Ondördüncü Söz

Ondördüncü Sözün Onüçüncü Sözle arasındaki münasebet;

  • Ondördüncü Sözde ki beş mes’ele ile adiyat perdesini yırtarak göstermesi,
  • Ondördüncü Sözde ki mes’elelerin birbirine münasebettar olması
  • Ondördüncü Sözde beş mes’ele parlak sönük bir hakikat olmayıp mu’cizeliğini kör gözlere de göstermesidir.

Ondördüncü Söz

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

الر ٭ كِتَابٌ اُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ

(Elif. Lâm. Râ. (Bu sana indirilen), hikmet sahibi (ve) her şeyden haberdar olan (Allah)  tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır. Hud Suresi 1. âyet)

[Kur’an-ı Hakîm’in ve Kur’anın müfessir-i hakikîsi olan hadîsin bir kısım yüksek ve ulvî hakaikına çıkmak için teslim ve inkıyadı noksan olan kalblere yardım edecek basamaklar hükmünde o hakikatların bir kısım nazirelerine işaret edeceğiz ve (İbni Cerîr-i Taberî, bütün maânî-i Kur’ân’ı, muan’an senetle müteselsilen menba-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış. Mektubat)

Hâtimesinde bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet beyan edilecek. (Bu sırr-ı inayet Yirmisekizinci Mektubun Yedinci Meselesinde izah edilmiştir. Hakikatlerin temsillerle izah edilmesi bir inayettir.)

O hakikatlardan Haşir ve Kıyametin nazireleri, Onuncu Söz’de, bilhâssa Dokuzuncu Hakikatında zikredildiği için tekrara lüzum yoktur.

(Dokuzuncu Hakikatte Hayy-ı Kayyum isimlerinin haşri ne surette iktiza ettiği ilim, irade ve kudretin nihayetsizliğini gösteren temsillerle isbat edilmiştir. Birinci temsil: kitab temsili; ilim noktasında. İkinci temsil: ordu temsili; irade noktasında.  Üçüncü temsil: taş temsili: kudret ve insanın ehemmiyeti noktasında.)

Yalnız sair hakikatlardan nümune olarak “Beş Mes’ele” zikrederiz.]

 Birincisi:

Meselâ: خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ

Altı günde gökleri ve yerleri yarattık” demek olan; (Altı Cenab-ı Hakk’ın bir mühürdür. Cenab-ı Hakk aynı mührü hem güne, hem seneye, hem ömr-ü beşer, hem ömr-ü âleme basmıştır. Gün; kısım, safha, devir manasındadır. Gün, nisbi bir hakikattır. Arzı, Dünyaya nisbetle bir gün, Güneşe nisbetle otuz gün, Rabb-üş Şi’raya nisbetle bin sene, Şems-üş Şümus’a nisbetle elli bin sene vs…)

Hem belki bin (“Rabb-üş Şi’ra” tabiriyle Kur’an’da namı ilân edilen ve şemsimizden büyük “Şi’ra” namında diğer bir şemsin belki bin seneden ibaret olan gününden,  Barla – 325

Hacc Sûresi 47. Âyet – (Resûlüm!) Onlar senden azabın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah vâdinden asla dönmez. Muhakkak ki, Rabbinin nezdinde bir gün sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.

{Şu halde zaman izafîdir. Özellikle insanlar, zamanın çabuk geçmesini istediklerinde, bir türlü geçmek bilmeyişi bunu gösterir. Kaldı ki, bizim hesaplarımıza göre bin yıl olan zaman parçası, Allah katında bir gün kadar kısadır. Esasen âyetteki “bir gün” de azlıktan kinâyedir. Çünkü Allah için, başı ve sonu belirlenmiş bir zaman parçası değil, sonsuzluk söz konusudur.} Mealli Kuran 337)

Ve elli bin sene (Şems-üş Şümus’un mihveri üstündeki ellibin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır. Barla – 325

Meâric Sûresi 4. Âyet – Melekler ve Rûh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.

{Âyetteki “gün”ün manası için bak. Secde 32/5’in açıklaması.} Mealli Kuran – 567

Secde Sûresi 5. Âyet – Allah, gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra (bütün bu işler) sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine çıkar.

{“Birgün” diye belirtilen zarfın, meâlde verildiği şekilde- sadece ikinci cümleye bağlanması mümkün olduğu gibi, bunun, âyette geçen her iki yüklemle “yönetir” ve “çıkar” fiilleriyle alâkalı olduğu görüşü de vardır.

Bazı müfessirlere göre, Allah’ın katında bir günün insanların saya geldikleriyle ne kadar bir süreye karşılık olduğu, sabit bir husus değildir; nitekim Meâric sûresinde (70/4) bu sürenin elli bin yıl olduğu belirtilmiştir. Bazı müfessirlere göre ise, “bin yıl”, “elli bin yıl” gibi ifadeler kinaye türündendir, yani sürenin uzunluğunu anlatmak içindir.} Mealli Kuran – 414)

gibi uzun zamandan ibaret olan eyyam-ı Kur’aniye ile

İnsan dünyası ve hayvan âlemi altı günde yaşıyacağına işaret eden hakikat-ı ulviyesine kanaat getirmek için,

(Kur’anın 6666 âyet olması, insanın hidayetle yaşayacağına seneye işarettir. Kalan fetret kısmıyla birlikte nev’-i insanın ömrü yedibin küsür sene ediyor. 6 gün * 1000 = 6000 sene yapıyor. Barla Lahikasında kainatın ömrü 126 milyar, nebatatın ömrü 300 bin, hayvanatın ömrü 240 bin, insanların 7000 küsür denmiş. Şöyle ki:

  • Nev’-i insanın ömrü yedibin sene eyyam-ı malûme-i Arziye ile olsa,
  • Küre-i Arz’ın hayata menşe’ olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı Şemsiye ile ikiyüzbin seneden geçer.
  • Ve Şems-üş Şümus’a tâbi’ ve âlem-i bekadan ayrılıp Küremize bakan dünyaların ömrü -Şems-üş Şümus’un işarat-ı Kur’aniye ile her bir günü ellibin sene olmasıyla- yedibin sene o eyyam ile yüz yirmialtı milyar sene yaşarlar. Barla – 326)

Birer gün hükmünde olan

Herbir asırda, (Saati hükmünde olan asırlar)

Herbir senede, (Dakikası hükmünde olan seneler)

Herbir günde (Saniyesi hükmünde olan günler)

Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği

Seyyal âlemleri,

Seyyar kâinatları,

Geçici dünyaları,

nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır.

(Altı mührü safhaların kendi içerisinde de olabilir. Yani gündeki, senedeki, asırdaki ve dehrdeki gibi içiçe çok altılar olabilir. Gün için düşündüğümüzde her bir namaz vaktine bir safha olarak bakabiliriz. Aslında namaz altı vakit olmalı idi. Ancak ümmet buna muvaffak olamayacağı için teheccüd namazı kuvvetli sünnet olarak kalmış. Ancak büyük zatlar farz gibi telakki edip kılmışlar. Hatta eskiden vitir namazı teheccüdden sonra kılınırmış, sonra yatsının sonuna alınmış.. Büyük zatların kıldığı namazın kıymetini, ehemmiyetini anlamak ve nasıl azami bir derecede namaz kılınır manasını derk etmek için saat misaline çok dikkat etmek gerekiyor. En dar dairedeki ibrede durup en geniş dairelerde bulunan ibrelerin gösterdiği tasarrufu, inkılabı, ihsanatı görmek; namazı nurlandırıyor, büyültüyor. Büyük zatların yaptığı budur. O dairelerdeki icraatları düşünüp; hamd, tesbih ve tazim etmişler. O geniş zaman ve mekânlar içinde insan çok küçük, adeta kaybolmuş. Fakat büyük zatların ibadetleri içerisinde o büyük zaman ve mekânlar o kadar küçülmüş ki; adeta kaybolmuş.

  • Fecir zamanı, tulûa kadar, (Alaca karanlıktan aydınlığa kadar olan vakittir. Bu vakit diğer ibrelerdeki karanlıklardan aydınlığa çıkmak noktasındaki tasarrufu, inkılabları ve ihsanatı hatırlatıyor.)
  • Zuhr zamanı ise, (Bu vakitte günün, mevsimin, insanın ve âlemin kemal noktalarını düşünüyoruz. Günün kemali öğle, mevsimin kemali yaz, insanın kemali gençlik ve âlemin kemali insanın hilkatidir. Öğle vaktinde bilhassa  verilen nimetler hatırlanıp hamd edilir.)
  • Asr zamanı ise, (İkindi vakti, eşyanın zevale ve firaka meyilini hatırlıyor. Hadis-i Şerifte Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam “Ben ikindi güneşiyim” demiş. Ayrıca “Benimle kıyamet arasında bir parmak var” demiş.)
  • Mağrib zamanı ise, (Akşam vaktinde ölüm nazara veriliyor. Bütün vefatları hatırlatıyor. Bu yüzden ehl-i dünya akşam vaktini sevmez. Hem Hadiste “Kıyamet akşam vaktinde kopacak” denmiş; Bunun manası irşattır. Her akşam herkes kıyameti düşünecek, tefekkür edecek. Yoksa burada akşam ise başka yerde sabah, başka bir yerde öğle olabilir vehakeza.)
  • İşâ’ vakti ise, (Bu vakit her cihette karanlığı hatırlatır. Hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar eder. Bütün bütün kapanması zıdların birbirinden ayrılması ile olur.)
  • Gece vakti ise, (Bu vakitte cismani vücud noktasında helak manası var.)
  • İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder. Sözler)

Altı mührüyle asr-ı saadetten Kıyamete kadar İslâmiyete hizmet edecek olan devletlere bakacak olursak; Hulefa-i Raşid’in devri Abbasiler devri, Emeviler devri, Selçuklular devri, Osmanlı devri ve Türkiye devri olarak altı kısım olduğu görülecek. Her bir devrin içinde de altı mührü tarih sahifesi incelense görülecektir.)

 İkincisi:

Meselâ: وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

(Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. En’âm : 59)

٭ وَكُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ ٭

(Aslında biz her şeyi apaçık bir ana kitaba kaydetmekteyiz. Yâsîn : 12)

لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

(Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey, O’nun bilgisi dışında kalamaz. Bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.  Sebe’ : 3

Esir maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latif ve eski hükemanın saplandığı heyula fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. Lemalar – 343)

gibi âyetlerin ifade ettikleri ki:

“Bütün eşya, bütün ahvaliyle vücuda gelmeden ve geldikten sonra ve gittikten sonra yazılıdır ve yazılır ve yazılıyor.” demek olan hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için

(Hakikat-ı âliyesine kanaat getirmek için nümunelerini görmek gerektir.)

Nakkaş-ı Zülcelal, rûy-i zeminin sahifesinde, her mevsimde, bahusus baharda değiştirdiği nihayetsiz muntazam mahlukatın

(Her şeyin vücuda gelmeden evvel yazılı olduğuna delil)

  • Fihriste-i vücudlarını,
  • Tarihçe-i hayatlarını,
  • Desatir-i hareketlerini;
  • Çekirdeklerinde,
  • Tohumlarında,
  • Köklerinde manevî bir surette derc ve muhafaza ettiğini

(Herşeyin vücuda geldikten sonra meyvesinde yazıldığına delil semere, tohum ve çekirdeklerdir.)

Ve zevalden sonra semerelerinde aynen kalem-i kaderiyle, manevî bir tarzda basit tohumcuklarında yazdığını,

(Vücudan gittikten sonra yazıldığına delil) 

hattâ her geçici baharda, yaş-kuru ne varsa, mahdud zerrecikler ve kemikler hükmünde olan tohumlarda, ölmüş odunlarda, kemal-i intizam ile muhafaza ettiğini nazar-ı şuhuda gösteriyoruz.

Güya her bir bahar, birtek çiçek gibi, gayet muntazam ve mevzun olarak, zeminin yüzüne bir Cemil ve Celil’in eliyle takılıp koparılıyor; konup kaldırılıyor.

Hakikat böyle iken, beşerin en acib bir dalaleti budur ki: Kader kaleminin sahifesi olan Levh-i Mahfuz’un ( ﻓِﻰ ﻟَﻮْﺡٍ ﻣَﺤْﻔُﻮﻅٍ ﴿٢٢ Kuran-ı Kerim – 590) yalnız bir cilve-i aksi olarak, fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olup, ehl-i gafletin lisanında tabiat denilen bu kitabet-i fıtriyeyi, bu nakş-ı san’atı, bu münfail mistar-ı hikmeti, tabiat-ı müessire diyerek masdar ve fâil telakki etmesidir. (Elhasıl: Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir san’at olabilir, Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kàdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz. Lemalar – 186)

 اَيْنَ الثَّرَا مِنَ الثُّرَيَّا Hakikat nerede? Ehl-i gafletin telakkileri nerede?

(Her zaman Cenab-ı Hakkın murakabesi altında olmak çok büyük bir hakikat. Buna göre hareket etmek insanın ahvalini tanzim ediyor, dikkat veriyor. İstikameti muhafaza ettiriyor. Bu hakikata tam kanaat getirmek, tatmin olmak gerekiyor ki günaha girmeyelim ve gaflete düşmeyelim.

Aslında bu yazılı olma meselesi insan için çok kıymetli bir hakikat ve tevhide dair bir delil olduğu halde, ehli dalalet hata ederek; yazılı olmasını tohuma, çekirdeğe vererek programına icad isnad ediyor, faildir diyor. Hata yapıyor. Hâlbuki fail, masdar değil. Münfail ve mistardır (Mistar, düzgün yazmak için çekilen ip, çizgi demektir.) Yazıyı yazan çizgi veya ip değildir. Öyle de tohum veya çekirdekler çizgi gibidir. Mesela anayasa, kanun bigi. Memleketi yasalar, kanunlar yönetmez…)

Üçüncüsü:

(Herşey Cenab-ı Hakkı tesbih eder; olan büyük hakikata melaike bahsi ile kanaat verdiriyor. Bu hakikatın mülk ve melekut âlemindeki tezahürünü ders vermek için hadis ve âyetin işaret ettiği manaları izah ediyor. Hadis, melekût âlemine âyet ise mülk âlemine bakıyor. Hadisde kâinatın intizamlı ve vüsatli idaresini melaikelerin âlem-i misaldeki vazifeleri ile nazara verilirken Âyette ise kâinatın intizamlı ve vüsatli idaresini âlem-i şehadete bakan yönüyle mevcudattaki nizam ve intizamı ile nazara veriliyor.)

Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki:

(Küre-i hava diyor ki: “Bu hadîs, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Emirdağ Lahikası-2 124)

Zât-ı Zülcelal

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ٭ وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ مَعَهُ ٭ اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ 

gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.

Evet bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi, (Semavat celalli tecelliye mukabil tesbih ederken Küre-i Arz cemalli tecelliye mukabil tahmid vazifesini yerine getirdiği görülür.)

bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek herbir ağacın, herbir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi; zeminin de ve zeminin herbir kıt’asının da ve herbir dağ ve derenin de ve berr ve bahrının da ve göklerin herbir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüzbinler lisanlar bulunan ve her lisanda yüzbin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilân edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.

Evet müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cem’iyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.

(Mesela; göz, kulak, burun, diş gibi azalarının bir araya gelmesiyle oluşan şahs-ı maneviye insan diyoruz. Artık biz Ali’ye, Ahmet’e göz demiyoruz; Ali diyoruz gibi.. Hakeza cemiyet şeklini alan, ittihad eden, imtizaç eden ne varsa…)

İşte bak, misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik Sâni’-i Zülcelal’ine ne kadar belig bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir. (Emr-i Kün feye kün’e malik olması yani Ol deyince Olu vermesi teşbihinin işaret ettiği hakikat; emretme kolaylığında irade ve kudretiyle icad ettiğine işaret içindir. Hem kemal-i imtiyaz ve teşhis ile o kadar sür’at ve vüs’at ve sühulet içinde kemal-i intizam ve mizan ile icad ettiğine işarettir.)

(Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat,  تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ  sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnüma, birer nur-u hakikat-eda; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder. gördüğün gibi; ona müekkel melek dahi, ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir. Sözler – 139)

 Dördüncüsü:

(Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyetine dair olan üç âyet tefsir ediliyor. Bu âyetlerin işaret ettiği hakikatlara kanaat getirmek için güneş misali veriliyor. Bu mes’ele aynı zamanda mi’racın hakikat kısmıdır. Ayrıca burası Onaltıncı Söz’ün ilk üç Şua’ının özetidir. Şöyle ki;

Birinci Şuada Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyetinin Nuraniyeti izah ediliyor.

İkinci Şuada Cenab-ı Hakkın kudsi mahiyetinin Nurani olduğunu kâinattaki icraatları ile delilleri gösteriliyor.

Üçüncü Şuada İki cihette izahat yapılmıştır.

Birinci cihet: Kudsi mahiyette olan Cenab-ı Hakka nisbeten bizim budiyetimiz.

İkinci cihet: Kudsî mahiyette olan Cenab-ı Hakka yakınlaşmak için yapmamız gerekenleri güneş ve kumandan temsili ile izah ediyor.

Dördüncü Şuada ise Cenab-ı Hakka yakınlaşmanın yolu anlatılıyor. Yaklaşmanın müşahhas yolu Sünnet-i Seniyyedir. Yani akrabiyyet-i İlahiyyenin inkişaf ettirilmesi ve Ubudiyyetin mertebe-i külliyesine çıkılması gerektiği izah edilmiştir.  Bu yakınlaşmanın da birinci basamağı sünnet olan cemaatle namaz kılmaktır.)

Meselâ: اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭

Birinci Âyet; Kadir-i Mutlak o derece sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder ki, yalnız sırf bir emir ile icad eder gibi görünüyor, fehmediliyor. (Sadece emir ile yapılıyor değil. Gibi denilmesi bu manayı ifade ediyor. Demek bu ayet müteşabih bir ayettir. Emir ile beraber kudret ve ilmi ile sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder.)

(Ve o derece ona kolay ve rahattır ki: اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا ilh… sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır. Nasılki gayet mahir bir san’atkâr; ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makina gibi işler. Ve o sür’at ve mehareti ifade için denilir ki: O iş ve san’at, ona o kadar müsahhardır ki; güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor; san’atlar vücuda geliyor. Mektubat – 245)

وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ ٭

 وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ ٭

İkinci Âyet; Hem o Sâni’-i Kadîr nihayet derecede masnuata karib olduğu halde, masnuat nihayet derecede ondan baîddir. (Yukarıdaki iki ayet bu manayı ifade ediyor.)

تَعْرُجُ الْمَلٰئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ

فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ

Üçüncü Âyet; Hem nihayetsiz kibriyasıyla beraber, gayet cüz’î ve hakir umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hariç bırakmıyor.

gibi âyetlerin ifade ettikleri hakikat-ı ulviyesine ki,

Birinci Âyet; Kadir-i Mutlak o derece sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder ki, yalnız sırf bir emir ile icad eder gibi görünüyor, fehmediliyor.

İkinci Âyet; Hem o Sâni’-i Kadîr nihayet derecede masnuata karib olduğu halde, masnuat nihayet derecede ondan baîddir.

Üçüncü Âyet; Hem nihayetsiz kibriyasıyla beraber, gayet cüz’î ve hakir umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hariç bırakmıyor.

İşte bu hakikat-ı Kur’aniyenin vücuduna, mevcudatta meşhud sühulet-i mutlak içinde intizam-ı ekmel şehadet ettiği gibi, gelecek temsil dahi, onun sırr-ı hikmetini gösterir.

(Cenab-ı Hakkın masnuata karib olduğuna, sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkettiğine ve cüz’î ve hakir umûru dahi, ehemmiyetle tanzim ve hüsn-ü san’attan hariç bırakmadığına delilimiz mevcudatta meşhud sühulet-i mutlak içinde intizam-ı ekmeldir. Temsildeki sırr-ı hikmette anlatılan hakikat ise Cenab-ı Hakkın mahiyet-i kudsiyesinin Nurani olması ile yukarıda anlatılan icraatları yapabilmesidir.)

Meselâ: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Sâni’-i Zülcelal’in esma-i hüsnasından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin, emr-i Rabbanî ve teshir-i İlahî ile

(Felsefeye temas eden bazı cümleler, “Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılab etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş” gibi tabirler, icad ve hilkat-i İlahî noktasında felsefîdir ki, Risale-i Nur’un san’at ve icad-ı İlahî cihetindeki beyanatına münasib düşmüyor. Emirdağ Lahikası-1 176 )

mazhar olduğu vazifeler, şu hakikatı fehme takrib eder. Şöyle ki:

(Güneş misali ile hem Cenab-ı Hakk’ın hem de mahlûkatın mahiyetine bakıyoruz.)

İkinci Âyet; Güneş ulviyetiyle beraber bütün şeffaf (Şeffaf insana bakıyor.) ve parlak şeylere (Parlak şeyler ise sair mevcudata bakıyor.) nihayet derecede yakın, (Burada aynalar, şeffaf ve parlak olarak ikiye ayrılmış. Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında insanlık âleminde zühre katre reşha olarak üçe ayrılmıştır. (şeffaf: insanlar: reşha), (katarat: zihayat: katre), (parlak: cemadat: zühre). Ayrıca esmaya ayine olan mevcudatı insan, hayvanat, nebatat ve cemadat olarak ta ayırabiliriz.)

belki onların zâtlarından onlara daha yakın olduğu, (Yakınlık Kayyum ismine bakıyor. Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamdediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle onu tesbih ediyoruz. Mesnevi-i Nuriye 124-125 )

cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde; o şeffaf şeyler ise, binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dava edemezler.

Üçüncü Âyet; Hem o Güneş, her şeffaf zerreye, hattâ ziyası nereye girmiş ise orada hazır ve nâzır gibi olduğu, o zerrenin kabiliyet ve rengine göre Güneşin aksi ve bir nevi timsali görünmesiyle anlaşılır.

Hem Güneşin azamet-i nuraniyeti derecesinde ihatası, nüfuzu ziyadeleşir. Nuraniyet azametindendir ki, en küçük ufak şeyler, ondan gizlenip kaçamazlar. Demek azamet-i kibriyası, cüz’î ve ufak şeyleri, nuraniyet sırrıyla harice atmak değil; bilakis daire-i ihatasına alıyor.

Birinci Âyet; Hem güneşi, mazhar olduğu cilvelerde ve vazifelerde farz-ı muhal olarak fâil-i muhtar farzetsek, o derece sühulet ve sür’at ve vüs’at içinde, zerreden katreden deniz yüzünden seyyarata kadar izn-i İlahî ile öyle işliyor ki, şu tasarrufat-ı azîmeyi yalnız bir mahz-ı emir ile yapar, tahayyül edilebilir. Zerre ile seyyare, emrine karşı müsavidirler. Deniz yüzüne verdiği feyzi, zerreye de kabiliyetine göre kemal-i intizam ile verir.

İşte, sema denizinin yüzünde ziyadar bir kabarcık ve Kadîr-i Mutlak’ın Nur isminin cilvesine kesif bir âyinecik olan şu güneşin, bilmüşahede şu hakikatın üç esasının nümunelerine mazhar olduğunu görüyoruz.

Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, “Nur-un Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur” olan Zât-ı Zülcelal,

İkinci Âyet; herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzır ve eşya ondan gayet uzak olduğuna,

Birinci Âyet; hem o derece külfetsiz, mualecesiz, sühuletle işleri yapar ki, yalnız mahz-ı emrin sür’at ve sühuletiyle icad eder gibi anlaşıldığına;

Üçüncü Âyet; hem hiçbir şey, cüz’î-küllî, küçük-büyük, daire-i kudretinden harice çıkmadığına ve kibriyası ihata ettiğine şuhud derecesinde bir yakîn-i imanî ile iman ederiz ve iman etmek gerektir. (Bu hakikatı tam anlamakla Sahabeler gibi Allaha muhatab olabiliriz. Böylelikle her an Allah’ın bizim yanımızda hazır ve nazır olduğunu bilmek, anlamak hakikatlarına kanaatımız gelir.)

 Beşincisi:

 وَمَا قَدَرُوا اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَاْلاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ den tut, tâ

وَاعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ ye kadar.. (İlmi ile insanın aczini bilen Allahın insandan şikayet ediyor olması)

Hem اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ den tut, tâ

يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ e kadar..

Hem خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ dan tut, tâ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ e kadar..

Hem مَا شَاءَ اللّٰهُ لاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّٰهِ den tut, tâ وَمَا تَشَاؤُنَ اِلاَّ اَنْ يَشَاءَ اللّٰهُ ya kadar (Vücuda gelen şeyler için düşünüyoruz. Yani Allah istemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez.)

Hudud-u azamet-i rububiyeti ve kibriya-i uluhiyeti tutmuş olan Ezel ve Ebed Sultanı, (Âyetlerde mukayese var. Şurdan tut buraya kadar gibi… Tut kelimeleri, kudreti ile halk eden Zâtın azametini nazara veriyor, kadar kelimeleri ile ilminin ve iradesinin delillerini nazara verip insanın ahvalini bilen Zâtı tanıttırıyor. Taki böyle bir kudret var fakat insandan haberi var mı, ehemmiyet verir mi? denilmesin.)

Şu âciz ve nihayetsiz zaîf ve nihayetsiz fakir ve nihayetsiz muhtaç ve yalnız cüz’î bir ihtiyar ile icada kabiliyeti olmayan zaîf bir kesb ile mücehhez benî-âdeme karşı

şedid şikayat-ı Kur’aniyesi ve azîm tehdidatı ve müdhiş vaîdleri

  • Ne hikmete binaendir
  • Ve ne vecihle tevfik edilir?.
  • Ne suretle münasib düşer?.

Demek olan derin ve yüksek hakikata kanaat getirmek için şu gelecek iki temsile bak:

(Sual: İki temsil olmasının sebebi nedir? Ve iki temsil arasındaki fark nedir?

Elcevab: Birinci temsil de kâinat bağındaki sair hademelerin netaic-i amellerine halel verildiği için şikâyet edilmiştir. İkinci temsil ise sefine-i Sultaniye de vazifedar bir adamın vazifesini yapmayarak esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine perde çektiği için Ezel ve Ebed Sultanı, o adamdan şedid şikâyette bulunmuştur.)

Birinci Temsil: Meselâ şâhane bir bağ var ki, (Temsildeki bağ kâinata veya küre-i arza işarettir. Şöyle ki; Evet nasılki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı; çiçekler misillü, Fettah ismiyle her birisine münasib bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtaze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizatlı olarak; zemin bahçesinde dörtyüz bin enva’-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtaze vermiş. Şualar – 167) nihayetsiz meyvedar ve çiçekdar masnu’lar içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş.

Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrasındaki deliğin kapağını açmaktır. (Su ise iman nazarı ile kâinata bakılmasına işarettir. Öyle bir su ki iman nuru ile etraf-ı aleme bakıldığında yayılarak bizim bu nazarımızdan hasıl olan feyiz ve nurdan melaikeleri de içerek istifade ediyor.)

Ve şu hizmetkâr ise tenbellik etti, deliğin kapağını açmadı. (Tembelliğimizi hatime de üç sebeple izah ediyor. “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur.” “Ben de herkes gibiyim.” Sözler 170 )

O bağın tekemmülüne halel geldi (Halel getirmek gafil ehl-i imanın nazarına bakıyor.) veyahut kurudu. (Kuruması ise fasık ve kâfirin nazarına bakıyor.) O vakit Hâlık’ın san’at-ı Rabbaniyesinden ve Sultan’ın nezaret-i şahanesinden ve ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendeganesinden başka bütün hademelerin, o sersemden şekvaya hakları vardır. Zira hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi.

İkinci Temsil: Meselâ cesîm bir sefine-i Sultaniyede, (“Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.” Lemalar – 67) âdi bir adam cüz’î vazifesini terketmesiyle, bütün gemideki vazifedarların netaic-i hidematına halel getirdiğinden (halel getiren gafil ehl-i imanın nazarına bakıyor) ve bazı da mahvettiğinden, (mahvetmesi ise fasık ve kâfirin nazarına bakıyor) bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedid şikayet eder. (Şikâyet eden gemi sahibi)

Kusur sahibi ise, diyemez ki: “Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstehak değildim.”

Çünki tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder. Fakat vücud kendine göre semere verir.

Çünki bir şeyin vücudu, bütün şerait ve esbabın vücuduna mütevakkıf olduğu halde; o şeyin ademi, intifası, tek bir şartın intifasıyla ve tek bir cüz’ün ademiyle netice itibariyle mün’adim olur. Bundandır ki: “Tahrib, tamirden pek çok defa eshel olduğu” bir düstur-u mütearife hükmüne geçmiştir.

Madem küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatta intifadır, ademdir.

Öyle ise cinayet-i sâriyedir.

(İkinci temsil:) Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi

(Birinci temsil:)  esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine perde çeker.

(Suret-i zahiriyenin müsbet ve vücudlu görünmesini amel ve itikad noktasında iki farklı misal ile açıklayabiliriz. Ameli olarak hırsızın kolunu kesmemek zahiren müsbet ve vücudi gibi görünürken hırsızlığın ve hısızların artmasından dolayı hakikatta intifadır, ademdir. İtikad noktasında ise rızık endişesi ile rızkı temin etmeye çalışmak zahiren müsbet ve vücudi gibi görünürken namazın terk edilmesinden hakikatta intifadır, ademdir.

(Bir şeyin vücudu, bütün ecza ve şeraitinin vücuduna tevakkuf eder. Öyle ise vücudun semeresi, bütün esbab-ı vücuda verilir. Kâr ise, vücudun semeresidir. Hasaret ise, ademin semeresidir. Halbuki bir şeyin ademi, bir cüz’-i vâhidin ademiyle veya bir şartın fıkdanıyla oluyor. Öyle ise ademin semeresi, in’idamın sebebine verilecektir. Nurun İlk Kapısı – 44)

İşte bu hadsiz şikâyete hakları olan mevcudat namına o mevcudatın sultanı, şu âsi beşerden azîm şikayet eder ve etmesi, ayn-ı hikmettir ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaîdlere, bilâşübhe sezâdır.

* * *

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir