Âyet-ül Kübra Risalesinin Risalet-i Ahmediyeden bahseden Onaltıncı Mertebesi
(Makam münasebetiyle buraya ilhak edilmiştir.)
Sonra o dünya seyyahı, kendi aklına dedi ki: Madem bu kâinatın mevcudatıyla Mâlikimi ve Hâlıkımı arıyorum. Elbette her şeyden evvel
(Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vasıfları;)
- Bu mevcudatın en meşhuru
(Maddi ve manevi âlemlerde en ziyade tanındığına misaller;
Taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut tâ Ay’dan, Güneş’ten, yıldızlara kadar her taife, kendi lisan-ı mahsusuyla ve ellerinde birer mu’cizesini taşımasıyla, onun nübüvvetini alkışlamış ve hoş-âmedî demiş. Mektubat 91
Ve hakaik-i imaniye ve Kur’aniye ve hâdisat-ı Muhammediye (A.S.M.) ise, ne kadar cüz’î de olsa, en büyük, en küllî bir hâdise-i mühimme hükmünde en küllî bir daire olan Arş-ı A’zam’da ve daire-i semavatta -temsilde hata olmasın- mukadderat-ı kâinatın manevî ceridelerinde neşrolunuyor gibi her köşede medar-ı bahsoluyor. Lem’alar 283)
- Ve a’dasının tasdikiyle dahi en mükemmeli (“Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin.” Mektubat 214)
- Ve en büyük kumandanı (Askerlerinin çokluğu, kumandanlığının müddeti ve itaat edenlerin itaat etme keyfiyeti ile kumandanlığının büyüklüğü anlaşılıyor. Binüçyüz elli sene saltanat süren ve saltanatı devam eden ve ekser zamanda üçyüzelli milyondan ziyade raiyeti bulunan ve her gün bütün raiyeti onunla tecdid-i biat eden ve onun kemalâtına şehadet eden ve kemal-i itaatle evamirine inkıyad eden ve Arzın nısfı ve nev’-i beşerin humsu o zâtın sıbgı ile sıbgalansa, yani manevî rengiyle renklense ve o zât onların mahbub-u kulûbu ve mürebbi-i ervahı olsa; elbette o zât, şu kâinatta tasarruf eden Rabb’in en büyük abdidir. Sözler 69)
- Ve en namdar hâkimi (Hâkimiyeti iki kısımdır biri maddi diğeri manevi; Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî manevî hâkimiyetini gösterdiği gibi bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerinde manevî hâkimiyetini gösterir. İşarat-ül İ’caz 109)
- Ve sözce en yükseği (Sözlerinin kâinattaki cerh edilmez hakikatlara dayanıyor olmasından dolayı sözce en yüksektir.)
- Ve akılca en parlağı (Bütün akılları doyuracak bir surette söz söylemesi akılca en parlak olduğuna bir delildir. Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki: Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar. İşarat-ül İ’caz 33)
- Ve ondört asrı faziletiyle ve Kur’anıyla ışıklandıran
Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı ziyaret etmek ve aradığımı ondan sormak için Asr-ı Saadete gitmeliyiz diyerek, aklıyla beraber o asra girdi. (Hakikatın anlaşıldığı bir asır olmasından dolayı asr-ı saadet denilmiştir.)
Gördü ki: O asır, hakikaten o zât ile, bir saadet-i beşeriye asrı olmuş. Çünki en bedevi ve en ümmi bir kavmi, getirdiği nur vasıtasıyla, kısa bir zamanda dünyaya üstad ve hâkim eylemiş.
Hem kendi aklına dedi: “Biz, en evvel bu fevkalâde zâtın bir derece kıymetini ve sözlerinin hakkaniyetini ve ihbaratının doğruluğunu bilmeliyiz, sonra Hâlıkımızı ondan sormalıyız.” diyerek taharriye başladı. Bulduğu hadsiz kat’î delillerden burada yalnız dokuz küllîlerine birer kısa işaret edilecek.
Birincisi: Bu zâtta -hattâ düşmanlarının tasdikiyle dahi-
- Bütün güzel huyların ve hasletlerin bulunması,
(Zat-ı Ahmediyyenin (ASM) Ahlâk-ı âliyesi ve yüksek huyları yedi tanedir.
- Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammed-ül Emin ile lakablandırmışlardır.
- (Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede bulunmasıdır. Sözler 576 )
- Fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük gibi değildir.
- Ciddiyet ile sıdktır.
- Mütenasib olan eşya arasında meyl ve cezbevardır. (Yani, güzel ahlak güzel ahlakları cezb eder, çirkin ahlakları red eder.)
- Cemaatte olan kuvvet, ferdde yoktur. (Yani, güzel ahlakların çokluğundaki kuvvet, tekbir güzel ahlak sahibinde yoktur.)
- Birbirine zıt olan güzel ahlaklarında en mükemmel bir surette bulunmasıdır.)
- وَانْشَقَّ الْقَمَرُ ٭ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلكِنَّ اللّهَ رَمَى âyetlerinin sarahatıyla, bir parmağının işaretiyle Kamer iki parça olması
- Ve bir avucu ile, a’dasının ordusuna attığı az bir toprak, umum o ordunun gözlerine girmesiyle kaçmaları
- Ve susuz kalmış kendi ordusuna, beş parmağından akan kevser gibi suyu kifayet derecesinde içirmesi gibi;
nass-ı kat’î ile ve bir kısmı tevatür ile, yüzer mu’cizatın onun elinde zahir olmasıdır.
(Kesretli, keyfiyetli ve her nevde mu’cize göstermiş olması Peygamberimizin ASM diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu gösterir.)
Bu mu’cizatın üçyüzden ziyade bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) namındaki hârika ve kerametli bir risalede kat’î delilleriyle beraber beyan edildiğinden, onları ona havale ederek dedi ki:
Bu kadar ahlâk-ı hasene ve kemalâtla beraber, bu kadar mu’cizat-ı bahiresi bulunan bir zât, elbette en doğru sözlüdür. Ahlâksızların işi olan hileye, yalana, yanlışa tenezzül etmesi kabil değil. (Mu’cizeleri iki kısımdır. Mu’cizat-ı bahire hissi olan mucizlerdir. Hissedilebilen görülen mu’cizeler; şakk-ı kamer veya on parmağından su akması gibi.. Mucizatı zahire; kudret mucizesi olan eşyanın hakikatının ne olduğu onların dersleri ile anlaşılması, beşerin tüm akılları toplansa eşyanın hakikatına ulaşmakta aciz kalmaları sonucu görünen mu’cizelerdir.)
İkincisi: Elinde bu kâinat sahibinin bir fermanı bulunduğu
- Ve o fermanı, her asırda üçyüz milyondan ziyade insanların onu kabul ve tasdik ettikleri
- Ve o ferman olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın yedi vecihle hârika olmasıdır.
- Ve bu Kur’anın, kırk vecihle mu’cize olduğunu ve kâinat Hâlıkının sözü bulunduğunu kuvvetli delilleriyle beraber, “Yirmibeşinci Söz – Mu’cizat-ı Kur’aniye” namında ve Risale-i Nur’un bir güneşi olan meşhur bir risalede tafsilen beyan edilmesinden; (Güneş hem kendini hemde eşyayı gösterdiği gibi Yirmibeşinci Söz de güneş gibi hem kendindeki Kur’ani hakikatları gösteriyor hemde Risale-i Nurdaki Kur’ani hakikatları görmenin usulünü ders veriyor.)
Onu, ona havale ederek dedi: Böyle ayn-ı hak ve hakikat bir fermanın tercümanı ve tebliğ edicisi bir zâtta (A.S.M.) fermana cinayet ve ferman sahibine hıyanet hükmünde olan yalan olamaz ve bulunamaz! (Kur’anın ders verdiği hakikatları yaşayarak lisan-ı hali ile tercüme eden Zâtın ASM risaletinin hakkaniyetine Kur’an delil olmuştur.)
Üçüncüsü: O zât (A.S.M.) öyle
- Bir şeriat, (Dininde Kur’an vasıtasıyla getirdiği ahkâm.)
- Bir İslâmiyet, (Dinin ahkâmını bizzat yaşayarak efalinde akvalinde ve ahvalinde göstermesi.)
- Bir ubudiyet,
- Bir dua,
- Bir davet,
- Bir iman ile meydana çıkmış ki,
Onların ne misli var ne de olur. Ve onlardan daha mükemmel ne bulunmuş ve ne de bulunur. Çünki
1- Ümmi bir zâtta zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu,
- Âdilane (Adaletle hakkı hayatını vererek idare etmesi; Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men’etse; nasıl benî âdem’in hukukunu ihmal eder. Münazarat 30)
- Hakkaniyet üzere, (Hakkaniyet üzerine idare edilmesi, Kur’anda geçen hakikatların kâinatla münasebettar olduğuna işarettir. Ahkâm-ı Kur’aniye ne derece kâinatla alâkadar ve kâinat içine kök salmış ve sarmış bulunduğunu ve o hakaikı bozmak, kâinatı bozmak ve suretini değiştirmek gibi mümkün olmadığını bil!. Lem’alar 310 Hakkaniyet üzere idare edildiğinin tafsilli izahatı Otuzuncu Lem’ada yapılmıştır.)
- Müdakkikane, (Fıtratlar ve vazifeler nazara alınarak müdakkikane hükümler konulmasıdır. Kıza ve anneye miras verilmesi, faizin kaldırılması gibi)
- Hadsiz kanunlarıyla (Devamlı olarak hükümlerinin yenilenmesi ile her zamana bakmasından dolayı kanunları hadsizdir.)
idare etmesi emsal kabul etmez.
2- Hem ümmi bir zâtın, ef’al ve akval ve ahvalinden (Sahabelerin yaptığı bir davranışı güzel görüp sükut ile kabul etmesi haline ahval denir.) çıkan İslâmiyet;
- Her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii
- Ve akıllarının muallimi ve mürşidi (Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “aklımız bize yeter” deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. Sözler 386
Akıl her şeyin hakikatını merak ediyor, öğrenmek istiyor fakat tek başına hiçbir şeyin hakikatını anlayamadığından bir muallim ve mürşide muhtaçtır.)
- Ve kalblerinin münevviri ve musaffisi (Kalbin içinde çok hissiyatları var; inad, merak, şefkat, muhabbet, endişe ve sair hisler gibi.. Bütün hissiyatları hakiki mecralarına istikametli bir şekilde sevk ederek nurlandırması ve hissiyatların hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarf ettirerek tasaffi ettirmesi)
- Ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi (Nefsin hastalıklarından kurtulmanın yolunu göstermesi)
- Ve ruhlarının medar-ı inkişafatı ve maden-i terakkiyatı (Ruhları Cenab-ı Hak bir tarla hükmünde yaratmış. Ruhun içerisine istidat tohumlarını ekmiş. Peygamberimiz ASM ise istidatların inkişafına vesile olmuştur.)
olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış.
3- Hem dininde bulunan bütün ibadatın
- Bütün enva’ında en ileri olması.. (Allah’ın ve ibadın hukukuna riayet etmekte en ileri olması)
- Ve herkesten ziyade takvada bulunması.. (Emr-i İlahiyeyi yerine getirmekte en ileri olduğu gibi Nehy-i İlahiyeden çekinmekte de en ileri olması)
- Ve Allah’tan korkması.. (Allahtan en çok korkan Allah’ı en çok tanıyandır.)
- Ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraatı.. (Âlem-i İslâmiyetin en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için, düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silâhını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rek’at sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm bir hadîs-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Emirdağ Lahikası-2 246)
- Ve hiç kimseyi taklid etmeyerek tam manasıyla mübtediyane, fakat mükemmel olarak ibtida ve intihayı birleştirerek yapması,
Elbette misli görülmez ve görülmemiş.
4- Hem binler dua ve münacatlarından yalnız Cevşen-ül Kebir ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velayet, telahuk-u efkâr ile beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsife yetişememeleri gösteriyor ki, duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münacat’ın başında, Cevşen-ül Kebir’in doksandokuz fıkrasından bir fıkranın kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.
(Meselâ: Kur’anın hakikî ve tam bir nevi münacatı ve Kur’andan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşen-ül Kebir namındaki münacat-ı Peygamberîde yüz defa
سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ خَلِّصْنَا وَ اَجِرْنَا وَ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ
cümlesinin tekrarında
- Tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat
- Ve tesbih ve takdis gibi, mahlukatın rububiyete karşı üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli vazifesi
- Ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev’-i insanın en dehşetli mes’elesi (Başta Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve umum peygamberler ve ehl-i hakikatın, vahy ve şuhuda binaen onlarca kat’iyyet kesbeden Cehennem’den bizi hıfzeyle demeleri gösteriyor ki; nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır. Şualar 232)
- Ve ubudiyet ve acz-i beşerînin en lüzumlu neticesi (Mahiyetini anlamakla ubudiyet etmesi cihetiyle) bulunması cihetiyle binler defa tekrar edilse yine azdır. Şualar 246)
(Münacat Risalesinde önce kâinattaki teshir hakikatı gösterilmiş sonrasında herşeyi teshir eden Zattan istenilmiştir. Cevşende de önce Cenab-ı Hakk, isim ve unvanları ile tanıtılmış sonrasında dünyevi ve uhrevi azablardan kurtulmak için aman istenilmiştir. Kur’an, arş-ı a’zamdan, ism-i a’zamdan, her ismin mertebe-i a’zamından geldiği için dua makamında Cenab-ı Hakk’dan bu esmalarla istenilmiştir.)
5- Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; (Öne çıkan üç vasfı vardır.)
- Büyük devletler, (maddeten korkutur.) büyük dinler, (manen korkutur.) hattâ kavim ve kabîlesi ve amucası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre miktar bir eser-i tereddüd, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi
- Ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması
- Ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi
isbat eder ki; tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz.
6- Hem imanda öyle
- Fevkalâde bir kuvvet (İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. Sözler 314)
- Ve hârika bir yakîn
- Ve mu’cizane bir inkişaf (Miraç, imanının mu’cizane inkişafını gösterir.)
- Ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki; (Herşeyi Allah’a veren bir itikad ile sebeblere hiç takılmamıştır. Üstadımızın manevi terakkiyatında önce toprak, sonra hava en sonunda nur sahifesinde ki tevhid delillerini görmüş ve göstermiştir.)
(İmanının emsalsiz olduğunu gösteren iki külli delil vardır.)
- O zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za’f, hiçbir vesvese vermemesi..
- Ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta Sahabeler, bütün ehl-i velayet her vakit onun mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları bilbedahe gösterir ki, imanı dahi emsalsizdir.
İşte böyle
- Emsalsiz bir şeriat
- Ve misilsiz bir İslâmiyet
- Ve hârika bir ubudiyet
- Ve fevkalâde bir dua
- Ve cihanpesendane bir davet
- Ve mu’cizane bir iman sahibinde,
Elbette hiçbir cihetle yalan olamaz ve aldatmaz diye anladı ve aklı dahi tasdik etti.
(O zât (A.S.M.), öyle bir şeriat ve bir İslâmiyet ve bir ubudiyet ve bir dua ve bir davet ve bir iman ile meydana çıkmış ki, bu altı hakikat Risaletinin hakkaniyetine delildir.)
Dördüncüsü: Enbiyaların icmaı (keyfiyeti) nasılki vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeye gayet kuvvetli bir delildir. Öyle de bu zâtın doğruluğuna ve risaletine gayet sağlam bir şehadettir. Çünki Enbiya Aleyhimüsselâm’ın doğruluklarına ve peygamber olmalarına medar olan ne kadar (Peygamberlerin vasıfları)
- Kudsî sıfatlar, (Şefkat etmek, şahsi menfaatlerini terk etmek, Habib-i Neccarın gümüş hükmünde olan sizden bir ücret istemeyenlere tabi olun sözü Kur’anın lisanına girdikten sonra altın oluyor.)
- Mu’cizeler (Ehl-i tahkik yanında bine baliğ olan mu’cizat-ı Ahmediyedir (A.S.M.) Sözler – 289)
- Ve vazifeler (Dokuz tane nübüvvet vazifesi vardır.
- Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin? (Eşyanın üzerindeki güzelliği göstermek)
- Hem mümkün olur mu ki; gayet cemalde bir kemal-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celbeden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdaniyet ve samedaniyetini, (İhtiyaçları yerine getirerek birliğini göstermek) zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin! Yani o zât, ubudiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlahiye elçisi olduğu gibi (Mahlûkatın ibadetlerini görüp kendi ibadetini onlara ilave edip takdim etmek), kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlahînin kesret tabakatına memurudur.
- Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlukatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir. (Kendisinin üzerinde görünen cemalleri göstermek)
- Hem hiç mümkün olur mu ki; acib mu’cizelerle, garib ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemalâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?
- Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin.
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bu kâinatın sahibi, şu kâinatın tahavvülatındaki maksad ve gaye ne olacağını, müş’ir-i tılsım-ı muğlakını, hem mevcudatın
Nereden? (Tevhid 24. Mektub)
Nereye? (Âhiret 29. Söz)
Necisin? (Adalet ve ubudiyet 30. Söz zerre risalesi)
Reisiniz kimdir? (Risalet ….) üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın!
- Hem hiç mümkün olur mu ki; bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni’-i Zülcelal; onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin! (30. Lema’da esmalar adedince Cenab-ı Hakkı memnun eden ameller gösteriliyor. Temizlik adalet hikmet amelleri, Kuddüs, Adl, Hakîm isimlerine bakıyor.)
- Hem hiç mümkün olur mu ki; nev’-i insanı, şuurca kesrete mübtela, istidadca ubudiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin!
Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir bürhan-ı kat’îdir ki: Uluhiyet, risaletsiz olamaz…)
varsa; o zâtta en ileride olduğu tarihçe musaddaktır. Demek
- Onlar nasılki lisan-ı kal ile Tevrat, İncil ve Zebur ve Suhuflarında bu zâtın geleceğini haber verip insanlara beşaret vermişler ki; Kütüb-ü Mukaddese’nin o beşaretli işaratından yirmiden fazla ve pek zahir bir kısmı, Ondokuzuncu Mektub’da güzelce beyan ve isbat edilmiş.
- Öyle de lisan-ı halleriyle, yani nübüvvetleriyle ve mu’cizeleriyle; kendi mesleklerinde ve vazifelerinde en ileri, en mükemmel olan bu zâtı tasdik edip, davasını imza ediyorlar.
Ve lisan-ı kal ve icma’ ile vahdaniyete delalet ettikleri gibi, lisan-ı hal ve ittifakla bu zâtın sadıkıyetine şehadet ediyorlar, diye anladı.
Beşincisi: (Evliyanın keşifleriyle ve kerametleriyle ve müşahedeleriyle üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icma’ ve ittifak ile şehadet etmeleridir.) Bu zâtın düsturlarıyla ve terbiyeti ve tebaiyetiyle ve arkasında gitmeleriyle hakka, hakikata, kemalâta, keramata, keşfiyata, müşahedata yetişen binler evliya vahdaniyete delalet ettikleri gibi; üstadları olan bu zâtın sadıkıyetine ve risaletine icma’ ve ittifak ile şehadet ediyorlar. (Velayetin iki esası vardır. Biri cüziyetten külliyete çıkmak yani hakikatın envaına mazhar olmak diğeri zılliyetten asliyete geçmek yani hakikatın mertebelerini kat etmektir. Onaltıncı Söz Üçüncü Şuadaki Güneş temsili ile bütün ayinlerde tecelli eden esmaya yakınlaşmaya yani cüziyetten külliyeye çıkmaya işaret edilmiştir.
Kumandan temsilinde ise bütün ayinlerde tecelli eden bir esmaya yakınlaşmaya yani zılliyetten asliyete geçmeye işaret edilmiştir..
Yetmişbin perdeden geçmek ise cüziyetten külliyeye çıkmak ve zılliyetten asliyete geçmek demektir.
Cezb ve lütuf ise huzuruna kabul edilmektir. Velayet Kübra mesleği ile şarii düşünerek her an huzurunda olduğunu düşünmek Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın eliyle bize cezb ve lütuf olarak ders verilmiştir.)
Ve âlem-i gaybdan verdiği haberlerin (Âlem-i gayb; hakaik, zaman ve mekân itibari ile üç kısımdır. Hakaik de üçe ayrılır. Hakaik-i İlahiyye, hakaik-i kevniye ve hakaik-i uhreviyedir. Zaman itibari ile gayb iki kısımdır. Biri istikbal diğeri mazidir. Mekân itibari ile dört kısımdır. Âlem-i mana ve âlem-i misal, âlem-i berzah ve ervahtır)
- Bir kısmını nur-u velayetle müşahede etmeleri ve
- Umumunu nur-u imanla ya ilmelyakîn veya aynelyakîn veya hakkalyakîn suretinde itikad ve tasdik etmeleri, üstadları olan bu zâtın derece-i hakkaniyet ve sadıkıyetini güneş gibi gösterdiğini gördü.
Altıncısı: (Asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minînin, tedkikleri ve tahkikleri neticesinde Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetine tasdikleridir.)
Bu zâtın ümmiliğiyle beraber
- Getirdiği hakaik-i kudsiye
- Ve ihtira’ ettiği ulûm-u âliye
- Ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle,
Mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar
- Asfiya-i müdakkikîn ve (Asfiya; âlem-i gaybda gördüğü hakikatların âlem-i şehadetteki yerini tayin ve tabir ettiklerinden gördükleri doğru, safi ve ihatalıdır.)
- Sıddıkîn-i muhakkikîn ve (Ders verilen hakikatların doğru olduğunu delilleri ile görüp gösteren zâtlardır.)
- Dâhî hükema-i mü’minîn, (Dinin hükümlerini kıl kadar şüphe kalmayacak derecede bütün ihtimal ve imkân yollarını düşünüp öylece tasdik eden zatlardır.)
bu zâtın üss-ül esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bil-ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı a’zamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ: Risale-i Nur yüz parçasıyla, sadakatının bir tek bürhanıdır.
Yedincisi: (Âl ve Ashabın taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetine tasdikleridir.) Âl ve Ashab namında nev’-i beşerin Enbiyadan sonra feraset (feraset; tecrübeye dayalı zekâ) ve dirayet ve kemalâtla en meşhur, en muhterem, en namdarı, en dindar, en keskin nazarlı taife-i azîmesi; kemal-i merak ile ve gayet dikkat ve nihayet ciddiyetle, bu zâtın bütün gizli ve aşikâr hallerini ve fikirlerini ve vaziyetlerini taharri ve teftiş ve tedkik etmeleri neticesinde, bu zâtın dünyada en sadık ve en yüksek ve en haklı ve hakikatlı olduğuna ittifakla, icma’ ile sarsılmaz tasdikleri ve kuvvetli imanları, Güneş’in ziyasına delalet eden gündüz gibi bir delildir, diye anladı.
Sekizincisi: (Kâinatın bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi yaratılmasındaki makasıd-ı İlahiyeyi bildiren Peygamberin ASM sıdk ve hakkaniyetine kâinatın tasdikidir.)
Bu kâinat nasılki kendini icad ve idare ve tertib eden ve tasvir ve takdir ve tedbir ile bir saray gibi, bir kitab gibi, bir sergi gibi, bir temaşagâh gibi tasarruf eden Sâni’ine ve kâtibine ve nakkaşına delalet eder.
Öyle de; kâinatın
- Hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek
- Ve tahavvülâtındaki Rabbanî hikmetleri talim edecek
- Ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek
- Ve mahiyetindeki kıymetini ilân edecek
- Ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilân edecek
- Ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek
(Hakaik-i İlahiyye 1,2 – Hakaik-i uhreviye 3 – Hakaik-i kevniye 4,5,6)
- Bir yüksek dellâl,
- Bir doğru keşşaf,
- Bir muhakkik üstad ve (Evet haşir gibi, en acib ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mes’ele, ancak ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır. Şualar 220)
- Bir sadık muallim
(Şu kâinat Sâni’inin makasıdını en mükemmel bir surette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammasını açan ve rububiyetin mehasin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Sözler 568)
İstediği ve iktiza ettiği ve her halde bulunmasına delalet ettiği cihetle,
Elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.
Dokuzuncusu: (Kudsi maksadlarına tam hizmet ederek hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakıyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan Muhammed-i Kureyşînin (A.S.M.) sıdk ve hakkaniyetine Cenab-ı Hakkın tasdikidir.)
Madem
- Bu san’atlı ve hikmetli masnuatıyla kendi hünerlerini ve san’atkârlığının kemalâtını teşhir etmek..
- Ve bu süslü ve zînetli nihayetsiz mahlukatıyla kendini tanıttırmak ve sevdirmek..
- Ve bu lezzetli ve kıymetli hesabsız nimetleriyle kendine teşekkür ve hamd ettirmek..
- Ve bu şefkatli ve himayetli umumî terbiye ve iaşe ile, hattâ ağızların en ince zevklerini ve iştihaların her nev’ini tatmin edecek bir surette ihzar edilen Rabbanî it’amlar ve ziyafetlerle, kendi rububiyetine karşı minnetdarane, müteşekkirane ve perestişkârane ibadet ettirmek..
- Ve mevsimlerin tebdili ve gece ve gündüzün tahvili ve ihtilafı gibi, azametli ve haşmetli tasarrufat ve icraat ve dehşetli ve hikmetli faaliyet ve Hallakıyet ile, kendi uluhiyetini izhar ederek, o uluhiyete karşı iman ve teslim ve inkıyad ve itaat ettirmek..
- Ve her vakit iyiliği ve iyileri himaye ve fenalığı ve fenaları izale ve semavî tokatlarla zalimleri ve yalancıları imha etmek cihetiyle,
Hakkaniyet ve adaletini göstermek isteyen perde arkasında birisi var.
(Daire-i Rububiyet 1,2,3 – Daire-i Ubudiyet 4,5 – Netice cümlesi 6)
Elbette ve her halde o gaybî zâtın yanında en sevgili mahluku ve en doğru abdi; onun mezkûr maksadlarına tam hizmet ederek, hilkat-i kâinatın tılsımını ve muammasını hall ve keşfeden ve daima o Hâlıkının namına hareket eden ve ondan istimdad eden ve muvaffakıyet isteyen ve onun tarafından imdada ve tevfike mazhar olan Muhammed-i Kureyşî (A.S.M.) denilen bu zât olacak!..
Hem aklına dedi: Madem bu mezkûr dokuz hakikatlar bu zâtın sıdkına şehadet ederler; elbette bu âdem, Benî-Âdem’in medar-ı şerefi ve bu âlemin medar-ı iftiharıdır. Ve ona Fahr-i Âlem ve Şeref-i Benî-Âdem denilmesi pek lâyıktır. Ve onun elinde bulunan ferman-ı Rahmanî olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın haşmet-i saltanat-ı maneviyesinin nısf-ı Arzı istilâsı ve şahsî kemalâtı ve yüksek hasletleri gösteriyor ki; bu âlemde en mühim zât budur, Hâlıkımız hakkında en mühim söz onundur.
İşte gel bak: Bu hârika zâtın yüzer zahir (Cenab-ı Hakkın kâinatta yarattığı kudret mucizelerini ders vermesine zahir mu’cize deniliyor.) ve bahir (Hissi olan mucizelere bahir mu’cize deniliyor.) kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslı hakikatlarına istinaden bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir. Demek Bu kâinatın bir manevî güneşi (getirdiği nur vasıtasıyla kâinatın hakaikını göstermiş.) ve Hâlıkımızın en parlak bürhanı, (Güneşler güneşi) bu Habibullah denilen zâttır ki; onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden, aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma’ var: (Bu üç büyük icma’ Altı ve Yedinci hakikatların geniş izahıdır. Veya mezkûr dokuz hakikatlar Habibullah’ın sıdkına şehadet ettiği gibi bu üç büyük icma’da Habibullah’ın vahdaniyete şehadetini teyid ve tasdik ediyor.)
Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek” diyen İmam-ı Ali (R.A.) ve yerde iken Arş-ı A’zam’ı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (K.S.) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-ı nuraniyenin icma’ ile tasdikleridir.
(Hakikat-ı Muhammediyye ASM tam mukabil gelen A’li beyt ve onun mümessili olan Hazret-i Ali’nin RA vasıfları şunlardır.
- Perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek bir cemaat
- Yerde iken Arş-ı A’zam’ı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden bir cemaat
- Keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan bir cemaat)
İkincisi: Bedevi bir kavim ve ümmi bir muhitte, hayat-ı içtimaiyeden ve efkâr-ı siyasiyeden hâlî ve kitabsız ve fetret asrının karanlıklarında bulunan ve pek az bir zamanda en medenî ve malûmatlı ve hayat-ı içtimaiyede ve siyasiyede en ileri olan milletlere ve hükûmetlere üstad ve rehber ve diplomat ve hâkim-i âdil olarak, şarktan garba kadar cihanpesendane idare eden ve Sahabe namıyla dünyada namdar olan cemaat-ı meşhurenin ittifak ile; can ve mallarını, peder ve aşiretlerini feda ettiren bir kuvvetli iman ile tasdikleridir.
Üçüncüsü: Her asırda binlerle efradı bulunan ve her fende dâhiyane ileri giden ve muhtelif mesleklerde çalışan ve ümmetinde yetişen hadsiz muhakkik ve mütebahhir ülemasının cemaat-ı uzmasının tevafuk ile ve ilmelyakîn derecesinde tasdikleridir.
Demek bu zâtın vahdaniyete şehadeti şahsî ve cüz’î değil, belki umumî ve küllî ve sarsılmaz ve bütün şeytanlar toplansa karşısına hiçbir cihetle çıkamaz bir şehadettir diye hükmetti.
İşte Asr-ı Saadette aklıyla beraber seyahat eden dünya misafiri ve hayat yolcusunun, o medrese-i nuraniyeden aldığı derse kısa bir işaret olarak, Birinci Makamın Onaltıncı Mertebesinde böyle:
لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ اْلاَحَدُ الَّذِى دَلَّ عَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ فِى وَحْدَتِهِ فَخْرُ الْعَالَمِ وَ شَرَفُ نَوْعِ بَنِى آدَمَ بِعَظَمَةِ سَلْطَنَةِ قُرْآنِهِ وَ حِشْمَةِ وُسْعَةِ دِينِهِ وَ كَثْرَةِ كَمَالاَتِهِ وَ عُلْوِيَّةِ اَخْلاَقِهِ حَتَّى بِتَصْدِيقِ اَعْدَائِهِ وَ كَذَا شَهِدَ وَ بَرْهَنَ بِقُوَّةِ مِأتِ الْمُعْجِزَاتِ الظَّاهِرَاتِ الْبَاهِرَاتِ الْمُصَدِّقَةِ الْمُصَدَّقَةِ وَ بِقُوَّةِ آلاَفِ حَقَائِقِ دِينِهِ السَّاطِعَةِ الْقَاطِعَةِ بِاِجْمَاعِ آلِهِ ذَوِى اْلاَنْوَارِ وَ بِاِتِّفَاقِ اَصْحَابِهِ ذَوِى اْلاَبْصَارِ وَ بِتَوَافُقِ مُحَقِّقِى اُمَّتِهِ ذَوِى الْبَرَاهِينِ وَ الْبَصَائِرِ النَّوَّارَةِ
denilmiştir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî