Yedinci Mes’ele
(Denizli Hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Bir zaman Kastamonu’da “Hâlıkımızı bize tanıttır” diyen lise talebelerine sâbık Altıncı Mes’ele’de mekteb fünununun dilleriyle verdiğim dersi, Denizli Hapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-ı imaniye aldıklarından (İmanın tecezzi etmez bir kül olduğunu izah eden yerler; Onbirinci Şua Dokuzuncu Mes’ele, Yedinci Şua ve İkinci Şuadır.) âhirete bir iştiyak hissedip, “Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın.” dediler. Ve Denizli Hapsindeki Risale-i Nur şakirdlerinin ve sâbıkan Altıncı Mes’ele’yi okuyanların arzuları ile âhiret rüknünün dahi bir hülâsasının beyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur’dan bir kısacık hülâsa ile derim:
Nasılki Altıncı Mes’ele’de biz Hâlıkımızı arzdan, semavattan sorduk; onlar fenlerin dilleri ile güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de, âhiretimizi
- Başta o bildiğimiz Rabbimizden,
- Sonra Peygamberimizden,
- Sonra Kur’anımızdan,
- Sonra sair peygamberler
- Ve mukaddes kitablardan,
- Sonra melaikelerden,
- Sonra kâinattan soracağız.
İşte birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla “Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevkediyorum.” ferman ediyor. Onuncu Söz, oniki parlak ve kat’î hakikatlar ile bir kısım isimlerin âhirete dair cevablarını isbat ve izah eylemiş. Burada, o izaha iktifaen gayet kısa bir işaret ederiz.
Birinci Hakikat: Bâb-ı rububiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabb’in cilvesidir.
Evet madem hiçbir saltanat yoktur ki, o saltanata itaat edenlere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın. Elbette rububiyet-i mutlaka mertebesinde bir saltanat-ı sermediyenin, o saltanata iman ile intisab ve taat ile fermanlarına teslim olanlara mükâfatı ve o izzetli saltanatı küfür ve isyanla inkâr edenlere de mücazatı; o rahmet ve cemale, o izzet ve celale lâyık bir tarzda olacak diye “Rabb-ül Âlemîn” ve “Sultan-üd Deyyan” isimleri cevab veriyorlar.
İkinci Hakikat: Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir.
Hem madem güneş gibi, gündüz gibi, zemin yüzünde bir umumî rahmet ve ihatalı bir şefkat ve kerem gözümüzle görüyoruz. Meselâ
(Ulvi bir Kerem ile ikramlar olduğuna dair dört misal veriliyor.)
- O rahmet, her baharda umum ağaçları ve meyveli nebatları Cennet hurileri gibi giydirip, süslendirip, ellerine her çeşit meyveleri verip bizlere uzatıp “Haydi alınız, yeyiniz” dediği gibi;
- Bir zehirli sineğin eliyle bizlere şifalı, tatlı balı yedirdiği
- Ve elsiz bir böceğin eliyle en yumuşak ipeği bizlere giydirdiği gibi,
- Bir avuç kadar küçücük çekirdeklerde, tohumcuklarda binler batman taamları bizim için saklayan ve ihtiyat zahîresi olarak o küçücük depolarda yerleştiren bir rahmet, bir şefkat, (Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. Şualar 65)
Rahmet ve Keremin iktizası ile mü’minlere bir dar-ı mükâfat, bir saadet-i ebediyenin verileceğinin izahı:
Elbette hiç şübhe olamaz ki; bu derece nazeninane beslediği bu sevimli ve minnetdarları ve perestişkârları olan mü’min insanları i’dam etmez. Belki onları daha parlak rahmetlere mazhar etmek için, (Daha parlak olmasının sebebi zıtların içtima ettiği âlem-i şehadet, âlem-i bekaya nisbeten çok sönük bir vaziyette olmasındandır.) hayat-ı dünyeviye vazifesinden terhis eder diye “Rahîm” ve “Kerim” isimleri sualimize cevab veriyorlar; “El-Cennetü Hakkun” diyorlar.
Üçüncü Hakikat: Bâb-ı hikmet ve adalet olup, ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir.
Hem madem biz gözümüzle görüyoruz ki: Umum mahluklarda ve zemin yüzünde
- Öyle bir hikmet eli işliyor
- Ve öyle bir adalet ölçüleriyle işler dönüyor ki,
akl-ı beşer onun fevkinde düşünemiyor.
Meselâ:
- İnsanın bin cihazatına takılan hikmetlerinden yalnız bir küçük çekirdek kadar kuvve-i hâfızasında bütün tarihçe-i hayatını ve ona temas eden hadsiz hâdisatı o kuvvecikte yazıp, onu bir kütübhane hükmüne getirip ve insanın haşirde muhakemesi için neşir olacak olan defter-i a’malinin bir küçük senedi olarak her vakit hatırlatmak sırrı ile her insanın eline vererek dimağının cebine koyan bir ezelî hikmet (Yani Cenab-ı Hakk hikmetiyle insanın bir küçük çekirdek kadar olan kuvve-i hâfızası ile ruhunu, hem ruh ile de mahiyetini alâkadar bir surette yaratmış. Yaratılışı bu kadar hikmetli olan kuvve-i hâfıza içinde insanın bütün amelleri yazılsın da o amellerin muhakeme edileceği haşir olmasın. Hiç mümkün müdür?)
(Onuncu Söz’ün Üçüncü Hakikatında Hikmetin delillerinden dördü izah ediliyor.
- Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir.
- Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması
- Hem herşeyin hilkatinde gayet derecede hüsn-ü san’at bulunması;
- Hikmetinin iktizası ile her şeye, her isteyene cevab veren Hakîm olan Allah elbette insanında beka gibi bir duasını işitecek mü’minlere bir dar-ı mükâfat, bir saadet-i ebediye ve kâfirlere bir dar-ı mücazat ihzar edecektir.)
(Adaletle iş görüldüğünün delilleri gösterilecek.)
- Ve bütün masnuatta gayet hassas mizanlar ile a’zalarını yerleştiren,
- Mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar, israfsız ölçülerle bir tenasüb, bir müvazene, bir intizam ve bir cemal içinde masnuatı bir hüsn-ü san’at yapan
- Ve her zîhayatın hukuk-u hayatını kemal-i mizanla veren;
İyiliklere güzel neticeler ve fenalıklara fena neticeler verdiren ve Âdem zamanından beri tâgi ve zalim kavimlere vurduğu tokatlarla kendini pek kuvvetli ihsas ettiren bir adalet-i sermediye,
Elbette ve hiç şübhe getirmez ki: Güneş gündüzsüz olmadığı gibi; o hikmet-i ezeliye, o adalet-i sermediye âhiretsiz olmazlar ve ölümde en zalimlerin ve en mazlumların bir tarzda gitmelerindeki akibetsiz bir dehşetli haksızlığa, adaletsizliğe ve hikmetsizliğe hiçbir vechile müsaade etmezler diye “Hakîm” ve “Hakem” ve “Adl” ve “Âdil” isimleri bizim sualimize kat’î cevab veriyorlar.
Beşinci Hakikat: Bab-ı şefkat ve ubudiyet-i Muhammediyedir (A.S.M.). İsm-i Mücîb ve Rahîm’in cilvesidir.
Hem madem
- bütün zîhayat mahlukların elleri yetişmediği ve iktidarları dairesinde olmayan bütün hacatlarını, bütün fıtrî matlablarını bir nevi dua bulunan istidad-ı fıtrî ve ihtiyac-ı zarurî dilleriyle istedikleri vakitte, gayet rahîm ve işitici ve şefkatli bir dest-i gaybî tarafından verildiğinden
(İhtiyaç, istidat ve ızdırar diliyle edilen dualara cevab verildiğinin izahı: Evet tohumlar ve çekirdekler istidad lisanıyla herbiri birer ağaç ve birer sünbüle olmayı Hâlıkından isteyip, duaları gözümüz önünde kabul olması gibi; bütün hayvanatın ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla elleri yetişmediği yerlerden rızıklarını ve hayatlarına lüzumu bulunan ve iktidarlarının haricindeki matlublarını birisinden isteyip o fıtrî ihtiyaç diliyle ettikleri bütün dualarını gözümüz önünde kabul eden ve imdadlarına acib ve şuursuz mahlukatı vakti vaktine hikmetle koşturan bir Hâlık-ı Kerim’e zahir şehadet eder. Şualar 615 )
- (Kavli dualara cevab verildiğinin izahı) Ve ihtiyarî olan daavat-ı insaniyenin, hususan havasların ve nebilerin dualarının on adedden altı-yedisi hilaf-ı âdet makbul olmasından kat’î anlaşılıyor ki: (Yani adetullahtaki sebeblere riayet edilmeyerek âdetin hilafında bir vaziyet dahi olsa havas ve nebilerin on âdet duasından altı-yedisinin kabul edildiğini ifade ediyor.) Her dertlinin âhını, her muhtacın duasını işiten ve dinleyen bir Semî-i Mücîb perde arkasında var, bakar ki; en küçük bir zîhayatın en küçük bir ihtiyacını görür ve en gizli bir âhını işitir, şefkat eder, fiilen cevab verir, memnun eder.
Elbette ve her halde hiçbir şübhe ihtimali kalmaz ki: (Kimlerle beraber istiyor sualine üç cihetle cevap veriliyor. Dua bu suretle külliyet kesbediyor.)
- Mahlukların en ehemmiyetlisi olan nev’-i insanın en ehemmiyetli ve umumî ve umum kâinatı ve umum esma ve sıfât-ı İlahiyeyi alâkadar eden beka-i uhreviyeye ait dualarını içine alan ve nev’-i insanın güneşleri ve yıldızları ve kumandanları olan bütün peygamberleri arkasına alıp onlara duasına “âmîn, âmîn” dedirten
- Ve ümmetinden her gün her ferd-i mütedeyyin hiç olmazsa kaç defa ona salavat getirmekle onun duasına “âmîn, âmîn” diyen
- Ve belki bütün mahlukat o duasına iştirak ederek “Evet ya Rabbenâ! İstediğini ver, biz de onun istediğini istiyoruz.” diyorlar.
Bütün bu reddedilmez şerait altında beka-i uhrevî ve saadet-i ebediye için Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın -haşrin hadsiz esbab-ı mûcibesinden- yalnız tek duası Cennet’in vücuduna ve baharın icadı kadar kudretine kolay olan âhiretin icadına kâfi bir sebebdir diye “Mücîb” ve “Semi'” ve “Rahîm” isimleri bizim sualimize cevab veriyorlar. (“Semi'” isimiyle bütün duaları işiten ve “Mücîb” ismiyle bütün dualara cevab veren ve “Rahîm” ismiyle mahlukatına şefkat ve merhamet eden Allah elbette bütün mahlukatın ve bilhassa insanın beka için olan duasını işitir, cevab verir ve haşrederek merhametini de gösterecektir. Hem hiç kabil midir ki: Hayatın en cüz’îsinin pek gizli sesini işitsin, derdini dinlesin, derman versin ve nazını çeksin ve kemal-i itina ve ihtimam ile beslesin ve ona dikkatle hizmet ettirsin ve büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapsın ve sonra en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar bir hayatın gök sadâsı gibi yüksek sesini işitmesin? Ve onun çok ehemmiyetli beka duasını ve nazını ve niyazını nazara almasın? Âdeta bir neferin kemal-i itina ile techiz ve idaresini yapsın ve muti’ ve muhteşem orduya hiç bakmasın? Ve zerreyi görsün, güneşi görmesin? Sivrisineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ! Sözler – 107)
Dokuzuncu Hakikat: Bâb-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyî ve Mümit’in cilvesidir.
Hem madem gündüz bedahetle güneşi gösterdiği gibi;
- Zemin yüzünde, mevsimlerin tebeddülünde küllî ölmek ve dirilmekte, perde arkasında bir mutasarrıf gayet intizamla koca küre-i arzı bir bahçe, belki bir ağaç kolaylığında ve intizamında ve azametli baharı bir çiçek sühuletinde ve mizanlı zînetinde ve zemin sahifesinde üçyüz bin haşr u neşrin nümune ve misallerini gösteren üçyüz bin kitab hükmündeki nebatat ve hayvanat taifelerini (onda) yazar, beraber ve birbiri içinde şaşırmayarak, karışık iken karıştırmayarak, birbirine benzemekle beraber iltibassız, sehivsiz, hatasız, mükemmel, muntazam, manidar yazan bir kalem-i kudret,
- Bu azameti içinde hadsiz bir rahmet, nihayetsiz bir hikmet ile işlediği gibi;
- Koca kâinatı bir hanesi misillü insana müsahhar ve müzeyyen ve tefriş etmek ve o insanı halife-i zemin ederek ve dağ ve gök ve yer tahammülünden çekindikleri emanet-i kübrayı ona vermesi ve sair zîhayatlara bir derece zabitlik mertebesiyle mükerrem etmesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve sohbetine müşerref eylemesi ile fevkalâde bir makam verdiği (İnsana verilen emanet-i kübranın ve hilafet rütbesinin izahatı Onbirinci Hakikattaki Bab-ı İnsaniyet hakikatında şu şekilde izah edilmektedir. Hâkim-i Bilhak, Rahîm-i Mutlak; insana öyle bir istidad verip, yer ile gökler ve dağlar tahammülünden çekindiği emanet-i kübrayı tahammül edip, yani küçücük cüz’î ölçüleriyle, san’atçıklarıyla Hâlıkının muhit sıfatlarını, küllî şuunatını, nihayetsiz tecelliyatını ölçerek bilip; hem yerde en nazik, nazenin, nazdar, âciz, zaîf yaratıp; halbuki bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kàlen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilafet rütbesini verdiği halde; ona bütün bu vazifelerinin gayesi ve neticesi ve semeresi olan saadet-i ebediyeyi vermesin? Sözler – 87)
- Ve bütün semavî fermanlarda ona saadet-i ebediyeyi ve beka-i uhreviyeyi kat’î va’d u ahdettiği halde,
Elbette ve hiçbir şübhe olmaz ki: Bahar kadar kudretine kolay gelen dâr-ı saadeti o mükerrem ve müşerref insanlar için açacak ve yapacak ve haşir ve kıyameti getirecek diye Muhyî ve Mümit ve Hayy ve Kayyum ve Kadîr ve Alîm isimleri, Hâlıkımızdan sormamıza cevab veriyorlar. (Muhyî hayat veren Cenab-ı Hakkın fiilî bir ismidir, Hayy ise Zâtının hayattar olduğunu ifade eden ismidir.)
Evet her baharda bütün ağaçları ve otların köklerini aynen ihya ve nebatî ve hayvanî üçyüz bin nevi haşrin ve neşrin nümunelerini icad eden bir kudret, Muhammed ve Musa Aleyhimessalâtü Vesselâmların herbirinin ümmetinin geçirdiği bin senelik zaman, karşı karşıya hayalen getirilip bakılsa, haşrin ve neşrin bin misalini ve bin delilini iki bin baharda {(1): Sâbık herbir bahar; kıyameti kopmuş, ölmüş ve karşısındaki bahar, onun haşri hükmündedir.} gösterdiği görülecek. Ve böyle bir kudretten haşr-i cismanîyi uzak görmek, bin derece körlük ve akılsızlıktır.
(Nakli delillerin âhiretin vücuduna dair isbatı yapılacak. Peygamberler mu’cizat-ı bahire ve zahirelerle haşrin vukuunu isbat etmişlerdir. Bu makamda ise Peygamberlerin ehl-i ihtisas ve ehl-i ispat olmaları noktasında haşre olan delilleri gösterilecek.)
Hem madem nev’-i beşerin en meşhurları olan yüzyirmidört bin peygamberler ittifak ile saadet-i ebediyeyi ve beka-yı uhrevîyi Cenab-ı Hakk’ın binler va’d ü ahidlerine istinaden ilân edip, mu’cizeleriyle doğru olduklarını isbat ettikleri gibi; hadsiz ehl-i velayet, keşf ile ve zevk ile aynı hakikata imza basıyorlar. Elbette o hakikat güneş gibi zahir olur, şübhe eden divane olur.
Ehl-i ihtisas: Evet bir fende ve bir san’atta mütehassıs bir-iki zâtın o fen ve o san’ata ait hükümleri ve fikirleri, onda ihtisası olmayan bin adamın, -hattâ başka fenlerde âlim ve ehl-i ihtisas da olsalar- muhalif fikirlerini hükümden ıskat ettikleri gibi;
Ehl-i isbat: Bir mes’elede, meselâ ramazan hilâlini yevm-i şekte isbat etmek ve “Süt konservelerine benzeyen ceviz-i hindî bahçesi rûy-i zeminde var” diye dava etmekte iki isbat edici, bin inkâr edici ve nefyedicilere galebe edip davayı kazanıyorlar. Çünki isbat eden yalnız bir ceviz-i hindîyi veyahut yerini gösterse kolayca davayı kazanır. Onu nefy ve inkâr eden, bütün rûy-i zemini aramak, taramakla hiçbir yerde bulunmadığını göstermekle davasını isbat edebildiği gibi; Cennet’i ve dâr-ı saadeti ihbar ve isbat eden yalnız bir izini, sinemada gibi keşfen bir gölgesini, bir tereşşuhunu göstermekle davayı kazandığı halde; onu nefy ve inkâr eden, bütün kâinatı ve ezelden ebede kadar zamanları görmek ve göstermekle ancak inkârını ve nefyini isbat ile davayı kazanabilir. Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; hususî bir yere bakmayan ve imanî hakikatlar gibi umum kâinata bakan nefyler, inkârlar (zâtında muhal olmamak şartıyla Mukadder bir sual olarak deniliyor: Siz umum kâinata bakan nefyler, inkârlar isbat edilmez diyorsunuz. O halde kâinatta şirkin nefyi de isbat edilmez. Elcevab: Kâinatta Allah’ın şeriki olması zâtında muhal olmasından şeriki olmadığı isbat edilir. Şeriki olduğu isbat edilmez.) isbat edilmez diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler.
İşte bu kat’î hakikata binaen (Kat’i hakikat Peygamberlerin ehl-i ihtisas ve isbat olmalarıdır.) binler feylesofların muhalif fikirleri, böyle imanî mes’elelerde birtek muhbir-i sadıka karşı hiçbir şübhe hattâ vesvese vermemek lâzım iken, yüzyirmi bin isbat edici ehl-i ihtisas ve muhbir-i sadıkın ve hadsiz ve nihayetsiz müsbit ve mütehassıs ehl-i hakikat ve ashab-ı tahkikin ittifak ettikleri erkân-ı imaniyede; aklı gözüne inmiş, kalbsiz, maneviyattan uzaklaşmış, körleşmiş birkaç feylesofun inkârlarıyla şübheye düşmenin ne kadar ahmaklık ve divanelik olduğunu kıyas ediniz.
(Şimdi kâinattaki dört hakikat nazara verilecek, bu dört Esmayla âhiretin vücudunun isbatı yapılacak. Daha önce bu hakikatlarla âhiretin gelecek olduğunu müsbet tarzda isbatını yaptı. Şimdi ise bu hakikatlarla âhiretin gelmemesinin muhal olduğunu menfi tarzda isbatı yapılacak.)
(Mukadder bir sual: Bu aynı isimler Onuncu Söz’ün ikinci ve üçüncü hakikatında da beyan edilmişti; Onuncu Hakikatta tekrar edilmesinin hikmeti nedir?
Elcevab: Orada hakikatın iktizasını beyan etti. Burada da hakikatın aksinin muhal olduğunu beyan edecek. Âhiret olmazsa ne olur, meselesi diyebiliriz.)
Hem madem gözümüzle, gündüz gibi; hem nefsimizde, hem etrafımızda
- Bir rahmet-i âmme
- Ve bir hikmet-i şamile ve bir inayet-i daime müşahede ediyoruz (İnayet, kerem manasında olup, hikmetle rahmetle, tezyin edip ikram etmesiyle kendini gösteriyor.)
- Ve dehşetli bir saltanat-ı rububiyet
- Ve dikkatli bir adalet-i âliye ve izzetli icraat-ı celaliyenin âsârını ve cilvelerini görüyoruz.
Hattâ
- Bir ağacın meyveleri ve çiçekleri sayısınca o ağaca hikmetler takan bir hikmet
- Ve herbir insanın cihazatı ve hissiyatı ve kuvveleri adedince ihsanları, in’amları ona bağlamış bir rahmet
- Ve Kavm-i Nuh ve Hud ve Sâlih Aleyhimüsselâm ve Kavm-i Âd ve Semud ve Firavun gibi âsi milletlere tokat vuran ve en küçük bir zîhayatın hakkını muhafaza eden izzetli ve inayetli bir adalet
- Ve وَمِنْآيَاتِهِ اَنْ تَقُومَ السَّمَاءُ وَاْلاَرْضُ بِاَمْرِهِ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ اْلاَرْضِ اِذَا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ âyeti, azametli bir îcaz ile der: (Bu âyetle Saltanat-ı Rububiyetinin azameti gösterilerek haşrin isbatı yapılacak)
Nasılki iki kışlada (İki kışla semavat ve Küre-i Arz) yatan ve duran muti’ askerler, bir kumandanın çağırmasıyla silâh başına ve vazife başına boru sesiyle gelmeleri gibi, aynen öyle de: Bu iki kışlanın misalinde ve emre itaatında koca semavat (Semavatta katarat askerleri olduğu gibi) ve küre-i arz, (Küre-i arzda hububat askerleri emir bekliyor.) Sultan-ı Ezelî’nin askerlerine iki muti’ kışla gibi, ne vakit Hazret-i İsrafil Aleyhisselâm’ın borusuyla o kışlalarda ölüm ile yatanlar çağırılsa, derhal cesed libaslarını giyip dışarı fırlamalarını isbat edip gösteren her baharda arz kışlası içindekiler, melek-i ra’dın borusuyla aynı vaziyeti göstermesiyle nihayetsiz azameti anlaşılan bir saltanat-ı rububiyet;
Elbette ve elbette ve her halde ve hiç şübhe getirmez ki, -Onuncu Söz’de isbatına binaen-
- Rahmet
- Ve hikmet
- Ve inayet
- Ve adalet
- Ve saltanat-ı sermediyenin
gayet kat’î istedikleri dâr-ı âhiret ve daire-i haşr u neşrin açılmamasıyla;
(Birinci muhal: Evet inkılab-ı hakaik ittifaken muhaldir.
İkinci muhal: Ve inkılab-ı hakaik içinde muhal-ender-muhal, bir zıd kendi zıddına inkılabıdır.
Üçüncü muhal: Ve bu inkılab-ı ezdad içinde bilbedahe bin derece muhal şudur ki: Zıd, kendi mahiyetinde kalmakla beraber, kendi zıddının aynı olsun. Meselâ: Nihayetsiz bir cemal; hakikî cemal iken, hakikî çirkinlik olsun.)
- O nihayetsiz cemal-i rahmet nihayetsiz bir çirkin merhametsizliğe inkılab etmesi
- Ve o hadsiz kemal-i hikmet, hadsiz kusurlu abesiyete ve faydasız israfata dönmesi
- Ve o gayet şirin inayet, gayet acı ihanetlere değişmesi
- Ve o gayet mizanlı ve hakkaniyetli adalet, gayet şiddetli zulümlere kalbolması
- Ve o gayet derecede haşmetli ve kuvvetli saltanat-ı sermediye sukut etmesi
Ve haşrin gelmemesiyle bütün haşmeti kaybolması ve kemalât-ı rububiyeti acz ve kusur ile lekedar olması, hiçbir cihet-i imkânı yok; hiçbir akıl ihtimal vermez, yüz muhal içinde birden bulunur, daire-i imkân haricinde bâtıl ve mümteni’dir. Çünki nazenin ve nazdar beslediği ve akıl ve kalb gibi cihazatla saadet-i ebediyeye ve âhirette beka-i daimîye iştiyak hissini verdiği halde onu ebedî i’dam etmek, ne kadar gadirli bir merhametsizlik ve onun yalnız dimağına yüzer hikmetler ve faydalar taktığı halde onu dirilmemek üzere bütün cihazatını ve binler faideleri bulunan istidadatını akibetsiz bir ölümle faidesiz, neticesiz, hikmetsiz bütün bütün israf etmek ne derece hilaf-ı hikmet ve binler va’d ü ahidlerini yerine getirmemek ile -hâşâ- aczini ve cehlini göstermek, ne kadar o haşmet-i saltanata ve o kemal-i rububiyete zıddır, her zîşuur anlar.
Bunlara kıyasen, inayet ve adaleti tatbik eyle.
İşte Hâlıkımızdan sorduğumuz âhirete dair sualimize Rahman ve Hakîm ve Adl ve Kerim ve Hâkim isimleri mezkûr hakikatle cevab veriyorlar, şeksiz şübhesiz, güneş gibi âhireti isbat ediyorlar.
(Bu gelecek cümlelerde iki husus üzerine duruluyor. Evvela herşeyin ve her hadisenin hıfz edildiği sonrada Onbirinci Hakikatta geçtiği gibi insanın yirmi cihette tarifi yapılacak.)
Hem madem biz gözümüzle görüyoruz: (Bu hakikatın gözle görünen delilleri vardır. Şöyle ki)
Öyle ihatalı ve azametli bir hafîziyet hükmeder ki,
- Zîhayat herşeyin
- Ve her hâdisenin
- Çok suretlerini (Misali levhalarda suretleri kaydediliyor.)
- Ve gördüğü fıtrî vazifesinin defterini (Çekirdeklerinde ve tohumlarında kaydediliyor.)
- Ve esma-i İlahiyeye karşı lisan-ı hal ile tesbihatına dair sahife-i a’malini (Levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında )
Misalî levhalarda
Ve çekirdeklerinde ve tohumcuklarında
Ve levh-i mahfuzun nümunecikleri olan kuva-yı hâfızalarında (Kuva-yı hâfıza âlem-i manaya bakıyor. Suretler ise daha çok alem-i misale bakıyor.) ve bilhâssa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütübhanesi olan kuvve-i hâfızasında ve sair maddî ve manevî in’ikas âyinelerinde kaydeder, yazdırır; zabtederek muhafaza altına alır. (Rü’ya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor. Sözler 717)
(Şimdi muhafaza edildiğini göze gösteren deliller gösterilecek.)
Sonra mevsimi geldikçe bütün o manevî yazıları maddî bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misaller ve deliller ve nümuneler kuvvetiyle وَ اِذَا الصُّّحُفُ نُشِرَتْ âyetindeki en acib bir hakikat-ı haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar, kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dil ile kâinata ilân eder. Ve başta insan olarak eşya, fenaya düşmek ve ademe sukut etmek ve hiçlikte mahvolmak ve başta nev’-i beşer olarak zîhayatlar i’dam edilmek için yaratılmamışlar. Belki
- Bekaya terakki ile
- Ve devama tasaffi ile
- Ve sermedî vazifeye istidadıyla
girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli isbat eder.
Evet her baharda müşahede ediyoruz ki: Güz mevsimi kıyametinde vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök, herbir çekirdek, herbir tohum وَ اِذَا الصُّّحُفُ نُشِرَتْ âyetini okuyup bir manasını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyete şehadet eder. هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ âyetindeki dört muazzam hakikatları her şeyde gösterip, hafîziyeti a’zamî derecede ve haşri bahar kolaylığında ve kat’iyyetinde bizlere ders verir.
Evet bu dört ismin cilveleri, en cüz’îden en küllîye kadar cereyan ederler. Meselâ: Nasılki bu ağacın menşei olan bir çekirdek اَلْاَوَّلُ ismine mazhariyetle o ağacın (Ağaçtaki Evvel isminin hafîzıyete şehadeti)
- Gayet mükemmel proğramını
- Ve icadının noksansız cihazatını
- Ve teşekkülünün bütün şeraitini câmi’ bir kutucuktur ki;
hafîziyetin azametini isbat eder.
وَاْلآخِرُ ismine mazhar olan meyvesi ise, (Ağaçtaki Âhir isminin hafîzıyete şehadeti)
- Çekirdekleriyle o ağacın işlediği bütün fıtrî vazifelerinin fihristesini
- Ve amellerinin listesini
- Ve hayat-ı sâniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandukçadır ki,
a’zamî derecede hafîziyete şehadet eder.
وَالظَّاهِرُ ismine mazhar olan o ağacın suret-i cismaniyesi ise,
- Öyle tenasüblü ve san’atlı ve süslü bir hulle, bir libas
- Ve ayrı ayrı nakışlar ve zînetler ve yaldızlı nişanlar ile tezyin edilmiş; güya yetmiş renkli bir huri elbisesidir ki, (Her cihazda görünen faydalar ve o cihazın kendine mahsus aldığı lezzetler hurilerin libası gibi kat kat olduğu halde birbirine mani olmaz.)
hafîziyet içinde azamet-i kudret ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmeti gözlere gösterir.
وَالْبَاطِنُ ismine âyine olan o ağacın içindeki makinesi ise,
- Öyle muntazam ve mükemmel ve mu’cizatlı bir fabrika, bir tezgâh, bir kimyahane
- Ve hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizanlı bir kazan-ı erzaktır ki;
hafîziyet içinde kemal-i kudret ve adalet ve cemal-i rahmet ve hikmeti güneş gibi isbat eder.
Aynen öyle de, küre-i arz, senevî mevsimler cihetinde bir ağaçtır.
İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete emanet edilen bütün tohumlar ve çekirdekler,
- Bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal, budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilâtına dair İlahî emirlerin mecmuacıkları
- Ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği vazifelerin küçücük sahife-i amelleri
- Ve defter-i hidematıdır ki,
Bilbedahe bir Hafîz-i Zülcelali Vel’ikram’ın hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş gördüğünü gösteriyor.
Ve senevî zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde
- ağacın gördüğü bütün vazifelerini
- Ve esma-i İlahiyeye karşı ettiği bütün fıtrî tesbihatlarını
- Ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahaif-i a’mallerini,
zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup, Hafîz-i Zülcelal’in dest-i hikmetine teslim eder. هُوَ اْلآخِرُ ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.
Ve bu ağacın zahiri ise, haşrin üçyüz bin misallerini ve emarelerini gösteren üçyüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz rahmaniyet ve rezzakıyet ve rahîmiyet ve kerimiyet sofralarını sererek zîhayatlara ziyafetler vermekle هُوَ الظَّاهِرُ ismini meyveleri, çiçekleri, taamları sayısınca lisanlarıyla zikredip medh ü sena eder, gündüz gibi وَ اِذَا الصُّّحُفُ نُشِرَتْ hakikatını gösterir.
Bu haşmetli ağacın bâtını ise, hadsiz ve hesaba gelmez muntazam makineleri ve mizanlı fabrikaları kemal-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle bir kazan ve tezgâhtır ki, bir dirhemden bin batman taamları pişirir, açlara yetiştirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün karışmasına bir yer bırakmıyor. هُوَ الْبَاطِنُ ismini zeminin içyüzüyle yüzbin dil ile tesbih eden bazı melaike gibi yüzbin tarzlarda ilân edip isbat eder.
Hem arz, senevî hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafîziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de, dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. (Arza mekan itibariyle ve diğer gezegenlerle olan münasebeti noktasında baktığımızda Küre-i arz ismini alıyor. Arza bütün zamanlar itibariyle baktığımızda dünya ismini alıyor.)
Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihataya ve tabire aklımız kâfi gelmiyor. Yalnız bu kadar deriz: Nasılki bir saatin sâniyeleri ve dakikaları ve saatleri ve günleri sayan haftalık saatin milleri birbirine benzer, birbirini isbat eder. Sâniyelerin hareketini gören, sair çarkların hareketlerini tasdik etmeğe mecbur olur.
Aynen öyle de; semavat ve arzın Hâlık-ı Zülcelalinin bir saat-ı ekberi olan bu dünyanın sâniyelerini sayan günler ve dakikalarını hesab eden seneler ve saatlerini gösteren asırlar ve günlerini bildiren devirler birbirine benzer, birbirini isbat eder. Ve bu gecenin sabahı ve bu kışın baharı kat’iyyetinde fâni dünyanın karanlıklı kışının bâki bir baharı ve sermedî bir sabahı geleceğini hadsiz emarelerle haber verir diye, Hafîz ismi ile هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimleri, biz Hâlıkımızdan sorduğumuz haşir mes’elesine, mezkûr hakikatla cevab veriyorlar.
Onbirinci Hakikat Bâb-ı insaniyettir. İsm-i Hakk’ın cilvesidir.
(İnsanın kıymeti izah edilecek)
Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki; insan
- Şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi (Herşeyin meyveye hizmet etmesi gibi kâinat da insan meyvesinin hakikatının tebarüz etmesine hizmet ediyor.)
- Ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi (Çekirdeğin içinde ağacın programı olduğu gibi insan çekirdeğinde de kâinat ağacında tecelli eden bütün esma nev itibariyle bulunur. Ferd itibariyle yalnız Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmda bütün esma tecelli eder.)
- Ve kâinat Kur’anının âyet-i kübrası (Kâinat kitabının en geniş manaları ifade eden bir âyeti)
- Ve ism-i a’zamı taşıyan âyet-ül kürsisi (Âyet-ül Kürsinin iki hususiyeti vardır. Biri ism-i a’zamı taşıması diğeri hıfz etmesidir. İnsan da nev olarak ism-i a’zama mazhar olduğu gibi hıfz ve himaye noktasında cürmü ile beraber azabı tehir edilerek bu dünyada muhafaza ediliyor. Hem bütün insanlığın mahiyetinin ortaya çıkması için hıfz ve himaye noktasında cürmü ile beraber azabı tehir edilerek dünyada muhafaza ediliyor. Hemde insan, vücud-u üstad vücud-u kasrın dâîsi olduğu gibi ahalinin istimaı da kasrın bekasına sebeb olmakla bu dünyada muhafaza ediliyor.)
- Ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri (İnsan, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmekle mükerrem bir misafir olabilir.)
- Ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me’zun en faal memuru (Bütün yerin nebatî ve hayvanî olan mahlukatına bir nevi tanzimat memuru yapıp, onların tarz-ı tesbihat ve ibadetlerine müdahale ettirip, kâinattaki icraat-ı İlahiyeye küçücük mikyasta bir temsil gösterip, rububiyet-i Sübhaniyeyi fiilen ve kalen kâinatta ilân ettirmek, meleklerine tercih edip hilafet rütbesini Sözler 87)
- Ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer’ ve ekilmesine nezarete memur (Mahlukata zabitlik eden ve hayvanat ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telakki eden insan, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Bütün halkın ibadetlerini ve istianelerini, kendi namına Mabud-u Zülcelal’e takdim eder. Sözler 361)
- Ve yüzer fenler ve binler san’atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes’uliyetli nâzırı (Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor. Lem’alar 310)
- Ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebed’in gayet dikkat altında bir müfettişi, (Müfettiş gibi her devairi görüp ve görünecek bir makam vermek Sözler 565)
- Bir nevi halife-i arzı
- Ve cüz’î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı
- Ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî
- Ve kâinat sultanının ism-i a’zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi’ bir âyinesi
- Ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı (Ve o insan kafasındaki kabiliyet-i nutk u beyana, o derece ulvî cihazat ve istidad verdi ki; Sultan-ı Ezelî’ye muhatab olacak bir makamda inkişaf ettirdi, terakki verdi. Yani fıtrat-ı insaniyedeki sıbgat-ı Rabbaniye, hitab-ı İlahî çiçeğini açtı. Mektubat 234)
- Ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı
- Ve hadsiz fakrıyla ve aczi ile beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı
- Ve istidadca en zengini (Kabiliyet istidadın inkişaf etmiş halidir.)
- Ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi
- Ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu’cize-i kudret-i Samedaniye
- Ve bir acube-i hilkat ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden..
(Herşeyi her hadiseyi muhafaza eden Hafîz-i Zülcelal’in bu kıymette olan insanın muhasebesi için amellerini muhafaza edildiği izah edilecek.)
Böyle yirmi küllî hakikatlar ile Cenab-ı Hakk’ın Hak ismine bağlanan ve en küçük zîhayatın en cüz’î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevab veren Hafîz-i Zülcelal’in Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef’alleri o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla yazılan ve her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her halde ve hiçbir şübhe getirmez ki; bu yirmi hakikatın hükmüyle, insanlar için bir haşr u neşr olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mücazatını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz’î-küllî kayd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şekavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.
(Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahid olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hâyır ve aslâ!.. Sözler 78)
(Mahlukat, mazhar olduğu esmanın hakikatları ile muamele görür.)
Yoksa sineğin sesini işitip hakk-ı hayatını vermekle fiilen cevab verdiği halde, gök gürültüsü kuvvetinde bekaya ait hadsiz hukuk-u insaniyenin, mezkûr yirmi hakikatlar lisanları ile edilen ve arşı ve ferşi çınlatan dualarını işitmemek ve o hadsiz hukuku zayi’ etmek (Hak ismi hukukları zayi’ etmez.)
Ve sinek kanadının intizamı şehadetiyle sinek kanadı kadar israf etmeyen bir hikmet, bütün o hakikatların bağlandıkları insanî istidadatı ve ebede uzanan emelleri ve arzuları ve o istidad ve arzuları besleyen kâinatın pek çok rabıtalarını ve hakikatlarını bütün bütün israf etmek öyle bir haksızlıktır ve imkân haricinde ve zalimane bir çirkinliktir ki; Hak ve Hafîz ve Hakîm ve Cemil ve Rahîm isimlerine şehadet eden bütün mevcudat onu reddeder. Yüz derece muhal ve bin vecihle mümteni’dir derler. İşte biz Hâlıkımızdan haşre dair sorduğumuz suale, Hak, Hafîz, Hakîm, Cemil, Rahîm isimleri cevab verip derler: “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.”
Hem madem… Daha yazacaktım, fakat güneş gibi malûm olmasından kısa kestim. İşte geçmiş misallerde ve mademlerdeki maddelere kıyasen, Cenab-ı Hakk’ın yüz, belki bin esmasının kâinata bakan isimlerinin herbirisi, nasılki mevcudattaki âyine ve cilveleriyle müsemmasını bedahetle isbat eder. Aynen öyle de; haşri ve dâr-ı âhireti de gösterirler ve kat’iyyetle isbat ederler.
Hem nasıl Hâlıkımızdan sorduğumuz sualimize, o Rabbimiz bütün fermanlarıyla ve nâzil ettiği bütün kitablarıyla ve müsemma olduğu ekser isimleriyle bize kudsî ve kat’î cevab veriyor.
Aynen öyle de, melaikeleriyle ve onların diliyle daha başka bir tarzda dedirir: “Sizin zaman-ı Âdem’den beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var ve bizim ve ruhanîlerin vücudlarına ve ubudiyetlerine delalet eden hadsiz emare ve deliller var. Ve biz âhiret salonlarında ve bazı dairelerinde gezdiğimizi, birbirimize mutabık olarak sizin kumandanlarınız ile görüştüğümüz zaman söylemişiz ve daima da söylüyoruz. Elbette bu gezdiğimiz bâki ve mükemmel salonlar ve bu salonların arkalarında tefriş ve tezyin edilmiş olan saraylar ve menziller, hiç şübhemiz yoktur ki, gayet ehemmiyetli misafirleri o yerlerde iskân etmek üzere bekliyorlar. Size kat’î beyan ediyoruz.” diye sualimize cevab veriyorlar.
Hem madem Hâlıkımız, bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tayin etmiş. Ve en son elçi olarak göndermiş. Biz dahi, ilmelyakîn mertebesinden aynelyakîn ve hakkalyakîn mertebelerine terakki ve tekemmül etmek üzere herşeyden evvel bu üstadımızdan, Hâlıkımızdan sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor.
Çünki
- o zât, Hâlıkımız tarafından herbiri birer nişane-i tasdik olan bin mu’cizatıyla, Kur’anın bir mu’cizesi olarak Kur’anın hak ve kelâmullah olduğunu isbat ettiği gibi;
- Kur’an dahi, kırk nevi i’caz ile, o zâtın bir mu’cizesi olup, onun doğru ve resulullah olduğunu isbat ederek
ikisi beraber,
- biri âlem-i şehadet lisanı -bütün hayatında bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında-
- diğeri âlem-i gayb lisanı -bütün semavî fermanların ve kâinat hakikatlarının tasdikleri içinde-
binler âyâtıyla iddia ve isbat ettikleri hakikat-ı haşriye, elbette güneş ve gündüz gibi bir kat’iyyettedir.
Evet haşir gibi, en acib ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mes’ele, ancak ve ancak böyle hârika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.
Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur’an gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.
Elhasıl:
- Madem Cenab-ı Hakk’ın ekser isimleri âhireti iktiza edip isterler. Elbette o isimlere delalet eden bütün hüccetler, bir cihette âhiretin tahakkukuna dahi delalet ederler.
- Ve madem melaikeler âhiretin ve âlem-i bekanın dairelerini gördüklerini haber veriyorlar. Elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delalet ederler.
- Ve madem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün hayatında vahdaniyetten sonra en daimî davası ve müddeası ve esası âhirettir; elbette o zâtın nübüvvetine ve sıdkına delalet eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri, -bir cihette, dolayısıyla- âhiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.
- Ve madem Kur’anın dörtten birisi haşir ve âhirettir ve bin âyâtıyla onun isbatına çalışır ve onu haber verir. Elbette Kur’anın hakkaniyetine şehadet ve delalet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanları, dolayısıyla âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delalet ve şehadet ederler.
İşte bak, bu rükn-ü imanî ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu gör.
* * *