Anasayfa » Onüçüncü Söz

Onüçüncü Söz

(Onikinci Söz’ün Onüçüncü Sözle olan münasebeti: Onikinci Sözde Kur’an-ı Hakîmle dinsiz felsefenin karşılaştırılması yapılmıştı. Kur’an-ı Hakîm Cenab-ı Hakk’ın kudsi hikmetini gösterdiği halde felsefi nazarın görememesinin sebebleri üzerinde durulmuştu. Onüçüncü Sözde ise Kur’an-ı Hakîmle dindar felsefenin karşılaştırması yapılıyor. Dindar felsefenin (yani ehl-i imanın) hakikatları, görememesinin sebebleri beyan ediliyor.)

Onüçüncü Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ ٭

(Bu âyet Birinci Şuada onaltıncı ve yirminci âyette Risale-i Nura işareti üzerine durulmuştur. Sayfa 703 ve 706’da şöyle geçiyor. Şu âyet-i azîme sarîhan asr-ı saadette nüzul-ü Kur’ana baktığı gibi, sair asırlara dahi mana-yı işarîsiyle bakar. Ve Kur’anın semasından ilhamî bir surette gelen şifadar nurlara işaret eder. Şualar – 706)

(Risale-i Nur’da Onbirinci Mektub’da Kur’an eczahanesinden manevi şifaları gösteriliyor.

Birinci noktada vesvese risalesinde vesvesenin hakikatı ders verilerek Kur’an eczahanesinden gelen manevi şifaları gösteriyor.

İkinci noktada Barla Yaylası, Tepelice’de çam, katran, karakavağın bir meyvesi olup, zeval ve fenadan gelen yaralara Kur’an eczahanesinden gelen manevi şifaları gösteriyor.

Üçüncü Noktada kıza babasının mirasında sülüs vermek rahmet olduğu gibi anneye çocuğunun mirasından hak verilmesinin rahmet olması ile Kur’an’ın mü’minler için şifadar olduğunu göstetiyor.

Kur’anın şifa ve rahmet olduğuna alltaki âyetin mizanıyla bakabiliriz. Şöyle ki:

Sonraki Âyet: Kur’an şiir değildir, şiirden müstağnidir.

  • Kur’an, her şeyden Cenab-ı Hakka giden yolları gösterip ibret dersi verdiğinden hem şifadır hemde rahmettir. Şiir ise sadece nadir fertleri nazara verdiğinden beşer için bir hastalıktır.
  • Kur’anın ders verdiği hakikatlar birbiri ile münasebettar olup âyetlerin çok âyetlerle her biri merkez gibi irtibatı olduğundan hem şifadır hemde rahmettir. Şiirde ise kafiye vardır. Sadece önceki ve sonraki cümle ile münasebettardır. Merkez gibi değil. Zira hakikatların birbiri ile olan münasebeti bilinmezse ifrat ve tefritler olur. Bu da bir hastalıktır. Anlayışta muvazene bozulur.
  • Kur’an en lüzumlu, en değerli, en kıymetli olan büyük ve parlak hakikatları ders verdiğinden hem şifadır hemde rahmettir. Şiir ise küçük ve sönük hakikatları süslendirerek beğendirmek herşeye olduğundan fazla kıymet vermek ister ki bu da bir hastalıktır.)

(Şu şifalı âyet çok zamandır benim derdlerimin şifası ve ilâcı olduğu gibi eczahane-i kübra-yı İlahiye olan Kur’an-ı Hakîm’in tiryakî ilâçlarından, Risale-in Nur eczalarının kavanozlarından alarak belki bin manevî derdlerime bin kudsî şifayı buldum (Bu bin tabiri binbir esmayı ilahiyi işaret ediyor.) ve Resail-in Nur şakirdleri dahi buldular. Ve fenden ve felsefenin bataklığından çıkan ve tedavisi çok müşkil olan ve zındıka hastalığına mübtela olanlardan çokları onunla şifalarını buldular. İşte her derde şifa olan Kur’anın ilâçlarının bu zamanda bir kısım kavanozları hükmünde bulunan Resail-in Nur dahi bu şifadar âyetin bir medar-ı nazarı olduğuna kuvvetli bir emare şudur ki: Bu âyetin makam-ı cifrîsi olan bin üçyüz kırkaltı (1346) adedi Resail-in Nur’un bin üçyüz kırkaltıda şifadarane etrafa intişarının tarihine ve Mu’cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm namında olan risale-i hârikanın zaman-ı te’lifine tam tamına tevafukudur. Şualar – 703)

İlk ayette üç nokta var

 وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ

Kur’anın şiir olmamasının üç hikmeti izah edilmiştir.

  1. Şiirler hadiseye, her mekana, her zamana, her ferde ve ferdin her sıfatlarına baktıramaz. Sadece nadir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder. İşte bu sırdandır ki: Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatları câmi’ olduğundan, şiirin hayalatından müstağnidir. Hem Kur’an her şeyden ibret dersi verir. Her şeyden Cenab-ı Hakka giden yolu gösterir.
  2. Şiirde kafiye ve vezin vardır. Kafiye ise sadece bir önceki ve bir sonrası cümle ile münasebettardır. Âyetler ise herbiri birer yıldız gibi vezin kaydıaltına girmediğinden ekser âyetlere bir nevi merkez olur. Ve mabeyinlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil eder.
  3. Şiir küçük ve sönük hakikatları süslendirerek beğendirmek istiyor. Kur’an ise ulvi ve yüksek olan en değerli, en kıymetli hakikatları ders verir.

Bu risalenin ahirinde Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en yüksek bir derece-i i’cazına baktırır.

(Barla lahikasında şiir için denir ki; Şiir ise çendan kıymetdar, şirin bir vasıta-yı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis hak ve mahz-ı hakikat olan Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, kader-i İlahî bir inayet olarak bize şiir kapısını açmadı. Barla – 334)

Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun

  1. Mahsul-ü hikmetlerini,
  2. Ders-i ibretlerini,
  3. Derece-i ilimlerini

müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!

İşte Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın

  1. (Mahsul-u Hikmet) bütün kâinattaki âdiyat (Adiyat; zahiri, aynı hakikat tevehhüm etmektir.) namıyla yâdolunan, hârikulâde (hârik yakan demektir) ve birer mu’cize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp,
  2. (Ders-i ibret) o hakaik-i acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celbedip,
  3. (Derece-i ilimleri) ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

(Cenab-ı Hak, tîn ve zeytin ile kasem vasıtasıyla, azamet-i kudretini ve kemal-i rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i safilîn tarafına giden insanın yüzünü o taraftan çevirip, şükür ve fikir ve iman ve amel-i sâlih ile tâ a’lâ-yı illiyyîne kadar terakkiyat-ı maneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor. Mektubat – 390)

(İnsan bu adiyat perdesini yırtmakla a’layı illiyyine çıkar. Onaltıncı Sözde kâinattaki intizamı mutlakı ders verirken zeylinde ise Cenab-ı Hakkın iradesini gösteren şuzuzat nevinden olan icraatını nazara veriyor. Taki adiyat perdesini yırtsın.)

Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder.

Birinci Meselâ: En câmi’ bir mu’cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder.

İkinci Meselâ: En latif ve umumî bir mu’cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabîlesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister {(Haşiye): Amerika’da aynen bu vakıa olmuştur.}.

(Onüçüncü Söz’de hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i felsefeyi müvazene bahsinde denilmiş olan mes’elenin meali budur ki: Felsefe-i insaniye, gayet hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyenin mu’cizat-ı rahmeti üstüne âdiyat perdesi çeker. O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o hârika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruç etmiş hususî bazı cüz’iyatı görür, ehemmiyet verir.

Meselâ: Hilkat-ı insaniyedeki kudret mu’cizelerini görmüyor, ehemmiyet vermiyor. Fakat kaideden çıkmış iki başlı, üç ayaklı bir insanı görüp, istiğrab ve velvele-i hayret ile nazar-ı dikkati celb eder. Küllî, umumî mu’cizatı âdet perdesinde saklar. Cüz’î ve kanundan çıkmış ve taifesinden ayrılmış maddeleri medar-ı ibret yapar.
Hem meselâ: -Hayvandan, insandan- yavruların pek hârika, pek mu’cizatlı iaşelerini âdi görüp ehemmiyet vermiyor. Fakat bir vakit Amerika’da bir gazetenin neşrettiği gibi; taifesinden çıkmış, milletinden ayrılmış, denizin dibine girmiş bir böceğin, bir yeşil yaprak rızık olarak ağzına verilmesini gören balıkçılar ağlamışlar, şaşaa ile ilân etmişler.
Halbuki en cüz’î bir yavruda, memedeki âb-ı kevser gibi rızkında, onun gibi binler mu’cizat-ı rahmet ve ihsan var. Felsefe-i beşeriye görmüyor ki şükür etsin. O Rahmanürrahîm’i tanısın, şükür ile mukabele etsin.
İşte hikmet-i Kur’aniye, o âdiyat perdesini yırtar. O küllî, umumî hârika mu’cizeleri ve fevkalâde nimetleri beşere ders verir; Allah’ı tanıttırır. Küllî şükür namına ubudiyete sevkeder.
İşte felsefe-i beşeriyenin en acib, en antika hatasından birisi de şudur ki: Cüz’-i ihtiyarîsi ve iradesi, en zahir ve küçük fiili olan söylemeye kâfi gelmiyor, icad edemiyor. Yalnız havayı harflerin mahrecine sokuyor. Bu cüz’î kesb ile Cenab-ı Hak, onun o kesbine binaen o kelimatı halkeder. Havaya da binler nüsha yazar. Bu kadar icaddan insanın eli kısa olduğu halde, bütün esbab-ı kâinat âciz kaldıkları bir hârika küllî mu’cizat-ı kudrete, beşer icadı namını vermek; ne kadar büyük bir hata olduğunu zerre kadar şuuru bulunan anlar.
İşte bunun bir misali, yüzbin hârikaları tazammun eden bir kanun-u İlahîyi, beşerin istifadesine vesile olmak için bir keşfiyat, yani fiilî dualarına bir nevi kabul hükmünde bir ilham-ı İlahî ile keşfolan radyo ile, beşer istifadesine vesile olan bîçare, âciz-i mutlak bir insana; “Hah!.. Radyoyu filan keşşaf icad etti ve elektrik kuvvetini buldu. Ve bazı keşşaflar da, beşerin kafasını okumak için bir madde icad etmeye çalışıyorlar.”
Evet Cenab-ı Hak bu kâinatı, insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halketmiş bir misafirhanedir. Ziyafetler nev’inde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî olan telahuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükür etmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nev’inden âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o hârikaları unutturup, yalnız ince bir perdesini gösterip; şuursuz tesadüfe, tabiata ve camid maddelere havale edip, ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıd bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır. Öyle ise وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturuyla, mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun. Emirdağ Lahikası-2 125 – 126 )

İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!

İşte bu sırdandır ki: Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatları câmi’ olduğundan, şiirin hayalatından müstağnidir.

Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın

  1. İ’caz derecesindeki kemal-i nizam ve intizamı
  2. Ve kitab-ı kâinattaki intizamat-ı san’atı,
  3. Muntazam üslûblarıyla (Uslub mananın gılafıdır) tefsir ettikleri halde;

manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:

Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etsin. Güya serbest herbir âyetin, ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’an içinde binler Kur’an bulunur ki, herbir meşreb sahibine birisini verir. (İki misal verilmiştir.)

Birinci Misal: Nasılki Yirmibeşinci Söz’de beyan edildiği gibi; Sure-i İhlas içinde otuzaltı Sure-i İhlas mikdarınca herbiri zil-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunur ve tazammun ediyor.

(Yirmibeşinci Sözde; Sure-i İhlas’ta otuz Sure-i İhlas kadar, muntazam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb sureler vardır. Sözler 372

Lemaatta Sure-i İhlas’ta, kendi mikdar-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sure münderiç. Sözler 697)

İkinci Misal: Evet nasılki semada olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle herbir yıldız, kayıd altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhitasındaki -birer birer- herbir yıldıza mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. İşte intizamsızlık içinde kemal-i intizamı gör, ibret al!

وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ nün bir sırrını bil!

(Kur’andan mana çıkarmak iki cihetle olur. Biri kelimenin manasını izah eden Kur’andaki diğer âyetlere bakmak buna lafziyye denir. Diğeri âyetin siyak ve sibakıyla olan münasebetine bakmaktır ki buna maneviye denir. O manalara, derecelerine göre birer emare vaz’etmiştir. Ya lafziyedir, ya maneviyedir. O maneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emare o manaya işaret eder. Sözler – 395)

  1. Hem âyet-i وَمَايَنْبَغِى لَهُ sırrını da bununla anla ki:

(Âyâ, acaba muhakemesiz âmi kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar?

Senin helâketini mi bekliyorlar?

Sen, de: “Bekleyiniz.

Ben de bekliyorum.” Senin parlak büyük hakikatlerin, şiirin hayalatından münezzeh ve tezyinatından müstağnidir. Sözler – 386)

Şiirin şe’ni; küçük ve sönük hakikatları, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’anın hakikatları; o kadar büyük, âlî, parlak ve revnakdardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlara nisbet edilse; gayet küçük ve sönük kalır.

Birinci Meselâ: يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ ٭

Bir kâtibin kitabını elinde dürüp tutması gibi semayı elinde tutmanın insanlık âleminde imkansızlığı ile beraber Cenab-ı Hakkın semayı elinde tutarak idare etmesi ne kadar parlak büyük bir hakikattır. Kıyas ediniz.

İkinci Misal: يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا٭ Gece ve gündüzü idare etmek fiilinin arkasında hilkat ağacına güneşi takmak, güneş sistemini yaratmak, Dünyayı kendi etrafında döndürmek, büyük yüksek parlak hakikatlardır.

Üçüncü Misal;

اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ Nihayetsiz kudretle her şeyi bir anda idare etmek ne kadar yüksek ulvi ve parlak bir hakikattır. Kıyas ediniz.

gibi hadsiz hakikatları buna şahiddir.

Dördüncü Misal; Bu dördüncü Misal iki ayetle izah edilmiştir.

Birinci Âyet; Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevketmek istersen;

(Kur’anın her bir ayeti kâinatı aydınlatan nur gibi zulmeti kaldırıyor. Bu hakikatı zaman ve mekân itibariyle tatbik edebiliriz.) kendini

O asr-ı cahiliyette ve (Zaman itibari ile cahiliyet asrı dendi. Bu asrın hususiyeti eşyanın hakikatlarının bilinmediği bir asır olmasıdır.)

O sahra-yı bedeviyette (Mekân itibari ile bedeviyet sahrası dendi. Bedevî bir insan bulunduğu daire içerisindeki hakikata muvafık hareket edemez. Bu mekândaki insanlar, Kur’andan önce hakikatların güzelliğine karşı mukabele edememişlerdir.)

farzet ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’anın lisan-ı ulviyesinden يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem يُسَبِّحُ sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. (Mevcudatın ayinedarlığını ve hakiki vazifelerini görmek ve gösterebilmek öyle ulvi, yüksek ve parlak bir hakikattır ki Şiir ona yetişemez.)

Birinci Âyet; Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat,

(Bu ayet Yirmibeşinci Sözde, Onüçüncü, Ondokuzuncu ve Yirmidokuzuncu Pencerelerde ve en geniş olarak Ayet-ül Kübra risalesi olan Yedinci Şuada tefsir edilmiştir.)

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasıyla işitenlerin nazarında;

  • Gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda; ve
  • Arzbir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder.

(Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden bu ayetin bir tefsiridir. Ondördüncü Sözün Üçüncü Misali sayfa 164’te izah edilmiştir.)

Yoksa bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.

Evet o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva’-ı i’cazı içinde bu nev’-i i’cazını zevk edemezsin.

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en yüksek bir derece-i i’cazına bakmak istersen, şu temsili dinle, bak. Şöyle ki:

(İ’caz-ı Kur’an’ın en parlak bir âyinesi temsilat olduğu gibi en yüksek bir derece-i i’cazı da hakikatı beyan etmesidir. Yirmibeşinci Sözün Üçüncü Şulesinde üç ziya ile Kur’an’ın hakikatı beyan etmek mu’cizesi izah edilmiştir. Birinci Ziyasında Onüçüncü Sözün Dördüncü kısmı misal verilmiştir. İkinci Ziyasında Onikinci Sözün Dördüncü Esası misal verilmiştir. Üçüncü Ziyada, Kur’anın şakirdleri olan asfiya ve evliya ve hükemanın münevver kısmı olan hükema-yı İşrakiyyunun hikmetlerinin Kur’anın hikmetine karşı derece-i aczini gavvas temsili ile gösterir.)

(Kur’anda kâinatın tamamını akla ihata ettirmek için ağaç, saray, şehir gibi teşbihler yapılmıştır. Risale-i Nurda bu ağaç misali Üçüncü Mektubta şöyle izah edilmiştir. Kamer bazı vakitte ince hilâl şeklinde Süreyya menziline girdiği vakit, hurma ağacının eğilmiş beyaz bir dalı suretini ve Süreyya bir salkım suretini gösterdiğinden, o yeşil sema perdesi arkasında, hayale nuranî büyük bir ağacın vücudunu tahayyül ettirir. Güya o ağaçtan bir dalının bir sivri ucu, o perdeyi delmiş, bir salkımıyla beraber başını çıkarmış, Süreyya ve Hilâl olmuş ve sair yıldızlar da o gaybî ağacın meyveleri olduğunu hayale telkin eder. İşte كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ teşbihinin letafetini, belâgatını gör.)

Saray misali Onbirinci Söz sayfa 123’de şöyle izah edilmiştir. İşte o saray, şu âlemdir ki; tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gök yüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba gûna-gûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.)

Gayet (Temsile hem hakaiki kevniyye hem hakaiki İlahiyye cihetiyle bakıyoruz.)

Yüksek (Kâinat öyle güzel bir surette yaratılmış ki bütün akıllar toplansalar bundan daha güzelini düşünemediğinden gayet yüksek denilmiştir. Hemde kâinatın yaratan Zât-ı Akdes’in vücud itibariyle yüksek yani Vacib-ül Vücud olduğuna da işaret etmiştir. Buna işaret olarak İkinci Şua Üçüncü Makam İkinci Alâmet ve Hüccette sayfa 30’da şöyle geçmektedir: Evet nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan esma-i hüsnanın güzel cilveleriyle, kâinatın herbir nev’i, hattâ herbir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki; Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî demiş: لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani: “Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî’ daha güzel yoktur.”)

Ve garib (Eşi benzeri yok)

Ve gayetle yayılmış (Zaman ve mekân itibari ile yayılmış bir kâinat. Öyle yayılmış ki mekân itibari ile bizim gördüğümüz bütün semavat, semavatın birinci tabakasıdır.)

acib bir ağaç farzedelim ki;

o ağaç bir perde-i gayb altında, (Kainattaki hakaikı kevniye veya esma, perde-i gaybda iken Kur’an tam manasıyla o perdeyi açtı. Şöyle ki; Kur’an madde perdesinin arkasına geçerek ifade ettiği hakikatı ihata edip, o hakaikın diğer hakikatlarla olan münasebetlerini gösterdi ki; beşer aklı ile buna yetişememiştir. Bütün hakikatları ihata edemeyip birbiri ile münasebetini kuramamışlar. Böylelikle beşerin aczi Kur’anın mu’cizeliğini tam göstermiştir. Otuzuncu Sözdeki birinci yolda Tünel temsili ile işaret edilen devir ve teselsülle hakaika giden İbn-i Sina, Aristo ve Farabi gibi maddenin arkasına geçenlere veya geçemeyip tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğine işaret edilmiştir. İkinci yolda ise, yeryüzünü gezmek temsili ise işaret edilen esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin, Meşaiyyun hükeması gibi; yalnız akıl ile fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücud’un marifetine yol açanların mesleğidir. Üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’anın cadde-i nuraniyesidir ki en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semavî ve rahmanî ve nuranî bir meslektir. Temsildeki asa tevhid nuru iken âlet ise muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanları ve Sünnet-i Seniyenin terazileridir.)

bir tabaka-i mesturiyet içinde saklanmış.

(Hakikatın anlaşılmasıyla sebeblerin arkasına geçirmek, hakaikın birbiriyle münasebetini kurdurmak ve kurulan münasebetle gafleti kaldırıp hakikatı parlak bir surette görmekle hakikata imtisal ettirmek Kur’an’ın en büyük bir i’cazıdır.)

Malûmdur ki: Bir ağacın, insanın a’zaları gibi; onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüb, bir müvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. (Verilen şekil ve suretlerin muvazeneyi bozmaması için bütün kâinatı bir anda görüp birbiri ile münasebetini kurmak gerektir.)

İşte, hiç görünmeyen (ve halen görünmüyor) o ağaca dair biri çıksa, (Yani Kur’an çıksa) bir perde üstünde onun herbir azasına mukabil birer resim çekse, (Resim: beyanatı Furkaniyye işarettir.) birer hudud çizse, (Hudud: diğerleri ile münasebetine işarettir.) dalından meyveye, meyveden yaprağa, bir tenasüble bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde ve müntehasının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa; elbette şübhe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-aşina nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

(Mesnevi-i Nuriye sayfa 135’de geçtiği gibi Mukayyed nazarlar mutlak hakikatları ihata edemez. Kur’an beşerin yalnız başına anlaması ihata etmesi mümkün olmadığı için mücerred hakikatlardır. Şöyle ki;

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hak ve hakikat olduğuna en sadık deliller:

  • Tevhidin bütün iktizalarını ve lâzımlarını mertebeleriyle muhafaza etmesidir.
  • Esma-i hüsnanın tenasüb ve iktizası üzerine hakaik-i âliye-i İlahiyedeki müvazeneyi müraat etmesidir.
  • Rububiyet ve ulûhiyete ait şuunatı kemal-i müvazene ile cem’etmesidir.

Kur’anın bu hâsiyeti beşerin eserlerinde bulunmadığı gibi, melekût cihetine geçen evliya ve sair büyüklerin netaic-i fikirlerinde de bulunamamıştır. Ve eşyanın bâtınında dalmış olan İşrakiyyun ve âlem-i gayba nüfuz eden Ruhaniyyun dahi, Kur’anın bu hâsiyetini bulamamışlardır. Zira onların nazarları mukayyed olduğundan hakikat-ı mutlakayı ihata edemez. Bunlar ancak hakikatın bir tarafını bulur ve ifrat-tefrit ile tasarrufa başlarlar. Bunun için tenasübü bozup, müvazeneyi ihlâl ediyorlar.)

(Yirmibeşinci Sözde geçtiği gibi “Hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalalet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhî hükemaları o mesailin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur.

Hem Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi

  • Beyandan sonra
  • Ve safa-yı kalb
  • Ve tezkiye-i nefisten sonra
  • Ve ruhun terakkiyatından
  • Ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Kur’ana “Bârekâllah” der. Sözler – 406)

(Onbirinci Sözde geçtiği gibi “Bunlar

  • Güzelce dinlediler,
  • İyice kabul edip
  • Tam istifade ettiler. Sözler – 122)

(Onüçüncü Mektubda geçtiği gibi “belki bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar,

  • Hâlis bir niyet ile
  • Ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir.” Mektubat – 70)

Aynen onun gibi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın dahi, hakikat-ı mümkinata dair (ki o hakikat;

  • (Zaman itibari ile) dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış
  • (Mekân itibari ile) ve ferşten arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatına dair)

beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki; bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’anın tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkatı keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Hakîm!” demişler.

وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى -temsilde kusur yok- esma ve sıfât-ı İlahiyeyi, şuun ve ef’al-i Rabbaniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki; o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahî feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor.

Hudud-u icraatı,

يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ ٭ (Bu âyet insanın kalbi ile arasına girer yani kalbinden geçen en ince arzularını bilen manasındadır)

فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى ٭ (Bu âyet Habbelerin içindeki programı bilen manasındadır)

هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ (Bu âyet Anne rahmindeki ceninin keyfiyetini bilen manasındadır)

hududundan tut

tâ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ ٭

(Bu âyet Semavatı elinde tutan manasındadır)

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ٭

(Bu âyet Altı günde semavat ve arzı yaratan manasındadır)

وَ سَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ (Bu âyet Şems ve Kameri teshir eden manasındadır)

hududuna kadar uzanmış o hakikat-ı nuraniyeyi; bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle o kadar tenasüble ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-i esma ve sıfâtı ve şuun ve ef’ali beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşf ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelan eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Furkaniyeye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık” diyerek tasdik ediyorlar.

(Hududları göstermek ile hududu korumak

Şefkat ile Hikmet ve adaletin hududu; Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.

(Otuzuncu Lem’adaki esma ve esmanın hududları içerisindeki harekât noktasında hududu korumak)

Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan,

(Yani imanın altı rüknü, kâinata ve Cenab-ı Hakka dayanıyor. Yani Melaikeye imanın kâinat kadar veya Cenab-ı Hakkın esması kadar delilleri vardır.)

Hem o iki şecere-i azîmenin bir tek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, tâ en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüb tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır.

(İslam’ın beş rüknü de imanın altı rüknüne dayanıyor.)

Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyet’in erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemal-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’an-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı İslâmiyenin kemal-i intizamı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti; cerhedilmez bir şahid-i âdil, şübhe getirmez bir bürhan-ı katı’dır.

(Şeriatın bütün esasat ve teferruata bakan hükümleri İslamiyet’in beş rüknüne dayanıyor. Misal olarak fasıkın mahkemede şehadeti kabul edilmemesidir. Zira fasıkın taraf-ı ilahiden gelen kudsî emirleri dinlememesi gösteriyor ki en ufak bir menfaat uğrunda yalan şehadet edebilir.

Bizde biri fâsık olsa galiben ahlâksız ve vicdansız olur. Zira arzu-yu masiyet, vicdandaki imanın sadâsını susturmakla inkişaf edebilir. Demek vicdanını ve maneviyatını sarsmadan, istihfaf etmeden tam ihtiyar ile şerri işlemez. Onun için İslâmiyet; fâsıkı hain bilir, şehadetini reddeder. Mürtedi zehir bilir, i’dam eder. Hristiyan bir zimmîyi ve kâfir muahidi ibka eder. Hanefî Mezhebi zimmînin şehadetini kabul eder. Hutbe-i Şamiye – 144)

Demek oluyor ki; beyanat-ı Kur’aniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bahusus bir ümminin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhite istinad ediyor ve cemi’ eşyayı birden görebilir, ezel ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا bu hakikata işaret eder. (İvace eğrilik manasındadır. Üstadımız Onüçüncü Sözdeki bu hakikatları âyetteki İvace kelimesinden çıkarmıştır. Şöyle ki; ağacın bütününe dikkat edildiğinde dalındaki eğrilik ağacın intizamını tekmil ettiği görülür. Yani Kur’anın teferruat bir mes’elesi dahi bütün hakikatlarına dikkat edilerek bakıldığında birbirini tekmil ettiği görülür. Zira Kur’anda, Kâinatta, hilkatte, eğrilik yok; Bütüne bakılamadığı için eğrilik görüyor.)

اَللّٰهُمَّ يَا مُنْزِلَ الْقُرْآنِ بِحَقِّ الْقُرْآنِ وَ بِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قُبُورَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ آمِينَ يَا مُسْتَعَانُ

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*