Onuncu Söz
(Haşir mevzusunun öncesi ve sonrası ile münasebeti nedir ?
Dokuzuncu Söz’ün Dördüncü Nüktesinde altı vakit beyan edildikten sonra yedinci vakit için İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyettedir. Sözler 42 denilmiş. Dokuzuncu Sözde ihtar edilen haşir mes’elesi Onuncu Sözde isbat edilmiştir.
Hem Dokuzuncu Söz’ün Birinci Nüktesinde Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür. Sözler 40 denilmiş.
Namazın çekirdekleri hükmünde olan Sübhanallah, Elhamdülillah, Allahü Ekber gibi kudsî kelimeler dahi haşri ihtar edip ister. Bize der: “Manam âhiretsiz olmaz. Şualar 235)
(Haşir hakikatı neden erkan-ı imaniyeye girmiş?
Dünya cennet gibi; zahirde her şey açıkta; nefsin çalmamak ve gasb etmemek için her yaptığı fiilin bir karşılığı olduğunu ve muhasebe edileceğini ve ona göre ceza ve mükâfat göreceğini bilmesi gerekir.
Bunun için de şu dört mes’elenin insanın âleminde tam yerleşmesi ve nefsinin, aklının ve kalbinin tam tatmin olması gerekir.
- Tüm bunların bir sahibi var mı? (Allah)
- Peki varsa bir mi?
- İnsanın ehemmiyetli vazifesi var mı?
- Cenab-ı Hakkın bir maksadı var mı?
Eğer bu suallere var var diye cevabları verilirse ve verirsek mes’ele tahkiki olarak anlaşılırsa; o vakit keyfemayeşa hareket olmaz. İşte Onuncu Söz bu dört esas üzerine gidiyor.)
Haşir Bahsi
İhtar: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri, hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi; hem teshil, hem hakaik-i İslâmiye ne kadar makul, mütenasib, muhkem, mütesanid olduğunu göstermektir. Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabîlinden yalnız onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.
(Birinci Mukadder Sual: Niçin teşbihler var?
Elcevab: Şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, (dolayı teşbihler var) her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-i Zülcelal, Kur’an-ı Kerim’in en parlak mazhar-ı i’cazından olan temsilâtından bir şu’lesini; acz u za’fima, fakr u ihtiyacıma merhameten hizmet-i Kur’ana ait yazılarıma ihsan etti.
- Felillahilhamd sırr-ı temsil dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi.
- Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle, en dağınık mes’eleler toplattırıldı.
- Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetiştirildi.
- Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu.
Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu. Mektubat 377
Yirmisekizinci Mektubun Yedinci Mes’elesinin âhirindeki mahrem bir sualde izah ediliyor. Demek teşbih ve temsiller akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur ediyor.)
(Onaltıncı Sözde izah edildigi gibi; Temsil, i’caz-ı Kur’an’ın en parlak bir âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Sözler 193)
(Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, basamaklarla en yüksek hakaika kolaylıkla yetişildiğine misal olarak 14. Sözdeki basamakları düşünebiliriz. Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz. Sözler 163)
(Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyyeye, esasat-ı İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakin-î imaniyye hâsıl olduğuna misal olarak 22. Sözdeki pencereyi düşünebiliriz. Tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle doğrudan doğruya herşeyden onun nuruna karşı bir pencere açıp onun birliğine ve her şey onun dest-i kudretinden çıktığına ve uluhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile, hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakîn ile tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. Biz dahi şu Söz’de, o hâlis ve âlî tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz. Sözler 293)
(BİR SUAL: Diyorsunuz ki: “Sen Sözler’de kıyas-ı temsili çok istimal ediyorsun. Hâlbuki Fenn-i Mantıkça kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesail-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, Usûl-ü Fıkıh ülemasınca zann-ı galib kâfi olan metalibde istimal edilir. Hem de sen, temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakikî olmaz, vakıa muhalif olur?”
ELCEVAB: İlm-i Mantıkça çendan “Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat’î ifade etmiyor” denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev’i var ki; mantıkın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantıkın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. Sözler ( 615 )
(İlm-i mantıkta deliller sadece akla baktığı halde kıyas-ı temsili ile akıl, ruh, kalb hatta hayal dahi o hakikattan hissesini alabilir. O kısım da şudur ki: Bir temsil-i cüz’î vasıtasıyla bir hakikat-ı küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikata bina ediyor. O hakikatın kanununu, bir hususî maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-ı uzma bilinsin ve cüz’î maddeler, ona irca’ edilsin. Meselâ: “Güneş nuraniyet vasıtasıyla, birtek zât iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.” temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıd olamaz. Uzak ve yakın bir olur. Az ve çok müsavi olur. Mekân onu zabtedemez. Sözler 615)
(Hikâyelerin manaları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinaiyat kabilinden yalnız onlara delalet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir. Onuncu Söz’ün ve Yirmiikinci Söz’ün hikâyeleri gibi, sair Sözlerin hikâyeleri, kinaiyat kısmındandırlar ki, begayet doğru ve gayet sadık ve mutabık-ı vaki’ olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatlar, o hikâyelerin mana-yı kinaiyeleridir. Mana-yı aslîleri, bir temsil-i dûrbînîdir. Nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkaniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için lisan-ı hal, lisan-ı kal suretinde ve şahs-ı manevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir. Sözler 616 Otuzikinci Söz İkinci Maksad)
(İkinci Mukadder Sual: Ne için teşbihler hikayeler suretinde izah edilmiş?
İkinci Suale Cevap: Hikâyeler sayesinde, şahsı manevi şahsı maddi suretinde, lisan-ı hali lisan-ı kal suretinde ifade edilebilir. Lisan-ı hali ve manevi şeyleri anlamak zor olduğundan maddi ve kal ile ifade edilince anlamak kolaylaşıyor.
Temsilin her yerine inceden inceye bakmak, hakikatın dışına çıkmadan kalben ve hissen mes’eleleri anlamak için temsili zevk etmek gerektiği Yirmibeşinci Sözde izah edilmiştir. Şöyleki kıssa-i Musa Aleyhisselâm’ın cümleleri ve cüz’leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Sözler 401)
Ayrıca Yirminci Sözün Birinci Makamının İkinci Nüktesinde beyan edildildiği gibi; Kur’an-ı Hakîm’de bazı hâdisat-ı tarihiye suretinde zikredilen cüz’î hâdiseler, küllî düsturların uçlarıdır. Hattâ çok surelerde zikr ve tekrar edilen Kıssa-ı Musa’nın yedi cümlelerine misal olarak Lemaat’ta İ’caz-ı Kur’an Risalesinde o cüz’î cümlelerin herbir cüz’ünün nasıl mühim bir düstur-u küllîyi tazammun ettiğini beyan etmişiz.
Asâr-ı Bediyye’deki Lemaatta i’caz-ı Kur’an bahsinde de şöyle ifade edilmiştir…
Haşrin aklen anlaşılmamasının sebebi: haşrin ism-i a’zamın tecellisi ile gerçekleşeceğindendir. Bu hakikatın anlaşılması için önce esmanın azami derecede tecellilerinin anlaşılması gerekir. Zira her bir babda esmanın azami tecellisi, mazhariyeti beyan edilerek haşir ispat ediliyor. Bir gece adamının hiç güneş görmediği için güneşin yeryüzündeki ihatasını, ışığını aklına yerleştiremediği gibi..
Ayetin manasındanda anlaşıldığı gibi ism-i azam olan muhyi ismi haşirde tecelli etmesi ile birlikte diğer 12 hakikatta izah edilen 19 isimde muhyi isminin etrafında toplanmıştır.
İsm-i a’zamın muhyi ve kadir isimleri olduğunu izah eden 24. Sözün 2. Dalının sonunda şu cümleler var; Öyle de: Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin mertebe-i uzmasına yetişmeyen, haşr-i a’zamı ve kıyamet-i kübrayı taklîdî olarak kabul eder, “Aklî bir mes’ele değildir” der. Çünki hakikat-ı haşir ve kıyamet, ism-i a’zamın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya çıkmazsa taklîde mecburdur. Kimin fikri oraya girse, haşir ve kıyameti, gece gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder. Sözler 340)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
(Bu âyetin seçilmesi; arzın ihyasından bahsetmesi; İhya isminin azami tecellisi arzın üzerinde görünmesidir. Hayat içerisinde tüm hakikatlar görünüyor. Zira haşir hakikatına böyle gidilir. Hay ism-i a’zam olduğundan herbir esmayı haşr-i a’zamın vukuu noktasında nokta-i merkeziye hükmünde etrafında topluyor. Bu münasebetle herbir hakikatta izah edilen esmayı Hay isminin etrafında toplandığı noktasında da düşünebiliriz. Kâinatta tecelli eden isimler, devair-i mütedâhile gibi ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor. Meselâ: Muhyî ismi bir şey’e tecelli ettiği vakit ve hayat verdiği dakikada Hakîm ismi dahi tecelli ediyor, o zîhayatın yuvası olan cesedini hikmetle tanzim ediyor. Aynı halde Kerim ismi dahi tecelli ediyor; yuvasını tezyin eder. Aynı anda Rahîm isminin dahi tecellisi görünüyor; o cesedin şefkatle havaicini ihzar eder. Aynı zamanda Rezzak ismi tecellisi görünüyor; o zîhayatın bekasına lâzım maddî ve manevî rızkını ummadığı tarzda veriyor. Ve hâkeza… Demek Muhyî kimin ismi ise, kâinatta nurlu ve muhit olan Hakîm ismi de onundur ve bütün mahlukatı şefkatle terbiye eden Rahîm ismi de onundur ve bütün zîhayatları keremiyle iaşe eden Rezzak ismi dahi onun ismidir, ünvanıdır. Ve hâkeza… Mektubat 334
Hakaik o kadar geniş ki, temsil dar geliyor. Onun için temsili, hakikatla beraber düşünmek gerekiyor.
Evet onüçüncü sahifedeki Onuncu Suret temsil ettiği Dokuzuncu Hakikat, Onuncu Söz’ün en kuvvetli, en parlak, en mülzim bürhanlarından olduğundan, ihvanıma bu hakikatı ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye ediyorum. Rumuzat-ı Semaniye)
Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını ister isen, öyle ise şu temsilî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:
Bir zaman iki adam,
(Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, üç hakikatları var.
Birincisi: Nefs-i emmarem ile kalbimdir.
İkincisi: Felsefe şakirdleriyle, Kur’an-ı Hakîm tilmizleridir.
Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir. Sözler 59)
Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. (Verilen cihazlar adedince herbirini tatmin edecek ayrı ayrı nimetler verilmiş olması dünya itibariyle bir cennet hayatıdır. Bu dünya hayatı ehl-i iman için cennetin bir numunesidir. Hakiki cennette ise cennete münasib cihazlar verileceğinden o cihazlara mukabil de nimetler verilecektir.)
Bakarlar ki: Herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. (Ev, hane herbir mahlûkun enfüsi dairede ona verilen cesedine işarettir. Ruh cesed hanesinde yaşar. Dükkân ise ihtiyaçların karşılandığı afaktaki herkesin hususi âlemine işarettir. Herkes hususi alemini kendi ayinesi ile görür, bu yüzden muhafazasına dikkat edilmez.)
Mal ve para, (Mal: Nimet ve ihsana işarettir. Para ise nimet ve ihsana karşılık yapılan mukabeleler; şükür, minnettarlık ve memnuniyet gibi. Zahir nazarda bunlarda sahibsiz gibi görünüyor.)
meydanda sahibsiz kalır. O adamlardan birisi, (Nefs-i emmare, Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriyedir.)
her istediği şeye elini uzatıp,
Ya çalıyor, (Çalmak; fiyatını vermeden almak. Evet o Mün’im-i Hakikî, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiat ise; üç şeydir. Biri: Zikir. Biri: Şükür. Biri: Fikir’dir. Sözler 7)
Ya gasbediyor. (Gasb; Zorla, kişinin rızası olmadan almak. Allahın razı olmadığı şekilde eşya ve hadisatı esbaba, tabiata ve tesadüfe vermek.)
Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâb ediyor. (Allah hesabına değilde nefis hesabına hareket eden zulüm ve sefahate girer.)
Ahali de ona çok ilişmiyorlar. (Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur. Sözler 65)
Diğer arkadaşı ona dedi ki:
“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belaya sokacaksın. (“Bir bela, bir musibetten çekininiz ki, geldiği vakit yalnız zalimlere mahsus kalmayıp masumları da yakar.” Sözler 172)
Bu mallar mîrî malıdır. (Onuncu sözdeki mukaddemeden sonra gelen birinci işaretteki izahat “Bu mallar mîrî malıdır” cümlesinin izahatıdır. Miri malı olduğunun isbatıdır. Ayrıca Yirmiikinci Sözde de bunun izahatı yapılmıştır.)
Bu ahali çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar. (Herşey yokluk âleminden çıkıp Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ram olmuşlar. Bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mu’cize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor. Sözler 281)
Şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. (Herşey emir tahtında ama sebebler arkasında hareket etmesinden sivil olarak tabiri kullanıldı.)
Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. (İntizamın şiddeti maksadın büyüklüğüğne bakıyor.)
Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et.” dedi. Fakat o sersem inad edip dedi:
“Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahibsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men’edecek hiçbir sebeb görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım.” dedi. (Her şeyin bir sahibi var olduğunu gözümle görmezsem inanmam.)
Hem feylesofane çok safsatiyatı söyledi. (Hevesine tabi adamın sözleri safsatadır.)
İkisi arasında ciddî bir münazara başladı. Evvelâ o sersem dedi:
“Padişah kimdir? Tanımam.”
Sonra arkadaşı ona cevaben:
- “Bir köy muhtarsız olmaz. ((Muhtar, müdebiriyet hakikatı) Bu cümle, Birinci İşaretteki güneş temsili ile akla yakınlaştırılıp hava ve toprak zeresinde görünen idare ve hakimiyet noktasında izah ediliyor.)
- Bir iğne ustasız olmaz, sahibsiz olamaz. ((Sâni’, san’at hakikatı) Bu cümle ile iğnedeki sanatkârlığa dikkat çekiliyor. Birinci İşarette ise hanede görünen san’atın bir sanatkarı iktiza etmesi noktasında izah ediliyor. San’at zinet nakış arasındaki münasebete dikkat et.) Ve keza pek çok san’at hârikalarına ve nakış ve zînetlerin garaibine müştemil olan bir binanın bâni ve sâni’siz vücudu mümkün olmadığı gibi, bu âlemin vücudu da Sâni’in vücuduna tâbidir. Dalalet sarhoşluğuyla sarhoş olmayanlar, onu bunsuz tasdik edemezler. Mesnevi-i Nuriye 37)
- Bir harf kâtibsiz olamaz, biliyorsun. ((Kâtib) Bu cümle ile harfte görünen hikmet, cemal ve güzelliğe dikkat çekmekle bir harfin dahi kâtib gerektirdiği üzerinde duruluyor. Birinci İşarette ise kâinat kitabında mevcudat harfleri üstünde görünen hikmet, cemal ve güzelliğin de bir kâtib gerektirmesi noktasında izah ediyor.) Harf: mana ciheti. Bu üç cihet birinci işarette izah ediliyor. Her bir kelimesi bir kitabı ve her bir harfi bir satırı içerisinde tutan bir kitabın, kâtibsiz vücudu mümkün değildir. Kâinat kitabı da Nakkaş-ı Ezelî’nin vücub-u vücuduna bağlıdır. Sarhoş olmayanlar ancak Nakkaş-ı Ezelî’ye iman etmekle kitab-ı kâinata şahid olabilirler. Mesnevi-i Nuriye 36)
Nasıl oluyor ki,
nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? (İntizam hâkimin varlığına delildir.)
Ve bu kadar çok servet ki, her saatte bir şimendifer {(Haşiye): Seneye işarettir. Evet bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaibden gelir.} gaibden gelir gibi kıymettar, musanna’ mallarla dolu gelir. Burada dökülüyor gidiyor. Nasıl sahibsiz olur? (Kıymettar, musanna’ mallar sahibinin varlığına delildir.)
Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir?
Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. (İslâm yazılarının ne olduğunu yukarıdaki manalarla birlikte düşündüğümüzde, Padişahı tanımamak, herşey üzerinde turrasını görememek, kendini başıboş ve serseri zannetmek İslâm yazılarını okumamaktır.)
Hem de bilenden sormuyorsun. (Onuncu sözdeki mukaddemeden sonra gelen ikinci işaretteki izahat “Bir bilenden sormuyorsun” cümlesine bir cevaptır. Bilen kişi olarak Risalet-i Ahmediyyeye (A.S.M.) bakıyor. Ayrıca Ondokuzuncu Sözde de bunun izahatı yapılmıştır.) İşte gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”
O sersem döndü dedi:
“Haydi padişah var; fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir, hazinesinden ne noksan eder? (Onuncu sözün mukaddimesinden sonra gelen Üçüncü işaretteki izahat “Haydi padişah var; fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder.” cümlesine bir cevaptır. Bu cümle İnsanin vazifesi ve vazifenin ehemmiyeti noktasinda kader risalesine bakiyor. Ayrıca Yirmialtıncı Sözde de bunun izahatı yapılmıştır.) Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görünmüyor.”
Arkadaşı ona cevaben dedi:
“Yahu şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. (Manevra meydanı; bir erin yanlış bir hareketi manevrayı bozabilir, başarısızlığına sebeb olabilir, zarar verebilir. Ayrıca manevra meydanında (tatbikat esnasında) ceza verilmez. Manevra bittikten sonra verilir.)
Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. (Teşhir yeri; her bir şey binbir ismin tezgahından geçmiş derecede sanatlı; insan böyle bir sanata bakmaması büyük bir kusurdur. Yine teşhir sırasında değil sonra ceza verilir.)
Hem muvakkat temelsiz misafirhaneleridir. (Misafirhane; her şey misafire bakıyor. İnsan kendini misafir bilmezse büyük kusurdur. Ayrıca ceza misafirhane kapandıktan sonra verilir.)
Görmüyor musun ki, her gün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek. Bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek.” dedi.
Yine o hain sersem, temerrüd edip: “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki, bu memleket harab edilsin; başka bir memlekete göç etsin.” dedi. (Onuncu sözün mukaddimesinden sonra gelen Dördüncü işaretteki izahat “Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görülmüyor. İnanman hiç mümkün müdür ki bu memleket harab edilsin.. Başka bir memlekete göç etsin.” cümlesine bir cevaptır. Bu cümlenin izahatı Dördüncü işaretten sonra oniki hakikatla verilmiştir. Ayrıca Yirmidokuzuncu Sözde de bunun izahatı yapılmıştır.) Bunun üzerine emin arkadaşı dedi:
“Madem bu derece inad ve temerrüd edersin. Gel, hadd ü hesabı olmayan delail içinde Oniki Suret ile sana göstereceğim ki: Bir mahkeme-i kübra var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var ve bu memleket her gün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harab edilecek.
Birinci Suret: Hiç mümkün müdür ki: Bir saltanat, (Bu saltanat ya temsilde geçen saltanattır ya da on iki suret ve hakikatta anlatılan Cenab-ı Hakkın isimleri adedince Saltanat düşünülebilir. Mesela adaletin saltanatı, Hikmetin Saltanatı ilaahir..) bâhusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden mutilere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Burada yok hükmündedir. Demek başka yerde bir mahkeme-i kübra vardır. (İki durum söz konusu ya saltanatı kabul edeceğiz ya da saltanatı kabul etmeyeceğiz. Eğer saltanatı kabul ediyorsak mutilere mükâfat asilere ceza verileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Çünkü rubuiyetin saltanatı içinde çok külli maksatlar var. Maksadların keyfiyetinden mükafat ve cezanın görüleceği bir yerin var olduğu anlaşılıyor.)
İkinci Suret: Bu gidişata, icraata bak! (Rahmet ve Keremin üç delili;)
- Nasıl en fakir, en zaîften tut, tâ herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor;
- Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor.
- Hem gayet kıymetdar ve şahane taamlar, kaplar, murassa’ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır.
Bak senin gibi sersemlerden başka, herkes vazifesine gayet dikkat eder. (Bu cümle celalin delilidir.) Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. (Bu cümle izzetin delilidir.) En büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevaziane bir havf ve heybet altında hizmet eder. (Bu cümle hem celalin hemde izzetin delilidir.) Demek şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var.
Hem pek büyük izzeti, pek celalli bir haysiyeti, namusu vardır. (Herkesin vazifesine gayet dikkat etmesi, kimsenin zerrece haddinden tecavüz etmemesi, en büyük şahıs, en büyük bir itaatle mütevaziyane bir havf ve heybet altında hizmet etmesi Kerem ve Rahmet sahibi zatın izzetli olduğunu gösteriyor.)
Hâlbuki kerem ise, in’am etmek ister. (İn’am edileceklerin devamlı olmasını)
Merhamet ise, ihsansız olamaz. (İhsan edileceklerin devamlı olmasını)
İzzet ise gayret ister. (Cenab-ı Hakkın izzeti gayrete gelip asilere ceza vermesi gerekirken ceza vermemesi ahiretin vücuduna bir delildir.)
Haysiyet ve namus ise, edebsizlerin te’dibini ister. Hâlbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
(İzzet ve celalin rahmet ve kerem hakikatının içine girmesinini bir sebebi rahmete muhalif hareket edenlerin itaat etmemelerinin neticesinde cezalandırılacağını nazara vermek diğeri gösterilen rahmet ve keremin iktiza ettiği vazifeleri yerine getirmemek vazifeyi verenin izzetine dokunacak olmasından cehennemin vücudunu iktiza eder.)
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor.
Üçüncü Suret: Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Hâlbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.
Halbuki şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor…
(Kâinatta hikmet ve Adaletin varlığı ispat edildikten sonra hikmet ve adaletin ahirete ne vecih ile âhirete delalet ettiğini izah ediyor.)
Dördüncü Suret: Bak hadd ü hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, (Ehemmiyeti noktasında kıymetili olduğunu göstermek için mücevherat deniliyor.) şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki:
(Üç kısımda mes’eleyi tahkik edeceğiz.
- Kâinatta görünen cömertlik hakikatının delillerine bakacağız.
- Kâinatta görünen bu hakikatın sahibini ismi ile tanıyacağız.
- Sonra bu esmanın üzerine âhireti bina edecek.)
Bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehaveti, hesabsız dolu hazineleri vardır. Halbuki böyle bir sehavet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen her şey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler. Tâ zeval ve firak ile elem çekmesinler. Çünki zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir.
- Bu sergilere bak! Ve şu ilânlara dikkat et! Ve bu dellâllara kulak ver ki, mu’ciznüma bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemalâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemal-i manevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letaifinden bahsediyorlar.
- Demek onun pek mühim, hayret verici kemalât ve cemal-i manevîsi vardır. Gizli, kusursuz kemal ise; takdir edici, istihsan edici, mâşâallah deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemal ise; görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemalini iki vecihle görmek: Biri, muhtelif âyinelerde bizzât müşahede etmek. Diğeri, müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesi ile müşahede etmek ister.
- Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister. Hem o daimî cemal, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücudlarını ister. Çünki daimî bir cemal, zâil müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünki insan, bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip, kayboluyor. O kemal ve o cemalin bir ışığını belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp doymadan gidiyor.
Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor…
Beşinci Suret: Bak bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. (Şefkatin delilleri)
Çünki her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevab veriyor. Hattâ bak, en edna bir hacet, en edna bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor. Bir çobanın bir koyunu, bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.
Gel gidelim, şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından bir şeyler istiyor. Bütün ahali: “Evet, evet biz de istiyoruz” diyorlar. Onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle, bu padişahın sevgilisi diyor ki:
“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menba’larını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celbet. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zeval ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti raiyetini başı boş bırakıp i’dam etme.” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.
Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki; en edna bir adamın en edna bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin, en sevgili bir yaver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez.
Madem nümunelerini göstermek için beş-altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu.
Elbette hakikî hazinelerini, kemalâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.
Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar, başı boş değiller; saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar…
Altıncı Suret: İşte gel bak, bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, (Şimendifer ve tayyare güneş, ay, yıldızlara işarettir. Hutbe-i Şamiyede hamiye-i milliye hamiyet-i diniye bahsinde altı yaşındaki çocuğun vaziyeti anlatılırken şimendifer seyyarelere teşbih edilmiş.)
Teçhizatlar, (Techizat, mevcudata verilen cihazlara işarettir.)
Depolar, (Depolar, mevcudatın cihazlarını doyuracak levazımat depolarına işarettir. Misal olarak yağmur yüklü bulutlar, hazine ambarı dağlar verilebilir.)
Sergiler, (Hususan bahar mevsiminde rengarenk zemin yüzüne işarettir.)
İcraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır, (Bu saltanat zaman ve mekan itibari ile her yeri kapsıyor.)
{(Haşiye): (Haşiyede üç şey üzerinde duruluyor. Silâh al, süngü tak, Formalarınızı takıp, nişanlarınızı asınız. Bu cümlelerde ins, cin, melek, hayvanat, nebatat ve cemadatın hepsinin kendine göre süngüsü, forması ve nişanı bulunduğuna işaret vardır. Misalde nebatatın resmi geçiti nazara verilmiş. Meselâ: İnsana verilen cihazlar süngüdür. Bu cihazlarla ibadet etmek formadır. İbadet ve marifet neticesinde Cenab-ı Hakka kurbiyet ise nişandır. Diğerlerini bunalara kıyas ediniz). Meselâ: Nasıl şu zamanda manevra meydanında harb usûlünde, “Silâh al, süngü tak.” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi; her bir bayram gününde resm-i geçit için: “Formalarınızı takıp, nişanlarınızı asınız.” emrine karşı ordugâh, seraser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de rûy-i zemin meydanında, Sultan-ı Ezelî’nin nihayetsiz enva’-ı cünudundan melek ve cinn ve ins ve hayvanlar gibi şuursuz nebatat taifesi dahi, hıfz-ı hayat cihadında Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile: “Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazatınızı takınız.” emr-i İlahîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor. Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i nebatatın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa’ nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultan-ı Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına arzettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatat ve eşcar güya “San’at-ı Rabbaniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlahiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız.” emr-i Rabbaniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sürmeli formaları ve murassa’ nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor. İşte şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat; elbette nihayetsiz kadîr bir sultanın, nihayet derecede hakîm bir hâkimin emriyle olduğunu kör olmayanlara gösterir.} hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister.
Halbuki görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise her gün dolar, boşanır.
Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebdil ediliyor. Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsanatının nümunelerini ve hârika san’atlarının antikalarını sergilerde temaşa etmek için şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.
İşte bu hal, (Bu hal saltanatın haşmeti ve bekasıdır.)
Şu vaziyet (Şu vaziyet arkasında üç temsil nazara veriliyor. Misafirhane temsili ile misafirlerin kıymeti ve misafirhanenin harabiyeti nazara veriliyor, Meydan temsilinde manevra meydanında herşeyin tekvini şeriattan gelen emirlere itaat ettiğini gösteriyor ama zişuurların kelam sıfatından gelen şeriattaki emirlere uyup uymamak hususunda serbestiyet verilmesi ile imthan meydanı olduğunu gösteriyor, Meşher temsili ile sergilerde Cenab-ı Hakkın saltanatının cemal ve kemali gösteriliyor. Bize düşen vazife bu cemal ve kemali takdir etmektir.)
kat’î gösteriyor ki: Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin hâlis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır.
Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var…
Yedinci Suret: Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok görelim. İşte bak! (Yedinci Surette haşrin isbatı üç cihetle yapılıyor. Dördüncü cihet Yedinci hakikatta nazara verilecek.
- Hafızıyetin ihatası ve azameti, herşeyin Levh-i Mahfuz’da kaydedildiğine işaret eden nümunelerin kuvve-i hafızalara ağaçların meyvelerine, meyvelerin çekirdeklerine, tohumlarına; konulmasıyla anlaşılıyor.
- Dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir.
- En büyük raiyetin amellerinin muhafaza edilip muhasebeden geçirilmesi elbette bir mükâfat ve mücazat içindir.
- Her şeyi bütün âmelleri muhasebe eleğinden geçiren Zâtın bu muhasebenin gereğini yapmak hususunda kudreti vardır.)
Her yerde, her köşede, müteaddid fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddid kâtibler oturmuşlar, bir şeyler yazıyorlar. Her şeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zabtediyorlar. Hâ, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki {(Haşiye): Şu suretin işaret ettiği manaların bir kısmı Yedinci Hakikat’te beyan edilmiş. Yalnız burada padişaha mahsus bir büyük fotoğraf işareti ve hakikatı “Levh-i Mahfuz” demektir. Levh-i Mahfuz’un tahakkuk-u vücudu Yirmialtıncı Söz’de şöyle isbat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar, büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder ve küçük küçük senedler, bir defter-i kebirin bulunduğunu iş’ar eder ve küçük kesretli tereşşuhatlar, büyük bir su menbaını işmam eder. Aynen öyle de: Küçük küçük cüzdanlar hükmünde; hem birer küçük Levh-i Mahfuz manasında; hem büyük Levh-i Mahfuz’u yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî-beşerin kuvve-i hâfızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları; elbette bir hâfıza-i kübrayı, bir defter-i ekberi, bir levh-i mahfuz-u a’zamı ihsas eder, iş’ar eder ve isbat eder. Belki keskin akıllara gösterir.}, bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek o zât emretmiş ki; mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zabtedilsin.
Demek oluyor ki;
- o zât-ı muazzam bütün hâdisatı kaydettirir, suretini alır.
- İşte şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir.
- Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir Hâkim-i Hafîz, hiç mümkün müdür ki raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin.
Halbuki o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudûr ediyor. Burada cezaya çarpmıyor.
Demek, bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor…
(Sekizinci Surette semavî kitap ve suhufların delaletiyle naklî olarak haşrin delilleri gösterilecektir. Dokuzuncu Surette ise enbiya ve evliyaların delaletiyle naklî olarak haşrin delilleri gösterilecektir. Sekizinci Hakikatta ve Dokuzuncu Hakikatın sonunda da bu suretlerdeki işaret edilen naklî delillerin haşre olan delaletine baktıracaktır.)
Sekizinci Suret: Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer va’dediyor ve şiddetli tehdid ediyor ki: “Sizleri oradan alıp, makarr-ı saltanatıma getireceğim ve mutileri mes’ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harab edip, müebbed sarayları, zindanları havi diğer bir memleket kuracağım.” Hem o va’d ettiği şeyler, ona gayet rahattır. Raiyetine, gayet mühimdir. Va’dinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıddır. İşte bak ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilaf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zâtı tekzib ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Madem va’d etmiş, yapacaktır. Halbuki îfası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona (Padişahın isim ve sıfatlarına) ve saltanatına pek çok lâzımdır.
Demek bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma vardır.
Dokuzuncu Suret: Şimdi gel! Bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesalarına ki, {(Haşiye): Şu suretin isbat ettiği manalar Sekizinci Hakikat’te görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri şu temsilde enbiya ve evliyaya işarettir. Ve telefon ise, ma’kes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbaniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.} her biri bizzât padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar bak: Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki: O zât, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş. Gayet kavî va’d ve şiddetli tehdid ediyor. Hem onun izzet ve celaleti hiç bir vecihle hulf-ül va’de tenezzül edip, tezellülü kabul etmez. Halbuki o muhbirler hem tevatür (Tevatür kesrete bakıyor.) derecesinde çok, hem icma’ (İcma’ keyfiyete bakıyor.) kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki: Şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattırlar. Sonra daimî saraylara tebdil edilecek. Bu yerler değişecekler. Çünki eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevalsiz saltanat; böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekasız, nâkıs, tekemmülsüz umûrlar üzerinde kurulmaz, durulmaz… Demek ona lâyık, daimî, müstekar, zevalsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umûrlar üzerinde duruyor.
Demek bir diyar-ı âher var; elbette o makarra gidilecektir…
Onuncu Suret: Gel, bugün nevruz-u sultanîdir. {(Haşiye): Bu suretin remzini Dokuzuncu Hakikat’te göreceksin. Meselâ: Nevruz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahra ise, bahar mevsimindeki rûy-i zemindir. Değişen perdeler, manzaralar ise, fasl-ı baharın ibtidasından, yazın intihasına kadar Sâni’-i Kadîr-i Zülcelal’in, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemal’in kemal-i intizam ile değiştirdiği ve kemal-i rahmet ile tazelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcudat-ı bahariye tabakatına ve masnuat-ı sayfiye taifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan mat’umata işarettir.} Bir tebeddülat olacak, acib işler çıkacak. Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahraya gidip bir seyran ederiz. İşte bak! Ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak bir sihir var. O binalar birden harab oldular, başka bir şekil aldı. Bak, bir mu’cize var. O harab olan binalar, birden burada yapıldı. Âdeta bu hâlî bir çöl, bir medenî şehir oldu. Bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır. Buna dikkat et ki; o kadar karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi, (İnsanın hayaline bile gelmeyen icraatlar devamlı yapılıyor.) bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi, bu san’atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mu’cizeleri vardır.
Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrib edilip, başka yere kurulacak? “
İşte görüyorsun ki: Her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılablar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki: Bu görünen sür’atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahribler içinde başka bir maksad var. Bir saatlik içtima için on sene kadar masraf yapılıyor. Demek bu vaziyetler maksud-u bizzât değiller. Bir temsildir, bir taklîddirler. O zât mu’cize ile yapıyor. Tâ suretleri alınıp terkib edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. -Nasılki, manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu.- Demek, bir mecma-ı ekberde muamele, bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i a’zamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler; sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.
Demek bu ihtifalât; bir saadet-i uzma, bir mahkeme-i kübra, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir…
Onbirinci Suret: (İkinci ve Üçüncü hakikatlarda hikmetin inayetin adaletin merhametin iktizası üzerinde durulmuş Onuncu hakikatta ise hikmetin inayetin adaletin merhametin zıddının olamayacağı üzerinde durulmuştur.)
Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. (Mazi ve müstakbeli fikir seyyaresine binerek tefekkür edeceğiz. Tefekkürdeki hızın farklığı teyyare ve şifendiferle işaret edilmiş. Zamanın hızla geçtiğini ifade etmek için tayyare ve şimendifer misali veriliyor. İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir. Mesnevi-i Nuriye 109)
Şu mu’cizekâr zâtın, sair yerlerde ne çeşit mu’cizeler gösterdiğini görelim.
İşte bak, gördüğümüz menzil (Menzil, dünya misafirhanesine işarettir.)
Ve meydan (Şu dünya nefis ve cüz-i ihtiyari sahibi mahlukat için imtihan meydanıdır veya Allah’ın emrinden hiç dışarı çıkmayan cemadat ve behimiyat için manevra meydanıdır)
Ve meşher (Cenab-ı Hakkın Cemal ve Kemalini teşhir etmek itibariyle şu dünya bir teşhirgahtır.) gibi acaibler,
Her tarafta bulunuyor. (Yani mazi, müstakbel ve hazır zamanda menzil, meydan ve meşher manası devam ediyor.)
Lâkin san’atça, suretçe birbirinden ayrıdırlar. (Fakat intizamca, acaibce, Sâni’in kudret ve hikmetini göstermekçe ve ifade ettiği manaca ve esmaya ayinedarlıkta birbirine benzer..)
Fakat buna iyi dikkat et ki: O sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde; (Değişmeyen dört hakikat)
- Ne kadar bahir bir hikmetin intizamatı,
- Ne derece zahir bir inayetin işaratı,
- Ne mertebe âlî bir adaletin emaratı,
- Ne derece vâsi’ bir merhametin semeratı görünüyor.
Basiretsiz olmayan herkes yakînen anlar ki:
- Onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve
- İnayetinden daha ecmel bir inayet ve
- Merhametinden daha eşmel bir merhamet ve
- Adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.
Eğer faraza tevehhüm ettiğin gibi, (âhiret olmazsa) daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud raiyeti bulunmazsa;
Şu hikmet, inayet, merhamet, adaletin hakikatlarına şu bekasız memleket mazhar olamadığı malûm ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa; o vakit gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla,
- Şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve
- Şu müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek ve
- Şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve
- Şu pek kuvvetli emaratı, işaratı görünen adaleti (hikmeti, inayeti, merhameti, adaleti) inkâr etmek lâzımgelir. (İnkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir. Sözler 72)
Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i kerimane ve ihsanat-ı rahîmanenin sahibini; -hâşâ sümme hâşâ!- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzımgelir. (Ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zıd kendi zıddına inkılabıdır. Sözler 72)
Bu ise, hakikatlerin zıdlarına inkılabıdır. Halbuki inkılab-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla muhaldir, mümkün değildir.
(Kim inkâr edebilir?)
Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden Sofestaî eblehler hariçtir.
Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübra, bir ma’dele-i ulya, bir mekreme-i uzma vardır ki; tâ şu merhamet ve hikmet ve inayet ve adalet tamamen tezahür etsinler…
Onikinci Suret: Gel şimdi döneceğiz.
Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz (Reisler ve zabitler başta ellerinde nişane-i tasdik olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüzyirmidört bin peygamberler ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşf ile, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüzyirmidört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrarehüm) ve o iki kısım meşahir-i insaniyenin haberlerini aklen kat’î bürhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle -fikren ve mantıken- yakînî bir surette isbat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler, müçtehidler ve sıddıkînlere işarettir. Şualar 196)
Ve techizatlarına bakacağız ki; o techizat, yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim.
Herkese ve her techizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin
Cüzdan (kalb cüzdanındaki letaife)
Ve defterine (akıl defterindeki havasa bakıyyani akla bağlı fikir ) bakacağız:
Bu cüzdanda zabitin
- Rütbesi, (Rütbe; Allahın halifesi olarak mevcudata Allah namına hükmetmeye işarettir. Bu manayı teyid eden cümleler; Hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, âciz, zaîf yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilafet rütbesini verdiği insanlar. Sözler 87
İkinci bir mana insandan önce imtihana tabi cin taifesi olduğu için insan cinlerin halifesi hükmündedir. Bu mana İşarat-ül İcaz sayfa 201’de şöyle izah edilmiştir. Bu tabir, Arz’ın insanların hayatına elverişli şeraiti haiz olmazdan evvel Arz’da idraklî bir mahlûkun bulunmuş olduğuna ve o mahlûkun hayatına o zamandaki Arz’ın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsaid bulunduğuna işarettir. O idraklî mahlûk, cinlerden bir nev’ imiş; yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.)
- Maaşı, (Resul-ü Ekrem ASM için maaşı düşündüğümüz zaman Dokuzuncu Şuadaki şu manalar aklımıza geliyor; Ve o pek çok kıymetdar ve milyonlar sene yaşayacak kadar hadsiz hizmetlerinin ücretlerini hadsiz bir zamanda almaya müstehak ve lâyık iken, gayet meşakkatler ve mücahedeler içinde altmışüç sene gibi kısacık bir ömür verilmiş. Sözler – 103
İnsanlık için maaşı düşündüğümüzde; Esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü, esma ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri ma’mur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Sözler – 649)
- Vazifesi, (“Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, san’atçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilmesi insanın vazifesidir.” Sözler 87)
- Matlubatı, (“İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı taleb ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir.” Mektubat 33)
- Düstur-u harekâtı vardır. (Âhiret inancıyla ömür geçirmeyi bir düstur ittihaz etmektir. Misal olarak Dokuzuncu Şua ve Sekizinci Mes’eledeki düsturlar düşünülebilir. Hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî haceti derecesinde kat’îdir. Belki insanın midesindeki ihtiyacın vücudu, taamların vücuduna delalet ve şehadetinden daha zahirdir ve daha ziyade tahakkukunu bildirir. Yirmidokuzuncu Söz Birinci Maksad İkinci Esas sayfa 510’da geçtiği gibi Vehmî bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemez.)
Bak,
- Bu rütbe birkaç günlük için değil; pek uzun bir zaman için verilebilir.
- “Şu maaşı hazine-i hâssadan filan tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki o tarih, çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir.
- Şu vazife ise; şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbünde daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir.
- Şu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’udane bir hayat için olabilir.
- Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki; cüzdan sahibi başka yere namzeddir, başka âleme çalışır.
Bak şu defterlerde, âletler techizatının (Aklımıza bağlanan havaslarımızın yani fikrimizin hayalimizin idrakimizin) suret-i istimali ve mes’uliyetler vardır. Halbuki eğer yalnız bu meydandan başka âlî, daimî bir yer bulunmazsa; şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün manasız olur. Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis; bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha bîçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye (İnsanın hangi duygusuna cihazatına) dikkat etsen şehadet eder ki: Bu fâniden sonra bir bâki var…
(Meselâ Onbirinci ve Yirmiüçüncü Sözde akıl defterini ne surette istimal etmemiz gerektiği gösterilmiştir. Şöyle ki; bir zât bir hizmetçisine (Hizmetçi hayvanlara) Yirmi altun verdi; (Yirmi altun ise kemiyet ve keyfiyet noktasında verilen cihazlara) tâ mahsus bir kumaştan (Mahsus kumaş ise lezzeti, saadeti, kemalidir. Nasılki ruha münasib ceset giydiriliyor. Öylede cesede münasib lezzetler, saadetler dahi şu dünya hayatında veriliyor.) kendisine bir kat libas (Bir kat libas ise meşru dairedeki lezzetler ve saadetlerdir.) alsın. O hizmetçi gitti, o kumaşın a’lâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.
Sonra gördü ki: O zât, diğer bir hizmetkârına bin altun verip, bir kâğıt (Kâğıt ise insana verilen akla yani idrak terazisine işarettir.) içinde bazı şeyler yazılı (Kâğıda yazılı olan bazı şeyler ise insanın aklına verilen muhakeme, muvazene gibi cihazlardır.) olarak onun cebine koydu, ticarete (ahiret ticareti için) gönderdi.
Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; (Akıl defteriyle aletler techizatının ne surette istimal edilmesi gerektiğini ve mesuliyetlerinin neler olduğunu anlayan bilir ki;) o sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altunla en a’lâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altun, bir kat libasa sarfedilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya (Dükkâncı ise dünya hayatıdır.) bir kat libas için verip, hem o kumaşın en çürüğünden ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle tazib ve hiddetle te’dib edilecektir. Sözler 127)
Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzma gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen; bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri techizatları, düsturları belki şu memleketteki bütün intizamatı, hattâ hükûmeti inkâr etmeğe mecbur olursun ve bütün vaki’ olan icraatın vücudunu tekzib etmek lâzımgelir. O vakit sana, insan ve zîşuur denilmez. Sofestaîlerden daha akılsız olursun.
Sakın zannetme; tebdil-i memleket delilleri bu “Oniki Suret”e münhasırdır. Belki hadd ü hesaba gelmez emareler, deliller var ki: Şu kararsız mütegayyir memleket; zevalsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem hadd ü hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki: Bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek.
Bâhusus, gel sana “Oniki Suret” kuvvetinden daha kuvvetli bir bürhan daha göstereceğim.
İşte gel bak, şu uzaktaki görünen cemaat-ı azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi Yaver-i Ekrem bir tebligatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak o parlak yaver-i ekrem, bak o yüksekte ta’lik edilmiş ferman-ı a’zamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki: “Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız. Eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz… Yoksa isyan edip dinlemezseniz, müdhiş zindanlara atılacaksınız.” gibi tebligatta bulunuyor. Sen de görüyorsun ki; o ferman-ı a’zamda öyle i’cazkâr bir turra var ki, hiçbir vechile kabil-i taklîd değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes; o ferman, padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir. Ve o parlak yaver-i ekremde öyle nişanlar var ki; senin gibi körlerden başka herkes o zâtı, padişahın pek doğru tercüman-ı evamiri olduğunu yakînen anlar.
Acaba o yaver-i ekrem o ferman-ı a’zamla beraber bütün kuvvetiyle dava edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket mes’elesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin. Evet kabil değil! İllâ ki, bütün bu gördüğümüz her şeyi inkâr edesin…
Şimdi ey arkadaş!. Söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!
-Ben ne diyeceğim, daha buna karşı bir şey denebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenir mi? Yalnız derim ki: Elhamdülillah, yüzbin defa şükür olsun ki; vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup, daimî hapis ve zindandan halâs oldum ve inandım ki: Bu karmakarışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz…
İşte haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi tevfik-ı İlahî ile hakikat-ı ulyaya geçeceğiz. Geçmiş “Oniki Suret”e mukabil “Oniki mütesanid Hakikat” ile bir “Mukaddime” beyan edeceğiz.
Mukaddime
Birkaç işaretle başka yerlerde yani Yirmiikinci, Ondokuzuncu, Yirmialtıncı Sözlerde izah edilen birkaç mes’eleye işaret ederiz.
BİRİNCİ İŞARET: (Birinci işaretteki izahat “Bu mallar mîrî malıdır.” cümlesinin cevapıdır. Miri malı olduğunun ispatı burada yapılmıştır. Ayrıca Yirmiikinci Sözde de bunun izahatı yapılmıştır. )
Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, üç hakikatları var.
Birincisi: Nefs-i emmarem ile kalbimdir.
İkincisi: Felsefe şakirdleriyle, Kur’an-ı Hakîm tilmizleridir.
Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir.
Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır.
Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtibsiz olmaz, bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz: (Üstadımız burada Cenab-ı Hakkın esması adedince eserden zâta geçemin yolunu gösteriyor. Şöyle ki: bir nezafet nazifsiz olmaz. Bir san’at sani’siz olmaz. Bir mahlûk Halıksız olmaz. Bir cemal Cemilsiz olmaz. Ve hakeza… Alt paragrafta bu külli hakikatın bir cüz-i ucu kitap ve katip misali ile gösteriliyor.)
(Temsildeki “Bir harf kâtipsiz olmaz.” cümlesi harfte görünen hikmet, cemal ve güzelliğe dikkat çekmek içindir. Hakikatta ise bir harf katip gerektirdiği gibi kainat kitabında mevcudat harfleri üstünde görünen hikmet, cemal ve güzelliğin nasıl bir katip gerektirdiğini tafsili bir surette izah ediyor.) Nasılki bir kitab, bâhusus öyle bir kitab ki; her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitab yazılmış, her harfi içinde ince kalem ile muntazam bir kaside yazılmış. Kâtibsiz olmak, son derece muhaldir. Öyle de şu kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitabdır ki, her sahifesi çok kitabları tazammun eder. Hattâ her kelimesi içinde bir kitab vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. (Bu kaside 19. Pencerede tafsilli bir surette izah edilmiş.) Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitab içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın proğramı, fihristesi var. İşte böyle bir kitab, evsaf-ı celal (Fırtınalı bir deniz, zelzeleli bir zemin Cenab-ı Hakkın azametini göstermek cihetiyle Celaline) ve cemale, (Kâinatı küçük bir cüzün içine koyması ile veya deniz içinde ve zemin yüzünde küçük hayvanatı ve yavruları merhamet ve şefkatle terbiye etmesi ile cemaline) nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelal’in nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek âlemin şuhuduyla, bu iman lâzımgelir. İllâ ki, dalaletten sarhoş olmuş ola…
(Temsildeki “Bir iğne ustasız olmaz.” cümlesi iğnedeki sanatkârlığa dikkat çekmek içindir. Burada ise hanede görünen san’atın bir sanatkarı iktiza ettiği tafsili bir surette izah ediliyor. San’at zinet nakış arasındaki münasebete dikkat et.) Hem nasılki bir hane ustasız olmaz. Bâhusus öyle bir hane ki; hârika san’atlarla, acib nakışlarla, garib zînetlerle tezyin edilmiş. Hattâ herbir taşında, bir saray kadar san’at dercedilmiş. Ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez, gayet mahir bir san’atkâr ister. Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakikî menziller teşkil edilip, kemal-i intizamla elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ herbir hakikî perde içinde, müteaddid küçük küçük menziller icadediliyor. Öyle de şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir sâni’ ister. Çünki şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki: Ay, Güneş lâmbaları; yıldızlar, mumları; zaman, bir ip, bir şerittir ki, o Sâni’-i Zülcelal her sene bir başka âlemi ona takıp, gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üçyüzaltmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor. Kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki, her bahar mevsiminde, üçyüzbin enva’-ı masnuatıyla tezyin ediyor. Hadd ü hesaba gelmez enva’-ı ihsanatıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilat içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et… Nasıl, böyle bir sarayın Sâni’inden gaflet edilebilir?
(Temsildeki “Bir köy muhtarsız olmaz.” cümlesi idare noktasında güneş temsili ile akla yakınlaştırılıp hava ve toprak zeresinde görünen idare ciheti burada tafsili bir surette izah ediliyor.) Hem nasılki bulutsuz, gündüz ortasında, Güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve kar’ın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde Güneşi inkâr etmek, ne derece acib bir divanelik hezeyanıdır. Çünki o vakit birtek Güneşi inkâr ve kabul etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar mikdarınca, parçalar adedince, hakikî ve bil’asale güneşçikleri kabul etmek lâzımgeliyor. Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde) koca bir Güneşin hakikatını içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi, aynen öyle de: Şu sıravari içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp, Hâlık-ı Zülcelal’i evsaf-ı kemaliyle tasdik etmemek, ondan daha berbad bir dalalet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir uluhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır. Çünki meselâ havanın herbir zerresi; herbir çiçek ile herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilatını ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır, tâ içinde işleyebilsin. Demek muhit bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki, böyle yapsın.
Meselâ, toprakta herbir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki: Otlar ve ağaçlar adedince manevî cihazat ve makineleri tazammun etsin. Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilatını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen suretleri tanır, dikebilir bir san’at ve kudret vermek lâzımgelir. Daha sair mevcudatı da kıyas et. Tâ anlayacaksın ki: Her şeyde aşikâre, vahdaniyetin çok delilleri var.
Evet bir şeyden her şeyi yapmak ve herşeyi birtek şey yapmak, herşeyin hâlıkına has bir iştir. وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ ferman-ı zîşanına dikkat et. Demek Vâhid-i Ehad’ı kabul etmemek ile, mevcudat adedince ilahları kabul etmek lâzımgelir.
İKİNCİ İŞARET: (İkinci işaretteki izahat “Bir bilenden sormuyorsun” cümlesine bir cevaptır. Sorulması gereken bilen kişi Zât-ı Ahmediyyedir (ASM). Ondokuzuncu Sözde Risalet-i Ahmediyye’nin ASM isbatı yapılmıştır.)
Hikâyede bir yaver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki: (Nişan: iz alamet ve padişaha yakınlık manalarını ifade ediyor.)
O zât, padişahın emriyle hareket eder (Risalet şahsiyeti)
Ve onun has bendesidir. (Ubudiyet şahsiyeti)
İşte o yaver-i ekrem, Resul-i Ekrem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). (Hakaika mazhariyet en büyük ikram olduğu için Resul-i Ekrem sıfatı Peygamber Efendimize mahsustur.) Evet şöyle müzeyyen bir kâinatın, öyle mukaddes bir Sâni’ine böyle bir Resul-i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. (Âşık bir maşuk ister.) Çünki nasıl Güneş, (Ulûhiyet) ziya (Risalet) vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.
(Buradan sonra zikredilen dokuz hakikat umum peygamberlerin vazifesidir. Bu vazifeler asıldır diğerleri füruattır.)
- Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin? (Eşyanın üzerindeki güzelliği göstermektir. Külliyatta cemal hakikatı Dördüncü Şuaın Altıncı Mertebesinde, kemal hakikatı ise Otuzikinci Sözün İkinci Mevkıfında tafsilli olarak anlatılmıştır.)
- Hem mümkün olur mu ki; gayet cemalde bir kemal-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdaniyet ve samedaniyetini, (İhtiyaçları yerine getirerek birliğini göstermek) zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yani o zât, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi, (Mahlûkatın ibadetlerini görüp kendi ibadetini onlara ilave edip takdim etmek) kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur.
- Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlûkatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir.
- Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu’cizelerle, garib ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemalâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?
- Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş’ir-i tılsım-ı muğlakını, hem mevcudatın
Nereden? (Tevhid 24. Mektub)
Nereye? (Âhiret 29. Söz)
Necisin? (Adalet ve ubudiyet 30. Söz Zerre Risalesi)
Reisiniz kimdir? (Tüm tevhid bahisleri) üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelal; onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin! (30. Lema’da esmalar adedince Cenab-ı Hakkı memnun eden ameller gösteriliyor. Temizlik, adalet, hikmet amelleri, Kuddüs, Adl, Hakîm isimlerine bakıyor.)
- Hem hiç mümkün olur mu ki; nev’-i insanı, şuurca kesrete mübtela, istidadca ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir bürhan-ı kat’îdir ki: Uluhiyet, risaletsiz olamaz…
Şimdi acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan -beyan olunan evsaf ve vezaife- daha ehil ve daha câmi’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir? Hâyır, aslâ ve kat’â!. Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlukatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır. Evet ehl-i tahkikatın ittifakıyla, Şakk-ı Kamer ve parmaklarından su akması gibi bine baliğ mu’cizatından hadd ü hesaba gelmez delail-i nübüvvetinden başka, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vecihle mu’cize olan mu’cize-i kübra, Güneş gibi risaletini göstermeğe kâfidir. Başka risalelerde ve bilhâssa Yirmibeşinci Söz’de Kur’anın kırka karib vücuh-u i’cazından bahsettiğimizden burada kısa kesiyoruz.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: (Üçüncü işaretteki izahat “Haydi padişah var; fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir. Hazinesinden ne noksan eder.” cümlesine bir cevaptır. Bu cümle İnsanin vazifesi ve vazifenin ehemmiyeti noktasında kader risalesine bakıyor. Ayrıca Yirmialtıncı Sözde de bunun izahatı yapılmıştır.)
Hatıra gelmesin ki:
Birinci Sual: Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mali için kapansın, başka bir daire açılsın?
Elcevap: Çünki bu küçücük insan, câmiiyet-i fıtrat itibariyle şu mevcudat içinde
- Bir ustabaşı ve (Ustabaşı olması insanın mevcudata bakan kıymetini ifade ediyor.)
- Bir dellâl-ı saltanat-ı İlahiye ve (Dellal olması insanın kâinat sergisinde teşhir edilen cemal ve kemali anlayıp istifade edip istifadesini ilan etmesine bakan kıymetini ifade ediyor.)
- Bir ubudiyet-i külliyeye mazhar olduğundan (İnsanın bütün mahlûkatın ibadetlerini takdim etmek vazifesine bakan kıymetini ifade ediyor.)
büyük ehemmiyeti vardır. (Bu ehemmiyete binaen insan aynıyla, resmi ile cismi ile ihya edilecektir.)
(İşarat-ül i’caz sayfa 111 insanın ehemmiyeti şöylelikle izah edilmiştir.
Sual: İnsan, Arz’a nisbeten bir zerredir; Arz da, kâinata nazaran bir zerredir; ve keza insanın bir ferdi, nev’ine nisbeten bir zerredir; nev’i de, sair ortakları bulunan enva’ içinde bir zerre gibidir. Ve keza aklın düşünebildiği gayeler, faideler hikmet-i ezeliye ve ilm-i İlahîdeki faidelere nisbeten bir zerreden daha aşağıdır. Binaenaleyh böyle bir âlemin insanın istifadesi için yaratılmış olduğu akla giremez?
Elcevab: Evet zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidadların meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir. Ve keza istifade hususunda müzahame, mümanaa ve tecezzi yoktur; bir küllînin cüz’iyatına nisbeti gibidir. Nasılki bir küllî bütün cüz’iyatında mevcud olduğu halde, ne o küllîde tecezzi ve inkısam olur ve ne de cüz’iyatında müzahame ve müdafaa olur. Küre-i Arz’dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur ve ne Küre-i Arz’da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehadetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün enva’a bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin faideleri insana münhasır olup başkalara hiçbir faidesi yoktur demek değildir.)
- Sual: Hem hatıra gelmesin ki: Kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur?
Elcevap: Zira küfür;
- Şu mektubat-ı Samedaniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı (Cenab-ı Hakkın kudsi maksatlarını bildirmek için mektub hükmünde yarattığı kâinatı) manasız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, (Bu mektubu yazmak ihtiyaçtan ileri gelmiyor. Nihayetsiz Cemal ve Kemal kendini göstermeyi iktiza ediyor.)
- Bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi;
Bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esma-i kudsiye-i İlahiyeyi inkâr ile red ve Cenab-ı Hakk’ın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise, nihayetsiz azabı îcab eder… (Katl ve küfür, tahrib ve tecavüz olduğu için, gayre tesirat yapar. Bir dakikada katl, lâakal zahirî âdete göre onbeş sene maktulün hayatını selbeder, onun yerine hapse girer. Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar, خَالِدِينَ de hapseder. Lem’alar 276)
DÖRDÜNCÜ İŞARET: (Dördüncü işaretteki izahat “Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görülmüyor. İnanman hiç mümkün müdür ki bu memleket harab edilsin.. Başka bir memlekete göç etsin.” cümlesine bir cevaptır. Bu cümlenin izahatı Dördüncü işaretten sonra oniki hakikatla verilmistir. Ayrıca Yirmidokuzuncu Sözde de bunun izahatı yapılmıştır.)
Nasılki hikâyede oniki suretle gördük ki:
- Hiçbir cihetle mümkün değil; öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmasına medar diğer daimî bir memleketi bulunmasın… (İsm-i Celil ve Bâki)
- Öyle de hiçbir vecihle mümkün değil ki; bu fâni âlemin bâki Hâlık’ı, bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin? (Hâlık ismi)
- Hem mümkün değil: Şu bedî’ ve zâil kâinatın sermedî Sâni’i bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin? (Sâni’ ismi)
- Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dâr-ı âhireti halk etmesin? (Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtır’ ismi)
Bu hakikata oniki kapı ile girilir. Oniki hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız: (Herbir hakikat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcib-ül Vücud’un vücudunu, hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip isbat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”tan hissesini alabilir. Çünki “Hakikat”larda mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.
Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzımgelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi’ etmez. Öyle ise bir mecma-i ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.
İşte “Hakikat”lar bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden isbat ediyorlar. Sathî nazar farkedemiyor. Zâten o mücmel “Hakikat”ların herbirisi, başka risaleler ve Sözler’de kemal-i izahla tafsil edilmiş. Barla Lahikası 320)
Birinci Hakikat: Bâb-ı rububiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabb’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Şe’n-i rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalalete mücazat etmesin?
(Burada Saltanatı iki kısıma ayırdı. Rububiyetin maksadlarına muvafık hareket edilmemesi
Rububiyetin saltanatı Yedinci Şua İkinci Babda şöyle geçiyor; Evet bütün kâinatta hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette beraber ve birbiri içinde hakîmane, rahîmane bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir. Şualar 151
Ulûhiyetin saltanatı Yedinci Şua İkinci Babda şöyle geçiyor; Evet nev’-i beşerin her taifesi birer nevi ibadet ile fitrî gibi meşgul olması ve sair zîhayatın, belki cemadatın dahi fitrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, bir mabudiyet tarafindan, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin birtek İlahin mabudiyetini ilân etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu isbat ederler. Şualar 150)
İkinci Hakikat: Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir. (Bu hakikatta dört hükmün isbatı üzerine duruluyor.
- Rahmet ve Keremin kâinattaki delilleri nelerdir?
- İzzet ve Celalin kâinattaki delilleri nelerdir?
- Rahmet ve Kerem’in iktizası ile mü’minlere bir dar-ı mükâfat, bir saadet-i ebediyenin verilecek mi?
- İzzet ve Celal’in iktizasi ile kâfirlere bir dar-ı mücazat hazırlanacak mı?
Kerem ve Rahmet hakikatının izzet ve celalle münasebeti; Mahlukat canibinden mahlukata rahmet ve keremle mukabele etmeyenlere ceza verilmesi gerekmektedir. Hem Cenab-ı Hakk canibinden Cenab-ı Hakk’ın kerem ve rahmetle mahlukata muamele etmesindeki kudsî maksadları tanımamak veya kerem ve rahmetin delillerini inkar etmek veya Kerim ve Rahim isminin tecellisiyle birlikte tecelli eden bütün esma ve sıfatın tecellilerini inkar etmek ceza verilmesini iktiza eder. Diğer bir hususta kerem ve rahmet dairesininin ihatasına güvenip izzet ve celalin gerektirdiği vazifeleri yerine getirmemekle her bir dairenin hududundan taşmak ceza verilmesini iktiza ediyor.)
Hiç mümkün müdür ki:
İddia cümlesi: Gösterdiği âsâr ile
- Nihayetsiz Bir Kerem
- Ve Nihayetsiz Bir Rahmet
- Ve Nihayetsiz Bir İzzet
- Ve Nihayetsiz Bir Gayret Sahibi Olan Şu Âlemin Rabbi;
Kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın.
Evet şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki;
Rahmet ve Kerem’in Birinci Delili; en âciz, en zaîften tut tâ en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. (En aciz ve en zaîfler Cenab-ı Hakk’ın kerem ve rahmetini göstermek hususunda en parlak ayinedir.)
{(Haşiye-1): (Bu Haşiyede rızkın iktidarla alınmayıp iftikara binaen verildiğine deliller gösterilecek.)
Rızk-ı helâl, iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’î:
- İktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti (Kolay elde eden iktidarsızlar)
- Ve muktedir canavarların dîk-ı maişeti; (Kolay elde eden zaîfler)
- Hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücudça zaîfliğidir.
Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile ma’kûsen mütenasibdir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete mübtela olur.}
Rahmet ve Kerem’in İkinci Delili; En zaîf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir keremle ziyafetler, ikramlar olunuyor ki, nihayetsiz bir kerem eli içinde işlediğini bedâheten gösteriyor.
Meselâ, (Rahmet iktidarsızlar, zaifler ve akılsızların imdadına yetişirken ikram edilme tarzının süslendirilerek ve umulmadık yerlerden veriliyor olması kerem ve inayetin delilidir. Ulvi bir Kerem ile ikramlar olduğuna dair dört misal veriliyor.)
- Bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçları sündüs-misal libaslar ile giydirip, çiçek ve meyvelerin murassaatıyla süslendirip hizmetkâr ederek onların latif elleri olan dallarıyla, çeşit çeşit en tatlı, en musanna’ meyveleri bize takdim etmek; (Cennet hurilerini dünyada görmek isteyen insan, bahar mevsiminde cennet hurileri tarzında bütün ağaçların sündüs-misal libaslar ile giydirilmesine baksın. Nasılki huriler yetmiş hulle giydikleri halde ilikleri görünüyor. Herbir hulle ile insanın bir latifesine lezzet veriyor. Aynen öylede ağaçların farklı farklı renkleri bir elbise gibi insanın gözüne bir lezzet verdiği gibi farklı farklı tadlar, kokular da ayrı bir elbise gibi insanın kuvve-i zaikasına ve kulağına ayrı ayrı lezzetler veriyor.İnsanın lâtifeleri adedince kerem ve inayet eseri olarak lezzetler verilmesi düşünülebilir.)
- Hem zehirli bir sineğin eliyle şifalı en tatlı balı bize yedirmek;
- Hem en güzel ve yumuşak bir libası elsiz bir böceğin eliyle bize giydirmek;
- Hem rahmetin büyük bir hazinesini küçük bir çekirdek içinde bizim için saklamak; (İnsanın istikbalde de ihtiyaçlarının karşılanacak olduğunu hissetirmesi keremin bir diğer delilidir.)ne kadar cemil bir kerem, ne kadar latif bir rahmet eseri olduğu bedaheten anlaşılır. (Keremin dördüncü misali aynı zamanda rahmetinde misali oldu.)
İzzet ve Celal’in Birinci Delili; Hem insan ve bazı canavarlardan başka, Güneş ve Ay ve Arz’dan tut, tâ en küçük mahlûka kadar herşey kemal-i dikkatle vazifesine çalışması,
İzzet ve Celal’in İkinci Delili; Zerrece haddinden tecavüz etmemesi,
İzzet ve Celal’in Üçüncü Delili; Bir azîm heybet tahtında umumî bir itaat bulunması; büyük bir celal ve izzet sahibinin emriyle hareket ettiklerini gösteriyor.
Rahmet ve Kerem’in Üçüncü Delili Cenab-ı Hakkın rahmetinin nümunesini mahlukata koymasıdır; Hem gerek nebatî ve gerek hayvanî ve gerek insanî bütün vâlidelerin o rahîm şefkatleriyle (Haşiye-2) ve süt gibi o latif gıda ile o âciz ve zaîf yavruların terbiyesi, ne kadar geniş bir rahmetin cilvesi işlediği bedaheten anlaşılır.
{(Haşiye-2): Şefkatle terbiyenin üç misali
- Evet aç bir arslan, zaîf bir yavrusunu kendi nefsine tercih ederek, elde ettiği bir eti yemeyip yavrusuna vermesi;
- Hem korkak tavuk, yavrusunu himaye için ite, arslana saldırması;
- Hem incir ağacı kendi çamur yiyerek yavrusu olan meyvelerine hâlis süt vermesi, bilbedahe nihayetsiz Rahîm, Kerim, Şefîk bir zâtın hesabıyla hareket ettiklerini kör olmayana gösteriyorlar.
Evet nebatat ve behimiyat gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakîmane işler görmesi bizzarure gösterir ki: Gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor. Onlar, onun namıyla işliyorlar.}
Bu âlemin mutasarrıfının madem nihayetsiz böyle bir keremi, nihayetsiz böyle bir rahmeti, nihayetsiz öyle bir celal ve izzeti vardır. Nihayetsiz celal ve izzet, edebsizlerin te’dibini ister. Nihayetsiz kerem, nihayetsiz ikram ister, nihayetsiz rahmet; kendine lâyık ihsan ister. Halbuki bu fâni dünyada ve kısa ömürde, denizden bir damla gibi milyonlar cüz’den ancak bir cüz’ü yerleşir ve tecelli eder.
Rahmet ve Keremin iktizası ile mü’minlere bir dar-ı mükâfat, bir saadet-i ebediyenin verileceğinin izahı: Demek o kereme lâyık ve o rahmete şayeste bir dâr-ı saadet olacaktır. Yoksa gündüzü ışığıyla dolduran Güneşin vücudunu inkâr etmek gibi, bu görünen rahmetin vücudunu inkâr etmek lâzımgelir. Çünki bir daha dönmemek üzere zeval ise; şefkati musibete, muhabbeti hırkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş’um bir âlete ve lezzeti eleme kalbettirmekle hakikat-ı rahmetin intifası lâzımgelir.
İzzet ve Celalin iktizasi ile kâfirlere bir dar-ı mücazat hazırlayacağının izahatı: Hem o celal ve izzete uygun bir dâr-ı mücazat olacaktır. Çünki ekseriya zalim izzetinde, (Zalimin izzetinde yani zahiren musibete pek düşmüyor, gayr-ı meşru muhabbet duyduğu şeylerden menhus ve aklını iptal etmekten gelen sarhoşçasına bir lezzet alıyor ve umuma gelen nimetten istifade ediyor.) mazlum zilletinde kalıp, (Mazlumun zillet içinde kalmasının sebebi âhiretin gelmediğini farzedersek mazlumun şefkati musibete, muhabbeti hirkate ve nimeti nıkmete ve aklı, meş’um bir âlete ve lezzeti eleme kalbeder.) buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil. Bazan dünyada dahi ceza verir. Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.
Rahmet ve Kerem’in delillerini gören insanın yapması gereken vazifeler nazara verilecek. Bu vazifelerin yerine getirilmemesi Cenab-ı Hakk’ın İzzet ve Celaline dokunacak olmasından kâfirlere bir dar-ı mücazat hazırlayacağının diğer bir izahatı: Evet hiç mümkün müdür ki; insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsun da, insanın Rabbi de insana
- Bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile onu tanımazsa..
- Hem bu kadar rahmetin süslü meyveleriyle kendini sevdirse; mukabilinde insan ibadetle kendini ona sevdirmese..
- Hem bu kadar bu türlü nimetleriyle muhabbet ve rahmetini ona gösterse; mukabilinde insan şükür ve hamdle ona hürmet etmese;
cezasız kalsın, başı boş bırakılsın, o izzet, gayret sahibi Zât-ı Zülcelal bir dâr-ı mücazat hazırlamasın?
Rahmet ve Keremin iktizası ile mü’minlere bir dar-ı mükâfat, bir saadet-i ebediyenin verileceğinin izahı: Hem hiç mümkün müdür ki: O Rahman-ı Rahîm’in kendini tanıttırmasına mukabil; iman ile tanımakla ve sevdirmesine mukabil, ibadetle sevmek ve sevdirmekle ve rahmetine mukabil, şükür ile hürmet etmekle mukabele eden mü’minlere bir dâr-ı mükâfatı, bir saadet-i ebediyeyi vermesin?
Üçüncü Hakikat: Bâb-ı hikmet ve adalet olup, ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.
(Bu hakikatta iki hükmün ispatı üzerine duruluyor.
- Hikmet ve adaletin kâinattaki delilleri
- Hikmet ve adaletin iktizası ile mü’minlere bir dar-ı mükâfat, bir saadet-i ebediye ve kâfirlere bir dar-ı mücazat hazırlayacağının izahatı yapılıyor.)
Hiç mümkün müdür ki: {(Haşiye): Evet, “Hiç mümkün müdür ki” şu cümle çok tekrar ediliyor. Çünki mühim bir sırrı ifade eder. Şöyle ki: Ekser küfür ve dalalet; istib’addan ileri gelir. Yani akıldan uzak ve muhal görür, inkâr eder. İşte Haşir Söz’ünde kat’iyyen gösterilmiştir ki: Hakikî istib’ad, hakikî muhaliyet ve akıldan uzaklık ve hakikî suubet, hattâ imtina’ derecesinde müşkilât, küfür yolundadır ve dalaletin mesleğindedir.. ve hakikî imkân ve hakikî makuliyet, hattâ vücub derecesinde sühulet; iman yolundadır ve İslâmiyet caddesindedir. Elhasıl, ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider. Onuncu Söz, istib’ad hangi tarafta olduğunu o tabir ile gösterir. Onların ağızlarına bir şamar vurur.} Zerrelerden güneşlere kadar cereyan eden hikmet ve intizam, adalet ve mizanla rububiyetin saltanatını gösteren Zât-ı Zülcelal, rububiyetin cenah-ı himayesine iltica eden ve hikmet ve adalete iman ve ubudiyetle tevfik-ı hareket eden mü’minleri taltif etmesin ve o hikmet ve adalete küfür ve tuğyan ile isyan eden edebsizleri te’dib etmesin? Halbuki bu muvakkat dünyada o hikmet, o adalete lâyık binden biri, insanda icra edilmiyor, te’hir ediliyor. Ehl-i dalaletin çoğu ceza almadan; ehl-i hidayetin de çoğu mükâfat görmeden buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya, bir saadet-i uzmaya bırakılıyor.
Evet görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin?
Hikmetin delillerinden dördünü izah ediyor.
- Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsanda bütün aza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. (Dilin ruha tercüman olması ve içinde ölçücükler bulunması hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. Eğer âhiret gelmezse o hikmet abesiyete gider. Otuzuncu Lem’a Üçüncü Nükte Dördüncü Noktada; Bir Sâni’-i Hakîm ve gayet hikmetli bir usta, bir sarayın herbir taşında yüzer hikmeti hassasiyetle takib etse, sonra o saraya dam yapmayıp boşuboşuna harab olmasıyla takib ettiği hadsiz hikmetleri zayi’ etmesini hiçbir zîşuur kabul etmediği.. ve bir Hakîm-i Mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıd ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmesi hiçbir cihetle imkânı olmadığı gibi; çekirdeğe takılan binler faideler gösteriyor ki ağaca milyonlar faideler takmak iktiza ediyor. İşte eğer âhiret gelmezse kâinat ağacı abesiyete gider.)
- Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor. (Bu delilin misali ise) Evet güzel bir çiçeğin dakik proğramını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir. (Yirmidokuzuncu Sözdeki Birinci Medarda denildiği gibi şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. Her cihette reşehat-ı ihtiyar ve lemaat-ı kasd görünür. Hattâ herşeyde bir nur-u kasd, her şe’nde bir ziya-yı irade, her harekette bir lem’a-i ihtiyar, her terkibde bir şu’le-i hikmet, semeratının şehadetiyle nazar-ı dikkate çarpıyor. İşte eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaîfe-i vahiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur. Nizam ve intizamın ruhu olan maneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. Demek nizamı nizam eden, saadet-i ebediyedir. Öyle ise nizam-ı âlem, saadet-i ebediyeye işaret ediyor. Sözler 519)
- Hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması; nihayet derecede hakîm bir Sâni’in nakşı olduğunu gösterir. (Misal olarak) Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, (Fihriste deyince insanın vücudunda bütün unsurların bulunması itibari ile fihriste olduğunu düşünebileceğimiz gibi Onyedinci Lem’a da ve Otuzuncu Lem’ada insanın maddi ve manevi fihriste ciheti izah ediliyor.) bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir.
Şimdi hiç mümkün müdür ki, şöyle icraat-ı rububiyette hâkim bir hikmet; o rububiyetin kanadına iltica eden ve iman ile itaat edenlerin taltifini istemesin ve ebedî taltif etmesin?
Hem adalet ve mizan ile iş görüldüğüne bürhan mı istersin?
(Adalet ve mizan ile işler görüldüğünün üç delili izah ediliyor.)
- Herşeye hassas mizanlarla, mahsus ölçülerle vücud vermek, suret giydirmek, yerli yerine koymak; (İnsan bedeninde azaların birbirine olan tenasübü) nihayetsiz bir adalet ve mizan ile iş görüldüğünü gösterir. (Vücut ile aza arasındaki müvazenedeki adalettir. Adaletin birinci delili ile ikinci delili arasındaki fark; birinci delilde herşeye münasip bir vücut verilmesi ve yerli yerine konulması izah edilirken ikinci delilde vücudun bekası için gerekli olan levazımatın verilmesinde kâinat içindeki eşya arasındaki nizam-ı umumiyeye muvafık hareket etmesi izah edilmiştir.)
- Hem her hak sahibine istidadı nisbetinde hakkını vermek, yani vücudunun bütün levazımatını, bekasının bütün cihazatını en münasib bir tarzda vermek; nihayetsiz bir adalet elini gösterir. (Eşya ile kâinat arasındaki müvazenedeki adalettir. Vücudun bekası için gerekli olan levazımatın verilmesinde kâinat içindeki eşya arasındaki nizam-ı umumiyeye muvafık hareket etmesidir.)
- Hem istidad lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor. (Cesedin ruh ile ruhun mahiyet ile arasındaki müvazenedeki adalettir. Her hak sahibine hakkını vermeyi adalet iktiza ettiği gibi hikmette iktiza ediyor yoksa adaletsiz ve abes olur. Hikmetin dördüncü delili aynı zamanda Adaletin üçüncü delili oluyor.)
(Hikmet ve adaletin iktizası ile her şeye, her isteyene cevab veren Hakîm-i Adil elbette insanında beka gibi bir duasını işitecek mü’minlere bir dar-ı mükâfat, bir saadet-i ebediye ve kâfirlere bir dar-ı mücazat ihzar edecektir.)
Şimdi hiç mümkün müdür ki, böyle en küçük bir mahlûkun, en küçük bir hacetinin imdadına koşan bir adalet ve hikmet; insan gibi en büyük bir mahlûkun beka gibi en büyük bir hacetini mühmel bıraksın? En büyük istimdadını ve en büyük sualini cevabsız bıraksın? Rububiyetin haşmetini, ibadının hukukunu muhafaza etmekle muhafaza etmesin? Halbuki şu fâni dünyada kısa bir hayat geçiren insan, öyle bir adaletin hakikatına mazhar olamaz ve olamıyor. Belki bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor. Zira hakikî adalet ister ki: Şu küçücük insan, şu küçüklüğü nisbetinde değil, belki cinayetinin büyüklüğü, mahiyetinin ehemmiyeti ve vazifesinin azameti nisbetinde mükâfat ve mücazat görsün. Madem şu fâni, geçici dünya; ebed için halk olunan insan hususunda öyle bir adalet ve hikmete mazhariyetten çok uzaktır. Elbette âdil olan o Zât-ı Celil-i Zülcemal’in ve Hakîm olan o Zât-ı Cemil-i Zülcelal’in daimî bir Cehennem’i ve ebedî bir Cennet’i bulunacaktır.
Dördüncü Hakikat: Bâb-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki:
(Cud u seha, cemal ve kemalin delillerini izah ediyor.)
- Nihayetsiz cûd u sehavet, tükenmez servet, bitmez hazineler,
- Misilsiz sermedî cemal,
- Kusursuz ebedî kemal;
(Bu üç kısım hakikat) bir dâr-ı saadet ve mahall-i ziyafet içinde daimî bulunacak olan muhtaç şâkirleri, müştak âyinedarları, mütehayyir seyircileri istemesinler? Evet
A- Cenab-ı Hakkın servet ve hazine sahibi olduğunun dört delili gösterilecek.
- Dünya yüzünü bu kadar müzeyyen masnuatıyla süslendirmek,
- Ay ile Güneşi lâmba yapmak,
- Yeryüzünü bir sofra-i nimet ederek mat’umatın en güzel çeşitleriyle doldurmak,
- Meyveli ağaçları birer kab yapmak, her mevsimde birçok defalar tecdid etmek; hadsiz bir cûd u sehaveti gösterir.
Böyle nihayetsiz bir cûd u sehavet; öyle tükenmez hazineler ve rahmet, hem daimî, hem arzu edilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ve mahall-i saadet ister. Hem kat’î ister ki; o ziyafetten telezzüz edenler, o mahall-i saadette devam etsinler, ebedî kalsınlar. Tâ zeval ve firakla elem çekmesinler. Çünki zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Öyle sehavet, (Cevvad olan bir zat) elem çektirmek istemez.
Demek ebedî bir Cennet’i, hem içinde ebedî muhtaçları ister. Çünki nihayetsiz cûd u seha, nihayetsiz ihsan etmek ister, nimetlendirmek ister. Nihayetsiz ihsan ve nimetlendirmek ise, (Cenab-ı Hakk ihsan etmek ve nimetlendirmek ister.) nihayetsiz minnettarlık, nimetlenmek ister. (Minnettarlık gösteren ve nimetlenen biz insanları ister.) Bu ise, ihsana mazhar olan şahsın devam-ı vücudunu ister. Tâ, daimî tena’umla o daimî in’ama karşı şükür ve minnettarlığını göstersin. Yoksa zeval ile acılaşan cüz’î bir telezzüz, kısacık bir zamanda öyle bir cûd u sehanın muktezasıyla kabil-i tevfik değildir.
B- Kusursuz ebedî Kemalât kendini hârika san’atları ile gösteriyor: Bu kemalatı ilan edenler ise; başta münakkaş, müzeyyen çiçekler ve musanna, murassa’ meyvelerdir. Ve insanlık âleminde Enbiya ve Evliyalardır.
Hem dahi meşher-i san’at-ı İlahiye olan aktar-ı âlem sergilerine bak. Yeryüzündeki nebatat ve hayvanatın ellerinde olan ilânat-ı Rabbaniyeye dikkat et {(Haşiye-1): Evet kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna’ ve murassa’ bir meyve, elbette gayet san’atperver mu’cizekâr ve hikmettar bir Sâni’in mehasin-i san’atını zîşuura okutturan bir ilânnamedir. İşte nebatata hayvanatı dahi kıyas et.}, mehasin-i rububiyetin dellâlları olan enbiya ve evliyaya kulak ver. Nasıl müttefikan Sâni’-i Zülcelal’in kusursuz kemalâtını, hârika san’atlarının teşhiriyle gösteriyorlar, beyan ediyorlar, enzar-ı dikkati celbediyorlar.
Demek bu âlemin Sâni’inin pek mühim ve hayret verici ve gizli kemalâtı vardır. Bu hârika san’atlarla onları göstermek ister. Çünki gizli, kusursuz kemalât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemalât ise, daimî tezahür ister. O ise, takdir ve istihsan edicilerin devam-ı vücudunu ister. Bekası olmayan istihsan edicinin nazarında, kemalâtın kıymeti sukut eder {(Haşiye-2): Evet durub-u emsaldendir ki: Bir dünya güzeli, bir zaman kendine meftun olmuş âdi bir adamı huzurundan tardeder. O adam kendine teselli vermek için: “Tuh, ne kadar çirkindir” der. O güzelin güzelliğini nefyeder. Hem bir vakit bir ayı, gayet tatlı bir üzüm asması altına girer. Üzümleri yemek ister. Koparmağa eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için kendi lisanıyla “Ekşidir” der. Gümler gider…}.
C- Misilsiz sermedî Cemal kendini mevudat ile gösteriyor:
Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcudat; ışık Güneşi bildirdiği gibi, misilsiz manevî bir cemalin mehasinini bildirir ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letaifini iş’ar ediyor. {(Haşiye-3): Âyine-misal mevcudatın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemalin cilvesinin bulunması gösterir ki: Cemal onların değil; belki o cemaller, bir hüsn-ü münezzeh ve bir cemal-i mukaddesin âyâtı ve emaratıdır.} O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.
İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise; kendi mehasinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için, görünmek de ister. Demek iki vecihle kendi cemaline bakmak; biri: Herbiri başka başka renkte olan âyinelerde bizzât müşahede etmek. Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların müşahedesi ile müşahede etmek ister. Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister. Görmek, görünmek ise; müştak seyirci, mütehayyir istihsan edicilerin vücudunu ister. Hüsün ve cemal, ebedî sermedî olduğundan müştakların devam-ı vücudlarını ister. Çünki daimî bir cemal ise; zâil bir müştaka razı olamaz. Zira dönmemek üzere zevale mahkûm olan bir seyirci, zevalin tasavvuruyla muhabbeti adavete döner, hayreti istihfafa, hürmeti tahkire meyleder. Çünki hodgâm insan bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de zıddır. Halbuki nihayetsiz bir muhabbet, hadsiz bir şevk ve istihsan ile mukabeleye lâyık olan bir cemale karşı zımnen bir adavet ve kin ve inkâr ile mukabele eder. İşte kâfir, Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı bundan anlaşılıyor.
Madem o nihayetsiz sehavet-i cûd, o misilsiz cemal-i hüsün, o kusursuz kemalât; ebedî müteşekkirleri, müştakları, müstahsinleri iktiza ederler. Halbuki şu misafirhane-i dünyada görüyoruz; herkes çabuk gidip, kayboluyor. O sehavetin ihsanını ancak az bir parça tadar. İştihası açılır, fakat yemez gider. O cemal, o kemalin dahi ancak biraz ışığına, belki bir zaîf gölgesine bir anda bakıp, doymadan gider. Demek, bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.
Elhasıl: Nasılki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni’-i Zülcelal’ine kat’î delalet eder; Sâni’-i Zülcelal’in de sıfât ve esma-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delalet eder ve gösterir ve ister.
Beşinci Hakikat: Bâb-ı şefkat ve ubudiyet-i Muhammediyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İsm-i Mücîb ve Rahîm’in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: En edna bir haceti, en edna bir mahlukundan görüp kemal-i şefkatle ummadığı yerden is’af eden ve en gizli bir sesi, en gizli bir mahlukundan işitip imdad eden, lisan-ı hal ve kal ile istenilen herşeye icabet eden nihayetsiz bir şefkat ve bir merhamet sahibi bir Rab; en büyük bir abdinden {(Haşiye): Evet binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve onun kemalâtına şehadet eden ve kemal-i itaatle evamirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev’-i beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yani manevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir. Hem ekser enva’-ı kâinat o zâtın birer meyve-i mu’cizesini taşımak suretiyle onun vazifesini ve memuriyetini alkışlasa, elbette o zât, şu kâinat Hâlıkının en sevgili mahlukudur. Hem bütün insaniyet, bütün istidadıyla istediği beka gibi bir haceti ki; o hacet ise, insanı esfel-i safilînden a’lâ-yı illiyyîne çıkarıyor. Elbette o hacet, en büyük bir hacettir ve en büyük bir abd, umumun namına onu Kadıyy-ül Hacat’tan isteyecek.}, en sevgili bir mahlukundan en büyük hacetini görüp bitirmesin, is’af etmesin; en yüksek duayı işitip kabul etmesin? Evet meselâ hayvanatın zaîflerinin ve yavrularının rızık ve terbiyeleri hususunda görünen lütuf ve sühuleti gösteriyor ki: Şu kâinatın Mâliki, nihayetsiz bir rahmetle rububiyet eder. Rububiyetinde bu derece rahîmane bir şefkat, hiç kabil midir ki mahlukatın en efdalinin en güzel duasını kabul etmesin? Bu hakikatı Ondokuzuncu Söz’de izah ettiğim vechile, şurada dahi mükerreren şöyle beyan edelim:
Ey nefsimle beraber beni dinleyen arkadaş! Hikâye-i temsiliyede demiştik: Bir adada bir içtima var… Bir yaver-i ekrem bir nutuk okuyor. Onun işaret ettiği hakikat şöyledir ki: Gel! Bu zamandan tecerrüd edip, fikren Asr-ı Saadet’e ve hayalen Ceziret-ül Arab’a gidiyoruz. Tâ ki, Resul-i Ekrem’i (Aleyhissalâtü Vesselâm) vazife başında ve ubudiyet içinde görüp, ziyaret ederiz. Bak! O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır.
İşte bak!
(Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın yedi cihetle isteme tarzı
- Ubudiyet-i külliyede bütün kâinatla beraber istiyor.
- Umum mü’minlerle beraber istiyor.
- Umumun haceti için istiyor.
- Hüzünle, mahbubane, müştakane ve tazarrukârane bir halet-i ruhiyede istiyor.
- İnsanı ve bütün mahlukatı a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete çıkartmak gibi büyük bir maksad için istiyor.
- Fizar-ı istimdadkârane ve niyaz-ı istirhamkârane ile yalvararak istiyor.
- Semî’ ve Kerim bir Kadîr’den, Basîr ve Rahîm bir Alîm’den istiyor.)
O zât öyle bir salât-ı kübrada, bir ibadet-i ulyâda saadet-i ebediye için dua ediyor ki, güya bu cezire, belki bütün Arz onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder. Çünki ubudiyeti ise; ona ittiba eden ümmetin ubudiyetini tazammun ettiği gibi, muvafakat sırrıyla bütün enbiyanın sırr-ı ubudiyetini tazammun eder. (Kâinatla beraber ubudiyet ediyor.)
Hem o salât-ı kübrayı öyle bir cemaat-ı uzmada kılar, niyaz ediyor ki; güya benî-Âdemin Hazret-i Âdem’den asrımıza kadar, belki kıyamete kadar bütün nuranî ve kâmil insanlar ona tebaiyetle iktida edip duasına âmîn derler. (Kimlerle beraber istiyor.)
{(Haşiye): Evet münacat-ı Ahmediye (A.S.M.) zamanından şimdiye kadar bütün ümmetin bütün salâtları ve salavatları onun duasına bir âmîn-i daimî ve bir iştirak-i umumîdir. Hattâ ona getirilen herbir salavat dahi, onun duasına birer âmîndir ve ümmetinin herbir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi; onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmîndir. İşte bütün beşerin fıtrat-ı insaniyet lisan-ı haliyle, bütün kuvvetiyle istediği beka ve saadet-i ebediyeyi; o nev’-i beşer namına Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) istiyor ve beşerin nuranî kısmı, onun arkasında âmîn diyorlar. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu dua kabule karîn olmasın?}
Bak, hem öyle beka gibi bir hacet-i âmme için dua ediyor ki; değil ehl-i Arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat niyazına iştirak edip lisan-ı hal ile: “Oh, evet yâ Rabbena! Ver, duasını kabul et. Biz de istiyoruz.” diyorlar. (Umumun haceti için istiyor.)
Hem bak! Öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane saadet-i bâkiye istiyor ki; bütün kâinatı ağlattırıp, duasına iştirak ettiriyor. (Nasıl bir halet-i ruhiyede istiyor.)
Bak hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için saadet isteyip, dua ediyor ki; insanı ve bütün mahlûkatı esfel-i safilîn olan fena-yı mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, faidesizlikten, abesiyetten a’lâ-yı illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvî vazifeye, mektubat-ı Samedaniye olması derecesine çıkarıyor. (Hangi maksatlar için istiyor.)
Bak hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ile istiyor ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile yalvarıyor ki: Güya bütün mevcudata, semavata, arşa işittirip vecde getirip duasına: “Âmîn, Allahümme âmîn” dedirtiyor. (Hangi kelimelerle istiyor.)
{(Haşiye): Evet şu âlemin mutasarrıfı, bütün tasarrufatı bilmüşahede şuurane, alîmane, hakîmane olduğu halde; hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o mutasarrıf, kendi masnuatı içinde en mümtaz bir ferdin harekâtına şuuru ve ıttılaı bulunmasın. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Alîm, o ferd-i mümtazın harekâtına ve daavâtına (dualarına) ıttılaı bulunduğu halde ona karşı lâkayd kalsın, ehemmiyet vermesin. Hem hiçbir cihetle mümkün değildir ki; o Mutasarrıf-ı Kadîr-i Rahîm; onun dualarına lâkayd kalmadığı halde, o duaları kabul etmesin. Evet Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) nuruyla âlemin şekli değişti. İnsan ve bütün kâinatın mahiyet-i hakikiyeleri o nur, o ziya ile inkişaf etti ve göründü ki: Şu kâinatın mevcudatı; esma-i İlahiyeyi okutan birer mektubat-ı Samedaniye, birer muvazzaf memur ve bekaya mazhar kıymettar ve manidar birer mevcuddurlar. Eğer o nur olmasa idi, mevcudat fena-yı mutlaka mahkûm ve kıymetsiz, manasız, faidesiz, abes, karmakarışık, tesadüf oyuncağı bir zulmet-i evham içinde kalırdı. İşte şu sırdandır ki: İnsanlar Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) duasına âmîn dedikleri gibi, arş ve ferş ve seradan süreyyaya kadar bütün mevcudat onun nuruyla iftihar edip, alâkadarlık gösteriyorlar. Zâten ubudiyet-i Ahmediyenin (A.S.M.) ruhu, duadır. Belki kâinatın harekâtı ve hidematı, bir nevi duadır. Meselâ: Bir çekirdeğin hareketi; Hâlıkından, bir ağaç olmasına bir nevi duadır.}
Bak hem öyle Semî’ ve Kerim bir Kadîr’den, öyle Basîr ve Rahîm bir Alîm’den saadet ve bekayı istiyor ki; bilmüşahede en gizli bir zîhayatın en gizli bir arzusunu, en hafî bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Lisan-ı hal ile de olsa icabet eder. Öyle suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ve icabet eder ki; şübhe bırakmaz o terbiye ve tedbir öyle Semî’ ve Basîr’e mahsus, öyle bir Kerim ve Rahîm’e hastır. (Kimden istiyor.)
Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev’-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-ı ubudiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev’-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat taleb ediyor, görüyorsun. Eğer âhiretin hesabsız esbab-ı mûcibesi, delail-i vücudu olmasa idi; yalnız şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar Hâlık-ı Rahîm’in kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti.
(Bu haşiyede zorluk, kolaylık noktasında kudretin tahkiki yapılıyor. Kudretin yapıp yapamayacağı noktasında değildir.) { (Haşiye-1): Evet âhirete nisbeten gayet dar bir sahife hükmünde olan rûy-i zeminde hadd ü hesaba gelmeyen hârika san’at nümunelerini ve haşir ve kıyametin misallerini göstermek ve üçyüz bin kitab hükmünde olan muntazam enva’-ı masnuatı, o tek sahifede kemal-i intizam ile yazıp dercetmek; elbette geniş olan âlem-i âhirette latif ve muntazam Cennet’in binasından ve icadından daha müşkildir. Evet Cennet bahardan ne kadar yüksek ise, o derece bahar bahçelerinin hilkati, o Cennet’ten daha müşkildir ve hayretfezadır denilebilir.}
Evet baharımızda yer yüzünü bir mahşer eden, yüzbin haşir nümunelerini icad eden Kadîr-i Mutlak’a, Cennet’in icadı nasıl ağır olabilir? Demek nasılki onun risaleti, şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi, لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ sırrına mazhar oldu. Onun gibi, ubudiyeti dahi öteki dâr-ı saadetin açılmasına sebebiyet verdi.
Acaba hiç mümkün müdür ki,
1- Bütün akılları hayrette bırakan şu intizam-ı âlem
2- Ve geniş rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at, (Dualara mukabele etmekte kusursuz sanatlarla icraatlar yapıyor.)
3- Misilsiz cemal-i rububiyet;
O duaya icabet etmemekle
3- Böyle bir çirkinliği,
2- böyle bir merhametsizliği,
- Böyle bir intizamsızlığı kabul etsin?
Yani en cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin, yerine getirsin. En ehemmiyetli, lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? Hâşâ ve kellâ, yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul edip çirkin olamaz. {(Haşiye-2):
Birinci muhal: Evet inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir.
İkinci muhal: Ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zıd kendi zıddına inkılabıdır.
Üçüncü muhal: Ve bu inkılab-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıd, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Meselâ: Nihayetsiz bir cemal; hakikî cemal iken, hakikî çirkinlik olsun. İşte şu misalimizde meşhud ve kat’iyy-ül vücud olan bir cemal-i rububiyet; cemal-i rububiyet mahiyetinde daim iken, ayn-ı çirkinlik olsun. İşte dünyada muhal ve bâtıl misallerin en acibidir.}. Demek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.
عَلَيْهِ صَلَوَاتُ الرَّحْمنِ مِلْءَ الدُّنْيَا وَ دَارِ الْجِنَانِ ٭ اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ ذلِكَ الْحَبِيبُ الَّذِى هُوَ سَيِّدُ الْكَوْنَيْنِ وَ فَخْرُ الْعَالَمَيْنِ وَ حَيَاتُ الدَّارَيْنِ وَ وَسِيلَةُ السَّعَادَتَيْنِ وَ ذُو الْجَنَاحَيْنِ وَ رَسُولُ الثَّقَلَيْنِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ عَلَى اِخْوَانِهِ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الْمُرْسَلِينَ آمِينَ
Altıncı Hakikat: Bâb-ı haşmet ve sermediyet olup, ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün mevcudatı Güneşlerden, ağaçlardan zerrelere kadar emirber nefer hükmünde teshir ve idare eden bir haşmet-i rububiyet; şu misafirhane-i dünyada muvakkat bir hayat geçiren perişan fâniler üstünde dursun.. sermedî, bâki bir daire-i haşmet ve ebedî, âlî bir medar-ı rububiyeti icad etmesin?
Evet (Muazzam bir rububiyet ile muhteşem bir saltanatın dört delili)
- Şu kâinatta görünen mevsimlerin değişmesi gibi haşmetli icraat ve
- Seyyaratın tayyare-misal hareketleri gibi azametli harekât ve
- Arzı insana beşik, Güneşi halka lâmba yapmak gibi dehşetli teshirat ve
- Ölmüş, kurumuş Küre-i Arzı diriltmek, süslendirmek gibi geniş tahvilat gösteriyor ki:
Perde arkasında böyle muazzam bir rububiyet var, muhteşem bir saltanatla hükmediyor. Böyle bir saltanat-ı rububiyet, kendine lâyık bir raiyet ister ve şayeste bir mazhar ister. Hâlbuki görüyorsun: (Misafirler) Mahiyetçe en câmi’ ve mühim raiyeti ve bendeleri, şu misafirhane-i dünyada perişan bir surette muvakkaten toplanmışlar. Misafirhane ise; her gün dolar, boşanır. Hem bütün raiyet, tecrübe-i hizmet için şu meydan-ı imtihanda muvakkaten bulunuyorlar. Meydan ise, her saat tebeddül eder. Hem bütün o raiyet, Sâni’-i Zülcelal’in kıymettar ihsanatının nümunelerini ve hârika san’at antikalarını çarşı-yı âlem sergilerinde, ticaret nazarında temaşa etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar; sonra kayboluyorlar. Şu meşher ise, her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider. İşte bu hal ve şu vaziyet kat’î gösteriyor ki:
Şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında; o sermedî saltanata medar ve mazhar olacak daimî saraylar, müstemir meskenler, şu dünyada gördüğümüz nümunelerin ve suretlerin en hâlis ve en yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineleri vardır. Demek burada çabalamak, onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre -eğer kaybetmezse- orada bir saadeti vardır. Evet öyle sermedî bir saltanat, muhaldir ki; şu fâniler ve zâil zeliller üstünde dursun.
Şu hakikata, şu temsil dûrbîniyle bak ki: Meselâ sen yolda gidiyorsun, görüyorsun ki;
Birinci Esas: Yol içinde bir han var.
İkinci Esas: Bir büyük zât o hanı, kendine gelen misafirlerine yapmış.
Üçüncü Esas: O misafirlerin bir gece tenezzüh ve ibretleri için, o hanın tezyinatına milyonlar altunlar sarfediyor.
Hem o misafirler o tezyinattan pek azı ve az bir zamanda bakıp, o nimetlerden pek az bir vakitte, az bir şey tadıp, doymadan gidiyorlar.
Dördüncü Esas: Fakat her misafir kendine mahsus fotoğrafıyla, o handaki şeylerin suretlerini alıyorlar. (nimetlerin nümuneleri, suretleri )
Beşinci Esas: Hem o büyük zâtın hizmetkârları da, misafirlerin suret-i muamelelerini gayet dikkat ile alıyorlar
Altıncı Esas: Ve kaydediyorlar. (Zabtedilir.)
Yedinci Esas: Hem görüyorsun ki; o zât her günde, o kıymettar tezyinatın çoğunu tahrib eder. Yeni gelecek misafirlere, yeni tezyinatı icad eder.
Bunu gördükten sonra hiç şübhen kalır mı ki:
Sekizinci Esas: Bu yolda bu hanı yapan zâtın daimî pek âlî menzilleri, hem tükenmez, pek kıymetli hazineleri, hem müstemir, pek büyük bir sehaveti vardır. (Mesken itibariyle)
Dokuzuncu Esas: Şu handa gösterdiği ikram ile, misafirlerini kendi yanında bulunan şeylere iştihalarını açıyor ve onlara hazırladığı hediyelere rağbetlerini uyandırıyor. (Meskendeki sakinler itibariyle)
Aynen onun gibi, şu misafirhane-i dünyadaki vaziyeti, sarhoş olmadan dikkat etsen; şu dokuz esası anlarsın:
Birinci Esas: Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.
İkinci Esas: Hem anlarsın ki: Şu hanın içinde oturanlar misafirlerdir. Onların Rabb-ı Kerim’i, onları Dâr-üs Selâm’a davet eder.
Üçüncü Esas: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki tezyinat, yalnız telezzüz veya tenezzüh için değil. (Yirmibeşinci Lem’a Üçüncü Deva: İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahiddir. Hem insan, zîhayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en edna bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor. Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Lem’alar 206)
Çünki bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman elem verir. Sana tattırır, iştihanı açar fakat doyurmaz. Çünki ya onun ömrü kısa, ya senin ömrün kısadır. Doymağa kâfi değil. Demek kıymeti yüksek, müddeti kısa olan şu tezyinat; ibret içindir,
{(Haşiye-1): Evet madem herşeyin kıymeti ve dekaik-ı san’atı gayet yüksek ve güzel olduğu halde; müddeti kısa, ömrü azdır. Demek o şeyler nümunelerdir, başka şeylerin suretleri hükmündedirler. Ve madem müşterilerin nazarlarını, asıllarına çeviriyorlar gibi bir vaziyet vardır. Öyle ise, elbette şu dünyadaki o çeşit tezyinat; bir Rahman-ı Rahîm’in rahmetiyle, sevdiği ibadına hazırladığı niam-ı Cennet’in nümuneleridir, denilebilir ve denilir ve öyledir.} şükür içindir, usûl-ü daimîsine teşvik içindir. Başka gayet ulvî gayeler içindir.
(Meselâ: İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni’i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir. Bazı kerre bir vecihle iki nazarla bakılsa; hem Sâni’i, hem haşri gösterir. Meselâ ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasılki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni’-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür. Demek ki, herşey lisan-ı hal ile “Âmentü billahi ve bilyevm-il âhir” okuyor ve okutturuyor. Sözler 89)
Dördüncü Esas: Hem anlarsın ki: Şu dünyadaki müzeyyenat ise {(Haşiye-2): Evet her şeyin vücudunun müteaddid gayeleri ve hayatının müteaddid neticeleri vardır. Ehl-i dalaletin tevehhüm ettikleri gibi dünyaya, nefislerine bakan gayelere münhasır değildir. Tâ, abesiyet ve hikmetsizlik içine girebilsin. Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır:
Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar ki; o şeye taktığı hârika-i san’at murassaatını, Şahid-i Ezelî’nin nazarına resm-i geçit tarzında arzetmektir ki, o nazara bir ân-ı seyyale yaşamak kâfi gelir. Belki vücuda gelmeden, bilkuvve niyet hükmünde olan istidadı yine kâfidir. İşte seri-üz zeval latif masnuat ve vücuda gelmeyen, yani sünbül vermeyen birer hârika-i san’at olan çekirdekler, tohumlar şu gayeyi bitamamiha verir. Faidesizlik ve abesiyet onlara gelmez. Demek her şey hayatıyla, vücuduyla Sâni’inin mu’cizat-ı kudretini ve âsâr-ı san’atını teşhir edip, Sultan-ı Zülcelal’in nazarına arzetmek birinci gayesidir.
İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaik-nüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Demek ona bakan her zîşuura, ibret-nüma bir mütalaagâhtır.
Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Meselâ: Azîm bir sefine-i sultaniyede bir hizmetkârın dümencilik ettiğinin gayesi; sefine itibariyle yüzde birisi kendisine, ücret-i cüz’iyesine ait.. doksandokuzu sultana ait olduğu gibi; herşeyin nefsine ve dünyaya ait gayesi bir ise, Sâni’ine ait doksandokuzdur.
İşte bu taaddüd-ü gayattandır ki; birbirine zıd ve münafî görünen hikmet ve iktisad, cûd u seha ve bilhâssa nihayetsiz seha ile sırr-ı tevfiki şudur ki: Birer gaye nokta-i nazarında cûd u seha hükmeder, ism-i Cevvad tecelli eder. Meyveler, hubublar; o tek gaye nokta-i nazarında bigayr-ı hisabdır. Nihayetsiz cûdu gösteriyor. Fakat umum gayeler nokta-i nazarında; hikmet hükmeder, ism-i Hakîm tecelli eder. Bir ağacın ne kadar meyveleri var, belki her meyvenin o kadar gayeleri vardır ki; beyan ettiğimiz üç kısma tefrik edilir. Şu umum gayeler, nihayetsiz bir hikmeti ve iktisadı gösteriyor. Zıd gibi görünen nihayetsiz hikmet, nihayetsiz cûd ile seha ile içtima ediyor. Meselâ: Asker ordusunun bir gayesi, temin-i asayiştir. Bu gayeye göre ne kadar asker istersen var ve hem pek fazladır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a’da gibi sair vazifeler (umum gayeler) için, bu mevcud ancak kâfi gelir. Kemal-i hikmetle müvazenededir. İşte hükûmetin hikmeti, haşmet ile içtima ediyor. O halde, o askerlikte fazlalık yoktur denilebilir.} Cennet’te ehl-i iman için rahmet-i Rahman’la iddihar olunan nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir.
Beşinci Esas: Hem anlarsın ki: Şu fâni masnuat fena için değil, bir parça görünüp mahvolmak için yaratılmamışlar. Belki vücudda kısa bir zaman toplanıp, matlub bir vaziyet alıp; tâ suretleri alınsın, timsalleri tutulsun, manaları bilinsin, neticeleri zabtedilsin. Meselâ, ehl-i ebed için daimî manzaralar nescedilsin. Hem âlem-i bekada başka gayelere medar olsun.
(Yirmidördüncü Mektub’un İkinci Makam’ının İkinci Mebhasının Beşinci İşareti: Bu sırra binaen herbir mevcud Vâcib-ül Vücud’un bâki şuunatının tezahürüne bâki birer medar olacak manaları, keyfiyetleri, haletleri vücudda bırakıp öyle gidiyorlar. Hem o mevcud, bütün müddet-i hayatında geçirdiği etvar ve ahvali, ilm-i ezelînin ünvanları olan İmam-ı Mübin, Kitab-ı Mübin, Levh-i Mahfuz gibi vücud-u ilmî dairelerinde vücud-u haricîsini temsil eden mufassal bir vücud dahi bırakıp öyle giderler. Demek her fâni; bir vücudu terkeder, binler bâki vücudları kazanır, kazandırır. Mektubat 295)
Eşya beka için yaratıldığını, fena için olmadığını; belki sureten fena ise de tamam-ı vazife ve terhis olduğu bununla anlaşılıyor ki: Fâni bir şey bir cihetle fenaya gider, çok cihetlerle bâki kalır. Meselâ kudret kelimelerinden olan şu çiçeğe bak ki; kısa bir zamanda o çiçek tebessüm edip bize bakar, der-akab fena perdesinde saklanır. Fakat senin ağzından çıkan kelime gibi o gider, fakat binler misallerini kulaklara tevdi’ eder. Dinleyen akıllar adedince, manalarını akıllarda ibka eder. Çünki vazifesi olan ifade-i mana bittikten sonra kendisi gider, fakat onu gören her şeyin hâfızasında zahirî suretini ve herbir tohumunda manevî mahiyetini bırakıp öyle gidiyor. Güya her hâfıza ile her tohum; hıfz-ı zîneti için birer fotoğraf ve devam-ı bekası için birer menzildirler. En basit mertebe-i hayatta olan masnu böyle ise, en yüksek tabaka-i hayatta ve ervah-ı bâkiye sahibi olan insan; ne kadar beka ile alâkadar olduğu anlaşılır. Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sureti; zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla, dağdağalı inkılablar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gayet cem’iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır.
Altıncı Esas: Hem anlarsın ki: İnsan, ipi boğazına sarılıp, istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır; belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zabtedilir.
Yedinci Esas: Hem anlarsın ki: Güz mevsiminde yaz-bahar âleminin güzel mahlukatının tahribatı, i’dam değil. Belki vazifelerinin tamamıyla terhisatıdır {(Haşiye): Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs’atına ve sair ihvanlarının hizmetine sed çekilir. Hem kendileri, gençlik zevaliyle hem zelil, hem perişan olurlar. İşte bahar dahi, mahşer-nüma bir meyvedar ağaçtır. Her asırdaki insan âlemi; ibret-nüma bir şeceredir. Arz dahi, mahşer-i acaib bir şecere-i kudrettir. Hattâ dünya dahi, meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir şecere-i hayret-nümadır.}. Hem yeni baharda gelecek mahlukata yer boşaltmak için tefrîgattır ve yeni vazifedarlar gelip konacak ve vazifedar mevcudatın gelmesine yer hazırlamaktır ve ihzarattır. Hem zîşuura vazifesini unutturan gafletten ve şükrünü unutturan sarhoşluktan ikazat-ı Sübhaniyedir.
Sekizinci Esas: Hem anlarsın ki: Şu fâni âlemin sermedî Sâni’i için başka ve bâki bir âlemi var ki, ibadını oraya sevk ve ona teşvik eder.
Dokuzuncu Esas: Hem anlarsın ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına öyle ikramlar edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir. Âmennâ…
Yedinci Hakikat: Bâb-ı hıfz ve hafîziyet olup, ism-i Hafîz ve Rakib’in cilvesidir.
(Bu hakikatta dört nokta üstünde durulacak.
Kanun-u hafîziyetin azamet-i ihatası; Beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, kanun-u hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor.
Şu dikkatli hafızıyet muhasebe içindir. Hâfızıyetin neticesi çekirdek ve tohumlarda bir mizan ve intizam eseri olarak ikinci bir hayatı sünbül fidan ağaç ve meyve vermesi gösteriyor ki bu mizan ve intizam ileri de yapılacak olan hesablar içindir. Elbette bu muhasebenin yapılması için haşir olacaktır.
Beşerin ehemmiyeti; Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse; âlem-i gaybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervahta rububiyet-i âmmede mühim semere veren beşerin amelleri hıfz içinde gözetilmek suretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyır ve aslâ!
Cenab-ı Hakk’ın kudreti; Şu meydan-ı garaib olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve hârikaları; bir Kadîr-i Zülcelal’in mu’cizatıdır. Kat’î şehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinatın icadına, bütün acaibinin izharına muktedirdir.)
Hiç mümkün müdür ki: Gökte, yerde, karada, denizde; yaş kuru, (Yaş kuru; ne kadar itibari vücud varsa yaş ne kadar harici vücud varsa kuru teşbihiyle muhafaza edildiğine işaret edilmemektedir.) küçük büyük, âdi âlî herşeyi kemal-i intizam ve mizan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet; insan gibi büyük bir fıtratta, hilafet-i kübra gibi bir rütbede, emanet-i kübra gibi büyük vazifesi olan beşerin, rububiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adalet terazisinde tartılmasın, şayeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hâyır, aslâ!..
Evet şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise; ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür. Çünki görüyoruz her masnu’ vücudunda, gayet muntazam ve mevzun yaratılıyor. Hem hayatı müddetince değiştirdiği suretler dahi, birer intizamlı olduğu halde, heyet-i mecmuası da bir intizam tahtındadır. Zira görüyoruz ki; vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehadetten göçüp giden herşeyin Hafîz-i Zülcelal, birçok suretlerini elvah-ı mahfuza hükmünde olan {(Haşiye): Yedinci Suret’in haşiyesine bak.} hâfızalarda ve bir türlü misalî âyinelerde hıfzedip, ekser tarihçe-i hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor. Zahir ve bâtın âyinelerde ibka ediyor. Meselâ: Beşerin hâfızası, (Beşerin hâfızası zahir aynadır.) ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği, çiçeğin tohumu, (Diğer misaller ise bâtın aynadır) kanun-u hafîziyetin azamet-i ihatasını gösteriyor.
Görmüyor musun ki: Koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün mevcudatı ve bunların kendilerine göre bütün sahaif-i a’mali ve teşkilâtının kanunları ve suretlerinin timsalleri; mahdud bir miktar tohumcuklar içlerinde yazarak, muhafaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde sahife-i amellerini neşredip, kemal-i intizam ve hikmet ile koca diğer bir bahar âlemini meydana getirmekle; hafîziyetin ne derece kuvvetli ihata ile cereyan ettiğini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekasız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle muhafaza edilirse; âlem-i gaybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervahta rububiyet-i âmmede mühim semere veren beşerin amelleri hıfz içinde gözetilmek suretiyle, ehemmiyetle zabtedilmemesi kabil midir? Hâyır ve aslâ!
(Buraya kadar hafızıyetin ihata ve azameti izah edildi. Alttaki paragrafta ise hâfızıyetin bir muhasebe için yapıldığının izahatı yapılacak.)
Evet şu hafîziyetin bu surette tecellisinden anlaşılıyor ki:
Şu mevcudatın Mâliki, mülkünde cereyan eden herşeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden herşeyin suretini müteaddid şeylerde hıfzeder. Şu hafîziyet işaret eder ki: Ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mal defteri açılacak ve bilhâssa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesab ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.
(Bu alttaki paragrafta insanın ehemmiyetine baktıracak.)
Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahid olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hâyır ve aslâ!..
(Mukadder bir sual: Mahşere gönderip mahkeme-i kübrayı kuracak zât muktedir mi?)
Hem bütün gelecek zamanda olan {(Haşiye): Evet zaman-ı hazırdan, tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan zaman-ı mazi; umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitabdır ki kalem-i kader ile tersim edilmiştir. Dest-i kudret, mu’cizat-ı âyâtını onlarda kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır. Şu zamandan tâ kıyamete, tâ Cennet’e, tâ ebede kadar olan zaman-ı istikbal; umumen imkânattır. Yani mazi vukuattır, istikbal imkânattır. İşte o iki zamanın iki silsilesi birbirine karşı mukabele edilse; nasılki dünkü günü halkeden ve o güne mahsus mevcudatı icad eden zât; yarınki günü mevcudatıyla halketmeye muktedir olduğu hiçbir vecihle şübhe getirmez. Öyle de şübhe yoktur ki: Şu meydan-ı garaib olan zaman-ı mazinin mevcudatı ve hârikaları; bir Kadîr-i Zülcelal’in mu’cizatıdır. Kat’î şehadet ederler ki: O Kadîr, bütün istikbalin, bütün mümkinatın icadına, bütün acaibinin izharına muktedirdir. Evet nasılki bir elmayı halkedecek; elbette dünyada bütün elmaları halketmeye ve koca baharı icad etmeye muktedir olmak gerektir. Baharı icad etmeyen, bir elmayı icad edemez. Zira o elma o tezgâhta dokunuyor. Bir elmayı icad eden, bir baharı icad edebilir. Bir elma; bir ağacın, belki bir bahçenin, belki bir kâinatın misal-i musaggarıdır. Hem san’at itibariyle koca ağacın bütün tarih-i hayatını taşıyan elmanın çekirdeği itibariyle öyle bir hârika-i san’attır ki: Onu öylece icad eden, hiçbir şeyden âciz kalmaz. Öyle de bugünü halkeden, kıyamet gününü halkedebilir ve baharı icad edecek, haşrin icadına muktedir bir zât olabilir. Zaman-ı mazinin bütün âlemlerini zamanın şeridine kemal-i hikmet ve intizam ile takıp gösteren; elbette istikbal şeridine dahi başka kâinatı takıp gösterebilir ve gösterecektir. Kaç Sözlerde, bilhâssa Yirmiikinci Söz’de gayet kat’î isbat etmişiz ki: Her şeyi yapamayan hiçbir şeyi yapamaz ve birtek şeyi halkeden, her şeyi yapabilir. Hem eşyanın icadı birtek zâta verilse, bütün eşya birtek şey gibi kolay olur ve sühulet peyda eder. Eğer müteaddid esbaba verilse ve kesrete isnad edilse, birtek şeyin icadı; bütün eşyanın icadı kadar müşkilâtlı olur ve imtina’ derecesinde suubet peyda eder.} mümkinata kadir olduğuna, bütün geçmiş zamandaki mu’cizat-ı kudreti olan vukuatı şehadet eden ve kıyamet ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşahede icad eden bir Kadîr-i Zülcelal’den, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir? Madem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp, hüküm verilmiyor. Elbette bir mahkeme-i kübra, bir saadet-i uzmaya gidecektir.
Sekizinci Hakikat: Bâb-ı va’d ve vaîddir. İsm-i Cemil ve Celil’in cilvesidir.
(Haşrin delilleri; hem aklî, hem naklî, hem de aklî ve naklî olmak üzere üç’e ayrılır. Baştaki yedi hakikat aklî, sekizincisi naklî, sonra gelen bilhassa dokuzuncu hakikat hem aklî hem naklî bir delildir.)
Hiç mümkün müdür ki: Alîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak olan şu masnuatın Sâni’i; bütün enbiyanın tevatürle haber verdikleri ve bütün sıddıkîn ve evliyanın icma’ ile şehadet ettikleri mükerrer va’d ve vaîd-i İlahîsini yerine getirmeyip, -hâşâ- acz ve cehlini göstersin? Halbuki va’d ve vaîdinde bulunduğu emirler, kudretine hiç ağır gelmez. Pek hafif ve pek kolay. Geçmiş baharın hesabsız mevcudatını, gelecek baharda kısmen aynen {(Haşiye-1): Ağaç ve otların kökleri gibi…} kısmen mislen {(Haşiye-2): Yapraklar, meyveler gibi…} iadesi kadar kolaydır. Îfa-yı va’d ise; hem bize, hem her şeye, hem kendisine, (İsim ve sıfatlarına) hem saltanat-ı rububiyetine pek çok lâzımdır. (Hem zaman hemde mekan itibariyle Cenab-ı Hakk’ın Rububiyetinin saltanatı devam edecektir.) Hulf-ül va’d ise; hem izzet-i iktidarına zıddır, hem ihata-yı ilmiyesine münafîdir. Zira hulf-ül va’d; ya cehilden, ya acizden gelir.
Ey münkir! Bilir misin ki: Küfür ve inkârın ile ne kadar ahmakça bir cinayet işliyorsun ki; kendi yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik edip, hiçbir vechile hulf ve hilafa mecburiyeti olmayan ve hiçbir vecihle hilaf, onun izzetine, haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen şeyler ve işler, sıdkına ve hakkaniyetine şehadet eden bir zâtı tekzib ediyorsun! Nihayetsiz küçüklük içinde nihayetsiz büyük cinayet işliyorsun! Elbette, ebedî büyük cezaya müstehak olursun. Bazı ehl-i Cehennem’in bir dişi, dağ kadar olması; cinayetinin büyüklüğüne bir mikyas olarak haber verilmiş. (Bu dağ teşbihi ile cinayetin büyüklüğü nisbetinde cezanında büyük olacağı manasına işaret ediliyor. Yoksa cesedin büyümesi ve sadece ateşle azab verileceği manasını ifade etmiyor. Çünkü cehennemde her cihaza bakan ayrı ayrı ikab vardır.)
(Dokuzuncu Hakikatın haşiyesinde Küfrün cinayet-i mutlaka olduğunun izahatı yapılmaktadır.)
Misalin şu yolcuya benzer ki: Güneşin ziyasından gözünü kapar. Kafası içindeki hayaline bakar. Vehmi, bir yıldız böceği gibi kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor. Madem şu mevcudat; hak söyleyen sadık kelimeleri, şu hâdisat-ı kâinat; doğru söyleyen nâtık âyetleri olan Cenab-ı Hak va’d etmiş, elbette yapacaktır. Bir mahkeme-i kübra açacaktır, bir saadet-i uzma verecektir.
Dokuzuncu Hakikat: Bâb-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-u Kayyum’un, Muhyî ve Mümit’in cilvesidir.
(Dokuzuncu Hakikat, Onuncu Söz’ün en kuvvetli, en parlak, en mülzim bürhanlarından olduğundan, ihvanıma bu hakikatı ezber edinceye kadar mütalaa etmelerini tavsiye ediyorum. Hayy ismi ile hayatlandırıp, Kayyum ismi ile de devamlı surette hayatta tuttuğunu görüyoruz. Demek ki bu isimler birbirinin devamı hükmündedir.
Âyetteki keyfe cümlesinin işaret ettiği bahar mevsiminde beş çeşit hakikatın ortaya çıkışındaki keyfiyete bakacağız. Bahar mevsiminde görünen beş hakikat; nihayetsiz bir Kudret, nihayetsiz bir İlim, her şeyi ihata eden bir İrade, Beşerin nazarını saadet-i ebediyyeye çeviren bir Vaad ve insana kıymet ve ehemmiyet verilmesidir.)
Hiç mümkün müdür ki:
- Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden ve o ihya içinde herbiri beşer haşri gibi acib, üçyüz binden ziyade enva’-ı mahlukatı haşr ü neşredip kudretini gösteren Kudret
- Ve O haşr ü neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren İlim
- Ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini va’detmekle bütün ibadının enzarını saadet-i ebediyeye çeviren (Naklî deliller haşir mes’elesinin bir kısmı sarih ayetlerden bir kısmını işari ayetlerden oluşur. Yekünü Kur’anın üç’te birini teşkil eder. Âyetteki keyfe lafzı bahar mevsimindeki keyfiyeti gösterip vaadin yerine getirileceğine dikkat çekiliyor.)
- Ve bütün mevcudatı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla azamet-i rububiyetini gösteren (İrade)
- Ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nazik (Hayatının devam edebilmesi için çok şartlar bulunması insanı nazik yapıyor.) ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatab ittihaz ederek herşeyi ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren
(Yukardaki beş hakikat aşağıdaki beş şeyi netice verir.)
Bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm,
- Kıyameti getirmesin? (Kıyameti getirir.)
- Haşri yapmasın ve yapamasın? (Haşri yapar.)
- Beşeri ihya etmesin veya edemesin? (Beşeri ihya eder.)
- Mahkeme-i Kübrayı açamasın? (Mahkeme-i Kübrayı açar.)
- Cennet ve Cehennem’i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!.. (Cennet ve Cehennem’i yaratır.)
Bunun nümunesi var mıdır?
Evet şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşan’ı
- Her asırda, (Zaman itibariyle)
- Her senede, (Zaman itibariyle)
- Her günde (Zaman itibariyle)
- Bu dar, muvakkat rûy-i zeminde (Mekân itibariyle)
haşr-i ekberin ve meydan-ı kıyametin pek çok emsalini ve nümunelerini ve işaratını icad ediyor. Ezcümle:
Haşr-i baharîde görüyoruz ki:
Beş-altı gün zarfında küçük ve büyük hayvanat ve nebatattan üçyüz binden ziyade enva’ı haşredip neşrediyor.
(Cenab-ı Hakkın her an yeniden yeniye yaratması vardır. Ama Cenab-ı Hakkın altı gün de yaratması bir sikkedir. Bu sikkeyi zaman içine giren her şeye tatbik edebiliriz. Mesela kâinatın altı günde yaratılması (Dehrî), Ömr-ü beşerin altı günde yaratılması (Asrî), Seneyi altı günde yaratması (Senevî), Günün altı günde yaratması (Yevmî) birer sikkedir.)
Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihya edip iade ediyor. (Ağacın kökleri ve kış uykusuna yatan hayvanlar aynen ihya ediliyor.)
Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet suretinde icad ediyor. (Ağacın meyvelerini birbirinin misli suretinde icad ediyor.)
Halbuki maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, (Burası Kün feye kün ayetinin tefsiridir. Ol deyince Olu vermesinden alttaki üç hakikatı anlayacağız.)
- Kemal-i imtiyaz ve teşhis ile (Birbirinden ayrıcalıklı ve şahsiyeti muhafaza edecek bir surette ihya ediyor.)
- O kadar sür’at ve vüs’at ve sühulet içinde
- Kemal-i intizam ve mizan ile altı gün veya altı hafta zarfında ihya ediliyor.
(Vaadini yerine getireceğinin de delilidir. Çünkü bu icraat nihayetsiz bir kudret, ilim, irade ile ve insana ehemmiyet vermekle olabilir.)
Hiç kabil midir ki: Bu işleri yapan Zâta bir şey ağır gelebilsin, semavat ve arzı altı günde halkedemesin, insanı bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ!
- İlim: Acaba mu’ciznüma bir kâtib bulunsa; hurufları ya bozulmuş veya mahvolmuş üçyüz bin kitabı tek bir sahifede karıştırmaksızın, galatsız, sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir surette bir saatte yazarsa; birisi sana dese: “Şu kâtib kendi te’lif ettiği senin suya düşmüş olan kitabını, yeniden bir dakika zarfında hâfızasından yazacak.” Sen diyebilir misin ki, “Yapamaz ve inanmam.” (300.000/60=5000 bir dakikada beş bin kitap yazıyor.)
- Kudret ve insana kıymet verilmesi: Veyahut bir sultan-ı mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde (Cenab-ı Hakk’ın esir denizine tecelli etmesiyle hasıl olan teşekkülattan âlemler yaratılmıştır.) sonra görsen ki; büyük bir taş dereye yuvarlanmış, o zâtın kendi ziyafetine davet ettiği misafirlerin yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese: “O zât, bir işaretle o taşı, ne kadar büyük olursa olsun kaldıracak veya dağıtacak. Misafirlerini yolda bırakmayacak.” Sen desen ki: “Kaldırmaz (ehemmiyet vermez) veya kaldıramaz.” (gücü yetmez)
- İrade (boru sesi iradeye işarettir.): Veyahut bir zât bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O zât bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam!” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın…
İşte şu üç temsili fehmettin ise, bak: Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün önünde
- Kışın beyaz sahifesini çevirip,
- Bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp,
- Rûy-i arzın sahifesinde üçyüz binden ziyade enva’ı, kudret ve kader kalemiyle ahsen-i suret üzere yazar.
- Birbiri içinde birbirine karışmaz; beraber yazar, birbirine mani olmaz.
- Teşkilce, suretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz, yanlış yazmaz.
Evet
- İlim: En büyük bir ağacın ruh proğramını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi? (İnsan ruhunun muhafaza edileceğine müşahhas bir delil gösterilmezse evhama sebeb olabilir. Bu yüzden toprak altına giren en küçük bir çekirdeğin muhafaza edildiğini müşahhas bir delil olarak gösteriyor.)
- Kudret ve insana kıymet verilmesi: Ve Küre-i Arzı bir sapan taşı gibi çeviren Zât-ı Kadîr; âhirete giden misafirlerinin yolunda nasıl bu Arzı kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi?
- İrade: (sayha sesi iradeye işarettir.) Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarında kemal-i intizamla zerratı Emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zât-ı Zülcelal; tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle, birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir denilir mi?
(Denilmez. Bu mes’eleyi akla kabul ettirmek içim dünyevi beş nümunesi gösterilecek.)
Hem bu bahar haşrine benzeyen,
- Dünyanın her devrinde, (Bin sene)
- Her asrında, (Yüz sene veya ömr-ü insan)
- Hattâ gece gündüzün tebdilinde, (Gece gün kefenini giyiyor, gündüzde ise yeniden doğuyor. İnsan için uyku neşir, uyanmak ise haşir hükmündedir.)
- Hattâ cevv-i havada bulutların icad u ifnasında haşre nümune ve misal ve emare olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun.
- Hattâ eğer hayalen bin sene evvel kendini farzetsen, sonra zamanın iki cenahı olan mazi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan; asırlar, günler adedince misal-i haşir ve kıyametin nümunelerini göreceksin.
Sonra bu kadar nümune ve misalleri müşahede ettiğin halde, haşr-i cismanîyi akıldan uzak görüp istib’ad etmekle inkâr etsen; ne kadar divanelik olduğunu sen de anlarsın.
(Cenab-ı Hakkın vaadini isbat eden naklî deliller gösterilecek.)
Bak Ferman-ı A’zam, bahsettiğimiz hakikata dair ne diyor:
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Elhasıl: Haşre mani’ hiçbir şey yoktur. Muktezi ise her şeydir. (İlmi, kudreti, iradesi, vaadi ve insana ehemmiyet vermesi haşri iktiza ediyor.)
(Onuncu Söz’de kalbi, iman-ı kâmil derecesine çıkaracak derecede bürhanlar zikredilmiştir. Şurada ise, (Yirmidokuzuncu Söz’de) yalnız aklı ikna’ edecek, susturacak, Eski Said’in “Nokta Risalesi”ndeki beyanatı tarzında bahsedeceğiz. Aklın vazifesi delilleri görerek tahkik etmektir. Akla deliller gösterildiği halde deliller kabul edilmeyip başka deliller aramak ise vehimdir. Hikmet delillerini görüp zevk eden akıl iken rahmet delillerini görüp zevk eden kalbtir. Onuncu Sözde Cenab-ı Hakkın esmasının kâinattaki tecellileri gösterilerek kalben zevk edildikten sonra hem Cenab-ı Hakkın vücudu hemde haşrin tahakkuk edeceği isbat ediliyor.)
Evet mahşer-i acaib olan şu koca Arzı, âdi bir hayvan gibi imate ve ihya eden ve (Üç temsille kolaylık noktasına baktırıyor.)
(Altta gelecek cümleler insana verilen kıymeti ifade ediyor.)
Beşer ve hayvana hoş bir beşik, (Beşik manasını Üstadımız Yirmiikinci Pencerede izah ediyor. Beşik insanın hayatının devamı için şartların sağlamış olmasına işarettir.)
Güzel bir gemi yapan ve (Gemi temsili ile mevcudatın ihtiyacı olan levazımatın arzın içine doldurulup öylece seyehat edildiğine işaret edilmiştir.)
Güneş’i onlara şu misafirhanede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden,
Seyyaratı meleklerine tayyare yapan bir zâtın,
Bu derece muhteşem ve sermedî rububiyeti
Ve bu derece muazzam ve muhit hâkimiyeti;
Elbette yalnız böyle
- Geçici,
- Devamsız,
- Bîkarar,
- Ehemmiyetsiz,
- Mütegayyir,
- Bekasız,
- Nâkıs,
- Tekemmülsüz
umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz.
Demek ona şayeste, daimî, berkarar, zevalsiz, muhteşem bir diyar-ı âher var. Başka bâki bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır.
(Bütün verilen misallerde; Hikmeti ve iradesi; güneşin, arzın, mevcudatın, insana hizmet etmesini gerektiriyordu. Bu iktiza devam edecek. Devam etmese; hikmetsiz olur. Demek esmasının iktizası olan hakikatlar devam edecek, devam etmeyi de iktiza ediyor.
Mesela; Güneşi insana lamba yapan bir hikmeti gözümüzle görüyoruz. İşte güneşi insana lamba yaparak ona hizmet ettiren hikmetin arkasında yatan esas, hakikat, şuunat ne ise; yine daimi olarak bu musahhar etmek hakikatının devamını iktiza eder. Çünki bu esas, bu hakikat, bu şuun; gelip, geçici, hakikatsız bir vehim değil. Nihayetsiz ve kemalde ve hakiki olarak bu hakikat müşahede ediliyor.
Mesela; bütün Onuncu sözde esma ve hakikatını göstermek için verilen misalleri düşünelim. Bunları iktiza eden, şefkati, iradeyi, kudreti, hikmeti, adaleti vs. tüm esmayı böyle icraatlarda bize gösteren; esas, şuun ve hakikat; böyle iktizasına muvafık tasarruf etmeye devam edecektir. Çünki böyle icraatları iktiza eden; fiiller, isimler ve hakikatlar ve bunun arkasındaki irade, ilim, kudret esaslıdır, hakikatdardır, sağlamdır; evham, geçici, noksan değildir. Zehirli sinekten balı yediren, elsiz bir böcekten ipeği giydiren vs ne ise bunu iktiza eden hikmet, irade, rahmet devam edecektir.
İşte bu mana tam olarak zevk edilse; hiç tereddüt, şüphe kalmayacak. Peki zevk edilmemesinin sebebi nedir? Bu hakikatlara karşı; evhamların, şüphelerin, hezeyanların ve nefsi vartaların, gaflet ve ülfetin vs olmasıdır.
Tam bu makamda; evhamı ve şüpheyi izale edecek delaili naklîye geliyor. Cenab-ı Hakkın haşri getireceğine dair verdiği söz..
Buraya kadar aklî delil bundan sonra naklî deliller nazara veriliyor.)
Oraya davet eder ve oraya nakledeceğine; zahirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan
- Bütün ervah-ı neyyire ashabı, (Enbiya)
- Bütün kulûb-u münevvere aktabı, (Evliya)
- Bütün ukûl-ü nuraniye erbabı şehadet ediyorlar (Asfiya) ve bir mükâfat ve mücazat ihzar ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli va’d ve pek şiddetli tehdid eder, naklederler.
Hulf-ül va’d ise hem zillet, hem tezellüldür. Hiç bir cihetle celal-ü kudsiyetine yanaşamaz.
Hulf-ül vaîd ise ya afvdan, ya acizden gelir.
(Cenab-ı Hak kafirleri afv eder mi?)
Halbuki küfür; cinayet-i mutlakadır, {(Haşiye): Evet küfür,
- Mevcudatın kıymetini iskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve
- Mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve
- Mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden (mevcudatın Vahdaniyete ellibeş dille şehadeti var.) bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı kabule liyakatı kalmaz.
Hem bir zulm-ü azîmdir ki, umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür.
İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i afvını iktiza eder. اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ şu manayı ifade eder.} afva kabil değil.
Kadîr-i Mutlak ise, acizden münezzeh ve mukaddestir.
Şahidler, muhbirler ise;
- Mesleklerinde, meşreblerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde kemal-i ittifak ile şu mes’elenin esasında müttehiddirler. (Görür gibi gündüz gibi)
- Kesretçe tevatür derecesindedirler, (Tahkikle tedkikle ortaya konulan çok sayıda kişinin söylediği yalan ihtimali olmayan kesin kat’i haber demektir.)
- Keyfiyetçe icma’ kuvvetindedirler. (Söyleyen kişilerin insanlık içerisindeki kıymeti söylenen sözü icma derecesine kuvvete çıkarır.)
- Mevkice herbiri nev’-i beşerin bir yıldızı (Yüksek, büyük, parlaklığı devamlı nur neşretmek), bir taifenin gözü (İnsanların bakamadığı ince derin meselelere, onlar bakıp insanlara tarif ederek istikametli bir nazarla baktırmışlar.), bir milletin azizidirler.
Ehemmiyetçe şu mes’elede
- Hem ehl-i ihtisas,
- Hem ehl-i isbattırlar.
İhtisas Noktası: Halbuki bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve
(Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta’ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Muhakemat 18)
İsbat Noktası: İhbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ Ramazan hilâlinin sübutunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.
Elhasıl: Dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dava, daha zahir bir hakikat olamaz.
Demek, şübhesiz dünya bir mezraadır.
Mahşer ise bir beyderdir, harmandır. (Esma-i İlahiyye adedince hakikat danesi taşıyanların hayal vehim sap samanından ayrılacağı bir beyderdir.)
Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.
Onuncu Hakikat: Bâb-ı hikmet, inayet, rahmet, adalettir. İsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in cilvesidir. Hikmetin dört delili gösterilerek diğer isimler akla havale edildikten sonra haşri o hikmetlere bina edip isbat ediyor.
(Mukadder bir sual: Bu aynı isimler ikinci ve üçüncü hakikatta beyan edilmişti; burada tekrar edilmesinin hikmeti nedir?
Elcevab: Orada hakikatın iktizasını beyan etti. Burada hakikatın aksinin muhal olduğunu beyan edecek. Âhiret olmazsa ne olur, mes’elesi diyebiliriz.)
Hiç mümkün müdür ki: Şu bekasız misafirhane-i dünyada (menzil) ve şu devamsız meydan-ı imtihanda (meydan) ve şu sebatsız teşhirgâh-ı arzda (meşher)
- Bu derece bahir (deniz genişlik apaçık) bir hikmet,
- Bu derece zahir bir inayet ve
- Bu derece kahir (üstün gelen) bir adalet ve
- Bu derece vâsi bir merhametin
Âsârını gösteren Mâlik-ül Mülk-i Zülcelal’in daire-i memleketinde ve âlem-i mülk ve melekûtunda daimî meskenler, ebedî sâkinler, bâki makamlar, mukim mahluklar bulunmayıp şu görünen hikmet, inayet, adalet, merhametin hakikatları hiçe insin?..
(Buraya kadar umumi hikmet, inayet, rahmet, adalet hakikatlarına baktırdı. Bundan sonra tek tek ele alacağız.)
Hikmet ve rahmet: (Rahmet eseri olarak kendine muhatab ve cami’ bir ayine yaptığı insanı ebedi bir saadete göndermeyip hikmetsiz hareket etmez.) Hem hiç kabil midir ki o Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatab ve câmi’ bir âyine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha davet edip mes’ud etmesin?
Hikmet: (Çekirdeğe yalnız bir çekirdek kadar gayevererek hikmetsiz hareket etmez.) Hem hiç makul mudur ki, hattâ çekirdek kadar herbir mevcuda bir ağaç kadar vazife yükü yüklesin, çiçekleri kadar hikmetleri bindirsin, semereleri kadar maslahatları taksın da bütün o vazifeye, o hikmetlere, o maslahatlara dünyaya müteveccih yalnız bir çekirdek kadar gaye versin!
(Otuzuncu Lem’a Üçüncü Nükte Dördüncü Noktada da geçtiği gibi; Bir Hakîm-i Mutlak, kemal-i hikmetinden bir dirhem kadar bir çekirdekten yüzer batman faideleri, gayeleri, hikmetleri dikkatle takib ettiği halde; dağ gibi koca ağaca bir dirhem kadar bir tek faide, bir tek küçük gaye, bir tek meyve vermek için o koca ağacın pek çok masarıfını yapmakla, kendi hikmetine bütün bütün zıd ve muhalif olarak müsrifane bir sefahet irtikâb etmez… Lem’alar 315
Mukadder Sual: Dünyada görünen hikmet, adalet, rahmet, inayet kafi değil mi?
Elcevab: Hayır kâfi değil. Çünki bu dünyada bir taşa dağ kadar hikmet takılıyor; eğer ahiret olmazsa bir dağa, bir taş kadar hikmet takmak gibi olur. Hâlbuki hikmetin iktizası bir dağa, dağdan daha büyük bir hikmet takmaktır. Burada taşı dünyaya, dağı kâinata teşbih edersek. Bu dünyaya kâinat kadar hikmet takılıyorsa; kâinata elbette kâinattan daha büyük bir hikmet takılmalı. O da daimi bir kâinattır.)
Bir hardal kadar ehemmiyeti olmayan dünyevî bekasını gaye yapsın! Ve bunları, âlem-i manaya çekirdekler ve âlem-i âhirete bir mezraa yapmasın! (Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyede geçtiği gibi Bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan daha kıymetdar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim. Şualar 69)
Tâ hakikî ve lâyık gayelerini versinler. Ve bu kadar mühim ihtifalât-ı mühimmeyi gayesiz, boş, abes bıraksın. Onların yüzünü âlem-i manaya, âlem-i âhirete çevirmesin? Tâ asıl gayeleri ve lâyık meyvelerini göstersin. Evet hiç mümkün müdür ki: Bu şeyleri böyle hilaf-ı hakikat yapmakla kendi evsaf-ı hakikiyesi olan Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in zıdlarıyla -hâşâ sümme hâşâ- muttasıf gösterip hikmet ve keremine, adl ve rahmetine delalet eden bütün kâinatın hakaikını tekzib etsin, bütün mevcudatın şehadetlerini reddetsin, bütün masnuatın delaletlerini ibtal etsin?
Adalet ve Hikmet: (Vazifenin büyüklüğüne göre ücreti büyük vermeyerek hikmetsizlik ve adaletsizlik etmez.) Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin; adalet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafî, manasız iş yapsın?
Hikmet: (Hakîm-i Mutlak bütün işlerinde hikmetle hareket etsinde sonra bütün hikmetlerin en büyüğü olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün. Binaya dam yapmayıp bütün işlerini abes yapsın. Çünkü dam binanın yapılışındaki hikmetleri muhafaza ettiği gibi Âhirette gelmesiyle Hakîm-i Mutlakın hikmetli işlerini muhafaza eder.) Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün ve kendini o zâta benzetsin ki; öyle bir saray yapar, herbir taşında binlerce nakışlar, herbir tarafında binler zînetler ve herbir menzilinde binler kıymetdar âlât ve levazımat-ı beytiye bulundursun da sonra ona dam yapmasın, her şey çürüsün, beyhude bozulsun. Hâşâ ve kellâ!. Hayr-ı Mutlak’tan hayır gelir, Cemil-i Mutlak’tan güzellik gelir, Hakîm-i Mutlak’tan abes bir şey gelmez.
Evet her kim fikren tarihe binip mazi cihetine gitse, şu zaman-ı hazırda gördüğümüz menzil-i dünya, meydan-ı ibtilâ, meşher-i eşya gibi, seneler adedince vefat etmiş menziller, meydanlar, meşherler, âlemler görecek. Suretçe, keyfiyetçe birbirinden ayrı oldukları halde; intizamca, acaibce, Sâni’in kudret ve hikmetini göstermekçe birbirine benzer.
Hem görecek ki; o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekasız meşherlerde
- O kadar bahir bir hikmetin intizamatını,
- O derece zahir bir inayetin işaratını,
- O mertebe kahir bir adaletin emaratını,
- O derece vâsi bir merhametin semeratını görecek.
Basiretsiz olmamak şartıyla yakînen bilecek ki:
- O hikmetten daha ekmel bir hikmet olamaz ve
- O âsârı görünen inayetten daha ecmel bir inayet kabil değil ve
- O emaratı görünen adaletten daha ecell bir adalet yoktur ve
- O semeratı görünen merhametten daha eşmel bir merhamet tasavvur edilmez.
Eğer farz-ı muhal olarak şu işleri çeviren, şu misafirleri ve misafirhaneleri değiştiren Sultan-ı Sermedî’nin daire-i memleketinde daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud ibadı bulunmazsa; ziya, hava, su, toprak gibi kuvvetli ve şümullü dört anasır-ı maneviye olan hikmet, adalet, inayet, merhametin hakikatlarını nefyetmek ve o anasır-ı zahiriye gibi, görünen vücudlarını inkâr etmek lâzımgelir. Çünki şu bekasız dünya ve mâfîha, onların tam hakikatlarına mazhar olamadığı malûmdur. Eğer başka yerde dahi onlara tam mazhar olacak mekân bulunmazsa, o vakit gündüzü dolduran ziyayı gördüğü halde, Güneşin vücudunu inkâr etmek derecesinde bir divanelikle, (Güneş varsa ışığı da vardır. Güneş gibi olan esmanın gündüz gibi ışığı hükmünde olan hikmet, adalet, inayet varsa; esmanın daimî tecelli edeceği daimî menziller, âlî mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud ibadı vardır.)
- Şu her şeyde bulunan gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek,
- Şu nefsimizde ve ekser eşyada her vakit müşahede ettiğimiz inayeti inkâr etmek
- Ve şu pek kuvvetli emaratı görünen adaleti inkâr etmek
(Gelen haşiye mukadder olan bir sualin cebabıdır. Yani sen dersin her yerde adaletle işler görülür. Peki zalimleri ve işlenen zulümleri nereye koyacağız.) {(Haşiye): Evet adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir. Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adalet, bu dünyada bedahet derecesinde ihatası vardır. Çünki “Üçüncü Hakikat”ta isbat edildiği gibi; herşeyin istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve ızdırar lisanıyla Fâtır-ı Zülcelal’den istediği bütün matlubatını ve vücud ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adaletin şu kısmı, vücud ve hayat derecesinde kat’î vardır. İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazib ve tecziye ile veriyor. Şu şık ise çendan tamamıyla şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat o hakikatın vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle: Kavm-i Âd ve Semud’dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen sille-i te’dib ve tâziyane-i tazib (azab kamçısı), gayet âlî bir adaletin hükümran olduğunu hads-i kat’î ile gösteriyor.}
- Ve şu her yerde gördüğümüz merhameti inkâr etmek lâzımgeldiği gibi;
- Şu kâinatta gördüğümüz icraat-ı hakîmane ve ef’al-i kerimane ve ihsanat-ı rahîmanenin sahibini -hâşâ sümme hâşâ- sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzımgelir ki, nihayetsiz muhal bir inkılab-ı hakaiktir. Hattâ herşeyin vücudunu ve kendi nefsinin vücudunu inkâr eden ahmak Sofestaîler dahi bunun tasavvuruna kolay kolay yanaşamazlar.
(Onuncu hakikatta hikmet, inayet, adalet, rahmet kapısından baktırdığı halde izahatında daha çok hikmet noktasında Hakîm isminin haşrin gelmemesine müsaade etmeyeceği üzerinde durulmuştur. Diğerleri ise akla havale edilmiştir.)
Elhasıl: Şu görünen şuunat, dünyadaki vüs’atli içtimaat-ı hayatiye ve sür’atli iftirakat-ı mevtiye ve haşmetli toplanmalar ve çabuk dağılmalar ve azametli ihtifalat ve büyük tecelliyat ile ve onların bu âleme ait bu dünya-yı fânide kısa bir zamanda malûmumuz olan semerat-ı cüz’iyeleri, ehemmiyetsiz ve muvakkat gayeleri mabeyninde hiç münasebet olmadığından, âdeta küçük bir taşa bir büyük dağ kadar hikmetler, gayeler takmak; bir büyük dağa, bir küçük taş gibi muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermeye benzer ki; hiçbir akıl ve hikmete uygun gelemez.
(Hakîm-i Mutlak en küçük bir şeye çok hikmetler, gayeler taktığı halde Dünyaya muvakkat bir gaye-i cüz’iye vermez. Dünyaya takılan netice ise taşıyla ve ağacıyla, toprağıyla hayatdar olan dâr-ı saadetteki hayattır.)
Demek şu mevcudat ve şuunat ile ve dünyaya ait gayeleri ortasında bu derece nisbetsizlik, (Mevcudatta çok gayeler hikmetler takip edilipte dünyaya cüzi bir netice takılırsa birbirine nispetsiz olur.) kat’iyyen şehadet eder ki; bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri esma-i kudsiyeye (kudsi maksatlara) dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan istidadı nisbetinde (çekirdekten hurmaya kadar dereceleri vardır.) burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.
Ekiyor: İnsanın cüz’i ihtiyarisi canibinden bakarsak insan amelleri ve fiilleri ile ekiyor.
Ekiliyor: Cenab-ı Hak canibinden bakarsak suretler alınıp terkib edilmesi, netice-i amelleri alınıp hıfzedilmesi cihetiyle ekiliyor.
Evet şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki;
- Mu’cize-i kudret olan herbir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var.
- Kelime-i hikmet olan herbir çiçeğin
{(Haşiye): Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?
Elcevab: Çünki onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.} bir ağaç çiçekleri kadar manaları var ve
- O hârika-i san’at ve manzume-i rahmet olan herbir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri var.
Bizlere rızık olması ise; o binler hikmetlerinden birtek hikmettir ki, vazifesi biter, manasını ifade eder, vefat eder, midemizde defnedilir.
Madem bu fâni eşya, başka yerde bâki meyveler verirler ve daimî suretler bırakır ve başka cihette ebedî manalar ifade eder, sermedî tesbihat yapar.
Ve insan ise, onların şu cihetine bakan yüzlerine bakmakla insan olur, fânide bâkiye yol bulur.
Demek, bu hayat ve mevt içinde yuvarlanan, toplanıp dağılan mevcudat içinde başka maksad var. Temsilde kusur yoktur: Şu ahval, taklîd ve temsil için teşkil ve tertib edilen ahvale benzer. Nasıl büyük masrafla kısa içtimalar, dağılmalar yapılıyor. Tâ suretler alınsın, terkib edilsin, sinemada daim gösterilsin. Onun gibi, bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye geçirmenin bir gayesi şudur ki; suretler alınıp terkib edilsin, netice-i amelleri alınıp hıfzedilsin. Tâ bir mecma-i ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i a’zamda gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek hadîs-i şerifte “Dünya âhiret mezraasıdır” diye bu hakikatı ifade ediyor.
Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat’î olarak âhiret de var. Madem dünyada herşey bir cihette o âleme bakıyor. Demek oraya gidiliyor. Âhireti inkâr etmek, dünya ve mâfîhayı inkâr etmek demektir. Demek ecel ve kabir insanı beklediği gibi, Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.
Onbirinci Hakikat: Bâb-ı insaniyettir. İsm-i Hakk’ın cilvesidir.
(Hakk isminin cilvesi ile insaniyetin hakikatını üç noktada izah ettiken sonra haşri ona bina edip isbat ediyor.)
Hiç mümkün müdür ki: (İnsaniyetin hakikatı, âhireti üç noktada iktiza eder.)
Cenab-ı Hak ve Mabud-u Bilhak, (Herşeye hakkı hayatını veren ve ibadet edilmeye lâyık olan Cenab-ı Hak ve Mabud-u Bilhak, insanın istidadı, iştiyakı ve liyakatı gereği olarak haşri getirecektir.)
A- İnsanın dâr-ı ebedîyeye müstaid olduğunun delilleri
- İnsanı şu kâinat içinde rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve (İnsaniyetin ehemmiyeti rububiyete muhatab olması ile anlaşılıyor. Rububiyet muhatablığı kâinattaki tedbir ve idarenin ucu insana bağlanmış olmasından anlaşılıyor.)
- Hitabat-ı Sübhaniyesine en mütefekkir bir muhatab ve (Cenab-ı Hakkın fiili ve hali hitabı olduğu gibi kavlende hitabı vardır. Her iki hitabıda anlayan muhatab olan insandır.)
- Mazhariyet-i esmasına en câmi’ bir âyine ve (İnsaniyetin Camiyeti denilince Cenab-ı Hakkın bütün isimlerini kendi üstünde gösteren bir ayine olması anlaşılır. İsimlerin tamamını cem etmesi külliyet oluyor, bir de isimleri azami mertebede cem etmesi varki buda asliyet oluyor. Miraç Risalesinde zılliyetten asliyet mertebesine geçmek asker temsili ile gösterilmiştir.)
- Onu ism-i a’zamın tecellisine ve her isimde bulunan ism-i a’zamlık mertebesinin tecellisine mazhar bir ahsen-i takvimde en güzel bir mu’cize-i kudret ve
- Hazain-i rahmetinin müştemilâtını tartmak, tanımak için en ziyade mizan ve âletlere mâlik bir müdakkik ve (Ayet-ül Kübrada Rahmaniyet hakikatında Şualar 169’da geçtiği gibi”Rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.”
B- İnsanın dâr-ı ebedîyeye müştak olduğunun delilleri
- Nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ve (ferd ve keyfiyet itibariyle nihayetsiz nimetlerine en ziyade muhtaç ise dar-ı ebediyeye en ziyade müştaktır.)
- Fenadan en ziyade müteellim ve (fenadan en ziyade müteellim ise dar-ı ebediyeye en ziyade müştaktır.)
- Bekaya en ziyade müştak ve (bekaya en ziyade müştak ise dar-ı ebediyeye en ziyade müştaktır.)
C- İnsanındâr-ı ebedîyeye layık olduğunun delilleri
- Hayvanat içinde en nazik ve en nazdar ve en fakir ve en muhtaç ve (hayvanat içinde en nazik isedar-ı ebediyeye en layıktır.)
- Hayat-ı dünyeviyece en müteellim ve en bedbaht ve istidadça en ulvî ve en yüksek surette, mahiyette yaratsın da,
- Onu müstaid olduğu ve
- Müştak olduğu ve
- Lâyık olduğu bir dâr-ı ebedîye göndermeyip,
Hakikat-ı insaniyeyi ibtal ederek kendi hakkaniyetine taban tabana zıd ve hakikat nazarında çirkin bir haksızlık etsin!
Hem hiç kabil midir ki: (İnsaniyetin vazifesi, rütbesi, maaşı, cihazlarının talebi ve düstur-u harekatı âhireti iktiza ediyor.)
Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; (İnsana verilen vazife ve rütbeye ve cihazlara bu isimlerin gereği olarak hikmet ve rahmet noktasıda bakacağız.)
1- (İnsanın vazifesi Emanet-i Kübra) insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, san’atçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip; (Yer ile gökler ve dağların tahammül edememeleri insanın Emanet-i Kübra vazifesinin büyüklüğüne ve vazifeyi yerine getirenler arasında mertebeler bulunduğuna işarettir.)
2- (İnsanın mertebesi Arzın Halifesi) hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, âciz, zaîf yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilafet rütbesini verdiği halde; (Dokuzuncu Şua İkinci Nokta sayfa 188’de geçtiği gibi “Arz’ın halifesi olduğunu fenleriyle, san’atlarıyla gösteren.. ve dünya cihetinde Sâni’-i Âlem’in mu’cizeli san’atlarını gayet güzelce teşhir ve tanzim ettiği için, isyan ve küfrüyle beraber dünyada bırakılan ve azabı te’hir edilen ve bu hizmeti için imhal edilip muvaffakıyet gören nev’-i benî-Âdem var.”)
ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin?
Onu bütün mahlukatının en bedbaht, en bîçare, en musibetzede, en dertmend, en zelil bir derekeye atıp; en mübarek, nuranî ve âlet-i tes’id bir hediye-i hikmeti olan aklı o bîçareye en meş’um ve zulmanî bir âlet-i tazib yapıp, hikmet-i mutlakasına büsbütün zıd ve merhamet-i mutlakasına külliyen münafî bir merhametsizlik etsin. Hâşâ ve kellâ! (Sadece aklı misal verdi. Buna şefkati muhabbeti de kıyas edebilirsin. İkinci şua üçüncü meyvede geniş izahatı vardır.)
Elhasıl: Nasıl hikâye-i temsiliyede bir zabitin cüzdanına ve defterine bakıp görmüş idik ki;
Hem rütbesi, (arzın halifesi)
Hem vazifesi, (emanet-i kübra)
Hem maaşı, (bu dünya kadar bir cennet)
Hem düstur-u hareketi, (Meyvenin Sekizinci Mes’elede insanın çocukluğunda, gençliğinde, ihtiyarlığında, aile hayatında, hastalığında düstur-u hayatının ne olması gerektiği izah edilmiştir. Şöyle ki ahirete imanın verdiği düstur-u hayat; ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî gibi harekattır.)
Hem cihazatı bize gösterdi ki; o zabit, o muvakkat meydan için değil, belki müstekar bir memlekete gidecek de ona göre çalışıyor.
Aynen onun gibi;
- İnsanın kalb cüzdanındaki letaif ve
- Akıl defterindeki havas ve
- İstidadındaki cihazat,
tamamen ve müttefikan saadet-i ebediyeye müteveccih ve ona göre verilmiş ve ona göre teçhiz edilmiş olduğuna ehl-i tahkik ve keşf müttefiktirler. Ezcümle: Meselâ
(En küçük bir cihaz) aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki:
(En büyük bir fani) “Sana bir milyon sene ömür ile saltanat-ı dünya verilecek, fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın.” Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla “oh” yerine “âh” diyecek ve teessüf edecek. Demek en büyük fâni, en küçük bir âlet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor.
(Vehmî bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemez. Sözler 510 Bundan dolayı bu hissiyatların istek ve emel ve şevki âhireti iktiza ediyor. Misal olarak Yirmialtıncı Lem’adaki insandaki aşkı beka, amali sermediyet, şevki ebediyet verilebilir.)
(Sözler 679’da Yirmialtıncı Pencerede geçtiği gibi ağacın mahiyetinde olmayan bir şey, esaslı bir surette meyvesinde bulunmadığı delaletiyle; insandaki beka arzusu kâinat ağacında bulunan beka hakikatını gösteriyor.)
İşte bu istidaddandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş efkârları ve ebedî saadetlerinin enva’ına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için halkedilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.
Onikinci Hakikat: Bâb-ur Risaleti ve-t Tenzil’dir. “Bismillahirrahmanirrahîm”in cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu’cizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri ve bütün evliya keşf ü kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyyesine istinad ederek, bütün kat’iyyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!
(Âhireti gösteren üç külli muarif, Kur’an-ı Hakîm, Hâlıkımız ve kâinatın âyât-ı tekviniyesidir.)
Geçen hakikatlardan anlaşıldı ki; haşir mes’elesi öyle râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zira o hakikatı Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem’i bütün mu’cizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor. Acaba hiç mümkün müdür ki; haşir mes’elesinde Vâcib-ül Vücud ile bütün mevcudat -kâfirler müstesna olarak- ittifak etmiş olsun, kıl kadar kuvveti olmayan şübheler, şeytanî vesveseler o dağ gibi hakikat-ı râsiha-i âliyeyi sarssın, yerinden kaldırsın? Hâşâ ve kellâ!
Sakın zannetme, delail-i haşriye, bahsettiğimiz oniki hakikata münhasırdır. Hâyır, belki yalnız Kur’an-ı Hakîm, geçen şu oniki hakikatları bize ders verdiği gibi, daha binler vücuha işaret edip, herbir vecih kavî bir emaredir ki: Hâlıkımız bizi bu dâr-ı fâniden bir dâr-ı bâkiye nakledecektir.
Hem sakın zannetme ki: Haşri iktiza eden esma-i İlahiye, bahsettiğimiz gibi yalnız Hakîm, Kerim, Rahîm, Âdil, Hafîz isimlerine münhasırdır. Hâyır, belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.
Hem zannetme ki, haşre delalet eden kâinatın âyât-ı tekviniyesi, şu geçen bahsettiğimize münhasırdır. Hâyır, belki ekser mevcudatta sağa sola açılır perdeler gibi vecih ve keyfiyetleri vardır ki; bir vechi Sâni’a şehadet ettiği gibi, diğer vechi de haşre işaret eder. Meselâ: İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni’i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir. Bazı kerre bir vecihle iki nazarla bakılsa; (Hikmetin tanzimi vechi ile hikmetle tasarruf eden Sâni’i görmek nazarıyla bakabildiğimiz gibi hikmetle tanzim edilen eşyanın az yaşamasına haşri görmek nazarıyla bakabiliriz.)
hem Sâni’i, hem haşri gösterir. Meselâ ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasılki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni’-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür. Demek ki, herşey lisan-ı hal ile “Âmentü billahi ve bilyevm-il âhir” okuyor ve okutturuyor.