ONUNCU SÖZ’ÜN MÜHİM BİR ZEYLİ VE LÂHİKASININ BİRİNCİ PARÇASI
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ ٭
وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ ٭ يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذلِكَ تُخْرَجُونَ ٭
وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ
وَ مِنْ آيَاتِهِ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا اِلَيْهَا وَ جَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَ رَحْمَةً اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ
وَ مِنْ آيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَابْتِغَاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
وَ مِنْ آيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَ طَمَعًا وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَيُحْيِى بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
وَمِنْ آيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ
دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ
وَ لَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ
وَ هُوَ الَّذِى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَ هُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى
فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
İmanın bir kutbunu gösteren bu semavî âyât-ı kübranın ve haşri isbat eden şu kudsî berahin-i uzmânın bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a’zamı; bu “Dokuzuncu Şua”da beyan edilecek. (Bu Dokuzuncu Şua yukarıda geçen dokuz âyetin tefsiridir. Dokuz âlî makam tayyedilerek ehemmiyetli bir Mukaddime ile izah edilmiştir. Mukaddime Haşir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayı ihtisar ile beyan ve hayat-ı insaniyeye hususan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu iman-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden bir tek hüccet-i külliyeyi icmal ile gösteren ve o akide-i haşriye ne derece bedihî ve şübhesiz bulunduğunu ifade eden “İki Nokta”dır..)
Latif bir inayet-i Rabbaniyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddemesi “Muhakemat” namındaki eserin âhirinde; “İkinci Maksad: Kur’anda haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîm’ime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.
Evet bundan dokuz-on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
ferman-ı İlahînin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan
(Âyette hayat veren Zâtla ve hayatı verme keyfiyeti nazara veriliyor.)
- Onuncu Söz ile (Onuncu Sözdeki Oniki Hakikatla birlikte hayat veren Zâta ve hayatı verme keyfiyetine baktığımızda görüyoruz ki; her şeyi rububiyetinde tutan, kerem ve rahmeti her yeri donatan, her işini hikmet ve adaletle yapan… bir Zât hayatı verebilir. Bu hakikatları görmekle insanın kalbi mutmain olur. Hem Dokuzuncu Hakikatta da bu âyetin tefsiri yapılmıştır. Diğer hakikatlar gibi Muhyî ve Mümit isminin haşri iktiza ettiğini ifade ile birlikte esmanın menbaı olan sıfatlardan ilim, irade ve kudretin de haşri yapmaktaki keyfiyeti nazara veriliyor.)
- Yirmidokuzuncu Söz’ü in’am etti, (Yirmidokuzuncu Söz’deki Haşre dair altı suale verilen cevapla haşrin ve neşrin vukuu kat’i bir surette aklen kabul edilir. Yirmidokuzuncu Söz’ün mukaddimesinde ve birinci maksadındaki esaslarda meleklerin varlığı isbat edilmiştir. Birinci maksaddaki meleklerin vücudunun isbatı aynı zamanda ruhunda isbatı olduğundan ikinci maksadın mukaddimesinde ve birinci esasdaki dört menbada ruhun bekası isbat edilmiştir. İkinci, üçüncü ve dördüncü esaslarda ise ikinci maksadın başında geçen altı sualin cevabları verilmiştir. Altı sualin ilk ikisine Cenab-ı Hakk canibinden baktırıyor. Diğer suallere ise imkan canibinden baktırıyor. İkinci esasta Saadet-i ebediyenin muktezileri On Medarda gösterilmiştir. Üçüncü esasta Fâil’in muktedir olduğu üç mes’elede isbat edilmiştir. Dördüncü esasda ise dünyanın, kıyamet ve haşre kabiliyeti dört mes’ele içinde isbat edilmiştir.)
Hem iman-ı haşrînin hücum edilmez o iki metin kal’asından, dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr âyât-ı ekberin tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şua, mezkûr âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî makam ve bir ehemmiyetli mukaddemeden ibarettir. (Bu Dokuzuncu Şua da Mukaddimenin ehemmiyetine binaen dokuz âlî makam yazılmayıp mezkûr âyâtın işaret ettiği hakikatlar külliyatın genelinde ya işari, ya remzi, ya sarih bir surette izah edilmiştir.)
* * *
Mukaddeme
Haşir akidesinin,
(Birinci Noktaya bakan cümleler) pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayı ihtisar ile beyan ve hayat-ı insaniyeye hususan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu iman-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden bir tek hüccet-i külliyeyi icmal ile göstermek (Hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî haceti derecesinde kat’îdir. Belki insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delalet ve şehadetinden daha zahirdir ve daha ziyade tahakkukunu bildirir. Ve eğer bu hakikat-ı haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini isbat eder. Şualar 184)
(İkinci Noktaya bakan cümleler) Ve o akide-i haşriye ne derece bedihî ve şübhesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak “İki Nokta”dır. (İmanın beş rüknü bütün delilleriyle, haşr u neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delalet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler. Şualar 191)
Birinci Nokta: Âhiret akidesi, hayat-ı içtimaiye ve şahsiye-i insaniyenin üss-ül esası ve saadetinin ve kemalâtının esasatı olduğuna yüzer delillerinden bir mikyas olarak yalnız dört tanesine işaret edeceğiz. (İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdad, bir merci’ ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur. Şualar – 223)
Birincisi: Nev’-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, (Çocuklar için cennet fikrinin üç faydası; vefatlara karşı mukavemet, kuvve-i maneviye ve sürur bulmaktır.)
- Yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler
- Ve gayet zaîf ve nazik vücudlarında bir kuvve-i maneviyeyi bulabilirler
- Ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümid bulup mesrurane yaşayabilirler.
Meselâ Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu. Cennet’te gezer, bizden daha güzel yaşar.”
(Çocuklar için cennet fikrinin olmamasının üç zararı; Mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber edip ağlattıracak)
Yoksa her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması;
- Mukavemetlerini
- Ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek
- Gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı.
İkinci delil: Nev’-i insanın nısfı olan ihtiyarlar, (İhtiyarlar için ahirete imanın üç faidesi; kabre karşı tahammül etmek, teselli bulmak ve hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele etmektir.)
- Yalnız hayat-ı uhreviye ile yakınlarında bulunan kabre karşı tahammül
- Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler
- Ve çocuk hükmüne geçen seri-üt teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan elîm ve dehşetli me’yusiyete karşı, ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler.
Yoksa o şefkate lâyık muhteremler ve sükûnete ve istirahat-ı kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, (İhtiyarlar için ahirete imanın olmamasının üç zararı; vaveylâ-i ruhî, dağdağa-i kalbî ve kasavetli bir azab çekmektir.)
- Öyle bir vaveylâ-i ruhî
- Ve bir dağdağa-i kalbîhissedeceklerdi ki;
- Bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azab
Üçüncü delil: İnsanların hayat-ı içtimaiyesinin en kuvvetli medarı olan gençler, delikanlılar, (Gençler için Cehennem fikrinin iki faidesi, tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durdurmak ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin etmektir.)
- Şiddet-i galeyanda olan hissiyatlarını ve ifratkâr bulunan nefis ve hevalarını tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durduran
- Ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin eden; yalnız Cehennem fikridir.
Yoksa Cehennem endişesi olmazsa, (Gençler için cehennem fikri olmazsa iki zararı; hevesatlarına esir olup insaniyeti süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.)
- “El-hükmü lil-galib” kaidesiyle o sarhoş delikanlılar, hevesatları peşinde bîçare zaîflere, âcizlere, dünyayı Cehennem’e çevireceklerdi
- Ve yüksek insaniyeti gayet süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi. (Tahakküm, tagallüb ve cebr hayvaniyetin esasıdır. İnsaniyet-i kübra olan İslamiyet’e zıttır.)
(Dünya ve âhirette ki cehennem azabını göstermekle gençleri sakındırmak.)
Dördüncü delil: Nev’-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cem’iyetli merkez ve en esaslı zenberek ve dünyevî saadet için bir Cennet, bir melce, bir tahassüngâh ise; aile hayatıdır.
Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır.
Ve o hane ve aile hayatının hayatı ve saadeti ise; (Aile hayatında âhirete iman fikri ile ferdler arasında samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet olur.)
- Samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet
- Ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet ile olabilir.
Ve bu hakikî hürmet ve samimî merhamet ise; ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik ve hadsiz bir zamanda ve hududsuz bir hayatta birbiriyle pederane, ferzendane, kardeşane, arkadaşane münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akidesiyle olabilir.
Meselâ der: “Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta, daimî bir refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünki ebedî bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı ve merhameti yaparım.” diyerek o ihtiyare karısına, güzel bir huri gibi muhabbetle, şefkatle, merhametle mukabele edebilir. (Bu cümledeki haremim yerine aile efradının her ferdini düşünebiliriz. Pederim, kardeşim ve evladım gibi..)
Yoksa kısacık bir-iki saat surî bir refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık; Elbette (Aile efradı arasında âhirete iman olmazsa mecazî bir merhamet ve sun’î bir hürmet olup başka menfaatler ve sair galib hisler galebe eder.)
- Gayet surî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye manasında ve bir mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet
- Ve hayvanatta olduğu gibi; başka menfaatler ve sair galib hisler, o hürmet ve merhameti mağlub edip o dünya cennetini, cehenneme çevirir.
İşte iman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki: Hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî haceti derecesinde kat’îdir. Belki insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delalet ve şehadetinden daha zahirdir ve daha ziyade tahakkukunu bildirir. (Vehmî bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemez. Sözler – 510)
Ve eğer bu hakikat-ı haşriyenin neticeleri insaniyetten çıksa; o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayatdar olan insaniyet mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini isbat eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimaiyatı ile çok alâkadar olan içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın! Gelsinler, bu boşluğu ne ile doldurabilirler ve bu derin yaraları ne ile tedavi edebilirler?
(Gayet câmi’ mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdad, bir merci’ ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur. Şualar – 223)
İKİNCİ NOKTA: Hakikat-ı haşriyenin hadsiz bürhanlarından sair erkân-ı imaniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı, gayet muhtasar bir surette beyan eder. Şöyle ki:
A- Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve umum peygamberler
- Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine delalet eden
- Bütün mu’cizeleri
- Ve bütün delail-i nübüvveti
- Ve hakkaniyetinin bütün bürhanları,
birden hakikat-ı haşriyenin tahakkukuna şehadet ederek isbat ederler. Çünki bu zâtın bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor.
(Şu zâtın delail-i sıdkı ve berahin-i nübüvveti yalnız mu’cizatına münhasır değildir. Belki ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef’ali, ahval ve akvali, ahlâk ve etvarı, sîret ve sureti, sıdkını ve ciddiyetini isbat eder. Mektubat 90)
(İmanın altı rükünlerinin hakikatları ve tahakkukları ve hakkaniyetleri, Muhammed’in (A.S.M.) risaletine ve hakkaniyetine kat’î şehadet eder. Çünki onun risalet hayatının şahsiyet-i maneviyesi ve bütün davalarının esası ve mahiyet-i nübüvveti, o altı rükündür. Öyle ise; o rükünlerin tahakkuklarına delalet eden bütün deliller, Muhammed’in (A.S.M.) risaletinin hak olduğuna ve onun sadıkıyetine dahi delalet ederler. Hem âhiretin tahakkukuna sair rükünlerinin delaletini Meyve Risalesi ve Onuncu Söz’ün zeyilleri beyan ettikleri gibi; öyle de herbir rükün hüccetleriyle beraber onun risaletine bir hüccettir. Şualar 623)
- Hem umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren
- Bütün mu’cizeleri
- Ve hüccetleri,
aynı hakikate şehadet eder.
(Umum peygamberler hakikat-ı İslâmiyet’in esaslarında müttefiktir. Hakikat-ı İslâmiyet’in esasları; altı erkân-ı imaniye ile beraber esas-ı ubudiyet ki, İslâmın beş rüknü olan (savm, salât, hacc, zekat, kelime-i şehadet) mecmuunun hülâsasıdır. Kastamonu Lahikası 199)
B- Hem وَبِرُسُلِهِ kelimesinden gelen şehadeti bedahet derecesine çıkaran, وَ كُتُبِهِ şehadeti de aynı hakikate şehadet eder. Şöyle ki:
- Başta Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hakkaniyetini isbat eden
- Bütün mu’cizeleri,
- Hüccetleri
- Ve hakikatları,
birden hakikat-ı haşriyenin tahakkukuna ve vukuuna şehadet edip isbat ederler. Çünki Kur’anın hemen üçten birisi haşirdir ve ekser kısa surelerinin başlarında gayet kuvvetli âyât-ı haşriyedir. Sarîhan ve işareten binler âyâtıyla aynı hakikatı haber verir, isbat eder, gösterir. Meselâ:
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ٭
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ ٭
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا ٭ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ ٭
اِذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ ٭ عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ ٭
هَلْ اَتَيكَ حَدِيثُ الْغَاشِيَةِ
gibi, otuz-kırk surelerin başlarında bütün kat’iyyetle hakikat-ı haşriyeyi kâinatın en ehemmiyetli ve vâcib bir hakikatı olduğunu göstermekle beraber, sair âyetler dahi o hakikatın çeşit çeşit delillerini beyan edip ikna eder.
Birinci Misal: Acaba birtek âyetin birtek işareti, gözümüz önünde ulûm-u İslâmiyede müteaddid ilmî, kevnî hakikatları (Güneş döner tabiri ile âyet ilmi ve kevni hakikatları ders veriyor.) meyve veren bir kitabın böyle şehadetleriyle ve davaları ile, Güneş gibi zuhur eden iman-ı haşrî; hakikatsız olması Güneşin inkârı belki kâinatın ademi gibi hiçbir cihet-i imkânı var mı ve yüz derece muhal ve bâtıl olmaz mı?
İkinci Misal: Acaba bir sultanın (Kur’an sultana teşbih edilmiştir.) birtek işareti yalan olmamak için bazan bir ordu hareket edip çarpıştığı halde, o pek ciddî ve izzetli sultanın binler sözleri ve va’dleri ve tehdidlerini yalan çıkarmak hiçbir cihette kabil midir ve hakikatsız olmak mümkün müdür?
(Kur’anın nasıl bir Sultan olduğunu gelecek cümleler açıklıyor. O öyle bir Sultan ki bir tek emri ile kâinat ordusu harekete geçiyor.) Acaba onüç asırda fâsılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu manevî Sultan-ı Zîşan’ın birtek işareti böyle bir hakikatı isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-ı haşriyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakikatı tanımayan bir echel ahmak için Cehennem azabı lâzım gelmez mi ve ayn-ı adalet olmaz mı?
- Hem birer zamana ve birer devre hükmeden bütün semavî suhufları ve mukaddes kitabları dahi, bütün istikbale ve umum zamanlara hükümran olan Kur’anın tafsilatla, izahatla, tekrar ile beyan ve isbat ettiği hakikat-ı haşriyeyi, asırlarına ve zamanlarına göre o hakikatı kat’î kabul ile beraber, tafsilatsız ve perdeli ve muhtasar bir surette beyan, fakat kuvvetli bir tarzda iddia ve isbatları; Kur’anın davasını binler imza ile tasdik ederler.
(Neden tafsilatsız ve perdeli ve muhtasar bir surette beyan edilmiştir. Çünki ibtidai derslerde izah az olur.)
Bu bahsin münasebetiyle Risale-i Münacat’ın âhirinde, iman-un bilyevm-il âhir rüknüne, sair rükünlerin hususan “Rusül” ve “Kütüb”ün şehadetini, münacat suretinde zikredilen pek kuvvetli ve hülâsalı ve bütün evhamları izale eden bir hüccet-i haşriye aynen buraya giriyor. Şöyle ki: Münacat’ta demiş:
(Bütün “Rusül” ve “Kütüb”ün erkan-ı imaniyeye şehadetleri gösterilecektir.)
Ey Rabb-i Rahîm’im! Resul-i Ekrem’inin talimiyle ve Kur’an-ı Hakîm’in dersiyle anladım ki: Başta Kur’an ve Resul-i Ekrem’in olarak bütün mukaddes kitablar ve peygamberler, (Nelere şehadet ve delalet ve işaret etmişlerdir?)
- Bu dünyada ve her tarafta nümuneleri görülen celalli ve cemalli isimlerinin tecellileri daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceğine (Haşir risalesinin bir küçük nümunesi)
- Ve bu fâni âlemde rahîmane cilveleri, nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir tarzda dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına (“Size böyle nimet eden zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.” Sözler 425)
- Ve bu kısa hayat-ı dünyeviyede onları (Yani Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını ve ihsan ettiği nimetlerini) zevk ile gören ve muhabbet ile refakat eden müştakların, ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına icma’ ve ittifak ile şehadet ve delalet ve işaret ederler.
(Kimler haber veriyorlar.)
Hem yüzer mu’cizat-ı bahirelerine ve âyât-ı katıalarına istinaden,
- Başta Resul-i Ekrem ve
- Kur’an-ı Hakîm’in olarak
- Bütün nuranî ruhların sahibleri olan peygamberler ve
- Bütün münevver kalblerin kutubları olan veliler ve
- Bütün keskin ve nurlu akılların madenleri olan sıddıkînler,
(Yukardaki beş taife neye dayanarak âhireti ders vermişler?)
- Bütün suhuf-u semaviyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiğin binler va’dlerine ve tehdidlerine istinaden,
- Hem senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemal gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına, şe’nlerine (İstinaden)
- Ve senin izzet-i celaline (Nihayetsiz celal ve izzet, edebsizlerin te’dibini ister. Sözler 64 Hem Yirmisekizinci Söz’ün zeylinin Cehenneme dair olan kısmında izzetin cehennemi nasıl gerektiği izah edilmiştir.)
- Ve saltanat-ı rububiyetine (Onuncu Söz Birinci Hakikat saltanat-ı rububiyetin âhireti gerektirdiğini izah ediyor. (Şe’n-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Sözler 63)
- Hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarına ve imanlarına binaen
saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar. Ehl-i dalalet için Cehennem ve ehl-i hidayet için Cennet bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar. Kuvvetli iman edip şehadet ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm!
Ey Rahman-ı Rahîm!
Ey Sadık-ul Va’d-il Kerim!
Ey izzet ve azamet ve celal sahibi Kahhar-ı Zülcelal!..
Bu münacatta altı cihette haşrin isbatı yapılıyor.
- Bu kadar sadık dostlarını, yalancı çıkarmamak için haşri getirecektir.
- Ve bu kadar va’dlerini yalancı çıkarmamak için haşri getirecektir.
- Ve bu kadar sıfât ve şuunatını yalancı çıkarmak, tekzib etmek için haşri getirecektir.
- Ve saltanat-ı rububiyetinin kat’î mukteziyatını tekzib edip yapmamak için haşri getirecektir.
- Ve senin sevdiğin ve onlar dahi seni tasdik ve itaat etmekle kendilerini sana sevdiren hadsiz makbul ibadının âhirete bakan hadsiz dualarını ve davalarını reddetmek, dinlememek mümkün olmadığı için haşri getirecektir.
- Ve küfür ve isyan ile ve seni va’dinde tekzib etmekle, senin azamet-i kibriyana dokunan ve izzet-i celaline dokunduran ve uluhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rububiyetini müteessir eden ehl-i dalaleti ve ehl-i küfrü haşrin inkârında, onları tasdik etmekten münezzeh ve âlî olduğu için haşri getirecektir.
yüzbinler derece mukaddessin ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin.
Böyle nihayetsiz bir zulümden ve nihayetsiz bir çirkinlikten, senin o nihayetsiz adaletini ve nihayetsiz cemalini ve hadsiz rahmetini, hadsiz derece takdis ediyoruz. Ve bütün kuvvetimizle iman ederiz ki:
O yüzbinler sadık elçilerin ve o hadsiz doğru dellâl-ı saltanatın olan enbiya, asfiya, evliyalar, hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde
- Senin uhrevî rahmet hazinelerine,
- Âlem-i bekadaki ihsanatının definelerine
- Ve Dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine
şehadetleri hak ve hakikattır ve işaretleri doğru ve mutabıktır ve beşaretleri sadık ve vaki’dir. Ve onlar bütün hakikatların mercii ve güneşi ve hamisi olan “Hak” isminin en büyük bir şuaı; (Hak ismi, diğer isimlerin hakkını vermeyi gerektiriyor. Rububiyetin, adaletin, keremin, hikmetin, rahmetin, şefkatin, celalin, cemalin hakkaniyetleri “Hak” ismine dayanır. Kudretin hakkı, Rahmetin hakkı, gibi)
Bu hakikat-ı ekber-i haşriye olduğunu iman ederek, senin emrin ile senin ibadına hak dairesinde ders veriyorlar ve ayn-ı hakikat olarak talim ediyorlar.
Ya Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için, bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle, âmîn…
Hem nasılki Kur’anın, belki bütün semavî kitabların hakkaniyetini isbat eden umum deliller ve hüccetler ve Habibullah’ın belki bütün enbiyanın nübüvvetlerini isbat eden umum mu’cizeler ve bürhanlar, dolayısıyla en büyük müddeaları olan âhiretin tahakkukuna delalet ederler.
(Bundan sonra imanın diğer rükünleri izah edilecek. Üçüncü sırada Allah’a imanın âhirete imana ne surette delil olduğu izah ediliyor.)
Aynen öyle de,
C- Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, dolayısıyla rububiyetin ve uluhiyetin en büyük medarı ve mazharı olan dâr-ı saadetin ve âlem-i bekanın vücuduna, açılmasına şehadet ederler.
Çünki gelecek makamatta beyan ve isbat edileceği gibi; Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un
- Hem mevcudiyeti,
- Hem umum sıfatları,
- Hem ekser isimleri,
- Hem rububiyet, uluhiyet, rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi vasıfları, şe’nleri
lüzum derecesinde âhireti iktiza ve vücub derecesinde bâki bir âlemi istilzam ve zaruret derecesinde mükâfat ve mücazat için haşri ve neşri isterler.
(Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet eden ekser delillerin ahirete olan şehadeti sekiz mademde gösterilmiştir.)
Birinci Madem- Saltanat-ı Ulûhiyeti: Evet madem ezelî, ebedî bir Allah var; elbette saltanat-ı uluhiyetinin sermedî bir medarı olan âhiret vardır. (Birinci Hakikata bakıyor. Şe’n-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Sözler 63)
İkinci Madem- Rububiyet-i mutlaka hakikatının esma adedince haşre olan delillerinden üç esmanın delaletine baktırıyor.
Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta gayet (1) haşmetli ve (2) hikmetli ve (3) şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette
- O rububiyetin haşmetini sukuttan (Zira zaman ve mekân itibariyle her yeri kuşatan haşmetli bir Rububiyet sadece âlem-i şehadete ve kıyamete münhasır kalsa sukut eder. Bu cümle Altıncı Hakikat’a baktırıyor. Bâb-ı haşmet ve sermediyet olup, ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.)
- Ve hikmetini abesiyetten (Bâb-ı hikmet ve adalet olup, ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir. Sözler 65 Üçüncü Hakikat’a bakıyor.)
(Bir Sâni’-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşu boşuna harab olmasıyla takib ettiği hadsiz hikmetleri zayi’ etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği.. Lemalar – 315)
- Ve şefkatini gadirden kurtaran ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek.
(Üçüncü Madem- Zât-ı Rahman-ı Rahîmin şefkatini gösteren Rahmet-i mutlaka hakikatıdır. Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir. Sözler 63 İkinci Hakikat’a bakıyor.) Hem madem göz ile görünen bu hadsiz in’amlar, ihsanlar, lütuflar, keremler, inayetler, rahmetler; perde-i gayb arkasında bir Zât-ı Rahman-ı Rahîm’in bulunduğunu sönmemiş akıllara, ölmemiş kalblere gösterir.
Elbette in’amı istihzadan ve ihsanı aldatmaktan ve inayeti adavetten ve rahmeti azabdan ve lütuf ve keremi ihanetten halâs eden ve ihsanı ihsan eden ve nimeti nimet eden bir âlem-i bâkide bir hayat-ı bâkiye var ve olacaktır.
(Buradan itibaren gelecek altı madem bu paragrafta izah edilen Kalem-i Kudretin ahd u va’d ettiği âhireti getireceğine dair delillerdir. Kudreti ilim ve irade ile beraber düşünüyoruz.
(Dördüncü Madem- Kalem-i Kudretin ahd u va’d ettiği âhireti getireceğine ve vaadlerini yerine getirecek ilim, irade ve kudretinin bulunduğunun delilleri gösteriliyor. Bahardaki keyfiyet âhiretin geleceğine bir delildir. Burası Dokuzuncu Hakikatta izah edilen insanın ehemmiyetinin tafsilatıdır.) Hem madem bahar faslında zeminin dar sahifesinde hatasız yüzbin kitabı birbiri içinde yazan bir kalem-i kudret gözümüz önünde yorulmadan işliyor. Ve o kalem sahibi yüzbin defa ahd u va’detmiş ki: “Bu dar yerde ve karışık ve birbiri içinde yazılan bahar kitabından daha kolay olarak geniş bir yerde güzel ve lâyemut bir kitabı yazacağım ve size okutturacağım” diye, bütün fermanlarda o kitabdan bahsediyor. Elbette ve herhalde o kitabın aslı yazılmış ve haşir ve neşir ile haşiyeleri de yazılacak. Ve umumun defter-i a’malleri onda kaydedilecek.
Hem madem bu Arz, kesret-i mahlukat cihetiyle ve mütemadiyen değişen yüzbinler çeşit çeşit enva’-ı zevil-hayat ve zevil-ervahın meskeni, menşei, fabrikası, meşheri, mahşeri olması haysiyetiyle bu kâinatın kalbi, merkezi, hülâsası, neticesi, sebeb-i hilkatı olarak gayet büyük öyle bir ehemmiyeti var ki; küçüklüğüyle beraber koca semavata karşı denk tutulmuş. Semavî fermanlarda daima رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ deniliyor.
(Beşinci Madem- Büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan nev’-i benî-Âdemi Cenab-ı Hakk’ın sevmesi ve kendini onlara sevdirmesi, Baki olması ve insana hikmet ve adaletle hükmetmesidir.) Ve madem bu mahiyetteki Arzın her tarafına hükmeden ve ekser mahlukatına tasarruf eden ve ekser zîhayat mevcudatını teshir edip kendi etrafına toplattıran ve ekser masnuatını kendi hevesatının hendesesiyle ve ihtiyacatının düsturlarıyla öyle güzelce tanzim ve teşhir ve tezyin ve çok antika nevilerini liste gibi birer yerlerde öyle toplayıp süslettirir ki; değil yalnız ins ve cin nazarlarını, belki semavat ehlinin ve kâinatın nazar-ı dikkatlerini ve takdirlerini ve kâinat sahibinin nazar-ı istihsanını celbetmekle gayet büyük bir ehemmiyet ve kıymet alan ve bu haysiyetle bu kâinatın hikmet-i hilkatı ve büyük neticesi ve kıymetli meyvesi ve Arzın halifesi olduğunu; fenleriyle, san’atlarıyla gösteren.. ve dünya cihetinde Sâni’-i Âlem’in mu’cizeli san’atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azabı te’hir edilen ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakıyet gören nev’-i benî-Âdem var.
Ve madem bu mahiyetteki nev’-i benî-Âdem, mizaç ve hilkat itibariyle gayet zaîf ve âciz ve gayet acz ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyacatı ve teellümatı olduğu halde, bütün bütün kuvvetinin ve ihtiyarının fevkinde olarak koca Küre-i Arzı, o nev’-i insana lüzumu bulunan her nevi madenlere mahzen ve her nevi taamlara anbar ve nev’-i insanın hoşuna gidecek her çeşit mallara bir dükkân suretine getiren, gayet kuvvetli ve hikmetli ve şefkatli bir mutasarrıf var ki, böyle nev’-i insana bakıyor, besliyor, istediğini veriyor.
(Altıncı Madem- Hâkim-i Ezelî’nin haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyeti ve adalet-i mutlakasıdır.) Ve madem bu hakikatteki bir Rab; hem insanı sever, hem kendini insana sevdirir, hem bâkidir, hem bâki âlemleri var, hem adaletle her işi görür ve hikmetle herşeyi yapıyor. Hem bu kısa hayat-ı dünyeviyede ve bu kısacık ömr-ü beşerde ve bu muvakkat ve fâni zeminde o Hâkim-i Ezelî’nin haşmet-i saltanatı ve sermediyet-i hâkimiyeti yerleşemiyor. Ve nev’-i insanda vuku bulan ve kâinatın intizamına ve adalet ve müvazenelerine ve hüsn-ü cemaline münafî ve muhalif çok büyük zulümleri ve isyanları ve velinimetine ve onu şefkatle besleyene karşı ihanetleri, inkârları, küfürleri bu dünyada cezasız kalıp, gaddar zalim, rahat ile hayatını ve bîçare mazlum meşakkatler içinde ömürlerini geçirirler. Ve umum kâinatta eserleri görünen şu adalet-i mutlakanın mahiyeti ise; dirilmemek suretiyle o gaddar zalimlerin ve me’yus mazlumların vefat içindeki müsavatlarına bütün bütün zıddır, kaldırmaz, müsaade etmez!
(Yedinci Madem- O Bâki Rabb’in başta Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olmak üzere mezkûr hakikî dostları ve müştakları olan enbiya ve evliya ve asfiyadır.)
Ve madem nasılki kâinatın sahibi, kâinattan zemini ve zeminden nev’-i insanı intihab edip gayet büyük bir makam, bir ehemmiyet vermiş. Öyle de, nev’-i insandan dahi makasıd-ı rububiyetine tevafuk eden ve kendilerini iman ve teslim ile ona sevdiren hakikî insanlar olan enbiya ve evliya ve asfiyayı intihab edip kendine dost ve muhatab ederek, onları mu’cizeler ve tevfikler ile ikram ve düşmanlarını semavî tokatlar ile tazib ediyor.
Ve bu kıymetli, sevimli dostlarından dahi, onların imamı ve mefhari olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı intihab ederek, ehemmiyetli Küre-i Arzın yarısını ve ehemmiyetli nev’-i insanın beşten birisini uzun asırlarda onun nuruyla tenvir ediyor. Âdeta bu kâinat onun için yaratılmış gibi; bütün gayeleri onun ile ve onun dini ile ve Kur’anı ile tezahür ediyor. Ve o pek çok kıymetdar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler içinde altmışüç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Acaba hiçbir cihetle hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyeti var mı ki; o zât, bütün emsali ve dostlarıyla beraber dirilmesin ve şimdi de ruhen diri ve hayy olmasın? İ’dam-ı ebedî ile mahvolsunlar? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ!.. Evet bütün kâinat ve hakikat-ı âlem, dirilmesini dava eder ve hayatını Sahib-i Kâinat’tan taleb ediyor.
(Sekizinci Madem- Sultan-ı Sermedî’nin kemalâtıdır.) Ve madem Yedinci Şua olan “Âyet-ül Kübra”da herbiri bir dağ kuvvetinde otuzüç aded icma-ı azîm isbat etmişler ki: Bu kâinat bir elden çıkmış ve birtek zâtın mülküdür. Ve kemalât-ı İlahiyenin medarı olan vahdetini ve ehadiyetini bedahetle göstermişler ve vahdet ve ehadiyet ile bütün kâinat, o Zât-ı Vâhid’in emirber neferleri ve müsahhar memurları hükmüne geçiyor ve âhiretin gelmesiyle, kemalâtı sukuttan ve adalet-i mutlakası müstehziyane gadr-ı mutlaktan ve hikmet-i âmmesi sefahetkârane abesiyetten ve rahmet-i vasiası lâhiyane tazibden ve izzet-i kudreti zelilane acizden kurtulurlar, takaddüs ederler.
Elbette ve elbette ve herhalde iman-ı billahın yüzer nüktesinden bu sekiz mademlerdeki hakikatların muktezasıyla; kıyamet kopacak, haşir ve neşir olacak, dâr-ı mücazat ve mükâfat açılacak. Tâ ki
- Arzın mezkûr ehemmiyeti ve merkeziyeti
- Ve insanın ehemmiyeti ve kıymeti tahakkuk edebilsin
- Ve Arz ve insanın Hâlıkı ve Rabbi olan Mutasarrıf-ı Hakîm’in mezkûr adaleti, hikmeti, rahmeti, saltanatı takarrur edebilsin
- Ve o Bâki Rabb’in mezkûr hakikî dostları ve müştakları i’dam-ı ebedîden kurtulsun
- Ve o dostların en büyüğü ve en kıymettarı, bütün kâinatı memnun ve minnettar eden kudsî hizmetlerinin mükâfatını görsün
- Ve Sultan-ı Sermedî’nin kemalâtı naks u kusurdan ve kudreti acizden ve hikmeti sefahetten ve adaleti zulümden tenezzüh ve takaddüs ve teberri etsin.
Elhasıl: Madem Allah var, elbette âhiret vardır…
Hem nasılki mezkûr üç erkân-ı imaniye onları isbat eden bütün delilleriyle haşre şehadet ve delalet ederler. Öyle de وَ بِمَلٰئِكَتِهِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّٰهِ تَعَالَى olan iki rükn-ü imanî dahi haşri istilzam edip kuvvetli bir surette âlem-i bekaya şehadet ve delalet ederler. Şöyle ki:
D- Melaikenin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün deliller ve hadsiz müşahedeler, mükâlemeler, dolayısıyla âlem-i ervahın ve âlem-i gaybın ve âlem-i bekanın ve âlem-i âhiretin ve ileride cin ve ins ile şenlendirilecek olan dâr-ı saadetin, Cennet ve Cehennem’in vücudlarına delalet ederler. (Yukarıdaki iddia cümlesinin isbatı alttaki çünkü cümlesi ile yapılacaktır.)
Çünki melekler bu âlemleri izn-i İlahî ile görebilirler ve girerler ve Hazret-i Cebrail gibi, insanlar ile görüşen umum melaike-i mukarrebîn (Meleklerin de her insan gibi Cenab-ı Hakka yakınlaşmakta mertebeleri bulunduğuna delil mukarrebîn cümlesidir.) mezkûr âlemlerin vücudlarını ve onlar, onlarda gezdiklerini müttefikan haber veriyorlar. Görmediğimiz Amerika kıt’asının vücudunu, ondan gelenlerin ihbarıyla bedihî bildiğimiz gibi; yüz tevatür kuvvetinde bulunan melaike ihbaratıyla âlem-i bekanın ve dâr-ı âhiretin ve Cennet ve Cehennem’in vücudlarına o kat’iyyette iman etmek gerektir ve öyle de iman ederiz.
______
{ Haşiye): Şu risalede “tevatür” lafzı, Türkçe “şâyia” manasındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.} Mektubat ( 94 )
______
E- Hem Yirmialtıncı Söz olan “Risale-i Kader”de “İman-ı Bilkader” rüknünü isbat eden bütün deliller; (Hıfz etmesi, ilmiyle bilmesi kaderin delilidir.) haşre ve neşr-i suhufa ve mizan-ı ekberdeki müvazene-i a’male delalet ederler. Çünki
(Kaderin âhirete olan birinci delaletinde hafıziyetin üç delili gösterilecektir.)
- Herşeyin mukadderatını gözümüz önünde nizam ve mizan levhalarında kaydetmek (Önceden biliniyor olduğunu, eşyanın vücuda geldiğinde nizamlı ve mizanlı surette yaratılmasından anlıyoruz.)
- Ve her zîhayatın sergüzeşt-i hayatiyelerini kuvve-i hâfızalarında ve çekirdeklerinde ve sair elvah-ımisaliyede yazmak (Kaderin varlığını ağacın mücessem programı hükmünde olan çekirdeklerde ve sair elvah-ı misaliyede yazılmış olmasından anlaşılıyor.)
- Ve her zîruhun, hususan insanların defter-i a’mallerini elvah-ımahfuzada tesbit etmek, geçirmek; (Vücuttan gittikten sonraki vaziyetlerin kaydedilmesi)
Elbette öyle muhit bir kader ve hakîmane bir takdir ve müdakkikane bir kayıd ve hafîzane bir kitabet; ancak mahkeme-i kübrada umumî bir muhakeme neticesinde daimî bir mükâfat ve mücazat için olabilir. Yoksa o ihatalı ve inceden ince olan kayıd ve muhafaza; bütün bütün manasız, faidesiz kalır; hikmete ve hakikate münafî olur.
(Kaderin âhirete olan ikinci delaleti: Cenab-ı Hakk’ın adaletli, merhametli ve hakîm olduğunu göze görünmeyen eşyanın kudret kalemiyle vücuda gelmesiyle anladığımız gibi kader kalemiyle de eşyanın vücuda gelmeden evvel biliniyor olduğunu anlarız.)
Hem haşir gelmezse; kader kalemiyle yazılan bu kitab-ı kâinatın bütün muhakkak manaları bozulur ki, hiçbir cihet-i imkânı olamaz ve o ihtimal, bu kâinatın vücudunu inkâr gibi bir muhal, belki bir hezeyan olur.
Elhasıl: İmanın beş rüknü bütün delilleriyle, haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delalet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler. İşte hakikat-ı haşriyenin azametine tam muvafık böyle azametli ve sarsılmaz direkleri ve bürhanları bulunduğu içindir ki; Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hemen hemen üçten birisi haşir ve âhireti teşkil ediyor ve onu bütün hakaikına temel taşı ve üss-ül esas yapıyor ve herşeyi onun üstüne bina ediyor.
(Mukaddime nihayet buldu.)
* * *