalifinden insana nisbeten daha az sıkıntı çeker.
Hem maddi lezzetleri almada keyfiyet itibariyle hayvana yetişemiyoruz. Çünkü hayvanların bazı hususi cihazlar ziyade inkişaf eder.
Hem manevi lezzetleri almada hissiyatlarımız adedince lezzetleri düşünecek olursak (muhabbet, şefkat gibi) serçe gibi bir hayvan bu dünyada insandan yirmi kat daha fazla lezzet almıştır. Çünki Rahmet-i İlahiyeden ziyade şefkat ileri süren insan şefkat duyduğu mahlukat adedince azablara mahkûmdur. Hayvan ise şefkatten ileri gelen böyle bir azabı hissetmez.
Elhasıl insan cihazlarının çokluğu ve ekseriyetle keyfiyeti noktasında en yüksek bir mertebede yaratılmışken dünya hayatından lezzet almada hayvana yetişemiyor.)
Hem en kıymettar bir nimet olan akıl dahi, (Sermayece ve cihazatça serçe kuşundan sadece akıl cihetiyle bakılsa yirmi derece ziyade yüksek olan insan saadet-i hayat cihetinde, yirmi derece aşağı düşmesinin iki sebebi vardır.)
- Geçmiş zamanın hüzünlerini
- Ve gelecek zamanın korkularını
düşünmek ile kalb-i insanı mütemadiyen incitip, bir lezzete dokuz elemleri karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece bâtıldır. (Yani akıl çok değerli bir alettir. Âhiret olmazsa akıl bela oluyor. Halbuki değerli bir şey bela olmaz. Öyleyse âhiret vardır.)
Demek bu hayat-ı dünyeviye,
- Âhirete iman rüknünü kat’î isbat ediyor (Buraya kadar anlatılan hayatın hususan insan hayatının kıymeti gösteriyor ki; âhiret vardır.)
- Ve her baharda haşrin üçyüzbinden ziyade nümunelerini gözümüze gösteriyor.
(Hay ismi baharda tecelli etmesi ile ölmüş yerin dirilmesi gösteriyor ki; haşri baharide Hay isminin azami mertebede tecellisi ile haşir olacaktır.)
Acaba senin cisminde ve senin bahçende ve senin vatanında, senin hayatına lâzım ve münasib bütün levazımatı ve cihazatı,
- Hikmet ve inayet ve rahmetle ihzar eden ve vaktinde yetiştiren,
- Hattâ senin midenin beka ve yaşamak arzusuyla ettiği hususî ve cüz’î olan rızk duasını bilen ve işiten ve
- Hadsiz leziz taamlarla o duanın kabulünü gösteren ve
- Mideyi memnun eden
Bir Mutasarrıf-ı Kadîr,
(Şimdi kıyasa başlıyoruz. İnsanın basit cüzi cihazlarından midenin sesini işitip hikmet inayet ve rahmetiyle cevap veren Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette insanın ulvi cihazlarının seslerini işitir ve o cihazlar için âhireti getirecektir.)
Hiç mümkün müdür ki
- Seni bilmesin ve görmesin ve nev’-i insanın en büyük gayesi olan hayat-ı ebediyeye lâzım esbabı ihzar etmesin?
- Ve nev’-i insanın en büyük ve en ehemmiyetli, en lâyık ve umumî olan beka duasını; hayat-ı uhreviyenin inşasıyla ve Cennet’in icadıyla kabul etmesin?
- Ve kâinatın en mühim mahluku, belki zeminin sultanıve neticesi olan nev’-i insanın arş ve ferşi çınlatan umumî ve gayet kuvvetli duasını işitmeyip küçük bir mide kadar ehemmiyet vermesin, memnun etmesin?
- Kemal-i hikmetini ve nihayet rahmetini inkâr ettirsin?
Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!..
(İkinci bir kıyasa başlıyoruz. Hayatın en cüz’îsinin mide gibi sesini işitip büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapan Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette hayatın en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar sesini işitir ve o hayatın beka duasını ve nazını ve niyazını nazara alır. Öyle ise Kainatın yaratılışının bir neticesi olan hayat için ebedi ve baki olan âhiret hayatını getirecektir.)
Hem hiç kabil midir ki:
- Hayatın en cüz’îsinin
- Pek gizli sesini işitsin, (gizli ses mideye işarettir.)
- Derdini dinlesin,
- Derman versin
- Ve nazını çeksin
- Ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin
- Ve ona dikkatle hizmet ettirsin
- Ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın ve
Sonra
- En büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin? (Gök sadâsı ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.)
- Ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın?
- Âdeta bir neferin (Nefer mideye işarettir.) kemal-i itina ile techiz ve idaresini yapsın ve mutîve muhteşem orduya (Ordu ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.) hiç bakmasın?
- Ve zerreyi (Zerre mideye işarettir.) görsün, güneşi (Güneş ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.) görmesin?
- Sivrisineğin (Sivrisinek mideye işarettir.) sesini işitsin, gök gürültüsünü (Gök gürültüsü ise insanın diğer zahiri ve batini cihazlarına işarettir.) işitmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!
(Üçüncü bir kıyasa başlıyoruz. Cenabı Hakk, kendisine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu sevipte sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini göstersin de sonra hayatı ve ruhu ademe atsın. Elbette hiç bir cihette akıl bunu kabul etmez. Öyle ise âhireti getirecektir.)
Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki:
(Her tarafı ihata eden Cenâb-ı Hakk’ın muhabbeti altı cihette tarif edilecek.)
- Hadsiz rahmetli,
- Muhabbetli
- Ve Nihayet derecede şefkatli
- Ve Kendi san’atını çok sever
- Ve Kendini sevdirip ve kendini sevenleri ziyade sever
- Bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm,
(Hayatın dört sıfatı tarif edilecek.)
- En ziyade kendini seven
- Ve sevimli ve sevilen
- Ve Sâni’ini fıtraten perestiş eden hayatı
- Ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu mevt-i ebedî ile i’dam edip;
Kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın,
dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?
Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!..
Bu kâinatı cilvesiyle süslendiren bir cemal-i mutlak ve umum mahlukatı sevindiren bir rahmet-i mutlaka, böyle hadsiz bir çirkinlikten ve kubh-u mutlaktan ve böyle bir zulm-ü mutlaktan, bir merhametsizlikten, elbette nihayetsiz derece münezzehtir ve mukaddestir.
Netice: Madem dünyada hayat var; elbette insanlardan hayatın sırrını anlayanlar
(Bu hayatın sırrı, hayatı ebediyeye baktığını ve hayatın sırr-ı mahiyeti Allaha imana, âhirete imana, peygamberlere imana ve kadere imana ve melaikeye imana baktığını anlayanlar)
Ve hayatını sû’-i istimal etmeyenler (Ebedi hayatın lazımı olan vazifeleri yerine getirerek hayatını su-i istimal etmeyenler)
Dâr-ı bekada ve Cennet-i Bâkiyede hayat-ı bâkiyeye mazhar olacaklardır, âmennâ…
Ve hem nasılki:
B- (Hayatın, Allah’a iman rüknünü isbat ettiğine dair iki delil gösterilmiştir.
Birinci Delil: Zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermesi hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet eder.)
Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin (hayata mazhar olan şeylerdir.)
Güneşin akisleriyle (Güneş Baki-i Zülcelalin Hayy ve Muhyi ismine işaret ediyor.)
- Parlamaları (Parlaması Hayy ve Muhyi olan Zatın Vücudunu gösteriyor.)
- Ve denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, (Kabarcıklar mahlûkata işarettir.) ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayalî Güneşçiklere âyinelik etmeleri; (Parlayanların sönüp gelenlerin yine parlaması Baki-i Zülcelalin bekasını gösteriyor.) bilbedahe gösteriyor ki:
- O lem’alar, yüksek (Yüksek tabirinden anlaşılıyor ki; güneş parlayan şeylerle aynı mahiyette değildir. Hakikatta ise Vacib-ül Vücud’un vücud mertebesinin imkani ve itibari vücutlarla aynı mahiyette olmadığına işarettir.) birtek Güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve Güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâd ediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar.
Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-u Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Ya Hayy” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri;
- Bir hayat-ı sermediye sahibi olan
- Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına
- Ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi,
(İkinci Delil: Yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar.)
- Umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller
- Ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar
- Ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler
- Ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler
Ve hâkeza yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl
- Bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardı
- İşitmek varsa, hayatın alâ
- Söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder.
- İhtiyar, irade varsa, hayatı gö
Aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleri ile Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.
(İşte bu noktalardan anlaşılır ki; hayat sıfatının yedi defa kâinat kadar delilleri ve kendi vücudunu ve mevsufun vücudunu bildiren bürhanları vardır ki, bütün sıfatların esası ve menbaı ve ism-i a’zamın masdarı ve medarı olmuştur. Şualar 147)
C- Hem hayat, melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder.
(Hangi noktadan kıyas ettiğini tesbit edelim.
- Vücud varsa vücudun hizmet ettiği bir hayat vardır. Bütün vücud mertebeleri hayata hizmet eder. (Yaşanılan yerin keyfiyeti ise yaşayan kişinin vücudun keyfiyetini gösteriyor.)
- Her şeyin yaratılma neticesi hayattır. (Öyle ise semavatta da kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen zihayatlar olacaktır.
- Cenab-ı Hakk’ın hitabı kusurdan münezzeh olduğu için bütün vücut mertebelerinde hitabına muhatab olacak mahlûkatın var olmasını hikmeti iktiza ediyor.)
Çünki
- Madem kâinatta en mühim netice hayattır ve en ziyade intişar eden ve kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen ve zemin misafirhanesini, gelip geçen kafilelerle şenlendiren zîhayatlardır
- Ve madem Küre-i Arz, bu kadar zîhayatın enva’ıyla dolmuş ve mütemadiyen zîhayat enva’larını tecdid ve teksir etmek hikmetiyle her vakit dolar boşanır ve en hasis ve çürümüş maddelerinde dahi kesretle zîhayatlar halkedilerek bir mahşer-i huveynat oluyor. (Heryerde ve herşeyden hayat sahiblerinin yaratılıyor olması)
- Ve madem hayatın süzülmüş en sâfi hülâsası olan, şuur ve akıl; ve latif ve sabit cevheri olan ruh; (ruh sabit bir cevherdir ki herşey ruha takılıyor. Akıl, şuur, hayat ve latifeler ruha takılmış veya ruh tarlasına ekilmiştir.) Küre-i Arzda gayet kesretli bir surette halk olunuyorlar. Âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş.
Elbette (Bu cümleden sonra Küre-i Arzın Semavatla kıyası yapılacak.)
Küre-i Arzdan
- Daha latif, (Esir maddesi)
- Daha nuranî, (Zemin kesafetli)
- Daha büyük, (Dünya kulübe ise semavatta saray gibi büyüktür.)
- Daha ehemmiyetli (Büyüklük, parlaklığı noktasında ehemmiyetlidir. Zira Küre-i Arz kainatın kalbi hükmündedir.)
olan ecram-ı semaviye ölü, camid, hayatsız, şuursuz kalması imkân haricindedir.
Demek gökleri, güneşleri, yıldızları
- Şenlendirecek (Gökler, güneşler, yıldızlar bir hane gibi içindeki sakinlerle şenlenir.)
- Ve hayatdar vaziyetini verecek (Ruhsuz bir vücud ölü vaziyette iken ruhun girmesi ile hayatdar vaziyetini aldığı gibi Göklerin, güneşlerin, yıldızların ruhları hükmünde olan melaike ve ruhanilerle semavat hayatdar vaziyetini alır.)
- Ve Netice-i hilkat-ı semavatı gösterecek (Herşeyin yaratılma neticesi hayattır. Öyle ise semavatta da kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen zihayatlar olacaktır.)
- Ve hitabat-ı Sübhaniyeye mazhar olacak olan (Her yerde muhatab olacak mahlukatın var olmasını hikmeti iktiza ediyor.)
zîşuur, zîhayat ve semavata münasib sekeneler, herhalde sırr-ı hayatla bulunuyorlar ki, onlar da melaikelerdir.
D- Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, “Peygamberlere iman” rüknüne bakıp remzen isbat eder.
Evet (Hayatı sermediye resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle bilinir. Zira o hayat-ı ezeliyenin konuşması hükmünde olan şuaatı, hitabatı hükmünde celevatı, emr veya nehy ederek bizim ile olan münasebatı “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” ile bilinir.)
- Madem kâinat, hayat için yaratılmış ve hayat dahi Hayy-u Kayyum-u Ezelî’nin bir cilve-i a’zamıdır, bir nakş-ı ekmelidir, bir san’at-ı ecmelidir.
- Madem hayat-ı sermediye, resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle kendini gösterir.
Evet eğer kitablar ve peygamberler olmaz ise, o hayat-ı ezeliye bilinmez.
Nasılki bir adamın söylemesiyle diri ve hayatdar olduğu anlaşılır.
Öyle de, bu kâinatın perdesi altında olan âlem-i gaybın arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitab eden bir zâtın kelimatını, hitabatını gösterecek peygamberler ve nâzil olan kitablardır.
Elbette kâinattaki hayat, kat’î bir surette Hayy-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna kat’î şehadet ettiği gibi, o hayat-ı ezeliyenin şuaatı (konuşması), celevatı (hitabatı), münasebatı (emr veya nehy etmesi) olan “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” rükünlerine bakar, remzen isbat eder ve bilhâssa risalet-i Muhammediye ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir.
Evet nasılki
- Hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır ve
- Şuur ve his dahi, hayattan süzülmüş hayatın bir hülâsasıdır ve
- Akıl dahi, şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır ve
- Ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır.
Öyle de, (Ruha, hayat, akıl, şuur ve his takılmış)
- Maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi; hayattan ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır (Hayat-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) hayatın hülasası olması: Kainat hayat için var, hayattan maksad zihayat, zihayattan maksad zişuur, zişuurdan maksad insan, insandan maksad enbiya, enbiyadan maksad Hayat-ı Muhammediye’dir. (A.S.M.)
“Levlake levlak vema haktül eflak “Bu hitab zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata raci’dir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünki küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder. Emirdağ Lahikası 1 – 175)
- Ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) dahi kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. (Kâinatın yaratılış maksadı risalet-i Muhammediye (ASM) ile anlaşılır.)
Belki maddî ve manevî
-
- Hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) -âsârının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın hayatıdır
- Ve risalet-i Muhammediye (A.S.M.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur.
- Ve vahy-i Kur’an dahi, -hayatdar hakaikının şehadetiyle- hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.
Evet, evet, evet!..
- Eğer kâinattan risalet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. (Kâinatın yaratılışındaki maksatlar risalet ile anlaşılır. Bu maksatlar anlaşılmasa, yaşanmasa kıyamet kopacak.)
- Eğer Kur’an gitse, kâinat divane olacak ve Küre-i Arz kafasını, aklını (İslâmiyet, yeryüzünden kalkacak ve bu suretle hiçbir Müslüman kalmayacak olursa, barışı devam ettirmeye imkân kalır mı? Hâyır.. buna imkân yoktur! Gaston Care İşarat-ül İ’caz 221)
belki şuursuz kalmış olan başını, bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak. Hafî, nazik, latif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; (Yirmidokuzuncu Sözde geçtiği gibi Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczaları, dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Sözler – 531)
(Allah denmemesi manevi rabıtanın kopmasıdır. Eğer ecram-ı ulviyeden tek bir cirm, “Kün” emrine veya “Mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müdhiş sadâları gibi vaveylâya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak yeryüzü düzlenecek. İşte şu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennem’in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet’in mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder. Sözler – 531)
Yirminci Mes’ele: Güneş’in mağribden çıkması ve zeminden dâbbet-ül arzın zuhurudur.
Amma Güneş’in mağribden tulûu ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için, aklın ihtiyarı ile bağlı olan tövbe kapısını kapayan bir hâdise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, tevile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: Allahu a’lem, o tulûun sebeb-i zahirîsi: Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasıyla hareketinden geri dönüp, garbdan şarka olan seyahatını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil etmekle Güneş garbdan tulûa başlar. Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuvvetli bağlayan hablullah-il metin olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, başıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız hareketinden Güneş garbdan çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile kıyamet kopar diye bir tevili vardır. Şualar ( 591 )
E- Hem hayat, “iman-ı bilkader” rüknüne bakıyor, remzen isbat eder.
(Bir tek çekirdeğin veya bir bahardaki bütün tohumların intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmaları gösteriyor ki herşeyin vücud-u ilmîleri, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhar olan elvah-ı kaderiyeden alınır.)
Çünki madem hayat,
- Âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor
- Ve vücudun neticesi ve gayesidir
- Ve Hâlık-ıKâinat’ın en câmi’ âyinesidir (Meselâ hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit; Hakîm ismi dahi tecelli eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip, meskenini hacatına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemali için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzak isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekasına ve inkişafına lâzım maddî, manevî gıdaları yetiştiriyor. Ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek hayat bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkeza… İşte hayat bu câmi’ mahiyeti itibariyle şuun-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir. İşte bu sırdandır ki: Hayy-u Kayyum olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünki hayatın vazifesi büyüktür. Evet Samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil. Sözler 675)
- Ve faaliyet-i Rabbaniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir.
Temsilde hata olmasın, bir nevi proğramı hükmündedir.
Elbette âlem-i gayb, yani mazi müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlukatın hayat-ı maneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmalarını, sırr-ı hayat iktiza ediyor.
(Birinci Misal: Tekbir ağacın çekirdeği de bir nevi hayata mazhardır.) Nasılki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehasında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi; aynen ağaç gibi bir nevi hayata mazhardırlar. Belki ağacın kavanin-i hayatiyesinden daha ince kavanin-i hayatı taşıyorlar.
(İkinci Misal: Hazır bahardaki tohumlar ve kökler de cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tâbidirler.) Hem nasılki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler; bu bahar gittikten sonra gelecek baharlarda bırakacağı çekirdekler, kökler; bu bahar gibi, cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavanin-i hayatiyeye tâbidirler.
Aynen öyle de: Şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var. Geçmiş ve gelecek tavırlardan ve vaziyetlerinden müteşekkil bir silsilesi bulunur. Her nevi ve her cüz’ünün ilm-i İlahiyede muhtelif tavırlar ile müteaddid vücudları, bir silsile-i vücud-u ilmî teşkil eder ve vücud-u haricî gibi, vücud-u ilmî dahi, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhardır ki; mukadderat-ı hayatiye o manidar ve canlı elvah-ı kaderiyeden alınır.
Evet âlem-i gaybın bir nev’i olan âlem-i ervah, ayn-ı hayat ve madde-i hayat ve hayatın cevherleri ve zâtları olan ervah ile dolu olması, elbette mazi ve müstakbel denilen âlem-i gaybın bir diğer nev’i de ve ikinci kısmı dahi cilve-i hayata mazhariyeti ister ve istilzam eder.
Hem bir şeyin vücud-u ilmîsindeki intizam-ı ekmel ve manidar vaziyetleri ve canlı meyveleri, tavırları, bir nevi hayat-ı maneviyeye mazhariyetini gösterir.
Evet hayat-ı ezeliye güneşinin ziyası olan, bu meşhud cilve-i hayat, elbette yalnız bu âlem-i şehadete ve bu zaman-ı hazıra ve bu vücud-u haricîye münhasır olamaz. Belki herbir âlem, kabiliyetine göre o ziyanın cilvesine mazhardır ve kâinat bütün âlemleriyle o cilve ile hayatdar ve ziyadardır. Yoksa nazar-ı dalaletin gördüğü gibi, muvakkat ve zahirî bir hayat altında herbir âlem büyük ve müdhiş birer cenaze ve karanlıklı birer virane âlem olacaktı.
F- Kadere ve Kazaya İman Rüknü: İşte “kadere ve kazaya iman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; (âlem-i ervah ve âlem-i berzah) Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.
* * *