Hâtime
Geçen oniki hakikat, birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir. Bütün onlar birden ittihad ederek neticeyi gösterir. Hangi vehmin haddi var; şu demir gibi, belki elmas gibi oniki muhkem surları delip geçebilsin. Tâ hısn-ı hasînde olan haşr-i îmanîyi sarssın!
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
âyet-i kerimesi ifade ediyor ki: Bütün insanların halkolunması ve haşredilmesi, kudret-i İlahiyeye nisbeten birtek insanın halkı ve haşri gibi âsandır. Evet öyledir. “Nokta” namında bir risalede Haşir bahsinde şu âyetin ifade ettiği hakikatı tafsîlen yazmışım. Burada yalnız bir kısım temsilâtıyla hülâsasına bir işaret edeceğiz. Eğer istersen o “Nokta”ya müracaat et.
(Önce kaide gösterilecek sonra kaide kâinata tatbik edilecek böylece Kudret-i İlahiyyenin zâti olduğu isbat edilmiş olunacak. Yoksa Kudretin zâti olması kuru kuruya bir kabul değildir. Kaide şöyledir.
Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.
Bir şeyin zıddı yoksa o şeyde mertebeler bulunmaz.
Bir şeyde mertebeler bulunmazsa hiçbir icad ona ağır gelmez
Hiçbir icad ona ağır gelmezse o şeyin herşeye olan nisbeti müsavidir.
O şeyin herşeye olan nisbeti müsavi ise en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur.
İşte bu mezkûr kaideye binaendir ki:
- Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymetdar ve
- Gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı
Olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıkların bir tekini yapmak bütün hepsini yapmak kadar kolay olur.
Madem en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur. Elbette kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir.
Madem kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir. Elbette hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez.
Madem hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez. Elbette kudretinde mertebeler bulunmaz.
Madem kudretinde mertebeler bulunmaz. Elbette kudretin zıddı olan acz tedahül etmez.
Madem kudretin zıddı olan acz tedahül etmez. Elbette kudret-i İlahiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir.)
Meselâ: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde kusur yok- nasılki “nuraniyet” sırrıyla, Güneşin cilvesi kendi ihtiyarıyla olsa da, bir zerreye sühuletle verdiği cilveyi, aynı sühuletle hadsiz şeffafata da verir.
(Cenâb-ı Hak canibinden güneşin herşeye bir andaki tasarrufatını ifade ediyor.)
Hem “şeffafiyet” sırrıyla, bir zerre-i şeffafenin küçük göz bebeği Güneşin aksini almasında, denizin geniş yüzüne müsavidir.
(Mahlukat canibinden güneşe ayine olabilmeyi ifade ediyor.)
(“Mukabele” sırrıdır. Cenab-ı Hak ile Mahlukat mabeyninde nisbeti kesecek hiçbir mani olmadığını güneşi engeleyecek perdelerin olmayıp tam mukabil olabilmeyi ifade ediyor. Meselâ: Zîhayat ferdlerden (yani insanlardan) terekküb eden bir daire-i azîmenin nokta-i merkeziyesindeki ferdin elinde bir mum ve daire-i muhitteki ferdlerin ellerinde de birer âyine farzedilse; nokta-i merkeziyenin muhit âyinelerine verdiği feyiz ve cilve-i aks, müzahametsiz, tecezzisiz, tenakussuz, nisbeti birdir. Sözler – 528)
Hem “intizam” sırrıyla, (İlme daha ziyade bakıyor.) bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir diritnotu da çevirir. (Cenab-ı Hakk için birtek insanın tercihlerini ortaya çıkartması (oyuncak) ne kolaylıkta ise bütün mahlukatın tercihlerini ortaya çıkartması (gemi) aynı kolaylıktadır. Zira Cenab-ı Hakk’ın hikmetiyle takdir ettiği Kaderî program intizamlıdır.)
Hem “imtisal” sırrıyla, bir kumandan birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder. (Herbir mahiyetin itibari vücuddan harici vücuda çıkmak için meyli, ihtiyacı, iştiyakı ve incizabı vardır. Bu incizabla mahiyetler Cenab-ı Hakkın irade-i ezeliyesinden gelen kün emr-i ezelisine itaat ederek yine Cenab-ı Hakkın kudretiyle harici vücuda çıkar. Harici vücuda çıktıktan sonrada hususi kemaline gider. Cenab-ı Hak herbir itibari vücuda mahiyetinin mutlak kemale çıkması için haricte vücud vermiştir. Bu mutlak kemal olan harici vücut için çekirdek, yumurta, nutfe olmak kafidir. Hususi kemal ise istidadların kuvveden fiile çıkması ile ağaç, hayvan ve insan olmasıdır.)
Hem “müvazene” sırrıyla, (İrade ve kudrete daha ziyade bakıyor.) cevv-i fezada bir terazi ki, öyle hakikî hassas ve o derece büyük farzedelim ki, iki ceviz terazinin iki gözüne konulsa hisseder ve iki güneşi de istiab edip tartar. O iki kefesinde bulunan iki cevizi birini semavata, birini yere indiren aynı kuvvetle, iki şems bulunsa; birini arşa, diğerini ferşe kaldırır, indirir. (Mahlukatın vücut mertebesi ikidir. Biri itibari diğeri haricidir. İtibari vücutlar ne kadar az veya çok olsa fark etmez hepsi Cenâb-ı Hakkın ilmindedir. Vücuda çıkmalarını Cenâb-ı Hakkın iradesi noktasında baktığımızda dengededir. Ne zaman ki Kudretin bir cilvesi olan kuvvet ile Cenâb-ı Hak itibari vücutları haricte vücuda çıkarsa denge bozulur. Hariçte vücuda çıkartılmasında itibari vücudların az veya çok olması kudret için farketmez.)
Madem şu âdi, nâkıs, fâni mümkinatta nuraniyet ve şeffafiyet ve intizam ve imtisal ve müvazene sırlarıyla, en büyük şey en küçük şeye müsavi olur. Hadsiz hesabsız şeyler birtek şeye müsavi görünür. Elbette Kadîr-i Mutlak’ın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemalde olan kudretinin nuranî tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizamatı ve eşyanın evamir-i tekviniyesine kemal-i imtisali ve mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki müvazenesi sırrıyla; az çok, büyük küçük ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir. Hem bir şeyin kuvvet ve za’fça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Meselâ hararetin derecatı, soğuğun müdahalesidir. Güzelliğin meratibi, çirkinliğin müdahalesidir. Ziyanın tabakatı, karanlığın müdahalesidir. Fakat birşey zâtî olsa, ârızî olmazsa, onun zıddı ona müdahale edemez. Çünki cem’-i zıddeyn lâzımgelir. Bu ise, muhaldir. Demek asıl, zâtî olan bir şeyde meratib yoktur. Madem Kadîr-i Mutlak’ın kudreti zâtîdir, mümkinat gibi ârızî değildir ve kemal-i mutlaktadır. Onun zıddı olan acz ise, muhaldir ki tedahül etsin. Demek bir baharı halketmek, Zât-ı Zülcelal’ine bir çiçek kadar ehvendir. Eğer esbaba isnad edilse; bir çiçek bir bahar kadar ağır olur. Hem bütün insanları ihya edip haşretmek, bir nefsin ihyası gibi kolaydır.
Mes’ele-i haşrin başından buraya kadar olan temsil suretlerine ve hakikatlarına dair olan beyanatımız, Kur’an-ı Hakîm’in feyzindendir. Nefsi teslime kalbi kabule ihzardan ibarettir. Asıl söz ise Kur’anındır. Zira söz odur ve söz onundur. Dinleyelim:
فَلِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ
يَا اَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا اَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلكِنَّ عَذَابَ اللّٰهِ شَدِيدٌ
اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ اِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لاَ رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ اَصْدَقُ مِنَ اللّٰهِ حَدِيثًا
اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ ٭ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ
اِذَا زُلْزِلَتِ اْلاَرْضُ زِلْزَالَهَا وَاَخْرَجَتِ اْلاَرْضُ اَثْقَالَهَا وَ قَالَ اْلاِنْسَانُ مَالَهَا يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحَى لَهَا يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًا لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْ فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
اَلْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ وَمَا اَدْرَيكَ مَا الْقَارِعَةُ يَوْمَ يَكُونُ النَّاسُ كَالْفَرَاشِ الْمَبْثُوثِ وَ تَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ الْمَنْفُوشِ فَاَمَّا مَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَهُوَ فِى عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ وَ اَمَّا مَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَاُمُّهُ هَاوِيَةٌ وَمَا اَدْرَيكَ مَاهِيَهْ نَارٌ حَامِيَةٌ
وَ لِلّٰهِ غَيْبُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ اِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Daha bunlar gibi âyât-ı beyyinat-ı Kur’aniyeyi dinleyip, “Âmennâ ve saddaknâ” diyelim.
آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ الْيَوْمِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَ شَرِّهِ مِنَ اللّٰهِ تَعَالَى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَ اَنَّ الْجَنَّةَ حَقٌّ وَ النَّارَ حَقٌّ وَ اَنَّ الشَّفَاعَةَ حَقٌّ وَ اَنَّ مُنْكَرًا وَ نَكِيرًا حَقٌّ وَ اَنَّ اللّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى اَلْطَفِ وَ اَشْرَفِ وَ اَكْمَلِ وَ اَجْمَلِ ثَمَرَاتِ طُوبَاءِ رَحْمَتِكَ الَّذِى اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ وَسِيلَةً لِوُصُولِنَا اِلَى اَزْيَنِ وَ اَحْسَنِ وَ اَجْلَى وَ اَعْلَى ثَمَرَاتِ تِلْكَ الطُّوبَاءِ الْمُتَدَلِّيَةِ عَلَى دَارِ اْلآخِرَةِ اَىِ الْجَنَّةِ.
اَللّٰهُمَّ اَجِرْنَا وَ اَجِرْ وَالِدَيْنَا مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا وَ اَدْخِلْ وَالِدَيْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ بِجَاهِ نَبِيِّكَ الْمُخْتَارِ آمِينَ
Ey şu risaleyi insaf ile mütalaa eden kardeş! Deme, niçin bu “Onuncu Söz”ü birden tamamıyla anlayamıyorum ve tamam anlamadığın için sıkılma! Çünki İbn-i Sina gibi bir dâhî-yi hikmet, اَلْحَشْرُ لَيْسَ عَلَى مَقَايِيسَ عَقْلِيَّةٍ demiş. “İman ederiz, fakat akıl bu yolda gidemez” diye hükmetmiştir. Hem bütün ülema-i İslâm: “Haşir, bir mes’ele-i nakliyedir, delili nakildir. Akıl ile ona gidilmez.” diye müttefikan hükmettikleri halde, elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız.
Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.