Sekizinci Mes’elenin Bir Hülâsası
(Risale-i Nurdaki âhiret imanının, hem insanın hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine dair temin ettiği faide ve neticelerinin hem de âhirete bakan neticelerinden yüzden birinin hülasasıdır.)
Yedinci’de haşri çok makamattan soracaktık. Fakat Hâlıkımızın isimleriyle verdiği cevab o derece kuvvetli yakîn ve kanaat verdi ki; daha başka sorgulara ihtiyaç bırakmadığından orada kısa kestik. Şimdi bu mes’elede, âhiret imanının, hem âhiretin saadetine, hem dünya saadetine dair temin ettiği faideler ve neticelerinden yüzden biri hülâsa edilecek. Saadet-i uhreviyeye ait kısmı, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın izahatı daha hiç bir beyana ihtiyaç bırakmamış, onu ona havale ederek ve saadet-i dünyeviyeye ait kısmı izah cihetini Risale-i Nur’a bırakıp, yalnız kısa bir hülâsa ile insanın hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyesine ait yüzer neticelerinden üç-dört tanesini beyan ederiz.
Birincisi: (Gayet câmi’ mahiyet-i insaniyenin, kuvve-i hayaliye, kuvve-i müfekkire gibi sair cihazları ebediyetle fıtraten alâkadar olduğundan bunların lezzet ve saadeti, tatmini, ve kemali âhirete iman etmekle mümkün olabilir. Ve bu âhirete iman akidesini kazanmak yolunda insan, dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.)
İnsan,
- Sair hayvanata muhalif olarak, hanesiyle alâkadar olduğu misillü dünya ile alâkadardır
- Ve akaribiyle münasebetdar olduğu gibi, nev’-i beşer ile de ciddî ve fıtrî münasebetdardır.
- Ve dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor.
- Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor.
- Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor.
(Her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev’-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Şualar 202)
Hattâ Onuncu Söz’de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?” dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden “ah” çekti. “Cehennem de olsa beka isterim” dedi.
İşte madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor. Elbette gayet câmi’ mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten alâkadardır. İşte bu hadsiz arzu ve emellere bağlı olduğu halde, sermayesi bir cüz’î cüz-ü ihtiyarî ve fakr-ı mutlak bir insana, âhirete iman ne derece kuvvetli ve kâfi ve vâfi bir hazine, bir medar-ı saadet ve lezzet, bir medar-ı istimdad, bir merci’ ve dünyanın hadsiz gamlarına karşı bir medar-ı teselli olduğu öyle bir meyve ve faidedir ki; onu kazanmak yolunda dünya hayatını feda etse, yine ucuzdur.
İkinci meyvesi ve hayat-ı şahsiyeye bakan bir faidesi: (İnsanın mezaristana giren dostları ve akrabaları gibi kendisinin de ebedî ölümlerinden ve çürümek endişesinden kurtarıp, mesrurane ve nuranî bir âlemde o dostlarla birlikte olunacağını haber veren lezzet-i ruhaniyeyi elde etmesi âhirete iman ile mümkün olabilir.)
Üçüncü Mes’ele’de izah edilen (Meselâ senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve me’yusane elîm ebedî firakını düşünürken; birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor anlarsın. Şualar 199)
Ve Gençlik Rehberi’nde bir haşiye bulunan çok ehemmiyetli bir neticedir. ({Haşiye: Lillah için bir saniye mülâkat, bir senedir. Dünya için olsa; bir sene, bir saniyedir.} Gençlik Rehberi 169)
Evet her insanın, her zaman düşündüğü en ehemmiyetli endişesi, mezaristana giren kendi dostları ve akrabaları gibi o i’damhaneye girmek keyfiyetidir. Birtek dostu için, ruhunu feda eden o bîçare insanın; binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfarakat içinde i’dam olmalarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elem -o düşünmek ucundan- göründüğü vakit, âhirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı. “Bak” dedi. O imanla baktı. Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhaniyeyi o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup mesrurane bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiyle aldı. Risale-i Nur’da bu netice hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesiyoruz.
Hayat-ı şahsiyeye ait üçüncü bir faidesi: (İnsanın seciyelerini yükseltmesi, istidatlarını cem’iyetli hale getirmesi, ubudiyetini külli yapabilmesi ve geniş vücudi dairelerden istifade etmesi ancak âhirete iman etmekle mümkün olabilir.)
İnsanın sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise;
- Yüksek seciyeleri (Sadakat, hamiyet, muhabbet, kardeşlik, insaniyet, fedakarlık gibi seciyelerin tealisi âhirete iman etmekle mümkündür.)
- Ve cem’iyetli istidadları (Bir değil birçok istidadın inkişaf etmesi âhirete iman etmekle mümkündür.)
- Ve küllî ubudiyetleri (Manen ve hayalen veya niyeten iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip bir mertebe-i külliye-i ubudiyete vasıl olmak âhirete iman etmekle mümkündür.)
- Ve geniş vücudî daireleri itibariyledir. (Âlem-i şehadet ve gaybıda içine alan kainatın en geniş dairelerinden istifade etmek âhirete iman etmekle mümkün olabilir. Nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir. Sözler 360)
Halbuki o insan, hem madum, hem ölü, hem karanlık olan geçmiş ve gelecek zamanların ortasında sıkışmış bir kısa zaman olan hazır vaktin mikyasıyla, ölçüsüyle; hamiyeti, muhabbeti, kardeşliği, insaniyeti gibi seciyeler alır.
Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam sadakata ve ihlasa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemalâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi belki baş aşağı, akıl cihetiyle en bîçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan, pek geniş bir zamana çevirir. Ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücud gösterir. Babasını, dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini, tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennet’te dahi en güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuddaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz’î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddî sadakata ve samimî ihlasa muvaffak olarak, kemalâtı ve hasletleri, o nisbette -derecesine göre- yükselmeğe başlar. İnsaniyeti teâli eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan; bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehab ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinat’ın en mahbub ve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur’da hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesildi.
Dördüncü bir faidesi ki, insanın hayat-ı içtimaiyesine bakıyor:
Risale-i Nur’dan Dokuzuncu Şua’da beyan edilen o neticenin bir hülâsası şudur:
Nev’-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca yaşayabilirler ve insaniyetin istidadlarını taşıyabilirler. Yoksa elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylaz bir hayatla yaşayacak.
(Çocuklar için âhiret iman fikrinin iki faydası; insanca yaşamak ve insaniyetin istidatlarını inkişaf ettirmektir. Çocuklar için âhiret iman fikrinin olmamasının zararı; hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkenceye çevirmek ve insaniyet istidatlarını çürütmektir.)
Çünki her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaîf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der: “Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu. Bizden daha iyi keyfeder, gezer. Ve vâlidem öldü, fakat rahmet-i İlahiyeye gitti, yine beni Cennet’te kucağına alıp sevecek ve ben de o şefkatli anneciğimi göreceğim.”
diye insaniyete lâyık bir tarzda yaşayabilir.
Hem insanın bir rub’unu teşkil eden ihtiyarlar; yakında hayatlarının sönmesine ve toprağa girmelerine ve güzel ve sevimli dünyalarının kapanmasına karşı teselliyi, ancak ve ancak âhiret imanında bulabilirler. Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir vaveylâ-yı ruhî ve bir dağdağa-i kalbî çekeceklerdi ki, dünya onlara me’yusane bir zindan ve hayat işkenceli bir azab olurdu.
(İhtiyarlar için âhirete imanın üç faidesi; ebedî bir gençliği kazanmak, evlâd ve akrabalarıyla sevinçlerle görüşmek ve bütün iyilikleri muhafaza edildiğinden mükâfatlarını görmektir. İhtiyarlar için âhirete imanın olmamasının iki zararı; dünya onlara me’yusane bir zindan ve hayat işkenceli bir azab olmasıdır.)
Fakat âhiret imanı onlara der:
- “Merak etmeyiniz. Sizin ebedî bir gençliğiniz var, gelecek. Ve parlak bir hayat ve nihayetsiz bir ömür sizi bekliyor.
- Ve zayi’ ettiğiniz evlâd ve akrabalarınızla sevinçlerle görüşeceksiniz.
- Ve ettiğiniz bütün iyilikleriniz muhafaza edilmiş, mükâfatlarını göreceksiniz.”
diye, iman-ı âhiret onlara öyle bir teselli ve inşirah verir ki; her birinin yüz ihtiyarlık birden başlarına toplansa, onları me’yus etmez.
Nev’-i insanın üçten birisini teşkil eden gençler,
(Gençlerin üç vasfı gösterilip bu vasıflardaki gençlerin âhirete iman etmelerindeki dünyevi menfaat ve etmemelerindeki dünyevi zarar izah edilecek. Böylelikle gençler hevesat ve hissiyata mağlub olmayıp akılları başına gelebilir. Ehl-i sefaheti sefahetinden kurtarmanın çare-i yegânesi; aynı lezzetinde elemini gösterip hissini mağlub etmek ve dünyada dahi cehennem azabını ve elemlerini göstermekle olur. Hutbe-i Şamiye 9)
- Hevesatları galeyanda,
- Hissiyata mağlub,
- Cür’etkâr, akıllarını her vakit başına almayan
o gençler, âhiret imanını kaybetseler ve Cehennem azabını tahattur etmezlerse;
- Hayat-ı içtimaiyede ehl-i namusun malı ve ırzı
- Ve zaîf ve ihtiyarların rahatı ve haysiyeti tehlikede kalır.
- Bazı bir dakika lezzeti için bir mes’ud hanenin saadetini mahveder ve bu gibi hapiste dört-beş sene azab çeker, canavar bir hayvan hükmüne geçer.
(Nasılki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir. Şualar 204)
(Gençler için âhirete imanın faidesi, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Gençler için âhirete iman olmazsa iki zararı; daha dünyada iken azab çeker ve insaniyeti canavar bir hayvan hükmüne geçer.)
Eğer iman-ı âhiret onun imdadına gelse, çabuk aklını başına alır.
- “Gerçi hükûmet hafiyeleri beni görmüyorlar ve ben onlardan saklanabilirim, fakat Cehennem gibi bir zindanı bulunan bir Padişah-ı Zülcelal’in melaikeleri beni görüyorlar ve fenalıklarımı kaydediyorlar. (Galeyanda olan hevesatlarını bu fikirle dizginler.)
- Ben başıboş değilim ve vazifedar bir yolcuyum. (Mağlub olduğu hissiyatına bu fikirle galib gelir.)
- Ben de onlar gibi ihtiyar ve zaîf olacağım.” (Cür’etkâr olan aklını bu fikirle istikamete sokar.)
diye birden, zulmen tecavüz etmek istediği adamlara karşı bir şefkat, bir hürmet hissetmeye başlar. Bu mananın dahi Risale-i Nur’da bürhanlarıyla izahına iktifaen kısa kesiyoruz.
Hem nev’-i beşerin ehemmiyetli bir kısmı,
(Hastalar ve mazlumlar ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler ve ağır ceza alan mahpuslar için âhirete imanın faidesi; Sıkıntıların, me’yusiyetlerin ve endişelerin ve intikam hiddetlerinin derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olmasıdır. Eğer iman-ı âhiret onların imdadına yetişmezse sıkıntıların, me’yusiyetlerin ve endişelerin ve intikam hiddetinin altında ezilir.)
- Hastalar
- Ve mazlumlar
- Ve bizim gibi musibetzedeler ve fakirler
- Ve ağır ceza alan mahpuslar;
Eğer iman-ı âhiret onların imdadına yetişmezse,
- Her vakit hastalığın ihtarıyla gözü önüne gelen ölüm
- Ve intikamını alamadığı ve namusunu elinden kurtaramadığı zalimin mağrurane ihaneti
- Ve büyük musibetlerde boşuboşuna malını, evlâdını kaybetmekle gelen elîm me’yusiyeti
- Ve bir-iki dakika veya bir-iki saat keyif yüzünden beş-on sene böyle bir hapis azabını çekmekten gelen kederli sıkıntı, elbette o bîçarelere dünyayı zindan ve hayatı bir işkenceli azaba çevirir.
Eğer âhirete iman imdadlarına yetişse, birden onlar nefes alırlar;
- Sıkıntıları,
- Me’yusiyetleri
- Ve endişeleri
- Ve intikam hiddetleri
derece-i imanına göre kısmen ve bazan tamamen zâil olur.
Hattâ diyebilirim ki: (İman-ı âhiret, benim ve bir kısım kardeşlerim için bu sebebsiz hapsimizi mücahidane, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazandıracak bir medrese-i Yusufiyeye çevirdi. Eğer iman-ı âhiret yardım etmese idi, bir gün dayanmak ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeğe sevkedecekti.)
Benim ve bir kısım kardeşlerimin bu sebebsiz hapsimizde ve dehşetli musibetimizde, eğer iman-ı âhiret yardım etmese idi, bir gün dayanmak ölüm kadar tesir edip bizi hayattan istifa etmeğe sevkedecekti. Fakat hadsiz şükür olsun,
- Benim canım kadar sevdiğim pek çok kardeşlerimin bu musibetten gelen elemlerini de çektiğim
- Ve gözüm kadar sevdiğim binler Risale-i Nur risaleleri ve benim yaldızlı ve süslü ve çok kıymetdar kitablarımın ziya’ları ve ağlamalarından teessüflerini çektiğim
- Ve eskiden beri az bir ihaneti ve tahakkümü kaldıramadığım halde, sizi kasemle temin ederim ki: İman-ı bil’âhiret nuru ve kuvveti bana öyle bir sabır ve tahammül ve teselli ve metanet, belki mücahidane, kârlı bir imtihan dersinde daha büyük mükâfatı kazanmak için bir şevk verdi ki; ben bu risalenin başında dediğim gibi, kendimi Medrese-i Yusufiye ünvanına lâyık bir güzel ve hayırlı medresede biliyorum. (Bütün onların bu tazyikat ve istibdadları; envâr-ı Kur’aniyeyi ışıklandıran gayret ve himmet ateşine, odun parçaları hükmüne geçiyor; iş’al ediyor, parlatıyor. Mektubat 363)
Arasıra gelen hastalıklar ve ihtiyarlıktan neş’et eden titizlikler olmasa idi, mükemmel ve rahat-ı kalb ile derslerime daha ziyade çalışacaktım. Her ne ise.. bu makam münasebetiyle saded harici girdi, kusura bakılmasın.
Hem her insanın küçük bir dünyası, belki küçük bir cenneti dahi kendi hanesidir. (Aile hayatına iman-ı âhiretin iki faidesi; Biri aile ferdlerinin ahlâkı yükseklenir diğeri insaniyet saadeti inkişaf eder, hanesi cennete döner. Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse, ya azab çeker yada aklını tenvim eder, hanesi cehenneme döner.)
Eğer iman-ı âhiret o hanenin saadetinde hükmetmezse,
- Aile efradı, herbiri şefkat ve muhabbet ve alâkadarlığı derecesinde elîm endişeler ve azablar çeker. O cenneti, cehenneme döner.
- Veyahut muvakkat eğlenceler ve sefahetlerle aklını tenvim edip uyutur. (Devekuşu gibi avcıyı görür, kaçamıyor, uçamıyor. Başını kuma sokar, tâ görünmesin.) Başını gaflete sokar, tâ ölüm ve zeval ve firak onu görmesin. Divanece, muvakkat, ibtal-i his nev’inden bir çare bulur.
Çünki meselâ: Vâlide ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ve pederini ve kardeşini eksik olmayan belalardan kurtaramayan evlâdlar, daim bir keder, bir korkaklık hisseder. Buna kıyasen, bu dağdağalı kararsız hayat-ı dünyeviyede o mes’ud zannedilen aile hayatı çok cihetlerle saadetini kaybeder ve kısacık bir hayattaki münasebet ve karabet dahi, hakikî sadakatı ve samimî ihlası ve garazsız bir hizmeti ve muhabbeti vermez. Ahlâk o nisbette küçülür, belki sukut eder.
Eğer âhirete iman o haneye girse,
- Birden ışıklandıracak, ortalarındaki münasebet ve şefkat ve karabet ve muhabbet kısacık bir zaman ölçüsüyle değil, belki dâr-ı âhirette saadet-i ebediyede dahi o münasebetlerin devamı ölçüsüyle samimî hürmet eder, sever, şefkat eder, sadakat eder, kusurlarına bakmaz gibi ahlâk yükseklenir.
- Hakikî insaniyet saadeti o hanede başlar inkişafa. Bu mana dahi hüccetlerle Risale-i Nur’da beyanına binaen kısa kesildi.
Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. (Şehir hayatına iman-ı âhiret hükmetse, o büyük aile efradlarında güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî hükmeder. Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder.)
Eğer iman-ı âhiret o büyük aile efradında hükmetmezse; (Yani güzel ahlâkın âhiretteki neticeleri gösterilmezse;)
Güzel ahlâkın esasları olan ihlas, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlahî, sevab-ı uhrevî yerine
Garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zahirî asayiş ve insaniyet altında, anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme, ihtiyarlar ağlamağa başlarlar.
Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin hanesidir. (Memleket ve vatan hanesine iman-ı âhiret hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar. Eğer iman-ı âhiret memleket ve vatan hanesine hükmetmezse, Çocuklar, haylazlığa; Gençler, sarhoşluğa; Zalim, zulme; İhtiyarlar, ağlamaya başlar.)
Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyasız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa başlarlar.
- Çocuklara der: “Cennet var, haylazlığı bırak.” Kur’an dersiyle temkin verir. (Kur’an, çocuğa his ve hevesini okşayacak olan Cennetteki neticeleri göstermekle haylazlığı bıraktırır.)
- Gençlere der: “Cehennem var, sarhoşluğu bırak.” Aklı başlarına getirir. (Kur’an, gençlere his ve hevesinlerine mağlub olmalarının Cehennemdeki neticelerini göstermekle aklı başlarına getirir.)
- Zalime der: “Şiddetli azab var, tokat yiyeceksin.” Adalete başını eğdirir.
- İhtiyarlara der: “Senin elinden çıkmış bütün saadetlerinden çok yüksek ve daimî bir uhrevî saadet ve taze, bâki bir gençlik seni bekliyorlar. Onları kazanmağa çalış.” Ağlamasını gülmeye çevirir.
Bunlara kıyasen cüz’î ve küllî herbir taifede hüsn-ü tesirini gösterir, ışıklandırır. Nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesiyle alâkadar olan içtimaiyyun ve ahlâkiyyunların kulakları çınlasın! (Gençleri tehlikelerden kurtarmak için kısa ve rahat bir çareyi keşfettiğini siyasiyyun, ahlâkiyyun da bunu tervic etsinler manasında demiş: “Kulakları çınlasın!” Emirdağ Lahikası-2 133)
İşte iman-ı âhiretin binler faidelerinden işaret ettiğimiz beş-altı nümunelerine sairleri kıyas edilse kat’î anlaşılır ki; iki cihanın ve iki hayatın medar-ı saadeti yalnız imandır.
Risale-i Nur’da Yirmisekizinci Söz’de ve başka risalelerinde, haşrin cismaniyeti cihetinde gelen zaîf şübhelere kuvvetli cevablarına iktifaen burada yalnız bir kısa işaretle deriz ki:
(Haşrin Cismaniyetinin delilleri gösterilecek)
- Esma-i İlahiyenin en cem’iyetli âyinesi cismaniyettedir. (Cismaniyet; en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir. Sözler 498)
- Ve hilkat-ı kâinattaki makasıd-ı İlahiyenin en zengini ve faal merkezi cismaniyettedir. (Cemal ve kemalini göstermek gibi)
- Ve ihsanat-ı Rabbaniyenin en çok çeşitleri ve rengârenkleri cismaniyettedir.
- Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlık’ına karşı dualarının ve teşekküratının en kesretli tohumları yine cismaniyettedir. (Gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri hissedecek istidadlar, yine cismaniyettedir. Sözler 498)
- Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir. (Ekl ve şürb ve nikâh dahi hakikat-ı cismaniyelerini muhafaza etmekle beraber; Cennet’in dünya fevkındeki derecesi nisbetinde, dünyevî derecelerinden o derece yüksek bir suret almaları iktiza eder. Sözler 499)
Bunlara kıyasen, (Dünyadaki cismaniyetin delilleri gösterilerek Haşirdeki cismaniyetin isbatı yapılacak.)
- Yüzer küllî hakikatlar cismaniyette temerküz ettiğinden, Hâlık-ı Hakîm zemin yüzünde cismaniyeti çoğaltmak ve mezkûr hakikatlere mazhar eylemek için öyle sür’atli ve dehşetli bir faaliyetle kafile kafile arkasına mevcudata vücud giydirir, o meşhere gönderir. Sonra onları terhis eder, başkalarını gönderir. Mütemadiyen kâinat fabrikasını işlettirir. Cismanî mahsulâtı dokuyup, zemini âhirete ve Cennet’e bir fidanlık bahçesi hükmüne getirir.
- Hattâ insanın cismanî midesini memnun etmek için, o midenin hal diliyle bekasına dair duasını kemal-i ehemmiyetle dinleyip kabul ederek fiilen cevab vermek için, hadsiz ve hesabsız ve yüzbinler tarzlarda ve binler çeşit çeşit lezzetlerde gayet san’atlı taamları ve gayet kıymetli nimetleri cismaniyete ihzar etmek, bedahetle ve şeksiz gösterir ki; dâr-ı âhirette Cennet’in en çok ve en mütenevvi’ lezzetleri cismanîdir.
- Ve saadet-i ebediyenin en ehemmiyetli ve herkesin istediği ve ünsiyet ettiği nimetleri cismanîdir.
Acaba hiçbir cihet-i ihtimali ve imkânı var mı ki;
Birinci basamak: bu âdi midenin hal diliyle beka duasını kabul edip nihayetsiz mu’cizatlı maddî taamlar ile onu minnetdar ederek, her vakit tesadüfsüz, kasdî olarak fiilen cevab veren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Kerim,
İkinci basamak: kâinatın en ehemmiyetli neticesi ve arzın halifesi ve o Hâlık’ın güzidesi ve perestişkârı olan nev’-i insanın insaniyet mide-i kübrası ile küllî ve yüksek ve daima arzu ettiği ve ünsiyet ettiği ve fıtraten istediği cismanî lezzetleri, dâr-ı bekada verilmesine dair hadsiz umumî duaları kabul olmasın ve haşr-i cismanî ile fiilen cevab verilmesin; onu ebedî minnetdar etmesin.
Dünya ile âhiret mukayesesi: Âdeta sineğin sesini işitsin, gök gürültüsünü işitmesin.
Dünya ile âhiret mukayesesi: Ve âdi bir neferin kemal-i ehemmiyetle techizatına baksın; Âhiretdeki orduya hiç bakmasın, ehemmiyet vermesin. Bu yüz derece muhal ve bâtıldır.
- Evet وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ اْلاَنْفُسُ وَ تَلَذُّ اْلاَعْيُنُ
âyetinin sarahat-ı kat’iyyesiyle: (İnsanın gözünün gördüğü nefsinin iştihalandığı lezzetler cismaniyettedir.)
- İnsan, en ziyade ünsiyet ettiği ve dünyada nümunesini tatmış olduğu cismanî lezzetleri Cennet’e lâyık bir tarzda görecek, tadacak. Ve lisan, göz ve kulak gibi a’zaların ettikleri hâlis şükürler ve hususî ibadetlerin mükâfatları, o uzuvlara mahsus cismanî lezzetler ile verilecektir. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan o derece cismanî lezzetleri sarih bir surette beyan eder ki, başka teviller ile mana-yı zahirîyi kabul etmemek, imkân haricindedir.
İşte iman-ı âhiretin meyveleri ve neticeleri gösteriyorlar ki; nasılki a’za-yı insanîden midenin hakikatı ve ihtiyacatı, taamların vücuduna kat’î delalet eder; öyle de: (İnsanın ve kâinatın hakikatı, Birinci Nokta’da izah edilmişti.)
- İnsanın hakikatı ve kemalâtı ve fıtrî ihtiyacatı ve ebedî arzuları ve iman-ı âhiretin mezkûr netice ve faidelerini isteyen hakikatları ve istidadları daha kat’î olarak âhirete ve Cennet’e ve cismanî bâki lezzetlere delalet ve tahakkuklarına şehadet ettiği gibi, (Meselâ: İnsanın ahsen-i takvimdeki hüsn-ü masnuiyeti, Sâni’i gösterdiği gibi; o ahsen-i takvimdeki kabiliyet-i câmiasıyla kısa bir zamanda zeval bulması, haşri gösterir. Sözler 89)
- Bu kâinatın hakikat-ı kemalâtı ve manidar tekvinî âyâtı (Meselâ ekser eşyada görünen hikmetin tanzimi, inayetin tezyini, adaletin tevzini ve rahmetin taltifi; nasılki mahiyetlerine bakılsa, bir Sâni’-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in dest-i kudretinden çıktığını gösterirler. Onun gibi, bunların kuvveti ve hadsizlikleriyle beraber, şunların mazharları olan şu fâni mevcudatın ehemmiyetsiz ve az yaşamasına bakılsa, âhiret görünür. Sözler 89 Kanun-u tekâmüle dâhil olan bütün eşya mahiyetini ortaya koyduktan sonra zıtların birbirinden ayrılacak olması tekvinî bir âyet olup âhireti iktiza eder.)
- Ve insaniyetin mezkûr hakikatlar ile alâkadar bütün hakikatları, (İman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile sairleri kıyas edilse anlaşılır ki: Hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî haceti derecesinde kat’îdir. Şualar 183 Erkan-ı imaniyeye dair bütün hakikatlar insaniyetle alâkadardır. Şöyle ki: İnsan cenneti istediği gibi cennette insanı istiyor.)
Dâr-ı âhiretin vücuduna ve tahakkukuna ve haşrin gelmesine ve Cennet ve Cehennem’in açılmasına delalet ve şehadet ettiklerini,
Risale-i Nur eczaları ve bilhâssa Onuncu ve Yirmisekizinci (İki Makamı), Yirmidokuzuncu Sözler ve Dokuzuncu Şua ve Münacat Risaleleri hüccetlerle, parlak ve şübhe bırakmaz bir tarzda isbat etmişler. Onlara havale ederek bu uzun kıssayı kısa kesiyoruz.
Cehennem’e dair beyanat-ı Kur’aniye o kadar vâzıh ve zahirdir ki başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Yalnız bir-iki zaîf şübheyi izale edecek iki-üç nükteyi, -tafsilini Risale-i Nur’a havale edip, gayet kısa bir hülâsasını- beyan edeceğiz.
Birinci Nükte: Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der:
- Bana gel, tövbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücudu değil korkutmak,
- Belki sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin (Çünkü herşey zıttıyla bilinir. Cennet olmazsa belki Cehennem tazib etmez. Sözler 720)
- Ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin. (Hemde intikam hiddetinin teskin edilmesinden gelen lezzet ancak cehennemin vücudu ile mümkündür.)
Eğer sen dalalette boğulup çıkamıyorsan yine Cehennem’in vücudu, bin derece i’dam-ı ebedîden hayırlıdır ve kâfirlere de bir nevi merhamettir. Çünki insan hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir cihette mes’ud olur.
Şu halde sen ey mülhid, dalaletin itibariyle ya i’dam-ı ebedî ile ademe düşeceksin veya Cehennem’e gireceksin! Şerr-i mahz olan adem ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl u neslin seninle beraber i’dam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır. Çünki Cehennem olmazsa, Cennet de olmaz. Herşey senin küfrün ile ademe düşer. Eğer sen Cehennem’e girsen, vücud dairesinde kalsan, senin sevdiklerin ve akrabaların ya Cennet’te mes’ud veya vücud dairelerinde bir cihette merhametlere mazhar olurlar. Demek herhalde Cehennem’in vücuduna tarafdar olmak sana lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak, ademe tarafdar olmaktır ki, hadsiz dostlarının saadetlerinin hiç olmasına tarafdarlıktır. Evet Cehennem ise,
Cehennemin tarifi: Hayr-ı mahz olan daire-i vücudun Hâkim-i Zülcelalinin hakîmane ve âdilane bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcud ülkesidir.
Cehennemin varlığının neticeleri;
- Hapishane vazifesini de görmekle beraber,
- Başka pek çok vazifeleri var. (Dünyaya bakan vazifesi; Güya o pek büyük ve pekçok kitle-i nariyelerin ve gayet çok kanadil-i nuriyelerin buhar kazanı ise, harareti tükenmez bir Cehennem’dir ki, onlara nursuz hararet veriyor. Lem’alar 314)
- Ve pek çok hikmetleri (Hikmetlerden biri zıtların temyiz edilmesidir. Evet Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasib maddelerle dolacaktır. Sözler 532)
- Ve âlem-i bekaya ait hizmetleri var. (Âlem-i bekaya ait hizmetleri Celalli isimlerin tecelligâhı olmasıdır.)
- Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldarane meskenleridir.
İkinci Nükte: Cehennem’in vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünki
- Nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak (Esma-i İlahiyenin hukuku noktasında rahmet ve adalet ve hikmettir.)
- Ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, (Mevcudatın hukuku noktasında rahmet ve adalet ve hikmettir.)
adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete (Yolsuz merhamet, şefkatin sû-i istimali olmasından adalet ve hikmete muhaliftir.) mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir.
Aynen öyle de; (Rahmet noktasında baktıracak ikinci derecede adaleti düşünebiliriz. Rahmet noktasında hukukların muhafazası gerekmektedir. Küfür ise, esmanın, esmanın vücuduna şehadet eden mevcudatın, esmanın teceligahı olması vazifesinde bulunan mahlukatın ve kainatın ubudiyetini tekzib etmekle hukuklarına tecavüzdür.)
Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle
- Hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, (Bin masum esmanın hukukuna tecavüz)
- Hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz (Mevcudatın Cenab-ı Hakk ile olan nisbetini parçalamakla esmaya şehadetini tekzib etmek)
- Ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz (Esmanın tecelliyatı neticesinde eşyanın gördüğü vazifeler hakikatta ona bu vazifeyi gördüren ve kusurdan münezzeh olan Zâtı tesbih etmektir.)
- Ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle (Ubudiyet noktasında vazifesizlikle ittiham etmektir.)
Öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz. (Zira kişi küfrüyle kendi âleminde tecelli eden esmanın ve mevcudatın hukukuna tecavüz eder. Binaenaleyh cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünki kalbin kasavetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur. Mesnevi-i Nuriye 118)
اِنَّ اللّهَ لاَ يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِهِ âyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem’e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur.
İşte o davacılar Cehennem’in vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi kat’î isterler.
Evet nasıl bir serseri âsi ve raiyete tecavüz eden bir adam, oranın izzetli hâkimine dese: “Beni hapse atamazsın ve yapamazsın.” diye izzetine dokunsa, elbette o şehirde hapis olmasa da o edebsiz için bir hapis yapacak, onu içine atacak. Aynen öyle de; kâfir-i mutlak, küfrüyle izzet-i celaline şiddetle dokunuyor. Ve azamet-i kudretine inkâr ile dokunduruyor. Ve kemal-i rububiyetine tecavüzüyle ilişiyor. Elbette Cehennem’in pek çok vazifeler için pek çok esbab-ı mûcibesi ve vücudunun hikmetleri olmasa da, öyle kâfirler için bir Cehennem’i halketmek ve onları içine atmak, o izzet ve celalin şe’nidir.
Hem mahiyet-i küfür dahi Cehennem’i bildirir. (Zira Hikmet noktasında; imanın mahiyetindeki lezzet tecessüm etse bir küçük cennet lezzetini verebilir. Aynen öylede, küfrün mahiyetindeki dehşetli elem ve manevî azab eğer tecessüm etse cehennem azabının bir nümunesini bildirir.)
Evet nasılki imanın mahiyeti eğer tecessüm etse, lezzetleriyle bir cennet-i hususiye şekline girebilir ve Cennet’ten bu noktadan gizli haber verir. Aynen öyle de: Risale-i Nur’da delilleriyle isbat ve baştaki mes’elelerde dahi işaret edilmiş ki; küfrün ve bilhâssa küfr-ü mutlakın ve nifakın ve irtidadın öyle karanlıklı ve dehşetli elemleri ve manevî azabları var.. eğer tecessüm etse, o mürted adama bir hususî cehennem olur. Ve büyük Cehennem’den bu cihette gizli haber verir. Ve bu fidanlık dünya mezraasındaki hakikatcikler âhirette sünbüller vermesi noktasından, bu zehirli çekirdek, o zakkum ağacına işaret eder. “Ben onun bir mâyesiyim.” der. “Ve beni kalbinde taşıyan bedbaht için o zakkum ağacının bir hususî nümunesi, benim meyvem olur.”
(Adalet noktasında) Madem küfür hadsiz hukuka bir tecavüzdür, elbette hadsiz bir cinayettir. Öyle ise hadsiz bir azaba müstehak eder. Madem bir dakika katl, onbeş sene cezada (sekiz milyona yakın dakikada) hapis azabını çekmesini adalet-i beşeriye kabul edip maslahata ve hukuk-u âmmeye muvafık görür. Elbette bir küfür bin katl kadar olması cihetiyle, bir dakika küfr-ü mutlak, sekiz milyara yakın dakikalarda azab çekmesi, o kanun-u adalete muvafık geliyor. Bir sene ömrünü o küfürde geçiren, iki trilyon sekizyüzseksen milyara yakın dakikada azaba müstehak ve خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا sırrına mazhar olur. Her ne ise…
- Kur’an-ı Hakîm’in Cennet ve Cehennem hakkındaki mu’cizane izahatı (Kur’anın beyanındaki beraatini izah eden misallerden makam-ı terhib ve tehdidde olduğu gibi… Sözler 380)
- Ve Kur’an’ın tefsiri ve ondan gelen Risale-i Nur’un Cennet ve Cehennem’in vücudlarına dair hüccetleri, daha başka beyana ihtiyaç bırakmamışlar.
وَيَتَفَكَّرُونَ فِى خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هذَا بَاطِلاً سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ اِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا اِنَّهَا سَاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا
gibi pek çok âyetlerin
Ve başta Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve umum peygamberler ve ehl-i hakikatın, her vakit dualarında, en ziyade اَجِرْنَا مِنَ النَّارِ نَجِّنَا مِنَ النَّارِ خَلِّصْنَا مِنَ النَّارِ (koru, kurtar, halas et) ve vahy ve şuhuda binaen onlarca kat’iyyet kesbeden Cehennem’den bizi hıfzeyle demeleri gösteriyor ki; (Ehl-i şuhud ya âlem-i misalde yada hakikatını ilmen görmekle bu hakikatı tasdik ederler.)
Nev’-i beşerin en büyük mes’elesi Cehennem’den kurtulmaktır.
Ve kâinatın pekçok ehemmiyetli ve muazzam ve dehşetli bir hakikatı Cehennem’dir ki; bir kısım o ehl-i şuhud ve keşif ve tahkik onu müşahede eder. Ve bir kısmı tereşşuhatını ve gölgelerini görür, dehşetinden feryad ederler. “Bizi ondan kurtar” derler.
Evet bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalalet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünki şer olmazsa, hayır bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün tek bir hakikatı, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur. Cehennem’siz Cennet’in pek çok lezzetleri gizli kalır. Bunlara kıyasen, herşey bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sünbül verip çok hakikatlar olur.
Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasılki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennet’e akar. Öyle de şer, elem, karanlık, çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehennem’e yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur. Kerametli Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktelerine havale ederek kısa kesiyoruz.
(Elhasıl: Cennet ve Cehennem,
- Hem şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır.
- Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakili aşağı tarafında; nuranîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır.
- Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsulât-ı maneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsulâtın nev’ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir.
- Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu’ ettiği yerdedir. Yani habîsatı ve müzahrefatı esfelde, tayyibatı ve safiyatı a’lâdadır.
- Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise, heryerde olabilir. Rahman-ı Zülcemal ve Kahhar-ı Zülcelal nerede isterse tecelligâhını açar. Mektubat 10)
Ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım!
Bu dehşetli haps-i ebedîden kurtulmanın kolayı, çaresi;
Bu dünyevî hapsimizden istifade ederek elimiz mecburiyetle yetişmeyen çok günahlardan kurtulduğumuzla beraber,
Eski günahlardan tövbe edip farzlarımızı eda ederek herbir saat bu hapisteki ömrümüzü bir gün ibadet hükmüne getirmekle o ebedî hapisten necatımız ve o nurani Cennet’e girmemiz için en iyi bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırırsak, dünyamız ağladığı gibi âhiretimiz dahi ağlayacak. خَسِرَ الدُّنْيَا وَ اْلآخِرَةَ tokadını yiyeceğiz.
Bu makam yazıldığı zaman Kurban Bayramı geldi. “Allahü Ekber” “Allahü Ekber” “Allahü Ekber”ler ile nev’-i beşerin beşten birisine, üçyüz milyon insanlara birden “Allahü Ekber” dedirmesi; koca küre-i arz, büyüklüğü nisbetinde o “Allahü Ekber” kelime-i kudsiyesini semavattaki seyyarat arkadaşlarına işittiriyor gibi, yirmibinden ziyade hacıların Arafat’ta ve îd’de beraber birden “Allahü Ekber” demeleri, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın binüçyüz sene evvel âl ve sahabeleriyle söylediği ve emrettiği “Allahü Ekber” kelâmının bir nevi aks-i sadâsı olarak rububiyet-i İlahiyenin “Rabb-ül Ardı ve Rabb-ül Âlemîn” azamet-i ünvanıyla küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubudiyetle bir mukabeledir, diye tahayyül ve hiss ve kanaat ettim.
(Daire-i Rububiyete karşı ubudiyet dairesi ve bu dersi veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; Evet eğer namazların arkasında, hususan bayram namazlarında bir anda Allahü Ekber diyen yüzer milyon insanların sesleri, âlem-i gaybda ittihad ettikleri gibi, âlem-i şehadette dahi birbiriyle ittihad edip içtima etse; Küre-i Arz tamamıyla büyük bir insan olup, azametine nisbeten büyük bir sadâ ile söylediği Allahü Ekber’e müsavi geldiğinden, o muvahhidînin ittihadı ile bir anda Allahü Ekber demeleri, Küre-i Arz’ın büyük bir Allahü Ekber’i hükmüne geçiyor. Âdeta bayram namazlarında âlem-i İslâmın zikr ü tesbihiyle zemin zelzele-i kübraya mazhar olup, aktar u etrafıyla Allahü Ekber deyip, kıblesi olan Kâ’be-i Mükerreme’nin samimî kalbiyle niyet edip, Mekke ağzıyla, Cebel-i Arefe diliyle Allahü Ekber diyerek, o tek kelime etraf-ı Arz’daki umum mü’minlerin mağara-misal ağızlarındaki havada temessül ediyor. Birtek Allahü Ekber kelimesinin aks-i sadâsıyla hadsiz Allahü Ekber vuku bulduğu gibi, o makbul zikir ve tekbir, semavatı dahi çınlatıp berzah âlemlerine de temevvüc ederek sadâ veriyor.
İşte bu Arz’ı böyle kendine sâcid ve âbid ve ibadına mescid ve mahluklarına beşik ve kendine müsebbih ve mükebbir eden Zât-ı Zülcelal’e, yerin zerratı adedince hamd ve tesbih ve tekbir edip ve mevcudatı adedince hamd ediyoruz ki; bize bu nevi ubudiyeti ders veren Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ına ümmet eylemiş. Lem’alar 127)
Sonra, acaba bu kelâm-ı kudsînin bizim mes’elemizle dahi münasebeti var mı diye tahattur ettim. (Bizim en büyük mes’elemiz Cehennem’den kurtulmaktır.)
Birden hatıra geldi ki, başta bu kelâm olarak sair bâkiyat-ı sâlihat ünvanını taşıyan “Sübhanallah” ve “Elhamdülillah” ve “Lâ ilahe illallah” gibi şeairden çok kelâmlar, cüz’î ve küllî mes’elemizi ihtar ve tahakkukuna işaret ederler.
(Allahü Ekber’in haşre delaleti; az çok, büyük küçük her şey kudretine nisbeten müsavi olduğundan bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilecek olan Allah bizim korktuğumuz herşeyden daha büyüktür.)
Meselâ “Allahü Ekber”in bir vech-i manası, Cenab-ı Hakk’ın kudreti ve ilmi herşeyin fevkinde büyüktür, hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acib ve tavr-ı aklın haricindeki herşeyden daha büyüktür ki,
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
âyetinin sarahat-ı kat’iyyesi ile nev’-i beşerin haşri ve neşri, birtek nefsin icadı kadar o kudrete kolay gelir. Bu mana itibariyledir ki, darb-ı mesel hükmünde büyük musibetlere ve büyük maksadlara karşı, herkes “Allah büyüktür, Allah büyüktür” der.. kendine teselli ve kuvvet ve nokta-i istinad yapar.
(Rububiyet-i İlahiyenin küllî tecellisine karşı geniş ve küllî bir ubudiyetle bir mukabele etmeye üç risaleden misaller gösterilecek.)
Evet nasılki
- Dokuzuncu Söz’de, bu kelime iki arkadaşıyla bütün ibadatın fihristesi olan namazın çekirdekleri ve hülâsaları ve içinde ve tesbihatında tekrar ile namazın manasını takviye için
- “Sübhanallah”
- “Elhamdülillah”
- Allahü Ekber”
üç muazzam hakikatlara
Ve insanın kâinatta gördüğü
- Medar-ı hayret,
- Medar-ı şükran
- Ve medar-ı azamet ve kibriya,
- Acib
- Ve güzel
- Ve büyük,
pekçok fevkalâde şeylerden aldığı
- Hayret
- Ve lezzet
- Ve heybetten
neş’et eden suallerine pek kuvvetli cevab verdiği gibi,
- Onaltıncı Söz’ün âhirinde izah edilen şu: Nasıl bir nefer, bayramda bir müşir ile beraber huzur-u padişaha girer; sair vakitte, zabitinin makamı ile onu tanır. Aynen öyle de; her adam haccda bir derece veliler gibi Cenab-ı Hakk’ı “Rabb-ül Ardı ve Rabb-ül Âlemîn” ünvanı ile tanımağa başlar. Ve o kibriya mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istila eden mükerrer ve hararetli hayret suallerine yine “Allahü Ekber” tekrarıyla umumuna cevab verdiği misillü;
- Onüçüncü Lem’a’nın âhirinde izahı bulunan ki, şeytanların en ehemmiyetli desiselerini köküyle kesip cevab-ı kat’î veren yine “Allahü Ekber” olduğu gibi; (Şeytanın en ehemmiyetli desisesi itikada dair desiselerdir.) bizim âhiret hakkındaki sualimize de kısa fakat kuvvetli cevab verdiği misillü,
(“Elhamdülillah” cümlesi dahi, âhirette verilecek nimetlerin dünyada ödenen peşin bir fiatı olmasından ve dünyadaki fani nimetlerin ebedî nimetlere vesile olmaları cihetiyle haşri isbat eder.)
“Elhamdülillah” cümlesi dahi haşri ihtar edip ister. Bize der: “Manam âhiretsiz olmaz. Çünki, ezelden ebede kadar her kimden ve her kime karşı bütün hamd ve şükür Ona mahsustur, ifade ettiğimden, bütün nimetlerin başı ve nimetleri hakikî nimet yapan ve bütün zîşuuru ademin hadsiz musibetlerinden kurtaran, yalnız saadet-i ebediye olabilir. Ve benim o küllî manama mukabele eder.”
(Bir zaman “Elhamdülillah” dedim. Onun hadsiz geniş manasına mukabil gelecek bir nimet aradım. Birden bu cümle hatıra geldi:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى اْلاِيمَانِ بِاللّٰهِ وَعَلَى وَحْدَانِيَّتِهِ وَعَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ
وَعَلَى صِفَاتِهِ وَاَسْمَائِهِ حَمْدًا بِعَدَدِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهِ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ
Şualar 242
Yani:
- “Ne kadar hamd ve medh varsa, (El-i istiğrak)
- Kimden gelse, (Fâilin terkinden)
- Kime karşıda olsa, (Mef’ulün terkinde)
- Ezelden ebede kadar hastır ve (Fi’lî cümlesinden ismî cümlesine intikalde)
- Lâyıktır (Lillah”taki lâm-ı cer’de)
- O Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a ki, Allah denilir.” (Lâzım-ı zarurîsi ve ünvan-ı mülahazası olduğundandır.) Mektubat 392)
Evet her mü’min namazlardan sonra, her gün hiç olmazsa yüzelliden ziyade “Elhamdülillah” “Elhamdülillah” şer’an demesi ve manası da ezelden ebede kadar bir hadsiz geniş hamd ü şükrü ifade etmesi, ancak ve ancak saadet-i ebediyenin ve Cennet’in peşin bir fiatı ve muaccel bir bahasıdır. (Muaccel bir bahası olması âhirette verilecek nimetlerin dünyada ödenen peşin bir fiatı olmasıdır.) Ve dünyanın kısa ve fâni elemlerle âlûde olan nimetlerine münhasır olmaz ve mahsus değil ve onlara da (yani dünyadaki nimetlere de) ebedî nimetlere vesile olmaları cihetiyle bakar, şükreder. (yani ebedi nimetlere vesile olmaları cihetinden ezelden ebede kadar bir hadsiz geniş hamd ü şükrü ifade eder.)
(“Sübhanallah” kelime-i kudsiyesi ise, Cenab-ı Hakk’ı kusurattan takdis ve tenzih eden celal ve cemal ve kemalinin devamlı tecelli edeceği âhireti iktiza ettiği için haşri isbat eder.)
“Sübhanallah” kelime-i kudsiyesi ise, Cenab-ı Hakk’ı şerikten, kusurdan, noksaniyetten, zulümden, aczden, merhametsizlikten, ihtiyaçtan ve aldatmaktan ve kemal ve cemal ve celaline muhalif olan bütün kusurattan takdis ve tenzih etmek manasıyla, saadet-i ebediyeyi ve celal ve cemal ve kemal-i saltanatının haşmetine medar olan dâr-ı âhireti ve ondaki Cennet’i ihtar edip delalet ve işaret eder. Yoksa sâbıkan isbat edildiği gibi, saadet-i ebediye olmazsa hem saltanatı, hem kemali, hem celal, hem cemal, hem rahmeti, kusur ve noksan lekeleriyle lekedar olurlar.
İşte bu üç kudsî kelimeler gibi, “Bismillah” ve “Lâ ilahe illallah” ve sair kelimat-ı mübareke, herbiri erkân-ı imaniyenin birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen et hülâsası ve şeker hülâsası gibi,
- Hem erkân-ı imaniyenin
- Hem Kur’an hakikatlarının hülâsaları
- Ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi,
- Kur’anın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım surelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünuhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur’un dahi hakikî madenleri ve esasları ve hakikatlarının çekirdekleridirler.
(Sual: بِسْمِاللّٰهِ ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ gibi âyetlerde makasıd-ı erbaaya işaretler var mıdır?
Elcevap: Evet قُلْ kelimesi, Kur’anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. Bu mezkûr ve mukadder olan قُلْ kelimelerine esas olmak üzere بِسْمِ اللّٰهِ dan evvel قُلْ kelimesi mukadderdir. Yani, “Ya Muhammed! Bu cümleyi insanlara söyle ve talim et.” Demek besmelede İlahî ve zımnî bir emir var. Binaenaleyh şu mukadder olan قُلْ emri, risalet ve nübüvvete işarettir. Çünki Resul olmasaydı, tebliğ ve talime memur olmazdı. Kezalik hasrı ifade eden “câr ve mecrur’un takdimi”, tevhide îmadır. Ve keza اَلرَّحْمن nizam ve adalete, اَلرَّحِيم de haşre delalet eder. Ve keza اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ daki ( ل ) ihtisası ifade ettiğinden tevhide işarettir. رَبُّ الْعَالَمِينَ adaletle nübüvvete remizdir. Çünki terbiye, resuller vasıtasıyla olur. مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ zâten sarahaten haşir ve kıyamete delalet eder. İşarat-ül İ’caz 13 – 14 )
Ve velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarîkat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) virdidirler ki, her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü’minler beraber, o halka-i kübra-yı zikirde, ellerinde tesbihler, “Sübhanallah” otuzüç, “Elhamdülillah” otuzüç, “Allahü Ekber” otuzüç defa tekrar ederler.
İşte böyle gayet muhteşem bir halka-i zikirde, sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hem Kur’an’ın, hem imanın, hem namazın hülâsaları ve çekirdekleri olan o üç kelime-i mübarekeyi namazdan sonra otuz üçer defa okumak ne kadar kıymetdar ve sevablı olduğunu elbette anladınız.
Bu risalenin başında Birinci Mes’elesi namaza dair güzel bir ders olduğu gibi; (Dördüncü Söz’de izahı bulunan, her gün yirmidört saat sermaye-i hayatı Hâlıkımız bize ihsan ediyor. Tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Şualar 193 ) hiç düşünmediğim halde, âdeta ihtiyarsız olarak, onun âhiri de namaz tesbihatına dair ehemmiyetli bir ders oldu.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى اِنْعَامِهِ
(Vaktin evvelinde hayalen Kâ’be’ye karşı namaz kılan zat, kendi yerinde iken Kâ’be’ye; Kâ’be’yi makamında olarak tasavvur edip nazar etmesi lâzımdır. Ve Kâ’be’yi kendi yanına çekmeye uğraşmasın ki, saflar tezahür etsin. Büyük Mesnevi 216)
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *