Onikinci Söz
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا
(Onbirinci Söz’ün Onikinci Sözle olan münasebeti: Onbirinci Sözde Cenab-ı Hakk’ın kudsi maksadları anlatıldı. Onikinci Sözün Birinci Esasında Cenab-ı Hakk’ın kudsi hikmeti ders verilmiştir. İkinci ve Üçüncü Esasta Hikmet-i Kudsiyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve hayat-ı içtimaiyesine verdiği terbiye-i ahlâkıye gösterilmiştir. Dördüncü Esasta ise Kur’an’ın hikmet-i kudsiyesinin sair kelamlara nisbeten sebeb-i rüchaniyeti gösterilmiştir. Rüchaniyetin sebebini ikinci ve üçüncü esasla birlikte düşündüğümüzde sair kelamların şahsi ve içtimai hayata Kur’an kadar faide verememiştir. Diğer bir sebebde Kur’anın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiği için hakikatları azami derecede göstermesidir. Kudsiyeti ve azameti kayıtsız olarak hakikatları ihata etmesi cihetinden geliyor.)
(Ayetin iki kısımda tefsiri yapılmıştır.
Birinci kısım: وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ Kime hikmet verildiyse ayeti birinci esasta tefsir edilerek hikmet-i kudsiyeyi ders verilmiştir.
İkinci kısım: فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا ona çok hayırlar verilmiştir. Ayeti ikinci ve üçüncü esasta tefsir edilerek hikmet verilenlere şahsi ve içtimai hayatta verilen hayırlar gösterilmiştir. Dördüncü esasta ise Kur’an’ın sair kelamlara nisbeten hikmet-i kudsiyeyi en güzel bir surette ders verdiği gibi hikmet-i kudsiyenin şahsi ve içtimai hayatta getirdiği faideleride en güzel surette göstermesinin sırrı izah edilmiştir. Şöyle ki Kur’an ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiği için hakikatları azami derecede gösterdiğinden sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara nisbeten daha yüksektir.)
[Dört Esas’tır.
- Kur’an-ıHakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile (Hikmet-i kudsiye: Kâinatın yaratılışında Cenab-ı Hakkın takib ettiği hikmetler)
- Felsefe hikmetinin (Hikmet-i felsefe: Eşyanın zatı veya kişiye menfaati noktasında takib ettiği hikmetlerdir.) icmalen müvazenesi,
- Hem hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine ve
- Hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi,
- Hem Kur’anın sair kelimat-ıİlahiyeye ve bütün kelâmlara cihet-i rüchaniyetine bir iş İşte bu sözde “Dört Esas” vardır.]
BİRİNCİ ESAS: Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i fenniyenin farklarına şu gelecek hikâye-i temsiliye dûrbîniyle bak: (Hakikatler uzak, derin ve ince olduğundan hikâye-i temsiliye dûrbîniyle dikkat ile bakmak gerekir.)
Bir zaman,
Hem dindar, (Dindar: bu güzel kâinatı yapan ve o kâinatı kendiyle beraber tarif eden Zâttır.
İşte o İslâmiyet ve şeriat, öyle bir tarzda muhit ve mükemmeldir ve öyle bir surette kâinatı kendiyle beraber tarif eder ki, onun mahiyetine dikkat eden elbette anlar ki; o Din, bu güzel kâinatı yapan zâtın, o kâinatı kendiyle beraber tarif edecek bir beyannamesidir ve bir tarifesidir. Nasılki bir sarayın ustası, o saraya münasib bir tarife yapar. Kendini vasıflarıyla göstermek için, bir tarife kaleme alır; öyle de: Din ve şeriat-ı Muhammediyede (A.S.M.) öyle bir ihata, bir ulviyet, bir hakkaniyet görünüyor ki; kâinatı halk ve tedbir edenin kaleminden çıktığını gösterir. Ve o kâinatı güzelce tanzim eden kim ise, şu dini güzelce tanzim eden yine odur. Evet o nizam-ı ekmel, elbette bu nazm-ı ecmeli ister. Mektubat – 193
İslâmiyet ve şeriatın muhit ve mükemmel olması ile beraber kâinatı tarif etmesi: Resül-i Ekrem (A.S.M.) kâinatın her yerinde öyle muhit ve mükemmel bir surette esmanın tecellilerini görmüş ve o tecelliyattan düsturlar çıkarmış ki her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olmuştur. Kur’an-ı Azimüşşan kâinatın her yerinde öyle muhit ve mükemmel bir surette esmanın ahkâmını göstermiş ki o ahkâmdan çıkan şeriat ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmiştir.
Ümmi bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez.
Hem ümmi bir zâtın (A.S.M.) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslâmiyet; her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış. Şualar – 128
Meselâ: Bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin bir tek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, tâ en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir müvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüb tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır. Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyet’in erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayatı ve en derin hikemiyatı ve en cüz’î semeratına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenasüb ve kemal-i münasebet ve tam bir müvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’an-ı câmiin nusus ve vücuhundan ve işarat ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübra-yı İslâmiyenin kemal-i intizamı ve müvazeneti ve hüsn-ü tenasübü ve resaneti; cerhedilmez bir şahid-i âdil, şübhe getirmez bir bürhan-ı katı’dır. Sözler 140 – 141)
Hem gayet san’atkâr
Bir Hâkim-i Namdar istedi ki:
Kur’an-ı Hakîm’i, (Cismani Kur’an olan kâinata işarettir.)
maânîsindeki kudsiyetine ve kelimatındaki i’caza şayeste bir yazı ile yazsın. (Manası kudsi olduğu için kelimatıda mu’cizevi oluyor.)
O mu’ciz-nüma kamete, (Kamet ise kâinatın yaratılışında takib edilen maksadlara işarettir. Maksadlara uygun şekilde bir suret verilmesi ise libasa teşbih edilmiştir.) hârika bir libas giydirilsin. İşte o Nakkaş Zât, Kur’anı pek acib (Acib benzeri olmayan güzel garib olan taklidi yapılamayan demektir.) bir tarzda yazdı.
Bütün kıymettar cevherleri, yazısında istimal etti. (Servet bütün esmaya hazine ise herbir esmaya işarettir. Esmanın tecellisine ise cevher denilmiştir. Cenab-ı Hak kudsi mahiyetinde bulunan bütün isimlerini, ünvanlarını gösteriyor. Yoksa eksiklik olur, çirkinlik olur. Cevherlerin çeşitliliği ise eşyanın kabiliyetine göre bir ismin öne çıkmasından dolayı diğer isimlerin ikinci, üçüncü derecede kalmasındandır. Tezahür dereceleri (mahiyet))
Hakaikının tenevvüüne işaret için (Fakat çendan insan bütün esmaya mazhardır, fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuştur.)
bazı mücessem hurufatını elmas ve zümrüt ile ve bir kısmını lü’lü ve akik ile ve bir taifesini pırlanta ve mercanla ve bir nev’ini altun ve gümüş ile yazdı. (Tecelli ettiği eşyaya göre en ziyade görünen esma altın ikinci üçüncü derecede görünen esmalar ise lülü ve akiktir denilebilir. Veyahut bizim ihtiyacımıza göre esmanın kıymet derecesi altın, lülü ve akiktir denilebilir. Veyahut hakikat noktasında ism-i azam elmas kıymetindedir denilebilir.)
Hem öyle bir tarzda süslendirip münakkaş etti ki, okumayı bilen ve bilmeyen herkes temaşasından hayran olup istihsan ederdi.
(Böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatının şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki; o cemal kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf -yani kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatı zînetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş. Şualar – 80)
Bahusus ehl-i hakikatın nazarına o surî güzellik, (Suri güzelliği iki şekilde tarif ediyor.)
- Manasındaki gayet parlak güzelliğin ve
- Gayet şirin tezyinatın işaratı (Tezyinat, çok esmanın tecellisi ile birlikte eşyanın diğer eşya ile münasebettar bir surette yaratılması ile görünen güzelliklerdir.) olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur. (Antikanın eşi benzeri yoktur.)
Sonra o Hâkim, şu musanna’ ve murassa’ Kur’anı, bir ecnebi feylesofa ve bir müslüman âlime gösterdi.
- Hem tecrübe, (Tecrübe; eşyanın manasına intikal etmek, anlamak ve hayata tatbik etmek demektir. İnsanın buna ne kadar muvaffak olduğu devamlı tecrübe ediliyor.)
- Hem mükâfat için (Tecrübenin iktizası, tecrübe varsa mükâfat vardır.) emretti ki: (Emir; iki şekilde olur. Kâinattaki tekvini emirler veya Kur’andaki şer’i emir)
“Herbiriniz, bunun hikmetine dair bir eser yazınız.” (Her birimiz hayatımız boyunca tecrübe ve mükâfat için hikmet-i kudsiyeye dair tefsir yazıyoruz.)
Evvelâ o feylesof, (Bizim ilk bakışımız manayı ismi oluyor da onun için ilk önce feylesof dedi.)
sonra o âlim, (Biz ne yazık ki sonradan derecemize göre manayı harfe geçebiliyoruz.) ona dair birer kitab te’lif ettiler.
Fakat feylesofun kitabı,
- Yalnız harflerin nakışlarından ve münasebetlerinden (Nasılki harflerin nakışları birbirine münasebettar surette dizilir. Aynen öylede felsefe maddenin birbiriyle münasebetinden bahseder.)
- Ve vaziyetlerinden (Maddenin vaziyetinden bahseder.)
- Ve cevherlerinin hâsiyetlerinden (Maddenin hâsiyetlerinden bahseder.)
- Ve tarifatından bahseder.
Manasına hiç ilişmez. Çünki o ecnebî adam, arabî hattı okumayı hiç bilmez. (Sen anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Sözler 49)
Hattâ o müzeyyen Kur’anı, bilmiyor ki bir kitabdır ve manayı ifade eden yazıdır. Belki ona münakkaş bir antika nazarıyla bakıyor. Lâkin çendan arabî bilmiyor fakat
- Çok iyi bir mühendistir, (Harflerin maddi nakışlarıdan yani maddenin birbiriyle münasebetlerinden iyi anlar.)
- Güzel bir tasvircidir, (Maddenin vaziyetlerini güzel tasvir eder.)
- Mahir bir kimyagerdir, (Mahir bir kimyager cevherlerin hâsiyetlerinden iyi bahseder.)
- Sarraf bir cevhercidir. (Cevherlerin maddi kıymetini güzel tarif eder.)
İşte o adam, bu san’atlara göre eserini yazdı.
Amma müslüman âlim ise ona baktığı vakit anladı ki:
O, Kitab-ı Mübin’dir, Kur’an-ı Hakîm’dir.
İşte bu hakperest zât,
Ne tezyinat-ı zahiriyesine ehemmiyet verdi (Eşyanın maddesine ehemmiyet verdi)
Ve ne de hurufun nukuşuyla iştigal etti. (Birbiriyle olan münasebetiyle iştigal etti.)
Belki öyle bir şeyle meşgul oldu ki, milyon mertebe öteki adamın iştigal ettiği mes’elelerinden
- Daha âlî, (Sanatkârına nisbetle daha âlî, Söz 1. Noktada geçtiği gibi nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar;)
- Daha galî, (Sanatkârına nisbetle daha galî kıymettar, 23. Söz 1. Noktada geçtiği gibi Cennet’e lâyık bir kıymet alır.)
- Daha latif,
- Daha şerif,
(Allah’a abd ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Sözler 29
İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavat san’atkârına intisab noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahlûklarla yapan, süslendiren ve böyle herbir san’atta yüzer mu’cize gösteren bir san’atkârın eser-i san’atı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahib olacağını bu âyetten ders aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim. Şualar 70)
- Daha nâfi’, (Verdiği faydalar; ikinci ve üçüncü esasta izah edilen şahsi ve hayat-ı içtimaiye ile alakadar faydaları düşünebiliriz.)
- Daha câmi’… (İfade ettiği mana daha geniştir. Yani bir harf kendini bir harf kadar gösterirken sanatkârını bir kitab kadar gösterir.)
Çünki nukuşun perdesi altında olan hakaik-i kudsiyesinden ve envâr-ı esrarından bahsederek gayet güzel bir tefsir-i şerif yazdı.
Sonra ikisi, eserlerini götürüp o Hâkim-i Zîşan’a takdim ettiler.
O Hâkim, evvelâ feylesofun eserini aldı. Baktı gördü ki:
O hodpesend ve (Enfüsi âlemde enenin mahiyetini bilmeyen)
Tabiatperest adam (Afaki âlemde tabiat bataklığına düşen)
Çok çalışmış, fakat hiç hakikî hikmetini yazmamış.
Hiçbir manasını anlamamış, (Hastalar risalesinde geçtiği gibi: Eğer teslimiyetle, rıza ile, hastalığın hikmetini düşünmekle o merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir, hafifleşir, kısmen gider. Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilâcı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faidesini bildin; o merhemi meraka sür, kurtul., Lem’alar 211)
Belki karıştırmış. (Yirmiüçüncü Söz Birinci Mebhas İkinci Noktada geçtiği gibi Ve fırtına ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer müsahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sureten haşin, manen çok latif hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddemesi ve kabri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Sözler 314 İkinci Söz ve Onyedinci Sözdeki gibi çirkin ve zahir nazarla ve yanlış anlayışla eşyayı hikmetsiz zannederek karıştırmış.)
Ona karşı hürmetsizlik, belki edebsizlik etmiş. Çünki o menba-ı hakaik olan Kur’anı, manasız nukuş zannederek, mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir etmiş olduğundan, o Hâkim-i Hakîm dahi onun eserini başına vurdu, (Mana cihetinde kıymetsizlik ile tahkir ettiğimiz eşya başımıza vurulacak.)
huzurundan çıkardı. (Nasıl ki namaz huzura kabulündür, namaz kılmamak huzurdan çıkarılmaktır. Aynen öylede kişi küfür veya fıskla veya gafletle eşyanın manasına intikal etmeyip hakikatını anlamadığından ve hayatına tatbik etmediğinden her mekânda hazır ve nazır olan Allah’ın huzurundan bir cihette çıkarılır.)
Sonra öteki hakperest, müdakkik âlimin eserine baktı gördü ki:
Gayet güzel ve nâfi’ bir tefsir ve
Gayet hakîmane, (Hakîmane: Cenab-ı Hakkın kudsî hikmetlerine muvafık hareket etmek hakîmane bir haldir.)
Mürşidane (Mürşidane: Cenab-ı Hakkın kudsî maksadlarına muvafık nasıl hizmet edileceğini anlamak ve anlatmak)
(İrşad; hakikatları anlayarak ve anlatarak oluyor. Başımızda zahiren bir mürşid yok. Bu usul hem tatbikatı gösteriyor hem de irşad ediyor. Yirmisekizinci Mektubun Üçüncü Risalesinde izah edildiği gibi Sözler bir mürşidden beklenilen neticeyi hakikatı ders vermekle irşad ederek gösteriyor.) bir te’liftir.
“Âferin, bârekâllah” dedi.
İşte hikmet budur ve âlim ve hakîm, bunun sahibine derler. (İlim ve hikmete insan ne kadar mazharsa kıymeti ve derecesi o nisbette artar. Adem AS bu külli hakikatın temsilcisidir. Yirmibeşinci Söz Beşinci Meziyette talimi esma bahsinde izah edilmiş.)
Öteki adam ise, haddinden tecavüz etmiş bir san’atkârdır.
Sonra onun eserine bir mükâfat olarak; herbir harfine mukabil, tükenmez hazinesinden “On altun verilsin” irade etti. (On altın: Kur’anın her harfine lâakal on sevab verildiği gibi Kur’anın her anlaşılan manasının hayata tatbik edilmesinde her bir ameline lâakal on sevab mükafatı vardır. Bu hakikatı hayatına tatbik edemeyip tefekkür eden ise hadis-i şerifin işaretiyle bir sene ibadet sevabına nâil olur.)
Eğer temsili fehmettin ise bak, hakikatın yüzünü de gör:
Amma o müzeyyen Kur’an ise, şu musanna’ kâinattır.
O hâkim ise, Hakîm-i Ezelî’dir.
Ve o iki adam ise, birisi yani ecnebisi; ilm-i felsefe ve hükemasıdır.
Diğeri, Kur’an ve şakirdleridir.
Evet Kur’an-ı Hakîm,
- Şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve
- En belig bir tercümanıdır. (Lisanı hali, lisanı kale çeviren bir tercüman)
Evet o Furkan’dır ki;
- Şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir.
- Hem herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor.
Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise;
- Huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış.
- Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir.
Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder.
(Hadîste var ki: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zalimlerden şekva ediyorlar ki; onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır” derler. Evet bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki; rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor; masum hayvanlar da azab çekerler. Emirdağ Lahikası-1 33
“Ehl-i dalaletin ölmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar.” Ve mefhum-u muhalif ile delalet ediyor ki: “Ehl-i imanın dünyadan gitmesiyle, semavat ve zemin, onların üstünde ağlıyor.” Yani: Ehl-i dalalet, madem semavat ve arzın vazifelerini inkâr ediyor. Manalarını bilmiyor. Onların kıymetlerini iskat ediyor. Sâni’lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakaret, bir adavet ettiğinden elbette semavat ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrin eder, onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhalif ile der: “Semavat ve arz, ehl-i imanın ölmesiyle ağlarlar.” Zira ehl-i iman ise (çünki) semavat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmaya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevaline mahzun oluyorlar. Sözler 638
Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir. Sözler 17
Ehli dalalet; küfründen dolayı edepsizlik ediyor. Ehli iman; gaflet veya ülfetten dolayı yanlış ifadeleri, anlayışları olabiliyor. Bunun için her zaman şuurlu olmamız gerekiyor. Bu şuuru meleke haline getirmek için devamlı okumalıyız ki ne güzelmiş diyelim. Ehli tasavvuf bu vartaya düşmemek için zikir ile meşgul oluyor.)
Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…
İKİNCİ ESAS: Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkıye ve hikmet-i felsefenin verdiği dersin müvazenesi:
(Manayı harfi ile eşyaya bakan Hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine verdiği terbiye-i ahlâkıye ve manayı ismi ile eşyaya bakan felsefenin insanın hayat-ı şahsiyeye verdiği dersin muvazenesidir.)
- (Firavunluk şahsiyeti) Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır.
- (İnadcılık şahsiyeti) Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir.
- (Hodfuruşluk şahsiyeti) Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. (Kuvvetinin yettiği kişilere karşı cebbar iken kuvvetinin yetmediği kişilere karşı kendini beğendirmeye çalışır.)
- (Hodgamlık şahsiyeti) Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti,
- Nefs ve (Birinci gaye nefsi tatmin etmek)
- Batnın ve (İkinci gaye mideyi memnun etmek)
- Fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan (Nefsini esas aldığı halde insanlardan menfaat beklerken kendini öne çıkarmaz umumun menfaati için çalışıyorum derken kendi menfaatini arar) dessas bir hodgâmdır.
Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise;
- (Abdiyet şahsiyeti) bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. (Çünki mahlukat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler. Onyedinci Lem’anın İkinci Noktasında geçmektedir.) Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir. (Cenneti isteyebiliriz ama gayemiz Cennet olmaz gayemiz rıza-ı ilahidir. Evet marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi Cennet’e bile iştiyak geri kalır. Mesnevi-i Nuriye – 104)
- (Mütevazilik şahsiyeti) Hem hakikî tilmizi mütevazidir; selim, (Allah’tan gelen emirleri selâmetle yumuşak huyla dinler itaat eder.) halîmdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez.
- (Fakr ve acz şahsiyeti) Hem fakir ve zaîftir,fakr ve za’fını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir (dünyevi menfaate karşı istiğna gösterir) ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir.
- (Fazilet şahsiyeti) Hem yalnız livechillah, rıza-i İlahîiçin, fazilet için amel eder, çalışır… (Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. “Lillah, livechillah, lieclillah” rızası dairesinde hareket ediniz. Lemalar – 17)
İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.
ÜÇÜNCÜ ESAS: Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:
(Manayı harfi ile eşyaya bakan Hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı içtimaiye-i beşeriyesine verdiği terbiye-i ahlâkıye ve manayı ismi ile eşyaya bakan felsefenin insanın hayat-ı içtimaiye-i beşeriyesine verdiği dersin muvazenesidir.)
Amma hikmet-i felsefe ise,
- Hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder.
- Hedefi, “menfaat” bilir.
- Düstur-u hayatı, “cidal” tanır.
- Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. (Allah namına olmayan bütün bağlara unsuriyet veya menfî milliyet diyebiliriz.)
- Semeratı ise, “hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir.
- Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür.
- Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır.
- Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır.
- Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür…
İşte bu hikmettendir ki,
- Beşerin saadeti selb olmuştur. (Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir.Şualar – 227)
Amma hikmet-i Kur’aniye ise,
- Nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder.
- Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder.
- Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar.
- Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine
(Dini bağlar esas olmakla beraber ikinci derecede bağlar şunlardır;)
- “Rabıta-i dinî
- Ve sınıfî
- Ve vatanî” kabul eder.
- Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder.
- Hakkın şe’ni, ittifaktır.
- Faziletin şe’ni, tesanüddür.
- Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. (En büyük yardım kişinin imanını kurtarmak için koşmaktır.)
- Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır.
- Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.
DÖRDÜNCÜ ESAS: Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:
(Kur’an ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiği için hakikatları azami derecede gösterdiğinden sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara nisbeten daha hikmet-i kudsiyeti ders vermekte daha yüksektir. Kudsiyeti ve azameti kayıtsız olarak hakikatları ihata etmesi cihetinden geliyor.)
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır.
Birisi;
- Âdi bir raiyet ile (Muhatab)
- Cüz’î bir iş için, (Maksad)
- Hususî bir hacete dair, (Makam)
Has bir telefonla konuşmaktır. (İlhamla)
Diğeri;
- Saltanat-ı uzma ünvanıyla (Mütekellim)
- Ve hilafet-i kübra namıyla (Mütekellim)
- Ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle (Mütekellim)
- Evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla (Maksad: “Latif, Kerim, Hakîm, Rahîm” gibi bütün esma-i İlahiye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını ister ve bu maksadını elçiler vasıtasıyla tebliğ eder.)
- Bir elçisiyle (Muhatab: Vahiyle enbiyası ile görüşmesidir.)
- Veya büyük bir memuruyla konuşmaktır (Muhatab: Vahyin vazifesini gören şümullü ilhamlar ile büyük evliyası ile görüşmesidir.)
- Ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir. (Makam)
Şu temsil gibi:
Şu kâinat Hâlıkının (Hâlıkıyet mertebesinde Saltanat sahibi)
Ve Mâlik-ül Mülk Vel Melekût’un (Eşyanın Mülk ve Melekûtu elinde olan Hilafet-i Kübra sahibi)
Ve Hâkim-i Ezel ve Ebed’in (Ezeli ve Ebedi hâkimiyet-i amme sahibi)
iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. (Mütekellim)
Birisi cüz’î ve has, diğeri küllî ve âmm…
İşte Mi’rac, velayet-i Ahmediyenin (A.S.M.) bütün velayatın fevkinde bir külliyet, bir ulviyet suretinde bir tezahürüdür ki; bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudatın Hâlıkı ünvanıyla Cenab-ı Hakk’ın sohbetine ve münacatına müşerrefiyettir. (Makam)
İkinci Temsil:
Bir adam, (Bir adam, tasavvuf mesleğinde gidenlere işarettir.)
Elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. (Elindeki ayna hakikatta kalbdir. Güneş ise Cenab-ı Hakkın isimleri, sıfatları, şuunatları ve zatıdır.)
O âyine miktarınca (Aynanın büyüklüğü düzgünlüğü ve şeffaflığı nisbetinde yani kalbin tasaffisi ve inkişafı nisbetinde demektir.)
Bir ışık (Yani Cenab-ı Hakkın tecellisi demektir.)
Ve yedi rengi câmi’ bir ziya alır. (Yani Cenab-ı Hakkın yedi sıfatı demektir.)
O nisbetle Güneşle münasebettar olur, sohbet eder (Yani esmaya mazhar olur. Esmaya ayinedarlık eder.)
Ve o ışıklı âyineyi, karanlıklı hanesine hanesine (Karanlıklı hane: İnsanın hususi his dünyası yani enfüsi âlemi demektir.) (Enfüsi Risaleler; Mesnevî-i Nuriye, Yirmiüçüncü ve Otuzbirinci Penceredir.)
Veya dam altındaki (Güneşten gizlenen dam altında kalan şeyler; Cenab-ı Hakkın tecelliyatından insanın enfüsi ve afaki âleminde sebebler arkasında gizlediği eşya ve hadisata işarettir.)
Bağına (Yani afaki âlem; hariçte kalan herşey)
Tevcih etse; (Yani kalbini işletip nurlandırdığı nisbette hususi ve harici âlemindeki tecelliyatları görebilise… Yirmiüçüncü Söz Birinci Mebhas Birinci ve İkinci Noktada geçtiği gibi; İnsan, hususi dünyasında ne kadar hakikatlara müteveccih olursa o nispette afaki âlemini nurlandırır.)
Güneşin kıymeti nisbetinde değil, (Yani kâinatta tecelli eden esmalar nisbetinde değil)
Belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.
Diğeri ise, (Zahirden hakikata geçme mesleğinde gidenlerdir.)
Hanesinden (Yani enfüsi his âleminden)
Veya bağının damından (Yani enfüsi ve afaki âlemde hakiki esbab zan olunan bütün mevcudattan)
Geniş pencereler açar. (Yani pencereler risalesi gibi risalelerle hem afaki hem enfüsi âlemde tevhid pencereleri açar. Afaki bir pencereyi kendimize tatbik edersek enfüsi olur.)
Gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle minnetdarane bir sohbet eder. (Cenab-ı Hakla görüşüp konuşmak tecelli eden esmasına ayine olmakla oluyor. Eğer bu cümleyi kendimiz için düşünecek olursak bizim görüşüp konuşmamız Yaver-i Ekremi güzelce dinlemekle iyice kabul edip tam istifade etmekle Padişahın marziyatı dairesinde amel etmekle olur. Sözler 122)
(Akrabiyet-i İlahiyyenin inkişafı ile huzur makamına çıkar.)
Der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdarı olan nazenin güneş! (Azamet ve Kibriyasını ifade eden cümlelerdir.)
Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” (Rahmetin ihatasını ifade eden cümleler)
Halbuki âyine sahibi böyle diyemez. O kayıd altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduddur. O kayda göredir… (Yani kalb arşındaki ehadiyetin tecellisini görmek ise mahduddur, o kayda göredir.)
İşte bu iki temsilin dûrbîniyle Kur’ana bak. Tâ ki i’cazını göresin ve kudsiyetini anlayasın…
Evet Kur’an der ki: “Eğer yerdeki ağaçlar kalem olup, denizler mürekkeb olsa, Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler.” (Kelâm-ı İlahî’nin nihayetsizliği teksir Lem’alarda Yirmi Sekizinci Lem’ada beş cihetle izah edilmiştir. Bunların birincisi Cenab-ı Hakkın Kudretini gösteren ef’ali adedince ayetleri vardır. İkincisi Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Azimüşşan da yaş kuru her şeyin bulunuyor olmasından olmuş olacak eşya ve hadisat adedince ayetleri vardır. Üçüncüsü Kur’anı makam, muhatab, maksad itibariyle farklı farklı anlayan eşhas adedince ayetleri olmasından Kelâm-ı İlahî, nihayetsizdir. Yani Kur’an “Kelâmullah” olması hasebiyle zaman ve mekân itibariyle bütün kâinatla konuşuyor olduğundan her bir mevcutla ayrı bir konuşması vardır. Bu konuşmada her bir esmanın tecellileri adedince olduğundan hadsizdir. Mesela Adl isminin adaletle ölçülü bir surette yaratılan zerreden seyyareye kadar tecellileri vardır. Hakîm isminin hikmet, maslahat ve faideleri gözetilerek yaratılan mevcudat adedince tecellileri vardır. İşte bütün bu hakikatları içinde bulunduran Kur’an-ı Azîmüşşan ihata cihetiyle, bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.)
Şimdi şu nihayetsiz kelimat içinde en büyük makam, Kur’ana verilmesinin sebebi şudur ki:
- Kur’an, ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden gelmiş.
- Hem bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah’ın kelâmıdır.
- Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır.
- Hem Semavat ve Arz’ın Hâlıkı haysiyetiyle bir hitabdır.
- Hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir.
- Hem saltanat-ı âmme-i Sübhaniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir.
- Hem rahmet-i vasia-i muhita noktasında, bir defter-i iltifatat-ı Rahmaniyedir.
- Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. (Şifre: Haşmet ve azameti ifade ediyor. Padişah ordu komutanları ile şifreli konuşur.)
- Hem ism-i a’zamın muhitinden nüzul ile arş-ı a’zamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. (İsm-i a’zam; Zâtına bakıyor, arş-ı a’zam; mahlukata bakıyor.)
İşte bu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı kemal-i liyakatla Kur’ana verilmiş.
Amma sair kelimat-ı İlahiye ise: Bir kısmı,
- Has bir itibar ile
- Ve cüz’î bir ünvan
- Ve hususî bir ismin cüz’î tecellisi ile
- Ve has bir rububiyet ile
- Ve mahsus bir saltanat ile
- Ve hususî bir rahmet ile zahir olan kelâmdır.
Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ
- En cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır.
- Sonra, avam-ı nâsın ilhamatıdır.
- Sonra, avam-ı melaikenin ilhamatıdır.
- Sonra, evliya ilhamatıdır.
- Sonra, melaike-i izam ilhamatıdır.
İşte şu sırdandır ki: Kalbin telefonuyla vasıtasız münacat eden bir veli der:
حَدَّثَنىِ قَلْبىِ عَنْ رَبِّى Yani: “Kalbim benim Rabbimden haber veriyor.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’den haber veriyor.”
Hem der: “Kalbim, Rabbimin âyinesidir, arşıdır.” Demiyor: “Rabb-ül Âlemîn’in arşıdır.” Çünki kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicabların nisbet-i ref’i derecesinde mazhar-ı hitab olabilir.
İşte bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyetiyle çıkan fermanı, âdi bir adamla cüz’î bir mükâlemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise;
Ve gökteki güneşin feyzinden istifade, âyinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve faik ise; Kur’an-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitabların fevkindedir.
Kur’andan sonra ikinci derecede Kütüb-ü Mukaddese ve Suhuf-u Semaviyenin dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır. O sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar. Eğer bütün cin ve insanın Kur’andan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa; yine Kur’anın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez.
Eğer Kur’anın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen:
Âyet-ül Kürsî
Ve âyet-i وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ
Ve âyet-i قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ
Ve âyet-i يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ
Ve âyet-i يَا اَرْضُ ابْلَعِى مَاءَ كِ وَيَا سَمَاءُ اَقْلِعِى
Ve âyet-i تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ
Ve âyet-i مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
Ve âyet-i اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ
Ve âyet-i يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
Ve âyet-i وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
Ve âyet-i لَوْ اَنْزَلْنَا هذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ
gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvî ifadelerine bak…
Hem başlarında اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ veyahut سَبَّحَ ve يُسَبِّحُ bulunan surelerin başlarına dikkat et. Tâ, bu sırr-ı azîmin şuaını göresin.
Hem الم lerin ve الر ların ve حم lerin fatihalarına bak; Kur’anın, Cenab-ı Hakk’ın yanında ehemmiyetini bilesin.
Eğer şu “Dördüncü Esas”ın kıymettar sırrını fehmettin ise;
- Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu
- Ve ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın.
- Hem en büyük bir veli, hiç bir nebinin derecesine yetişmediğinin sırrını anlarsın.
- Hem Kur’anın azametini ve izzet-i kudsiyetini ve ulviyet-i i’cazının sırrını anlarsın.
- Hem Mi’racın sırr-ı lüzumunu, yani tâ Semavata, tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e gidip, اَقْرَبُاِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ olan Zât-ı Zülcelal ile münacat edip, tarfet-ül ayn’da yerine gelmek sırrını anlarsı
Evet şakk-ı kamer, nasılki bir mu’cize-i risaletidir; nübüvvetini cin ve inse gösterdi. Öyle de: Mi’rac dahi, bir mu’cize-i ubudiyetidir; habibiyetini, ervah ve melaikeye gösterdi…
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَى آلِهِ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَبِحُرْمَتِهِ آمِينَ
* * *