Mu’cizat-ı Ahmediye’nin Birinci Zeyli
(Ondokuzuncu Söz, risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) ve zeyli Şakk-ı Kamer Mu’cizesine dair olduğundan; makam münasebetiyle buraya alınmıştır.)
Ondokuzuncu Söz
Risalet-i Ahmediye’ye Dairdir
(وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى ٭ وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ (ع.ص.م
(Muhammed’i A.S.M. güzel kılan şey Daire-i Rububiyete en güzel bir Ubudiyetle ve San’at Levhalarına karşı tefekkür ve istihsan ve teşekkür ve iman ile mukabele etmesidir.)
Evet şu söz güzeldir. Fakat onu güzelleştiren, güzellerin güzeli olan evsaf-ı Muhammediyedir.
“Ondört Reşehat”ı tazammun eden Ondördüncü Lem’anın
BİRİNCİ REŞHASI:
Şahsiyet-i Maneviyyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
Rabbimizi bize tarif eden üç büyük, küllî muarrif var.
Birisi: Şu kitab-ı kâinattır ki, bir nebze şehadetini onüç lem’a ile arabî Nur Risalesinden Onüçüncü dersten işittik. (Mesnevi-i Nuriye’nin arabî onüç lem’ası Türkçe Risale-i Nur’un Yirmiikinci Sözü ile aynı mealdedir. Yirmiikinci Sözde cüz’de cüz’îde, küllde küllîde, küll-i âlemde, ferdde nevde, hayatta, zîhayatta, ihyada, Resul-i Ekrem’in Aleyhissalâtü Vesselâm ve Furkan-ı Ahkem’in tasdikiyle tevhidi hakiki gösteriliyor. Bürhan-ı lisan-ı hali)
Birisi: Şu kitab-ı kebirin âyet-i kübrası olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. (Bütün ayetler onunla tanındığı için kitab-ı kebirin ayet-ül kübrası olmuştur. Bürhan-ı nâtıkî)
Birisi de Kur’an-ı Azîmüşşan’dır. (Kur’an-ı Azîmüşşan Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bazan bir harfte ve takdim – te’hir, tarif – tenkir ve hazf – zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder. Sözler 455 Bütün ayetlerin yazıya dökülmüş halidir. Bürhan-ı kelami)
(Dördüncü Bürhan: Vicdan-ı beşer denilen fıtrat-ı zîşuurdur. Mesnevi-i Nuriye 254)
(Beşinci büyük, küllî muarrif: Herşeyi gösteren, kendini herşeyden ziyade gösterir. Öyle ise şemsin şuaatı ile onu görmek ve tanımak gibi, Hâlıkımızın esma-i hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiyle onu kabiliyetimizin nisbetinde tanımaya çalışabiliriz. Şualar 144)
Şimdi şu ikinci bürhan-ı nâtıkî olan Hâtem-ül Enbiya Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımalıyız, dinlemeliyiz.
(Neden tanımalıyız sualinin cevabı; Zira, Risaleti binler delail-i kat’iyye ile sabit olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, vahdaniyet-i İlahiyenin ve saadet-i ebediyenin en parlak bir delili ve en kat’î bir bürhanıdır.
Biz şu işarette; o müşrık, parlak delile ve nâtık-ı sadık bürhana, hülâsat-ül hülâsa bir icmal ile küçük bir tarif yapacağız.
Çünki madem o delildir ve neticesi marifet-i İlahiyedir; elbette delili tanımak ve vech-i delaletini bilmek lâzımdır.
Öyle ise, biz de gayet muhtasar bir hülâsa ile, vech-i delaletini ve sıhhatını beyan edeceğiz. Mektubat – 191)
Evet, o bürhanın şahs-ı manevîsine bak: (Müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Sözler – 165)
(Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin a’zâlarıyız. Enbiya ve evliya hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) şahs-ı manevîsinin a’zâlarıdır.
Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. Enbiya ve evliya hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) fabrikasının çarklarıdır.
Ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Enbiya ve evliya hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) sefinesinde çalışan birer hademedir. Lem’alar – 161)
(Alttaki cümleler hakikat-ı Muhammediye’nin (A.S.M.) şahs-ı manevisinde kimlerin var olduğunu ve şahs-ı manevisinin neticelerini gösterecektir.)
Sath-ı Arz bir mescid, (Peygamber’in ASM şahs-ı manevisinin dersi ile ve hizmetinin neticesinde sadece insanlar değil bütün Sath-ı Arzdaki mahlûkat O Zâtın (ASM) arkasında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder bir vaziyet alıyor.)
Mekke bir mihrab, (Bütün akılları, kalbleri, duyguları bir noktaya tevcih ettiriyor. Evet tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbü ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Mektubat 263)
Medine bir minber… (Bütün akıllara, kalblere, hissiyatlara tek bir noktadan hakaiki en yüksek, en geniş bir seviyede ders veriyor.)
O bürhan-ı bahir olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, (Bütün ehl-i iman, hem esasatı hem füruatı hem güzel ahlâkın düsturlarını ondan öğrenmiş.)
Bütün insanlara hatib, (Minberden muhtelif, tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî-Âdeme hitab ediyor, ders veriyor. Sözler – 395)
Bütün enbiyaya reis, (Ondokuzuncu Mektub Ondokuzuncu Nükteli İşaret İkinci Esas: Hem o delil-i sadık ve musaddak, madem umum enbiyanın fevkinde binler mu’cizat ve neshedilmeyen bir şeriat ve umum cinn ü inse şamil bir davet sahibi olduğundan, elbette umum enbiyanın reisidir. Öyle ise, umum enbiyanın mu’cizatlarının sırrını ve ittifaklarını câmi’dir. Demek bütün enbiyanın kuvvet-i icma’ı ve mu’cizatlarının şehadeti, onun sıdk u hakkaniyetine bir nokta-i istinad teşkil eder. Mektubat 192)
Bütün evliyaya seyyid, (Ondokuzuncu Mektub Ondokuzuncu Nükteli İşaret İkinci Esas: Hem onun terbiyesi ve irşadı ve nur-u şeriatıyla kemal bulan bütün evliya ve asfiyanın sultanı ve üstadıdır. Öyle ise, onların sırr-ı kerametlerini ve icma’kârane tasdiklerini ve tahkiklerinin kuvvetini câmi’dir. Çünki onlar üstadlarının açtığı ve kapıyı açık bıraktığı yolda gitmişler, hakikatı bulmuşlar. Öyle ise, onların bütün kerametleri ve tahkikatları ve icma’ları, o mukaddes üstadlarının sıdk u hakkaniyeti için bir nokta-i istinad temin eder. Mektubat 192)
Bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i zikrin serzâkiri… (Hak ve hakikatın serzakiri)
Bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya taravettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki; (Peygamberler’in köke teşbih edilmesi çektikleri zorluklara bir işarettir. Kökler, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Lem’alar 124)
Herbir davasını, mu’cizatlarına istinad eden bütün enbiya (Mu’cizeleri iki kısımdır. Mu’cizat-ı bahire hissi olan mucizlerdir. Hissedilebilen görülen mu’cizeler; şakk-ı kamer veya on parmağından su akması gibi.. Mucizatı zahire; kudret mucizesi olan eşyanın hakikatının ne olduğunun Peygamberlerin dersleri ile anlaşılması, beşerin tüm akılları toplansa eşyanın hakikatına ulaşmakta aciz kalmaları sonucu görünen mu’cizelerdir.)
Ve kerametlerine itimad eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar. (Keramet iki kısımdır. Keramet-i kevniye; adat-ı beşeriye fevkinde harikulade hallerdir. Keramet-i ilmiye hak ve hakikatın kıl kadar şüphe kalmayacak derecede talim edilmesidir.)
Zira o, لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ der, dava eder. (İmam-ı A’zam demiş: “Lâ ilahe illallah, tevhide alem ve isimdir.” Mektubat 341
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, “Lâ ilahe illallah” kelâmıdır.” Şualar 9
Hz. Musa ile hitabdan sonra, gelecek peygambere hitaben şöyle diyor:
يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا وَحِرْزًا ِلْلاُمِّيِّينَ اَنْتَ عَبْدِى سَمَّيْتُكَ الْمُتَوَكِّلَ لَيْسَ بِفَظٍّ وَلاَ غَلِيظٍ وَلاَ صَخَّابٍ فِى اْلاَسْوَاقِ وَلاَ يَدْفَعُ بِالسَّيِّئَةِ السَّيِّئَةَ بَلْ يَعْفُو وَيَغْفِرُ وَلَنْ يَقْبِضَهُ اللّٰهُ حَتَّى يُقِيمَ بِهِ الْمِلَّةَ الْعَوْجَاءَ بِاَنْ يَقُولُوا لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰه
Mektubat 166
Hazret-i Ömer, İslâmiyetten evvel saneme kesilen bir kurbandan böyle işitmiş:
يَا آلَ الذَّبِيحِ اَمْرٌ نَجِيحٌ رَجُلٌ فَصِيحٌ يَقُولُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰه
Mektubat 176)
Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icma’ (İcma’ keyfiyete bakıyor. Teyid edenlerin ihtisas sahibi olduğuna işarettir. Tevatür ise kemmiyete bakıyor. Kesretin kuvvetine işarettir.) ile manen “Sadakte ve bil-hakkı natakte” derler.
Hangi vehmin haddi var ki, böyle hesabsız imzalarla teyid edilen bir müddeaya parmak karıştırsın.
İKİNCİ REŞHA:
Zât-ı Ahmediye öyle bir nurdur ki harici deliller risaletinin hakkaniyetine bir delil olduğu gibi kendi zâtı da büyük bir delildir.
O nurani bürhan-ı tevhid, nasılki iki cenahın icma’ ve tevatürüyle teyid ediliyor. (İki cenah Enbiya ve Evliyadır. Enbiyalar kendilerine verilen mu’cizeler, zâtlarındaki ahlâk-ı hamide ve yapmış oldukları vazifedeki seciyeleri itibariyle Zât-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) teyit ettikleri gibi Evliyalar da kerametleri ve bulunmuş oldukları asırlardaki yaptıkları vazifeler itibariyle Zât-ı Ahmediyeyi (A.S.M.) teyit etmektedirler. Şahidler, muhbirler ise; mesleklerinde, meşreblerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde kemal-i ittifak ile şu mes’elenin esasında müttehiddirler. Kesretçe tevatür derecesindedirler, keyfiyetçe icma’ kuvvetindedirler. Mevkice herbiri nev’-i beşerin bir yıldızı, bir taifenin gözü, bir milletin azizidirler. Ehemmiyetçe şu mes’elede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i isbattırlar. Sözler – 83)
(İlk cümle de birinci reşha özetlenmiştir.)
Öyle de, (Mazideki deliller altı tanedir.)
- Tevrat ve İncil gibi Kütüb-ü Semaviyenin {(Haşiye): Hüseyin-i Cisrî (Suriyeli bir alim) “Risale-i Hamîdiye”sinde yüzondört işaratı, o kitablardan çıkarmıştır. Tahriften sonra bu kadar bulunsa, elbette daha evvel çok tasrihat varmış.} yüzler işaratı ve
- İrhasatın binler rumuzatı ve (“İrhasat” denilen nübüvvetten evvel ve veladeti vaktinde zuhur eden hârikulâde hallerdir. Mektubat – 91 Doğumu öncesi, doğumu anı ve nübüvvetine kadar zuhur eden harikulade hallerdir.)
- Hâtiflerin meşhur beşaratı ve (“Hâtif” denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinnîler, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın geleceğini mükerreren haber vermişler. Mektubat – 175) (Onbeşinci Şua da risalet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) gaybî haber veren ve sözleri işitilen ve şahısları görünmeyen hâtif denilen ruhanîler.. denilmiştir. Şualar 629)
- Kâhinlerin mütevatir şehadatı ve (Şıkk ve Satih. Mektubat 174) Haşiye: Şu risalede “tevatür” lafzı, Türkçe “şâyia” manasındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır. Mektubat 94)
- Şakk-ı Kamer gibi binler mu’cizatının delalatı ve (Kesret, keyfiyet ve her nevde mu’cize göstermiş olması Peygamberimizin ASM diğer peygamberlerden daha üstün olduğunu gösterir.)
- Şeriatın hakkaniyeti ile teyid ve tasdik ettikleri gibi, (Ümmi bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu,
- Âdilane ve (Fıtratlar nazara alınarak kanunlar konmuş.)
- Hakkaniyet üzere ve (Hükümler kâinat da tecelli eden esma üzerine bina edildiğinden değişmez.)
- Müdakkikane,
- Hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez. (Hadsiz kanunlar derken hukukun bütün dallarında kanun konulmuş. Medeni, Ticari ve Ceza hukuku gibi..) Şualar – 128)
(Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’anın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Sözler – 407)
(Zatına ait deliller altı tanedir.)
- Zâtında gayet kemaldeki ahlâk-ı hamîdesi (Zat-ı Ahmediyyenin (ASM) Ahlâk-ı âliyesi ve yüksek huyları yedi tanedir. Aşağıda tafsilatı yapılacaktır.)
- Vazifesinde nihayet hüsnündeki secaya-yı galiyesini ve (Ahlâk-ı hamîdesinin vazife başında ki haline seciye diyoruz. Ahlâk-ı hamîdesinin ümmetine dini talim ederken irşad vaziyetine haslet diyoruz. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde, en yüksek ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymetdar ve makbul hasletleri bulunuyor; elbette o zât, mevcudattaki kemalâtın ve ahlâk-ı âliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyle ise, zâtında ve vazifesinde ve dininde şu kemalât ise; hakkaniyetine ve sıdkına o kadar kuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz. Mektubat 192)
- Kemal-i emniyetini ve
- Kuvvet-i imanını ve
- Gayet itminanını ve
- Nihayet vüsukunu gösteren
(Altı sıfatın dört tezahürü)
Birincisi: fevkalâde takvası,
İkincisi: fevkalâde ubudiyeti,
Üçüncüsü: fevkalâde ciddiyeti, (Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur. İşarat-ül İ’caz – 107)
(Ciddi bir insan rüzgarın önündeki yaprak gibi değildir. Yani rüzgar nerden eserse oraya gitmekle eğilmez, bükülmez. Esen rüzgar farklılık gösterir. Nefsin, hevanın, hadisatın rüzgarları gibi ama ciddi insan, bunlar karşısında eğilmez, bükülmez. Hakikatın iktizasına göre dimdik durur. Zira imanın kuvveti lakaydlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkimdir. 22. Lem’a 169)
Dördüncüsü: fevkalâde metaneti; (Dağların metanetinde olmak yani maniler ve zorluklar karşısında yıkılmamak ve meşakkatlere karşı dayanmak gibi.)
Davasında nihayet derecede sadık olduğunu güneş gibi aşikâre gösteriyor.
(Zat-ı Ahmediyyenin (ASM) Ahlâk-ı âliyesi ve yüksek huyları yedi tanedir.
- Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammed-ül Emin ile lakablandırmışlardır.
- (Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede bulunmasıdır. Sözler 576 )
- Fıtrî karagözlülük, sun’î (yapma) karagözlülük gibi değildir.
- Ciddiyet ile sıdktır.
- Mütenasib olan eşya arasında meyl ve cezbe vardır. (Yani, güzel ahlak güzel ahlakları cezb eder, çirkin ahlakları red eder.)
- Cemaatte olan kuvvet, ferdde yoktur. (Yani, güzel ahlakların çokluğundaki kuvvet, tekbir güzel ahlak sahibinde yoktur.)
- Birbirine zıt olan güzel ahlâkların da en mükemmel bir surette bulunması
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o hazretin sahifesi okunmalıdır.
Evet o zâtın bütün âsârı, sîretleri, tarihçe-i hayatı vesair ahvali onun pek büyük, azîm ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar.
Hattâ düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini Muhammed-ül Emin ile lakablandırmışlardır.
Malûmdur ki, bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeğe müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir.
Evet melaike ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler.
Kezalik bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder.
Evet yalnız şecaatle iştihar eden bir zât, kolay kolay yalana tenezzül etmez.
Bütün ahlâk-ı âliyeyi cem’eden bir zât, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.
Ve keza o zâtın (A.S.M.) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir.
Eğer o zâtın yaradılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı; behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti.
Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir.
Ve keza yaş kırka baliğ olduğunda iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz.
Bu zâtın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azîmi, âleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezbettiren, o zâtın (A.S.M.) evvel ve âhir herkesçe malûm olan sıdk u emaneti idi.
Demek o zâtın (A.S.M.) sıdk u emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur. İşarat-ül İ’caz 106 – 107)
ÜÇÜNCÜ REŞHA:
Risalet’e ait vazifeleri hakkıyla yerine getirmesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Üç müşkil ve müdhiş sual-i azîme mukni ve makbul cevab vermesi vazifelerine bir misaldir.
Eğer istersen gel Asr-ı Saadet’e, Ceziret-ül Arab’a gideriz. Hayalen olsun onu vazife başında görüp ziyaret ederiz. (Tûl-i zaman ve bu’d-i mekânın muhakemat-ı akliyede tesiri çoktur. Mesnevi-i Nuriye – 23)
İşte bak:
Hüsn-ü sîret ve (Hüsn-ü sîreti konunun akışına göre düşündüğümüzde Esmanın iktiza ettiği hakikatı en güzel anlamanın hüsnü diyebiliriz. Adalet nezafetin iktisat gibi)
Cemal-i suret ile mümtaz bir zâtı görüyoruz ki; (Sadece suret itibari ile bir güzellik değil belki hakikatın iktiza ettiği hal ve davranışlarda bulunmanın getirdiği bir suret davranış güzelliğini de düşünebiliriz.)
Elinde mu’ciznüma bir kitab, (Bu görünen zatın (A.S.M.) vazifesi elindeki kitapla hitab etmektir.)
Lisanında hakaik-aşina bir hitab, (Elindeki kitabın içindeki hakikata aşina olması hakikatı anlaması ve sonra anlatmasına işarettir.)
Bütün benî-Âdeme, belki cin ve inse ve meleğe, belki bütün mevcudata karşı bir hutbe-i ezeliyeyi tebliğ ediyor. (Bütün mevcudat demekle cemadat, eşcar ve nebatat namına muhatab olan melekler ile hayvanatın nevleri namına çobanlık yapan melekleri ve kendileri namına muhatab olan ruhanileri de birlikte düşünüyoruz.)
(Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir. Evet Kur’anın hakaik-i İlahiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-i âlemin muammasını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Sözler 406)
Sırr-ı hilkat-ı âlem olan muamma-i acibanesini hall ve şerh edip ve (Cenab-ı Hakk canibinden bakarsak hakaik-i İlahiyyenin anlaşılması ile hilkat-ı âlemin sırrı anlaşılıp kâinatın yaratılma maksadı ortaya çıkıyor. Yirmidördüncü Mektubda nereden geliyorsun yani yaratılmanın yaratıcı canibinden maksadı ne olduğuna izahatı yapılmıştır.)
Sırr-ı kâinat olan tılsım-ı muğlakını fetih ve keşfederek, (Kainat canibinden bakarsak hakaik-i kevniyenin anlaşılması ile kainatta eşyanın birbirine münasebeti ve mevcudatın vazifelerinin ne olduğu sırrı anlaşılıyor. Otuzuncu Sözde necisin yani zerrattan mürekkeb kâinatın hakikatı ve mevcudatın vazifesinin ne olduğunun izahatı yapılmıştır.)
(Sırr-ı netaic-i kâinat ise hakaik-i uhreviye ile anlaşılır. Yirmidokuzuncu Sözde nereye gidiyorsun sualinin izahatı yapılmıştır.)
Bütün mevcudattan sorulan, bütün ukûlü hayret içinde meşgul eden üç müşkil ve müdhiş sual-i azîm olan
“Necisin? (Hakaik-i Kevniye, eşyanın esma-i İlahiye ayinedarlığından ibarettir. Esma-i İlahiye ayine olan kâinat ve insanın ne surette ayine olduğunun anlaşılması ile necisin sualine tam ve mukni cevab verilebilir. Bunun izahatı ise en külli olarak adalet ve ubudiyetin anlatıldığı Otuzuncu Söz olan Ene ve Zerre Risalesinde yapılmıştır.)
Nereden geliyorsun? (Hakaik-i İlahiyyenin anlaşılması ile Nereden geliyorsun sualine tam ve mukni cevab verilebilir. Cenab-ı Hakkın isimlerinden, sıfatlarından, muhabbet ve rahmet şuunatından geldiğimizin izahatı en külli manada Yirmidördüncü Mektubta yapılmıştır. Tevhid 24. Mektub)
Nereye gidiyorsun?” (Hakaik-i Uhreviyenin anlaşılması ile Nereye gidiyorsun sualine tam ve mukni cevab verilebilir. Kâinatta tecelli etmekte olan esmanın netice olarak iktiza ettiği âhiret ise en külli manada Yirmidokuzuncu ve Onuncu Sözlerde anlatılmıştır. Âhiret 29. Söz)
suallerine mukni, makbul cevab verir.
(Sadece bu üç risaleyi düşünmüyoruz; bunlar tafsilatlı beyan ediyor. Tüm külliyat bu üç hakikatı ders veriyor. Onbirinci Sözde üç’ü de var.
Peygamberimizin getirdiği hakikatlar mukni ve herkes tarafından kabul ediliyor fakat neden bazı insanlar kabul etmiyorlar? Onbeşinci Sözün zeylinde sayfa 188’de kabul etmemelerinin dört sebebi beyan ediliyor.
Dördüncü ve Beşinci Reşha İkinci Söz’ün özetidir. Ayrıca Üçüncü Reşhada geçen sırr-ı kainatın izahatı yapılmaktadır.)
DÖRDÜNCÜ REŞHA:
Neşrettiği ziya-yı hakikat ile kâinata, mevcudata, camidata ve bütün zevil-hayata mahlukat canibinden bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görülür.
Bak! Öyle bir ziya-yı hakikat neşreder ki:
Eğer onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadından hariç bir surette kâinata baksan; elbette
- Kâinatın şeklini bir matemhane-i umumî hükmünde ve (Her yerde âciz bîçareler, zorba müdhiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Sözler 16)
- Mevcudatı birbirine ecnebi (hiçbir ortak noktası olmayan mevcudat birbirine ecnebi), belki düşman ve (hiçbir ortak noktası olmayan mevcudat birbirine zarar da veriyorsa düşman vaziyeti alıyor.)
- Camidatı dehşetli cenazeler ve (Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler. Sözler 17)
- Bütün zevil-hayatı zeval ve firakın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görürsün. Şimdi bak: Onun neşrettiği nur ile
1- O kâinat matemhane-i umumî, (şeklinden) şevk u cezbe içinde bir zikirhaneye inkılab etti.
2- O ecnebi, düşman mevcudat, birer dost (ortak noktası az olana dost) ve kardeş (ortak noktası çok olana kardeş) şekline girdi.
3- O camidat-ı meyyite-i samite; birer munis memur, birer müsahhar hizmetkâr vaziyetini aldı ve
4- O bütün zevil-hayatı ağlayıcı ve şekva edici kimsesiz yetimler, (şeklinden) birer tesbih içinde zâkir veya vazife paydosundan şâkir suretine girdi. (Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Sözler – 17
Bütün mevcudat gibi zerreler ve herbir zerre, mebde’-i hareketinde “Bismillah” der. Çünki nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi…
Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der. Çünki bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni’-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Sözler – 547
Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, hem vaveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyaz, birer tesbihe âğâz.
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz…
Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz.
Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!.”
Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.
Remzen onlar derler: “Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: Şefkatle perverdeyiz, Hâlimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-nâz.
Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, iman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evham-sâz. Sözler – 743)
BEŞİNCİ REŞHA:
Onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla kâinattaki harekâta, tenevvüata, tebeddülata, tegayyürata (hulasa hadisata Cenab-ı Hak canibinden) bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görüldüğü gibi o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla insana bakıldığında insan bütün mahlukat üstüne çıkıp bir halife-i zemin olmasıyla da risaletinin hakkaniyeti görülür.
Hem o nur ile; (İman nasılki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de, kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor. Sözler – 312)
Kâinattaki
- Harekât, (küre-i arzı aynı anda, aynı kanunla bir senede yirmidört bin senelik bir dairede yine bir meczub mevlevî misillügezdirmesindeki harekât)
- Tenevvüat,
- Tebeddülat, (Suyun katı, sıvı, gaz haline tebeddül etmesi gibi)
- Tegayyürat (Hidrojen ve oksijen birleşmesinden suyun yaratılması tegayyürat)
- Manasızlıktan (Manasız değil manidar bir mektubat-ı Rabbaniye)
- Veabesiyetten (Abes değil hikmetli bir sahife-i âyât-ı tekviniye)
- Vetesadüf oyuncaklığından (Tesadüfî değil birer meraya-yı esma-i İlahiye)
çıkıp
- Birer mektubat-ı Rabbaniye,
- Birer sahife-i âyât-ı tekviniye,
- Birer meraya-yı esma-i İlahiye
- Veâlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar. (Samedani hikmet kitabı demesi Cenab-ı Hakk’ın âlemi yaratması ihtiyaçtan olmayıp kudsî Cemal ve Kemal’inin iktizası olduğunu nazara vermek içindir.)
(Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile, Sâni’-i Zülcelal’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu’cizat-ı nakşını, havarık-ı kudretini, tecelliyat-ı rahmetini, kemal-i lezzetle seyr ü temaşaya vasıta suretini alır. Evet Güneşin nurundaki renkleri gösteren âyinelerin tebeddül edip tazelenmesi ve sinema perdelerinin değişmesi, daha hoş, daha güzel manzaralar teşkil eder. Sözler – 31)
Hem insanı bütün hayvanatın madûnuna düşüren
- Hadsiz za’f u aczi, fakr u ihtiyacatı
- Ve bütün hayvanlardan daha bedbaht eden, vasıta-i nakl-i hüzün ve elem ve gam olan aklı,
O nur ile nurlandığı vakit,
2- O akılla insan bütün hayvanat, bütün mahlukat üstüne çıkar. (Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînanesini ve gelecek zamanın ehval-i muhavvifanesini senin bu bîçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz’ac ve tacizinden kurtulmak için, galiben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Mâlik-i Hakikî’sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, saadet-i ebediyeye müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar. Sözler – 27)
1- O nurlanmış acz, fakr, akıl ile
(Aczi vasıtasıyla) niyaz ile nazenin bir sultan
(Fakrı vasıtasıyla) Ve fizar ile nazdar bir halife-i zemin olur.
Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedî’ bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.
ALTINCI REŞHA:
Ubudiyet ve Risalet cihetiyle bakıldığında görülen hakikatlar risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
İşte o zât,
- Bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi,
- Bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı
- Ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi
- Ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan;
(Yani yukarıda geçen dört vazifeyi insan ne kadar yerine getirebilir ise o nisbette ubudiyeti kâmile sahibi olur.)
Böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu (Ubudiyet cihetiyle salât ister.)
- Bir misal-i muhabbet, (Öyle bir saadet-i ebediyeden haber vermiş ve müjde etmiş ki misal-i muhabbet olmuş.)
- Bir timsal-i rahmet, (Öyle bir rahmet-i bînihayeyi keşf edip ve ilân etmiş ki bir timsal-i rahmet olmuş.)
- Bir şeref-i insaniyet, (Öyle bir saltanat-ı rububiyetin mehasinine dellâl ve seyirci olmuş ki bir şeref-i insaniyeti kazanmış.)
- En nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin. (Öyle bir künuz-u esma-i İlahiyeyi keşf edip göstermiş ki en nurani bir semere-i şecere-i hilkat olmuş.)
Şöyle baksan, –yani risaleti cihetiyle– (Risalet cihetiyle selâm ister.)
- Bir bürhan-ı Hak, (Cenab-ı Hakkın tek başına bir bürhanı)
- Bir sirac-ı hakikat, (Hakikat-ı İlahiye, kevniyye ve uhreviyeyi gösteren bir sirac.)
- Bir şems-i hidayet, (Hidayetin dört esası vardır. En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak bilmek kuvvetli delillerini anlamak, hakkın güzel neticelerini görüp imtisal etmek, bâtılı bâtıl görüp delillerini anlamak, bâtılın çirkin neticelerini görüp ictinab etmektir. İşarat-ül İ’caz 22)
- Bir vesile-i saadet görürsün. (Hakkın hakikatın neticesi maddi ve manevi saadettir.)
İşte bak (Risalet vazifesini hakkıyla yerine getirmesinin neticeleri iki başlıkta altta izah ediliyor.)
- Nasıl berk-i hâtıf gibi onun nuru, şarktan garbı tuttu.
- Ve nısf-ı arz ve hums-u beşer, onun hediye-i hidayetini kabul edip hırz-ı can etti.
Bizim nefis ve şeytanımıza ne oluyor ki; böyle bir zâtın bütün davalarının esası olan “Lâ ilahe illallah”ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmesin?
(En başta kişiyi insan-ı kâmile ulaştıran dört hakikat tarif edilmişti. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) bu hakikatları anlatması ve yaşaması risaletinin hakkaniyetine delil olmasından böyle büyük bir delili nefis ve şeytanımız dahi bütün meratibiyle kabul edecektir. Onaltıncı Söz Üçüncü Şuadaki Güneş temsili ile bütün ayinlerde tecelli eden esmaya yakınlaşmak yani cüziyetten külliyeye çıkmaya işaret edilmiştir.
Kumandan temsilinde ise bütün ayinlerde tecelli eden bir esmaya yakınlaşmak yani zılliyetten asliyete geçmeye işaret edilmiştir..
Yetmişbin perdeden geçmek ise cüziyetten külliyeye çıkmak ve zılliyetten asliyete geçmek demektir. “Lâ ilahe illallah”ı, bütün meratibiyle beraber kabul etmek cüziyetten külliyeye çıkmak ve zılliyetten asliyete geçmek ile mümkündür.
Binaenaleyh “Lâ ilahe illallah” kelâmı, esma-i hüsnanın adedince kelâmları tazammun ediyor. Bu itibarla, şu kelime-i tevhid kelâmı, delalet ettiği sıfatlar itibariyle bir kelâm iken bin kelâm oluyor. “Lâ Hâlıka illallah”, “Lâ Fâtıra, Lâ Râzıka, Lâ Kayyume illallah” gibi… Binaenaleyh terakki etmiş olan zâkir bir zât, bu kelâmı söylerken içindeki binlerce kelâmları söylemiş oluyor. Mesnevi-i Nuriye 236)
YEDİNCİ REŞHA:
Muhtelif akvamın akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini fetih ve teshir edip def’aten devlet kurması, diğer devletlere galib getirmesi ve manevi hizmetlerinin neticesi olarak maddî ve manevî hâkimiyet ile bir saltanat kurması, bir şahs-ı manevi oluşturması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
İşte bak:
Şu
- Cezire-i vasiada (Geniş bir daire olan Arab yarım adasınında)
- Vahşi (Herbirinin ayrı ayrı vahşetleri olan muhtelif akvam olduğu gibi Vahşi denmesinden kanun ile kanun koyan arasındaki bağı parçalayan manasını düşünebiliriz.)
- Ve âdetlerine mutaassıb (Herbirinin ayrı ayrı adetleri olan muhtelif akvam)
- Ve inadçı muhtelif akvamı, (Herbirinin inad gösterdikleri şeyleri ayrı ayrı olan muhtelif akvam)
Ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyanelerini def’aten kal’ u ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile techiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi.
Bak! Değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu. (Âlemce malûmdur ki,
- Devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir.
- Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır.
Acaba Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün esasat-ı âliyeyi hâvi olan ve maddî manevî bütün terakkiyat ve medeniyet-i İslâmiyenin kapısını açan, kısa bir zamanda def’aten teşkil ettiği bir devletle, dünyanın bütün devletlerine galebe edip maddî manevî hâkimiyetini muhafaza ve ibka ettiren, hârikulâdeliği değil midir?
- Üçüncü Nükte: Evet kahr u cebr ile zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük hârika olmakla- ancak nübüvvetin hâssalarından olabilir.
- Dördüncü Nükte: Evet tehdidlerle, korkularla, hilelerle efkâr-ı âmmeyi başka bir mecraya çevirtmek mümkün olur. Fakat tesiri cüz’îdir, sathîdir, muvakkat olur. Muhakeme-i akliyeyi az bir zamanda kapatabilir.
Amma irşadıyla kalblerin derinliklerine kadar nüfuz etmek, hissiyatın en incelerini heyecana getirmek, istidadların inkişafına yol açmak, ahlâk-ı âliyeyi tesis ve alçak huyları imha ve izale etmek, cevher-i insaniyetten perdeyi kaldırıp hakikatı teşhir etmek, hürriyet-i kelâma serbestî vermek, (Hürriyet-i kelâma serbestî vermek yani Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam kendisi hak ve hakikatı bildiği ve ilan ettiği gibi insanlarında fikirlerini söylemelerine müsaade ediyor. Böylece onların manevi yaralarını teşhis edip tedavi edebilmiştir.) ancak şua-i hakikattan muktebes hârikulâde bir mu’cizedir.
Evet asr-ı saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı saadette İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?
Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:
- Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki; parmakla gösterilen en büyük bir dâhî, ancak umumî bir istidadı ihya ve umumî bir hasleti ikaz ve umumî bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.
- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet şems-i hakikatın ziyasındandır.
(Kur’an ile kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk vardır. Yeni keşfiyatın veyahud ilm ü irfanın yardımıyla hallolunan yahud halline uğraşılan mesail arasında bir mes’ele yoktur ki; İslâmiyetin esasatıyla taâruz etsin. Bizim, Hristiyanlığı kavanin-i tabiiye ile te’lif için sarfettiğimiz mesaîye mukabil, Kur’an-ı Kerim ve Kur’anın talimiyle kavanin-i tabiiye arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur’an, her hürmete şâyan olan eserdir. (Lövazon) İşarat-ül İ’caz 217)
Bu noktaları aklına sokamayanın, Ceziret-ül Arab’ı biz gözüne sokarız. Ey muannid! Ceziret-ül Arab’a git, en büyük feylesoflardan yüz taneyi de intihab et, beraber götür. Onlar da orada ahlâkın ve maneviyatın inkişafı hususunda çalışsınlar. Muhammed-i Arabî’nin o vahşetler zamanında o vahşi bedevilere verdiği cilâyı, senin o feylesofların şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünki o zâtın yaptığı o cilâ; İlahî, sabit, lâ-yetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.
Ve keza bir işde muvaffakıyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat, adem-i muvafakatla cevab verecektir. (Misal olarak kâinattaki nezafet hakikatını gösteren Kuddüs ismini insanlık âleminde tatbik ederek beşere maddi manevi nezafeti ders vermesidir.)
Ve keza heyet-i içtimaiyede, umumî cereyana muhalefet etmemek lâzımdır. Muhalefet edildiği takdirde, dolabın üstünden düşer, altında kalır. Binaenaleyh o cereyanlarda, tevfik-i İlahînin müsaadesine mazhariyeti dolayısıyla, o dolabın üstünde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hak ile mütemessik olduğu sabit olur. Evet Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir. Zaman uzadıkça, aralarında ittisal peyda olmuştur. Bundan anlaşılır ki; İslâmiyet, nev’-i beşer için fıtrî bir dindir ve içtimaiyatı tezelzülden vikaye eden yegâne bir âmildir.
Bu nükteler ile şu noktaları nazara al, Muhammed-i Haşimî Aleyhissalâtü Vesselâm’a bak. O zât, ümmiliğiyle beraber, bir kuvvete mâlik değildi. Ne onun ve ne de ecdadının bir hâkimiyetleri sebkat etmemişti; bir hâkimiyete, bir saltanata meyilleri yoktu. Böyle bir vaziyette iken mühim bir makamda, tehlikeli bir mevkide, kemal-i vüsuk ve itminan ile büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı. Kalblerden bütün vahşet âdetlerini, çirkin ahlâkları kaldırarak, pek yüksek âdât ve güzel ahlâkı tesis etti. Vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalblerdeki kasaveti, ince hissiyatla tebdil ettirdi ve cevher-i insaniyeti izhar etti. Onları o vahşet köşelerinden çıkararak, evc-i medeniyete yükseltti ve onları o zamana, o âleme muallim yaptı. Ve onlara öyle bir devlet teşkil etti ki, sahirlerin sihirlerini yutan asâ-yı Musa gibi, başka zalim devletleri yuttu ve nev’-i beşeri istila eden zulüm, fesad, ihtilâl, şekavet rabıtalarını yaktı, yıktı ve az bir zamanda, devlet-i İslâmiyeyi şarktan garba kadar tevsi’ ettirdi. Acaba o zâtın şu macerası, onun mesleği hak ve hakikat olduğuna delalet etmez mi? İşarat-ül İ’caz – 111)
SEKİZİNCİ REŞHA:
Büyük ve çok âdetleri, hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit ederek manevi saltanatının olması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak daimî kaldırabilir.
Hâlbuki bak bu zât,
- Büyük ve çok âdetleri;
- Hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden,
- Zahirî küçük bir kuvvetle,
- Küçük bir himmetle,
- Az bir zamanda ref’edip
- Yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit eyliyor.
Bunun gibi daha pek çok hârika icraatı yapıyor.
İşte şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziret-ül Arab’ı gözlerine sokuyoruz. Haydi yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler. Yüz sene çalışsınlar. O zâtın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?
(Âlemce malûmdur ki, az bir kavmin âdetlerinden hakir, ehemmiyetsiz bir âdeti kaldırmak veya zelil, miskin bir taifenin cüz’î, zaîf huylarını ref’etmek; büyük bir hükümdara, uzun bir zamanda bile çok zahmetlere bağlıdır. Acaba hâkim olmamakla beraber, az bir zamanda, nihayet derecede âdetlerine mutaassıb, inadcı ve kesretli bir kavimde rüsuh ve kuvvet peyda etmiş olan âdetleri ref’ ve kalblerde istikrar peyda eden ve zamanlarca devam ve istimrar eden ahlâklarını terkettiren; hem yerlerine gayet yüksek âdetleri, güzel ahlâkları tesis eden bir zât, hârikulâde olmaz mı? İşarat-ül İ’caz 109
Değiştirilen adetlere bir misal olarak: Evet asr-ı saadetten evvelki zamanlarda kalb katılığı ve merhametsizlik öyle bir hadde baliğ olmuştu ki, kocaya vermekten âr ederek kızlarını diri diri toprağa gömerlerdi. Asr-ı saadette İslâmiyet’in doğurduğu merhamet, şefkat, insaniyet sayesinde, evvelce kızlarını gömerlerken müteessir olmayanlar, İslâmiyet dairesine girdikten sonra karıncaya bile ayak basmaz oldular. Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi? İşarat-ül İ’caz 110
Kalblerdeki bıraktığı tesire bir misal olarak; Sulh-u Hudeybiye, çendan zahiri İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşîler bir derece galib görünmüş olduğu halde manen Sulh-u Hudeybiye, manevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor. Filhakika, Sulh-u Hudeybiye ile çendan maddî kılınç, kılıfına muvakkaten konuldu. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in bârika-âsâ elmas kılıncı çıktı; kalbleri, akılları fethetti. Musalaha münasebetiyle birbiriyle ihtilat ettiler. Mehasin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur’aniye, inad ve taassubat-ı kavmiye perdelerini yırtarak, hükmünü icra ettiler. Meselâ: Bir dâhiye-i harb olan Hâlid Bin Velid ve bir dâhiye-i siyaset olan Amr İbn-ül Âs gibi, mağlubiyeti kabul etmeyen zâtlar, Sulh-u Hudeybiye ile cilvesini gösteren seyf-i Kur’anî onları mağlub edip, Medine-i Münevvere’ye kemal-i inkıyad ile İslâmiyete gerdendâde-i teslim olduktan sonra Hazret-i Hâlid, bir “Seyfullah” şekline girdi ve fütuhat-ı İslâmiyenin bir kılıncı oldu. Lem’alar 29
Bu nükteleri ceyb-i kalbine soktuktan sonra, bu noktalara da dikkat et:
1- Tarih-i âlemin şehadetiyle sabittir ki; parmakla gösterilen en büyük bir dâhî, ancak umumî bir istidadı ihya ve umumî bir hasleti ikaz ve umumî bir hissi inkişaf ettirebilir. Eğer böyle bir hissi de ikaz edememiş ise sa’yi hep heba olur.
2- Tarih bize gösteriyor ki; en büyük bir insan, hamiyet-i milliye, hiss-i uhuvvet, hiss-i muhabbet, hiss-i hürriyet gibi hissiyat-ı umumiyeden bir veya iki veyahut üç hissi ikaz etmeye muvaffak olur. (Akılda bütün fikirleri intibaha getirmesi, kalblerdeki tüm hissiyatları uyandırması, ruhlardaki tüm istidatları inkişaf ettirmesi, vicdandaki tüm hükümleri irşad etmesi, nefislerin bütün hastalıklarını tedavi etmesi gibi..) Acaba evvelki zamanların cehalet, şekavet, zulüm zulmetleri altında gizli kalan binlerce hissiyat-ı âliyeyi, Ceziret-ül Arab memleketinde, bedevi ve dağınık bir kavim içinde inkişaf ettirmek hârikulâde değil midir? Evet şems-i hakikatın ziyasındandır. İşarat-ül İ’caz 110
Sahabeler ise, sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin tayyına mecbur değildirler. Bir kademde ve bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler. Mektubat 50
A’mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misal olan istidadatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar etmek, şua-ı hakikatın hâssasıdır. Muhakemat 151)
DOKUZUNCU REŞHA:
Hakkıyla yerine getirdiği tebliğ vazifesi ve usulü, risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Ve bizim içinde tebliğ hususunda yegane rehberdir.
Hem bilirsin: (Önce zıddından inikâs ettirme kaidesini gösterecek.)
- Küçük bir adam,
- Küçük bir haysiyetle, (Onur ve şeref itibariyle küçük)
- Küçük bir cemaatte,
- Küçük bir mes’elede,
- Münazaralı bir davada hicabsız, pervasız;
- Küçük, fakat hacaletâver bir yalanı,
- Düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telaş göstermeden söyleyemez.
Şimdi bak bu zâta; (Alttaki cümlelerde tebliğde Peygamberî usul gösterilmiştir.)
- Pek büyük bir vazifede,
- Pek büyük bir vazifedar,
- Pek büyük bir haysiyetle,
- Pek büyük emniyete muhtaç bir halde,
- Pek büyük bir cemaatte,
- Pek büyük husumet karşısında,
- Pek büyük mes’elelerde,
- Pek büyük davada,
- Pek büyük bir serbestiyetle,
Bilâ-perva, (Bir hadîs-i şerif var ki: “Hakikî âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen âlimlerdir.” Sözler – 756)
Bilâ-tereddüd, bilâ-hicab, telaşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak (Damlarına dokundurarak söylenmesi enaniyetten veya nefis hesabına olmayıp hak ve hakikat namına olduğuna şedid ve ulvî kelimeleri ile işaret edilmiştir. Bu hakikatın delili ise tebliğin neticesinde aksül amel yapmayıp kabul görmesidir.) şedid, ulvî bir surette söylediği sözlerinde hiç hilaf bulunabilir mi? Hiç hile karışması mümkün müdür?
(Hem tebliğ-i risalette ve nâsı hakka davette o derece metanet ve sebat ve cesaret göstermiş ki; büyük devletler ve büyük dinler, hattâ kavim ve kabîlesi ve amucası ona şiddetli adavet ettikleri halde, zerre mikdar bir eser-i tereddüd, bir telaş, bir korkaklık göstermemesi ve tek başıyla bütün dünyaya meydan okuması ve başa da çıkarması ve İslâmiyeti dünyanın başına geçirmesi isbat eder ki; tebliğ ve davette dahi misli olmamış ve olamaz. Şualar 129 )
Tebliğde damara dokundurmak Kur’ani bir usuldür. Misal olarak Kur’an der ki: “İman getirmezseniz mel’unsunuz. Cehennem’e gireceksiniz.” Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten i’dam-ı ebedî ile ve sonra da Cehennem’de i’dam-ı ebedî ile beraber dünyevî i’dam ile de mahkûm ediyor. Der: “Ya muaraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir.” Sözler – 369)
Kellâ! اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir. Hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın?
(Birinci Nükte: İnsan bir fennin esaslarını ve o fennin hayatına taalluk eden noktaları bilmekle, yerli yerince kullanmasına vâkıf olduktan sonra davasını o esaslara bina etmesi, o fende mahir ve mütehassıs olduğuna delildir.
İkinci Nükte: Fıtrat-ı beşeriyenin iktizasındandır ki; âdi bir insan da olsa, hattâ çocuk da olsa, hattâ küçük bir kavim içinde de bulunsa, pek kıymetsiz bir dava hususunda cumhura muhalefet edip yalan söylemeye cesaret edemez. Acaba pek büyük bir haysiyet sahibi, âlemşümul bir davada, pek inadlı ve kesretli bir kavim içinde, ümmi yani okur-yazar sınıfından olmadığı halde, aklın tek başına idrakten âciz olduğu bazı şeylerden bahsedip kemal-i ciddiyetle âleme neşr ü ilân etmesi onun sıdkına delil olduğu gibi, o mes’elenin Allah’tan olduğuna da bir bürhan olmaz mı?
Üçüncü Nükte: Malûmdur ki, medenî insanlarca malûm ve me’luf pek çok ilimler, sıfatlar, fiiller vardır ki, bedevilerce meçhul olur ve o gibi şeylerden haberleri yoktur. Binaenaleyh bilhâssa geçmiş zamanlardaki bedevilerin ahvalinden bahsetmek isteyen bir adam, hayalen o zamanlara, o çöllere gidip onlar ile görüşmelidir. Zira onların ahvalini ezberden, onları görmeden muhakeme etmekle istediği malûmatı elde edemez.
Dördüncü Nükte: Ümmi bir adam, bir fennin ülemasıyla münakaşaya girişerek, beyn-el ülema ittifaklı olan mes’eleleri tasdik ve ihtilaflı olanları da tashih ederse; o adamın bu hârika olan hali, onun pek yüksekliğine ve onun ilminin de vehbî olduğuna delalet etmez mi?
Bu dört nükteyi gözönüne getir, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a bak ki: O zât herkesçe müsellem ümmiliğiyle beraber, geçmiş enbiya ile kavimlerinin ahvallerini görmüş ve müşahede etmiş gibi Kur’anın lisanıyla söylemiştir. Ve onların ahvalini, sırlarını beyan ederek âleme neşr ü ilân etmiştir. Bilhâssa naklettiği onların kıssaları, bütün zekilerin nazar-ı dikkatini celbeden dava-yı nübüvvetini isbat içindir. Ve naklettiği esasları, beyn-el enbiya ittifaklı olan kısmı tasdik, ihtilaflı olanı da tashih edip davasına mukaddeme yapmıştır. Sanki o zât, vahy-i İlahînin ma’kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir.
Beşinci Nükte: Binaenaleyh o zâtın bu hali onun bir mu’cizesi olup nübüvvetine delil olduğu gibi, evvelki enbiyanın da nübüvvet delilleri manevî bir delil hükmünde olup, o zâtın nübüvvetini isbat eder. İşarat-ül İ’caz – 108)
ONUNCU REŞHA:
Ders verdiği hakikatların merak-âver, cazibedar, lüzumlu ve dehşetli olması risaletinin hakkaniyetine delildir.
- Merak-âver bir âlemden,
- Cazibedar bir inkılabdan,
- Lüzumlu bir istikbalden,
- Dehşetli bir saadetten
Haber vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
İşte bak: (Önce merakın insanı tahrik etme kaidesini gösterecek.)
- Ne kadar merak-âver,
- Ne kadar cazibedar,
- Ne kadar lüzumlu,
- Ne kadar dehşetli hakaikı gösterir ve mesaili isbat eder.
Bilirsin ki: En ziyade insanı tahrik eden meraktır. Hattâ eğer sana denilse: “Yarı ömrünü, yarı malını versen;
(Merak ettiğimiz şeyler iki başlık da toplanıyor. Birincisi mekân itibari ile eşyanın hakikatı olan hakaik-ı kevniyedir. İkincisi zaman itibari ile hakaik-ı uhreviye denilen gideceğimiz ahiret alemlerine dair meraklarımızdır.)
- Kamer’den ve Müşteri’den (Jüpiter’den) biri gelir, Kamer’de ve Müşteri’de ne var ne yok, ahvalini sana haber verecek.
- Hem doğru olarak senin istikbalini ve başına ne geleceğini doğru olarak haber verecek.” Merakın varsa vereceksin. (Merak lokomotif gibiymiş diğer hissiyatlar ve cihazlar ise vagon gibiymiş. Merakın tahriki ile diğer hissiyatlar ve cihazlar harekete gelir. Zira merak ilmin hocasıdır.)
Halbuki şu zât, öyle bir Sultan’ın ahbarını söylüyor ki: Memleketinde Kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında döner. O Arz olan o pervane ise, bir lâmba etrafında pervaz eder. Ve o Güneş olan lâmba ise, o Sultan’ın binler menzillerinden bir misafirhanesinde binler misbahlar içinde bir lâmbasıdır. (Yani eşyanın mahiyetini değil eşyanın Cenab-ı Hakka ne vecihle delalet ettiğinden bahsediyor. Hemde hakiki istikbal olan âhiretin vücuduna deliller getiriyor. Bunun bir misali Münacat Risalesidir. Şöyle ki;
- Güneşin sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret alemlerine bakar ve vazifesiz değiller, belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.
- Ey faalun Lima Yurid! Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir numune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazi kışa ve kışı yaza döndürmek, bir alem getirmek ve bir alem gayba göndermek misüllü şuunatta bulunan kudretin dünyayı ahirete çevirecek… Ve ahirette, şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.
- Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve manevi cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için bu talimgah-ı dünyada ve bu muvakkat ordugah-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı Rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı ilahiyye, elbette ve her halde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık ve kederli hayata, bu belalı ve fani dünyaya sığışmaz. Belki, ancak başka ve ebedi bir ömür ve baki bir dar-ı saadet için olabildiği cihetinden alem-i bekada bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.
- Ve senin bu misafirhane-i dünyada yolcular için böyle rahmet havuzların bulunması.. Ve insanın seyr-u seyahatına ve gemisine ve istifadesine musahhar olması işaret eder ki; yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden Zat, elbette Makarr-ı Saltanat-ı Ebediyyesinde öyle ebedi rahmet hazineleri bulundurmuş ki, onlar bunların fani ve küçük nümunelerdir.
- Hem bu dünya hanında misafir yolcular için, koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaclarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat anbarı ve hayata luzumu olan cok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delalet, belki şehadet eder ki; bu kadar Kerim ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkatperver ve bu kadar Kadir ve Rububiyyetperver bir Sâ ni’in, elbette ve her halde, çok sevdiği misafirleri için, ebedi bir alemde, ebedi ihsanatının ebedi hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel orada yıldızlar o vazifeyi görüyorlar.
- Hem bu muvakkat handa ve fani misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymetdar ihsanlar ve ni’metler ve bu kadar fevkalade masraflar ve ikramlar işaret, belki şehadet ederki; Misafirlerine burada böyle, merhametler yapan kudretli keremkar Zat-ı Rahim, bütün ettiği masrafi ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani; Bütün mahlukat tarafindan: “Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi idam etti” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı Uluhiyetini iskat etmemek ve ettirmemek ve bütün mustak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve herhalde ebedi bir memlekette, ebedi bırakacağı abdlerine, ebedi rahmet hazinelerinden, ebedi Cennetlerinde, ebedi ve Cennete layık bir surette meyvedar ve eşcar ve çicekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir.)
- Hem öyle acaib bir âlemden hakikî olarak bahsediyor ve (Mesela anne karnındaki bebeğin aklı şuuru olsa ve onunla konuşulsa senin gözün var ama göreceğin bir âlem yok, senin ağızın dilin var ama tad alacağın bir âlem yok denilse ve sonra o çocuğa gözün göreceği dilin tadacağı dünyadaki suretlerden ve tadlardan bahsedilse o çocuk için dünya ne kadar merak aver bir âlem olur. Aynen öylede şu dünya hayatında bir insana denilse bütün hissiyat ve cihazlarının inkişaf edeceği bir ahiret âlemi var ve şu dünyayı yutsa doymayacak hissiyatlarının ahirette tamamen doyuralacağından bahsedilse o insan için ne kadar merak aver olur anlarsın.)
- Öyle bir inkılabdan haber veriyor ki: Binler Küre-i Arz bomba olsa patlasalar, o kadar acib olmaz. Bak! Onun lisanında اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ ٭ اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ ٭ اَلْقَارِعَةُ gibi sureleri işit… (Şu dünyanın sekeratını, âyât-ı Kur’aniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen, bak: Şu kâinatın eczaları, dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafî, nazik, latif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyeden tek bir cirm, “Kün” emrine veya “Mihverinden çık” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz feza-yı âlemde milyonlar gülleleri, küreler gibi büyük topların müdhiş sadâları gibi vaveylâya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak, dağlar uçarak, denizler yanarak yeryüzü düzlenecek. İşte şu mevt ve sekerat ile Kadîr-i Ezelî kâinatı çalkalar; kâinatı tasfiye edip, Cehennem ve Cehennem’in maddeleri bir tarafa, Cennet ve Cennet’in mevadd-ı münasibeleri başka tarafa çekilir, âlem-i âhiret tezahür eder. Sözler 531)
- Hem öyle bir istikbalden doğru olarak haber veriyor ki: Şu dünyevî istikbal, ona nisbeten bir katre serab hükmündedir.
- Hem öyle bir saadetten pek ciddî olarak haber veriyor ki; bütün saadet-i dünyeviye ona nisbeten bir berk-i zâilin, bir şems-i sermede nisbeti gibidir. (Dünya hayatında bir hissimizin saadeti için binler meşakkata giriftar olup ancak o fani lezzetin bekasını vehmetmekle lezzet alabiliyoruz. Peygamberimiz (A.S.M.) ise bütün hissiyatlarımızın saadet alacağı ve ebedi olarak kalınacak dehşetli bir saadet âleminden bahsediyor.)
ONBİRİNCİ REŞHA:
Kâinatın perde-i zahiriyesi altındaki acaibi yani hakaik-i uhreviyeyi ve hakaik-i kevniyeyi haber vermesi ve bu hakaiki gözüyle görerek hakikat-ı İslamiyeti o hakaikin üstüne bina edip kendi bizzat tatbik edip talim etmesi ve marziyat-ı İlahiyeyi pek sağlam olarak bize ders vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
- Böyle acib ve muamma-âlûd şu kâinatın perde-i zahiriyesi altında elbette ve elbette böyle acaib bizi bekliyor. Böyle acaibi haber verecek, böyle hârika ve fevkalâde mu’ciznüma bir zât lâzımdır.
(Kâinatın perde-i zahiriyesi altındaki hakaik-i uhreviyeyi ve hakaik-i kevniyeyi haber vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira beşeriyet içerisinde feylesoflar ve hükemalar eşyanın hakikatını, nereden gelinip nereye gidildiği ve neci olduğu muammasını çözememişler.
Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan dahi hakikat-ı mümkinata dair -ki o hakikat, dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve arştan ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatın hakikatına dair- beyanat-ı Kur’aniye o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir suret vermiştir ki; bütün muhakkikler nihayet-i tahkikinde Kur’anın tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkati keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Kerim!” demişler. Sözler 435 )
- Hem bu zâtın gidişatından görünüyor ki; o görmüş ve görüyor ve gördüğünü söylüyor. (Birden Cenab-ı Hak, Beyt-ül Makdis’i bana gösterdi; ben de Beyt-ül Makdis’e bakıyorum, birer birer herşey’i tarif ediyordum.” İşte o vakit Kureyş baktılar ki, Beyt-ül Makdis’ten doğru ve tam haber veriyor. Mektubat – 180)
(Hakaiki gözüyle görerek hakikat-ı İslamiyeti o hakaikin üstüne bina edip kendi bizzat tatbik ederek ümmetine talim etmesi ve ders vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır. Lem’alar 54)
- Hem bizi nimetleriyle perverde eden şu Semavat ve Arzın İlahı bizden ne istiyor, marziyatı nedir, pek sağlam olarak bize ders veriyor.
(Marziyat-ı İlahiyeyi pek sağlam olarak bize ders vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira marziyat-ı İlahiyeyi kâinattaki hakaikin üstüne bina ederek ders vermesi beşeriyetin tek başıyla muvaffak olamayacağı bir yoldur.)
- Hem bunlar gibi daha pekçok merak-âver, lüzumlu hakaikı ders veren bu zâta karşı herşeyi bırakıp ona koşmak, onu dinlemek lâzım gelirken; ekser insanlara ne olmuş ki sağır olup, (hakikatları duymak istemezler) kör olmuşlar, (hakikatı görmek istemezler) belki divane olmuşlar (akılları ile hakaiki tefekkür etmezler) ki; bu hakkı görmüyorlar, bu hakikatı işitmiyorlar, anlamıyorlar?
(Halbuki “Ağaç, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a meyl ve iştiyak gösteriyor.. sizler daha ziyade iştiyaka, meyle müstehaksınız.” Biz de deriz ki: Evet hem ona iştiyak ve meyl ve muhabbet, onun Sünnet-i Seniyesine ve Şeriat-ı Garrasına ittiba’ iledir. Mektubat – 131)
(Onbirinci Reşha Onbirinci Sözün bir cihette özeti gibi Onbirinci Sözdeki üç vazifeyi hakkıyla yerine getiren Zâtın (A.S.M.) yerine getirdiği o üç vazife, risaletinin hakkaniyetine bir delil olduğunu Onbirinci Reşhada izah etmiştir. Şöyle ki; Sonra bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Tâ ki,
- Sarayın Sâni’ini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir? Ve ne vecihle saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin
- Ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip,
- Görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin. Yani daire-i Rububiyete karşı daireyi ubudiyeti göstersin. Sözler – 121)
ONİKİNCİ REŞHA:
Cenâb-ı Hakkın vahdaniyetinin hakkaniyetini anlaması neticesinde dava ettiği haşrin ve saadet-i ebediyenin bütün delilleri Zât-ı Ahmediyenin (ASM) risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Hem bir cihette Peygamber’in (ASM) Cenab-ı Hakka dua etme tarzı haşrin ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesini netice vermiştir.
İşte şu zât, şu mevcudat Hâlıkının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğu gibi; (Onbirinci Reşha da dört kısımda verdiği acaib haberler (bütün esmayı bütün mertebelerinde ve birbirine muvafık bir surette ders vermesi acaib bir haberdir.) O Zâtın (ASM) bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sadık olduğunu isbat ettiği gibi;)
Haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı katı’ı, bir delil-i satı’ıdır. Belki nasılki o zât; hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Öyle de; duasıyla, niyazıyla o saadetin sebeb-i vücudu ve vesile-i icadıdır.
(Sebeb-i husulü ve sebeb-i vücudu arasında ki fark; Risalet ve hidayeti ile saadet-i ebediyenin husulüne vesile sebeb olduğu gibi yani cennete girilmesi için gerekli vazifeleri ders vermesiyle cennete girmeye vesile olduğu gibi; duası ve ubudiyeti ile de saadet-i ebediyenin vücuda gelmesinin sebebidir.)
Haşir mes’elesinde geçen şu sırrı, makam münasebetiyle tekrar ederiz:
(O zât nasılki risaletiyle, hidayetiyle saadet-i ebediyenin sebeb-i husulü ve vesile-i vusulüdür. Onun gibi, ubudiyetiyle ve duasıyla, o saadetin sebeb-i vücudu ve Cennet’in vesile-i icadıdır. Sözler 70)
- Nasıl bir salât-ı kübrada dua ediyor. İşte bak: O zât öyle bir salât-ı kübrada dua ediyor ki: Güya şu cezire, belki Arz, onun azametli namazıyla namaz kılar, niyaz eder.
- Nasıl bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor. Bak, hem öyle bir cemaat-ı uzmada niyaz ediyor ki: Güya benî-Âdemin zaman-ı Âdem’den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına âmîn diyorlar.
- Nasıl bir hacet-i âmme için dua ediyor. Hem bak, öyle bir hacet-i âmme için dua ediyor ki: Değil ehl-i arz, belki ehl-i semavat, belki bütün mevcudat, niyazına “Evet yâ Rabbena ver, biz dahi istiyoruz” deyip iştirak ediyorlar.
- Nasıl bir halet-i ruhiyede dua ediyor. Hem öyle fakirane, öyle hazînane, öyle mahbubane, öyle müştakane, öyle tazarrukârane niyaz ediyor ki; bütün kâinatı ağlattırıyor, duasına iştirak ettiriyor.
- Nasıl bir maksad ve gaye için dua ediyor. Bak! Hem öyle bir maksad, öyle bir gaye için dua ediyor ki: İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan a’lâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor.
- Hangi kelimelerle isteyip, yalvarıyor. Bak! Hem öyle yüksek bir fizar-ı istimdadkârane ve öyle tatlı bir niyaz-ı istirhamkârane ile istiyor, yalvarıyor ki: Güya bütün mevcudata ve semavata ve arşa işittirip, vecde getirip duasına “Âmîn Allahümme âmîn” dedirtiyor.
(Buna karşı ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazînane yalvarmakla ve pek ciddî nedamet ve tövbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeraitin tayin ettiği tarzda dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir. Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri, -kısm-ı a’zamı- tövbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def’olur. Emirdağ-1 – 34)
(Eğer yarım yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri mütehakkimane istiyorsun. Ve hem “Niçin duam kabul olmadı” diye nazlanıyorsun. Evet, senin hakkın naz değil, niyazdır. Sözler 360)
- Nasıl bir Allahtan hacetini istiyor. Bak! Hem öyle Semi’, Kerim bir Kadîr’den, öyle Basîr, Rahîm bir Alîm’den hacetini istiyor ki: Bilmüşahede en hafî bir zîhayatın en hafî bir hacetini, bir niyazını görür, işitir, kabul eder, merhamet eder. Çünki istediğini, -velev lisan-ı hal ile olsun- verir. Ve öyle bir suret-i hakîmane, basîrane, rahîmanede verir ki, şübhe bırakmaz bu terbiye ve tedbir öyle bir Semi’ ve Basîr ve öyle bir Kerim ve Rahîm’e hastır.
ONÜÇÜNCÜ REŞHA:
Cenab-ı Hakkın bütün esma-i kudsîyesi Peygamberimizin risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira haşir ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesi bütün esma-i kudsiye-i İlahiyenin tecelliyatı ile mümkündür. Cenâb-ı Hakkın bütün esması, esmaya mukabele eden Peygamber’in (A.S.M.) ubudiyetini ve duasını netice vermiştir.
Acaba bütün efazıl-ı beni-Âdemi arkasına alıp, (Benî-Âdemin zaman-ı Âdem’den asrımıza, kıyamete kadar bütün nuranî kâmil insanlar, ona ittiba ile iktida edip duasına âmîn diyorlar. Sözler – 239)
Arz üstünde durup, Arş-ı A’zama müteveccihen el kaldırıp dua eden
- Şu şeref-i nev’-i insan (Ferd iken nev’ kadar vazifeleri yerine getirdiğinden nev’in şerefi olmuştur.)
- Ve ferîd-i kevn ü zaman (Bütün zaman ve mekânda Cenab-ı Hakka mukabil gelerek esmasına tam muhatab olmuştur.)
- Ve bihakkın fahr-i kâinat ne istiyor? (Kâinatın vazifesini görüp göstermekle kâinatı nurlandırmış ve kâinatın fahri olmuştur.)
- Bak dinle: Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. (İnsanı ve âlemi, belki bütün mahlukatı esfel-i safilînden, sukuttan, kıymetsizlikten, faydasızlıktan a’lâ-yı illiyyîne, yani kıymete, bekaya, ulvî vazifeye çıkarıyor. Sözler – 239)
- Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor.
Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi; şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu Cennet’in binasına sebebiyet verecekti. (Bu tek duanın içinde bütün mevcudatın istidad lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla istedikleri haşir ve cennet olmasından anlaşılıyor ki bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. Çünkü Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın tecellisiyledir. Bu yüzden Arş-ı A’zama müteveccihen el kaldırıp dua etmiştir.)
Evet nasılki onun risaleti şu dâr-ı imtihanın açılmasına sebebiyet verdi. (Hakikatı tam anlayıp ders verebilecek bir mahiyette olması imtihan dünyasının açılmasına sebebiyet verdi.)
(Vücud-u üstad vücud-u kasrın dâîsidir. Sözler – 122)
Öyle de, onun ubudiyeti dahi öteki dârın açılmasına sebebdir.
Acaba ehl-i akıl ve tahkika لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ dediren
- şu meşhud intizam-ı faik,
- şu rahmet içinde kusursuz hüsn-ü san’at
- ve misilsiz cemal-i rububiyet;
hiç
- böyle bir çirkinliği,
- böyle bir merhametsizliği,
- böyle bir intizamsızlığı kabul eder mi ki:
En cüz’î, en ehemmiyetsiz arzuları, sesleri ehemmiyetle işitip îfa etsin… En ehemmiyetli, en lüzumlu arzuları ehemmiyetsiz görüp işitmesin, anlamasın, yapmasın? (Kâinatın her yerinde intizam olsun da duaların işitilip icabet edilmesin de intizam olmasın.)
Hâşâ ve kellâ!. Yüzbin defa hâşâ! Böyle bir cemal, böyle bir çirkinliği kabul etmez, çirkin olmaz.
Yahu ey hayalî arkadaşım! Şimdilik kâfidir, geri gitmeliyiz. Yoksa yüz sene şu zamanda, şu cezirede kalsak, yine o zâtın garaib-i icraatını ve acaib-i vezaifini, yüzden birisine tamamen ihata edip temaşasında doyamayız.
(Buraya kadar ders verilen bütün reşhalar, Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) garaib-i icraatının ve acaib-i vezaifinin yüzden birisini izah etmektedir. Şöyle ki:
Birinci Reşha
Şahsiyet-i Manevîyyesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
İkinci Reşha
Zât-ı Ahmediye öyle bir nurdur ki harici deliller risaletinin hakkaniyetine bir delil olduğu gibi kendi zâtı da büyük bir delildir.
Üçüncü Reşha
Risalet’e ait vazifeleri hakkıyla yerine getirmesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Üç müşkil ve müdhiş sual-i azîme, mukni ve makbul cevab vermesi vazifelerine bir misaldir.
Dördüncü Reşha
Neşrettiği ziya-yı hakikat ile kâinata, mevcudata, camidata ve bütün zevil-hayata mahlukat canibinden bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görülür.
Beşinci Reşha
Onun o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla kâinattaki harekâta, tenevvüata, tebeddülata, tegayyürata (hulasa hadisata Cenab-ı Hak canibinden) bakıldığında risaletinin hakkaniyeti görüldüğü gibi o nurani daire-i hakikat-ı irşadıyla insana bakıldığında insan bütün mahlukat üstüne çıkıp bir halife-i zemin olmasıyla da risaletinin hakkaniyeti görülür.
Altıncı Reşha
Ubudiyet ve Risalet cihetiyle bakıldığında görülen hakikatlar risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
Yedinci Reşha
Muhtelif akvamın akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini fetih ve teshir edip def’aten devlet kurması, diğer devletlere galib getirmesi ve manevî hizmetlerinin neticesi olarak maddî ve manevî hâkimiyet ile bir saltanat kurması, bir şahs-ı manevî oluşturması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
Sekizinci Reşha
Büyük ve çok âdetleri, hem inadçı, mutaassıb büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref’edip yerlerine öyle secaya-yı âliyeyi ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak vaz’ ve tesbit ederek insanlar üstünde manevî bir saltanat kurması risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
Dokuzuncu Reşha
Hakkıyla yerine getirdiği tebliğ vazifesi ve tebliğdeki usulü risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Ve bizim içinde tebliğ hususunda bir rehber-i mutlaktır.
Onuncu Reşha
Merak-âver bir âlemden, cazibedar bir inkılabdan, lüzumlu bir istikbalden, dehşetli bir saadetten haber vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir. (Ders verdiği hakikatların merak-âver, cazibedar, lüzumlu ve dehşetli olması risaletinin hakkaniyetine delildir.)
Onbirinci Reşha
Kâinatın perde-i zahiriyesi altındaki acaibi yani hakaik-i uhreviyeyi ve hakaik-i kevniyeyi haber vermesi ve bu hakaiki gözüyle görerek hakikat-ı İslâmiyeti o hakaikin üstüne bina edip kendi bizzat tatbik edip talim etmesi ve marziyat-ı İlahiyeyi pek sağlam olarak bize ders vermesi risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
Onikinci Reşha
Cenâb-ı Hakkın vahdaniyetinin hakkaniyetini anlaması neticesinde dava ettiği haşrin ve saadet-i ebediyenin bütün delilleri Zât-ı Ahmediyenin (ASM) risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) bütün hayatında bütün davaları, vahdaniyetten sonra haşirde temerküz ediyor. Bu yüzden Peygamber (A.S.M.) haşrin ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesi için Cenâb-ı Hakka dua etmiştir.
Onüçüncü Reşha
Cenâb-ı Hakkın bütün esma-i kudsîyesi, Peygamberimizin risaletinin hakkaniyetine bir delildir. Zira haşir ve saadet-i ebediyenin vücuda gelmesi bütün esma-i kudsîye-i İlahiyenin tecelliyatı ile mümkündür. Peygamberimizin (A.S.M.) arş-ı azama müteveccihen el kaldırarak dua etmesi bu manaya bir işarettir. Cenâb-ı Hakkın bütün esması, esmaya mukabele eden Peygamber’in (A.S.M.) ubudiyetini ve duasını netice vermiştir.
Ondördüncü Reşha
Kâinatın şehadeti ile tarifi yapılan Kur’an-ı Hakîme tercümanlık yapan Zâtın risaletinin hakkaniyetine Kur’an bir delildir.)
Şimdi gel! Üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak nasıl her asır, o Şems-i Hidayet’ten aldıkları feyz ile çiçek açmışlar!
(Bütün esmaya muhatab olmakla velâyet-i kübrada bulunan ve Reşha mesleğinde giden her asra vazifedar olarak gönderilen aktablar ve müceddidler Şems-i Hidayet’ten aldıkları feyz ile bulundukları asrın ihtiyacına göre çiçekler açmışlar. Her birinin Ondört Reşha içinde tarif edilen Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) garaib-i icraatını ve acaib-i vezaifini bulundukları asırda yerine getirmiş olduklarını nazara vermek için bu makamda isimleri zikredildi.)
Ebu Hanife, Şafiî, (Mezhebler ile İslamiyeti yaşamayı kolaylaştırmışlar.)
Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend, (Tasavvuf mesleğinde istikameti temin etmişler.)
İmam-ı Gazalî, (Bundan dokuzyüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında fütuhat yapmış ve felsefeye karşı Kur’anın hakkaniyetini göstermiştir.)
İmam-ı Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.
(Ebu Hanife (d. 699, Kufe – ö. 767, Bağdat), Şafiî (d. 767, Gazze – ö. 820, Kahire), Ebu Yezid-i Bistamî (İran d. 777 – ö. 848 ), Cüneyd-i Bağdadî (Irak d. 830 – ö. 909), Şeyh-i Geylanî (d. 1077 – ö. 1166, Bağdat), Muhyiddin-i Arabî (d. 1165 – ö. 1240), İmam-ı Gazalî (et-Tûsî d. 1058 – ö. 1111), Ebu’l-Hasan-ı Şazelî (d. 1197 Sebte – ö. 1258, Humeysera), Şah-ı Nakşibend (718 H/1317, M, Kasr-ı Arifan, Buhara, Özbekistan – 791 H/1389, M, Kasr-ı Arifan), İmam-ı Rabbanî (Hindistan Serhend d. 1564 – ö. 1624),
Meşhudatımızın tafsilâtını başka vakte ta’lik edip, o mu’ciznüma ve hidayet-eda’ya bir kısım kat’î mu’cizatına işaret eden bir salavat getirmeliyiz:
(Bütün esmaya muhatab olan Zat-ı Ahmediye (A.S.M.) bütün mevcudatla alakadar olduğundan bütün mevcudatla beraber salâvat getirmeliyiz. Salavattaki her bir parçayı Ondokuzuncu Mektubtaki Nükteli işaretlerle eşleştirmeye çalıştık. Hasta ve yaralılara dair 13. Nükteli işaret ve İhbarat-ı Gayb nev’inden mu’cizeler hariç geri kalan bütün mu’cizelere işaret ederek salâvat getirilmiştir.)
عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ مِنَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ مِنَ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ بِعَدَدِ حَسَنَاتِ اُمَّتِهِ ٭ عَلَى مَنْ بَشَّرَ بِرِسَالَتِهِ التَّوْرَيةُ وَ اْلاِنْجِيلُ وَ الزَّبُورُ ٭ وَ بَشَّرَ بِنُبُوَّتِهِ اْلاِرْهَاصَاتُ وَ هَوَاتِفُ الْجِنِّ وَ اَوْلِيَاءُ اْلاِنْسِ وَ كَوَاهِنُ الْبَشَرِ ٭ وَ انْشَقَّ بِاِشَارَتِهِ الْقَمَرُ ٭
سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ اُمَّتِهِ ٭ عَلَى مَنْ جَائَتْ لِدَعْوَتِهِ الشَّجَرُ وَ نَزَلَ سُرْعَةً بِدُعَائِهِ الْمَطَرُ وَ اَظَلَّتْهُ الْغَمَامَةُ مِنَ الْحَرِّ وَ شَبَعَ مِنْ صَاعٍ مِنْ طَعَامِهِ مِأتٌ مِنَ الْبَشَرِ وَ نَبَعَ الْمَاءُ مِنْ بَيْنِ اَصَابِعِهِ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ كَالْكَوْثَرِ وَ اَنْطَقَ اللّٰهُ لَهُ الضَّبَّ وَ الظَّبْىَ وَ الْجِذْعَ وَ الذِّرَاعَ وَ الْجَمَلَ وَ الْجَبَلَ وَ الْحَجَرَ وَ الْمَدَرَ صَاحِبِ الْمِعْرَاجِ وَ مَازَاغَ الْبَصَرُ ٭
سَيِّدِنَا وَ شَفِيعِنَا مُحَمَّدٍ اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ سَلاَمٍ بِعَدَدِ كُلِّ الْحُرُوفِ الْمُتَشَكِّلَةِ فِى الْكَلِمَاتِ الْمُتَمَثِّلَةِ بِاِذْنِ الرَّحْمنِ فِى مَرَايَا تَمَوُّجَاتِ الْهَوَاءِ عِنْدَ قِرَائَةِ كُلِّ كَلِمَةٍ مِنَ الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ قَارِءٍ مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى آخِرِ الزَّمَانِ وَ اغْفِرْلَنَا وَ ارْحَمْنَا يَا اِلهَنَا بِكُلِّ صَلاَةٍ مِنْهَا آمِينَ
[Şuaat-ı Marifet-ün Nebi namındaki Türkçe bir risalede ve (Asar-ı Bediiyede bu risale vardır.) Ondokuzuncu Mektub’da ve şu sözde icmalen işaret ettiğimiz delail-i nübüvvet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) beyan etmişim.
Hem onda Kur’an-ı Hakîm’in vücuh-u i’cazı icmalen zikredilmiş.
Yine “Lemaat” namında Türkçe bir risalede ve (İ’caz-ı Kur’anî, Yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anasırdan terekküb eder. Sözler 733)
Yirmibeşinci Söz’de Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu icmalen beyan ve kırk vücuh-u i’cazına işaret etmişim. (Yirmibeşinci Söz’ün Birinci Şulesin de Üç Şua içinde kırk vücuh-u i’caziye beyan ve tefsir edildiği gibi bütün Yirmibeşinci Söz de otuzaltı başlıkla beraber hatimesindeki dört mu’cize ile kırk vücuh-u i’caziye beyan ediliyor.)
O kırk vecihte, yalnız nazımda olan belâgatı, “İşarat-ül İ’caz” namındaki bir tefsir-i arabîde kırk sahife içinde yazmışım. Eğer ihtiyacın varsa şu üç kitaba müracaat edebilirsin.]
ONDÖRDÜNCÜ REŞHA:
Kâinatın şehadeti ile tarifi yapılan Kur’an-ı Hakîme tercümanlık yapan Zâtın risaletinin hakkaniyetine Kur’an bir delildir. Hatta Kur’anın itiraz edildiği tekrarında ve mesail-i kevniyeyi icmal ve ibham etmesinde mu’cizeliğin bulunması da risaletinin hakkaniyetine bir delildir.
Ve Kur’andaki tekrarın hikmetini altı vecihle anlatıyor.
- Kur’an zikir, dua, davet kitabı olduğu için tekrar müstahsendir.
- Herkes her vakit bütün Kur’anı okuyamadığı için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçtiğinden tekrar müstahsendir.
- Hem cismani ihtiyaç gibi manevi ihtiyaçta tekerrür ettiğinden tekrar müstahsendir.
- Kur’an Müessistir. Bir Din-i Mübinin Esasatını ders verdiği için tekrar müstahsendir.
- Öyle mesail-i azime ve hakaik-ı dakikakadan bahsediyor ki tekrar müstahsendir.
- Herbir âyet herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikredildiğinden tekrar müstahsendir.
Kur’anın medar-ı tenkid olmuş diğer bir i’cazı ise irşadıdır. Zira Kur’an mesail-i kevniyeyi icmal ve ibham ederek mevcudata kendileri için değil, belki Mucidi için baktırır. Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor; ta Zât ve Sıfat Ve Esma-i İlahiyyeyi bildirsin.)
Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübra (Mu’cizatının en büyüğü olarak Kur’an ve şeriatını ayrı düşündüğümüzde üçünçüsü Zâtı, dördüncüsü şakk-ı kamer, beşincisi mi’raçtır.) olan Kur’an-ı Hakîm; nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o derece kat’î isbat ediyor ki, başka bürhana hacet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkid olmuş bir-iki lem’a-i i’cazına işaret ederiz.
İşte Rabbimizi bize tarif eden Kur’an-ı Hakîm; (Yirmibeşinci Söz’ün Mukaddimesinin birinci cüz’ünde kâinatın şehadeti ile ikinci cüzde Cenab-ı Hakk’ın esması ile üçüncü cüz’ünde meyveleri ile Kur’anın tarifi yapıldı. Burada ise birinci cüz’deki gibi kâinatın şehadeti ile tarifi yapılmıştır. Aslında bu tarif içeresinde tenkid edilen noktaların da mu’cizeliği isbat edilmiştir.)
- Şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi… (Tercüme bir dilden diğer bir dile çevirmektir. Kur’an Kudret dilini kelam diline çevirdiği gibi lisan-ı hali de lisan-ı kal’a çevirmiştir. Evet Kur’an-ı Hakîm, şu Kur’an-ı Azîm-i Kâinatın en âlî bir müfessiridir ve en belig bir tercümanıdır. Evet o Furkan’dır ki; şu kâinatın sahifelerinde ve zamanların yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Yani kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi tercüme ediyor. Sözler – 131)
- Şu sahaif-i Arz ve Semada müstetir künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı… (Nitekim Muhyiddin-i Arabî, كُنْتُ كَنْزًا مَخْفِيًّا فَخَلَقْتُ الْخَلْقَ لِيَعْرِفُونِى hadîs-i şerifinin beyanında: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi gö” demiştir. İşarat-ül İ’caz 17)
- Şu sutur-u hâdisatın altında muzmer hakaikın miftahı… (Deprem ve hastalık gibi hadisatın hakaikının anahtarı olduğuna bir misal; Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiğini Kur’an bize anahtar gibi açıp gösteriyor. Sözler – 174)
- Şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatat-ı Rahmaniye ve hitabat-ı ezeliyenin hazinesi…
- Şu âlem-i maneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi… (Kur’an sarih beyan etmediği içtihada dair mes’elelerde hendese gibi ölçüler göstererek İslâm âlemine içtihad yapacak yolu açmıştır.)
- Avalim-i uhreviyenin haritası… (Üçüncü Mektubda olduğu gibi kâinatın haritasını akıl gözüne gösteriyor.)
- Zât ve sıfât ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı… (Sâtıı yükselerek gittikçe parlayan demektir.)
- Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, (İnsan âlemini zararlardan uzaklaştırarak menfaatli şeyleri de celb ettirerek nokta-i kemali göstermekle terbiye ediyor.) hikmet-i hakikîsi, (İnsaniyet âlemine Cenab-ı Hakkın eşyayı yaratmasındaki kudsi maksadlarını ders vererek manevi kirlerden temizliyor.) mürşid ve hâdîsi…
- Hem bir kitab-ı hikmetve şeriat, (Hikmet ile bütün asırlarda Cenab-ı Hakkın eşyada görünen esmasını ders vermiş ve her esmanın içerisinde o esmanın koyduğu kanununa muvafık hareket etmenin yolunu göstermiştir. Şeriatın Kanun manası olduğu gibi geniş olarak din manası da vardır.)
- Hem bir kitab-ı dua ve ubudiyet, (Her vaziyetimizde hangi esmanın dairesinde bulunduğumuzu gösterip o esma ile istemenin yolunu gösteriyor.)
- Hem bir kitab-ı emir ve davet,
- Hem bir kitab-ı zikir (Zikir de hatırlamak manası vardır.) ve marifet gibi; bütün hacat-ı maneviyesine karşı birer kitab ve
- Bütün muhtelif ehl-i mesalik ve meşarib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin (her birinin) meşreblerine lâyık birer risale ibraz eden bir “Kütübhane-i Mukaddese”dir.
Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’caza bak ki: (Kur’an neye nekadar kıymet ve ehemmiyet verdiyse ondan o kadar tekrarla bahsetmiştir. Kur’an’ın takib ettiği makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye: Ubudiyetle tevhid, risalet, haşir, adalet olmak üzere dörttür. Diğer bahsettiği mes’eleler ancak bu maksadlara vesilelerdir. Mesnevi-i Nuriye 234
Risalet-i Ahmediye’nin (A.S.M.) Mu’cize-i Kur’aniyesinde tekraratının çok güzel hikmetleri, tam tefsiri olan Risalet-ün Nur’da tamamıyla tezahür etmiş. Kastamonu Lahikası 12 Kur’anda ne kadar tevhid ile ilgili mevzu varsa Risale-i Nurda da o kadar vardır. Bunu Kur’anın bütün esasları için düşünebiliriz. Hem de Kur’anda zahiren tekrar gibi görünen âyetlerin bulunduğu makamın öncesi ve sonrası ile irtibatı kurulduğunda ifade ettiği mana değişir.
Kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. İşarat-ül İ’caz 31
Aynı hususiyet Risale-i Nur’da da vardır. Mesela; Risale-i Nurda tevhid çok yerlerde var. Fakat her makamda ifade ettiği farklıdır. Tevhid bahislerinin geçtiği yerlere bakılsa; mesela Yirmiüçüncü Lem’aya bakalım; Yirminci, Yirmibirinci, Yirmiikinci Lem’alarda mevzu hep ihlas hakkındadır. Yirmiüçüncü Lem’ada mukadder bir sualin cevabı veriliyor. Sual: Peki ihlas nasıl kazanılır? Elcevab: Hakiki bir tevhid ile Tabiat Risalesi ihlası kazandıracak hakiki tevhidi ders veriyor. Yine Yirmiikinci Söze baktığımızda mevzu tevhid ama bu makamda daire-i rububiyyetin esaslarını beyan noktasında veya itikad noktasında gelen vesveseleri ortadan kaldırmak için tevhid ders veriliyor diyebiliriz.)
- Kur’an hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblağdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil… Zira zikrin şe’ni; tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni; terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni; tekrar ile te’kiddir.
- Hem herkes her vakit bütün Kur’anı okumağa muktedir olamaz. Fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye ekser uzun surelerde derc edilerek her bir sure bir küçük Kur’an hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, Tevhid ve Haşir ve Kıssa-i Musa gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. (Kur’an da bazen âyet bazen de âyetin ders verdiği maksadları tekrar edilmiştir. Tevhid ve Haşir gibi)
- Hem cismanî ihtiyaç gibi, manevî hacat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur. (Cisme hava, ruha hû gibi). Bazısına her saat (Bismillah gibi) ve hâkeza… Demek tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.
- Hem Kur’an müessistir. Bir Din-i Mübin’in esasıdır ve şu âlem-i İslâmiyet’in temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip, muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevabdır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır. Teyid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır.
- Hem, öyle mesail-i azîme ve hakaik-i dakikadanbahsediyor ki: Umumun kalblerinde yerleştirmek için çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır.
- Bununla beraber sureten tekrardır, fakat manen herbir âyetin çok manaları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mana ve faide ve maksadlar için zikrediliyor. (Ezcümle: بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ gibi âyetlerde bulunan ukde-i hayatiye ve nurani esaslar, tekerrür ettikçe iştihaları açar; misk gibi, karıştırıldıkça kokar. Demek tekerrür zannedilen, hakikatte tekerrür değ Ancak وَ اُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا kabîlinden, o ayrı ayrı hikmetleri, nükteleri, gayeleri ifade eden tekrarlı kelâmlar yalnız ibarece, lafızca birbirine benzedikleri için tekrar zannedilir. Hattâ kıssa-i Musa, çok meziyetleri ve hikmetleri müştemildir. Her makamda o makama münasib bir vecihle zikredilmesi, ayn-ı belâgattır. Evet Kur’an-ı Azîmüşşan, o kıssa-i meşhureyi, gümüş iken yed-i beyzasına alarak altun şekline ifrağıyla öyle bir nakş-ı belâgata mazhar etmiştir ki, bütün ehl-i belâgat, onun belâgatına hayran olmuşlar, secdeye varmışlardır. Ve keza teyemmün, teberrük ve istiane gibi çok vecihleri hâvi; ve tevhid, tenzih, sena, celal ve cemal ve ihsan gibi çok makamları tazammun; ve tevhid ve nübüvvet, haşir ve adalet gibi makasıd-ı erbaaya işaret eden Besmele, zikredilen yerlerin herbirisinde bu vecihlerden, bu makamlardan biri itibariyle zikredilmiş ve edilmektedir. Maahâza hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebaî zikirleri, belâgata münafî değildir. İşarat-ül İ’caz – 31)
Kur’anın diğer bir i’cazı Hem Kur’anın, mesail-i kevniyenin bazısında ibham ve icmali ise; irşadî bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhadın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkid olamaz ve sebeb-i kusur değildir.
Eğer desen: “Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor?
(Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Sözler 265)
- Bazı mesaili mücmel bırakır, (Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Sözler 394)
- Bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, (Kur’an âyetleriyle insanların nazarını melufatları olan şeylere çeviriyor. Mesnevi-i Nuriye 197
Şöyle ki: Kamer’in bir menzili var ki, Süreyya yıldızlarının dairesidir. Kameri, hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semanın yeşil perdesi arkasında güya bir ağaç bulunuyor ki beyaz, sivri, nurani bir dalı, perdeyi yırtıp başını çıkarıp, Süreyya o dalın bir salkımı gibi ve sair yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak işitenin hayalî olan gözüne göstermekle; medar-ı maişetlerinin en mühimmi hurma ağacı olan sahra-nişinlerin nazarında ne kadar münasib, güzel, latif, ulvî bir üslûb-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın. Sözler 377)
- Hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, (Âyât-ı Kur’aniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zahir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor. Lem’alar 107)
- Fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor? (Belâgat-ı irşadiyenin şe’nindendir ki, avamın nazarına, âmmenin hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki; nazarları tevahhuş, fikirleri kabulden imtina’ etmesin. Mesnevi-i Nuriye 233)
Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için… Hem, geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki: Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor;
- Tâ, zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek mevcudata kendileri için değil, belki mûcidleri için bakıyor.
- Hem umuma hitab ediyor.
İlm-i hikmet ise,
- Mevcudata mevcudat için bakıyor.
- Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor.
Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm, mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mademki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki; lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin (eşyanın mahiyetini ibham ile icmal etsin) ve dakik şeyleri (Eşyanın Cenab-ı Hakka bakan cihetini temsil ile takrib etsin) temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.
(Kur’an-ı Hakîm’in mücmel, hissi ammeyi rencide etmeyecek, umumun anlayabileceği bir tarzda bahsetmesi irşad noktasında mu’cizesidir. İki farklı misal verilmesinin hikmeti; İlk âyetle güneşten bahsetmekle güneşteki intizamı gösterip intizam eseri olan tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham ediyor. İkinci âyetle teshir hakikatını gösterip teshir edilen diğer eşyayı ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.)
Meselâ Güneşe der: “Döner bir siracdır, bir lâmbadır.” Zira Güneşten, Güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zenbereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâni’in âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor. Evet der: اَلشَّمْسُ تَجْرِى “Güneş döner.” Bu döner tabiriyle; kış yaz, gece gündüzün deveranındaki muntazam tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham eder. (Ve o mevsimlerin sahifelerinde kalem-i kudretin yazdığı mektubat-ı Samedaniyeye nazarı çevirir, Hâlık-ı Zülcelal’in hikmetini i’lam eder. Sözler 377) İşte bu dönmek hakikatı ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez. (Tek bir ayetle intizamı gösterip intizam eseri olan tasarrufat-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sâni’i ifham eder.)
Hem der: وَجَعَلْنَا الشَّمْسَ سِرَاجًا Şu sirac tabiriyle, âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise; insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu (Güneşin parlaması, sair hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve ilân etmektir. Demek bir Sâni’-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor. Çarşı-yı âlem sergilerindeki antika san’atlarını onun ile irae ediyor. Sözler – 670) ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder. (Tek bir âyetle teshir hakikatını gösterip teshir edilen diğer eşyayı ihtar ile rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.)
(Lâmba tabiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki: Şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’umat ve levazımat olduğunu ve Güneş dahi müsahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, Sâni’in haşmetini ve Hâlıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki; müşriklerin en mühim, en parlak mabud zannettikleri Güneş, müsahhar bir lâmba, camid bir mahluktur. Demek “sirac” tabirinde Hâlık’ın azamet-i rububiyetindeki rahmetini ihtar eder. Rahmetin vüs’atindeki ihsanını ifham eder. Ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsas eder. Ve bu ihsasta vahdaniyeti i’lam eder ve manen der: “Camid bir sirac-ı müsahhar, hiçbir cihette ibadete lâyık olamaz.” Sözler – 377)
Şimdi bak şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki:
“Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir.” Muvahhiş bir dehşetten, müdhiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî mes’elelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surîsine aldanıp, Kur’anın gayet mu’ciznüma beyanına karşı hürmetsizlik etme!..
(Yaradılışta ve maddiyata dair mes’elelerde Kur’an mübhem geçmiştir dedikleri ikinci şübhelerine cevab, şöyle ki: Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. Buna binaen bundan on asır evvel gelen insanlara fünun-u hazırayı ders vermek veya garib mes’elelerden bahsetmek; onların zihinlerini şaşırtmaktan ve o insanları safsatalara atmaktan gayrı bir faide vermezdi. Meselâ: Kur’an-ı Kerim, “Ey insanlar! Şems’in sükûnuna, Arz’ın hareketine ve bir katre su içinde binlerce hayvanatın bulunduğuna dikkat ediniz ki azamet-i İlahiyeyi anlayasınız.” demiş olsaydı, bütün o zamanların insanlarını tekzibe sevketmiş olurdu. Çünki hiss-i zahirîye muhaliftir. Maahâza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te’lif değildir.
S- Keşfiyat-ı fenniye ve fünun-u hazıra eski insanlara meçhul ve gayr-ı me’luf olduğundan, onları onlara ders vermek hatadır diyorsun. Bilhâssa âhirete ait ahval gibi, müstakbeldeki nazariyat da böyle değil midir? Onlar da bize meçhul ve gayr-ı me’lufturlar. Onlardan bahsetmek ne için hata olmuyor?
C- Müstakbeldeki nazariyat, bilhâssa âhirete ait ahvale hiçbir cihetle hiss-i zahirî taalluk etmemiştir ki, o hissin hilafını söylemek şaşırtma olsun. Binaenaleyh o gibi şeyler, daire-i imkândadırlar. Öyle ise onlara itikad ve onlar ile itminan peyda etmek mümkündür. Öyle ise o gibi şeylerin hakk-ı sarihi, onları tasrih etmektir. Lâkin keşfiyat-ı fenniye; eski insanlara göre, imkân ve ihtimal dairesinden çıkıp, muhal ve imtina’ derecesine girmişlerdir. Çünki gözleriyle gördükleri şeyler, onlarca bedahet derecesine girmekle, onun hilafı onlarca muhaldir. Öyle ise, onların hissiyatına hürmeten, o gibi mes’elelerde belâgatın iktizası, ibham ve ıtlaktır ki, onlara bir şaşırtma olmasın. Fakat Kur’an-ı Kerim, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlara işaretler yapmıştır.
Ey insafsız! Seni insafa davet ediyorum. Bir kerre كَلِّمِ النَّاسَ عَلَى قَدَرِ عُقُولِهِمْ olan meşhur düsturu nazara almakla, zamanlarıyla muhitlerinin müsaadesizliğini düşünerek, telahuk eden binlerce efkârın neticelerinden doğan şu keşfiyat-ı fenniyeyi o zamanlardaki insanların kafa mideleri alıp hazmedemediklerine dikkat edersen anlayacaksın ki; Kur’an-ı Kerim’in o gibi mes’elelerde ihtiyar ettiği ibham ve ıtlak yolu, ayn-ı belâgat olduğu gibi, yüksek i’cazını da isbata aşikâr bir delil olduğunu gözün kör değilse göreceksin.
Kur’anda delail-i akliyeye ve fennin keşfiyatına muhalif bazı âyetler vardır dedikleri üçüncü şübhelerine cevab:
Kur’an-ı Kerim’de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni’, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebaîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir. Yani Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünki Kur’an-ı Kerim coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni’ ve Nazzam-ı Hakikî’ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. Febinâen alâ zâlik mademki Kur’anın kâinattan bahsi istidlal içindir ve delilin de müddeadan evvel malûm olması şarttır ve delilin muhatablarca vuzuhu müstahsendir; bazı âyetlerin onların hissiyatına ve edebî malûmatlarına imale etmesi ve benzetmesi, mukteza-yı belâgat ve irşad olmaz mı? Fakat bu âyetlerin, hissiyatlarına imale etmesi mes’elesi, o hissiyata kasden delalet etmek için değildir. Ancak kinaye kabîlinden o hissiyatı okşamak içindir. Maahâza hakikata ehl-i tahkiki îsal için, karine ve emareler vaz’edilmiştir. Meselâ eğer Kur’an-ı Kerim, makam-ı istidlalde şöylece demiş olsa idi ki: “Ey insanlar! Güneş’in zahirî hareketiyle hakikî sükûnuna ve Arz’ın zahirî sükûnuyla hakikî hareketine ve yıldızlar arasında cazibe-i umumiyenin garibelerine ve elektriğin acibelerine ve yetmiş unsur arasında hasıl olan imtizacata ve bir avuç su içinde binler mikrobun bulunmasına dikkat ediniz ki, bu gibi hârika şeylerden Cenab-ı Hakk’ın herşeye kàdir olduğunu anlayasınız.” deseydi; delil, müddeadan binlerce derece daha hafî, daha müşkil olurdu. Halbuki delilin müddeadan daha hafî olması, makam-ı istidlale uymaz. Maahâza onların hissiyatına imale edilen âyetler kinaye kabîlinden olup, ifade ettikleri zahirî manaları sıdk veya kizbe medar olamaz. Evet görmüyor musun قَالَ deki “elif” hıffeti ifade ediyor. Aslı “vav” olsun, “ye” olsun, ne olursa olsun bize taalluk etmez.
Hülâsa: Madem ki Kur’an, bütün zamanlardaki bütün insanlara nâzil olmuştur, şu şübhe addettikleri umûr-u selâse, Kur’ana nakîse değil, Kur’anın yüksek i’cazına delillerdir. Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı talim eden Cenab-ı Hakk’a kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr’in (A.S.M.) basar u basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanları kandırarak mağlatalara düşürtmekten, meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tahirdir. İşarat-ül İ’caz – 118)
(Takarrur etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir. (Akıl nasıl akıl olacağını alttaki cümlelerde izah edilmiştir. Kur’anın asıl maksadını anlayan bir akıl akıldır.)
Hem de tahakkuk etmiş: Kur’an’ın herbir tarafında intişar eden makasıd-ı esasiye ve anasır-ı asliye dörttür. Onlar da: İsbat-ı Sâni’-i Vâhid ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adalettir. Muhakemat – 12)
اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ شِفَاءً لَنَا وَ لِكَاتِبِهِ وَ اَمْثَالِهِ مِنْ كُلِّ دَاءٍ وَ مُونِسًا لَنَا وَ لَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَ بَعْدَ مَوْتِنَا وَ فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا بِفَضْلِكَ وَ جُودِكَ وَ كَرَمِكَ وَ رَحْمَتِكَ يَا اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقَانُ الْحَكِيمُ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ آمِينَ آمِينَ
İHTAR: Arabî Risale-tün Nur’da Ondördüncü Reşha’nın Altı Katresi, bahusus Dördüncü Katre’nin Altı Nüktesi; Kur’an-ı Hakîm’in kırk kadar enva’-ı i’cazından onbeşini beyan eder. Ona iktifaen burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et, bir hazine-i mu’cizat bulursun. (Bahsi geçen yer Büyük Mesnevî-i Nuriye de vardır.)
(Ondokuzuncu Sözün Yirminci Söz ile olan münasebeti; Ondördüncü Reşhada Kur’an’ın itiraza uğramış iki mu’cizesi izah edildi. Yirminci Sözde itiraza uğramış üç âyetin mu’cizeliği izah edilecektir. Hemde bu üç ayetle Kur’an-ı Hakîm’in irşadî lem’a-i i’cazına misal verilmiş olunacaktır.)
* * *