Anasayfa » Onbirinci Şua Dokuzuncu Mes’ele

Onbirinci Şua Dokuzuncu Mes’ele

Dokuzuncu Mes’ele

(Risale-i Nurdaki hem imanın vahdanî bir hakikat olduğuna ve tefrik kabul etmeyeceğine hemde erkan-ı imaniyenin bir küll olduğuna ve inkısamı ve tecezzisi mümkün olmadığına dair mes’elelerin bir hülasasıdır.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ

 كُلٌّ آمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لاَ نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ

ilâ âhir-il âye…

Bu âyet-i ecma ve a’lâ ve ekber’in bir küllî ve uzun nüktesini beyan etmeğe,

Bir dehşetli manevî sual (Bir rükün ve hakikat-ı imaniyeyi inkâr edenin mürted olması, küfr-ü mutlaka düşmesi ve kabul etmeyenin İslâmiyetten çıkması dehşetli manevî bir sualdir.)

Ve bir azametli ve İlahî bir nimetin inkişafından neş’et eden bir hal (Herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat etmesi İlahî bir nimettir.)

sebebiyet verdiler. Şöyle ki:

Manen ruha geldi; neden bir cüz’î hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen müslüman olmaz? Halbuki Allah ve âhirete iman bir güneş gibi o karanlığı izale etmek lâzım geliyor.

 Hem neden bir rükün ve hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden mürted olur, küfr-ü mutlaka düşer ve kabul etmeyen İslâmiyetten çıkar? Halbuki sair erkân-ı imaniyeye imanı varsa, onu küfr-ü mutlaktan kurtarmak lâzım geliyor?

 Elcevab: İman

  1. Altı rüknünden çıkan öyle bir vahdanî hakikattır ki, tefrik kabul etmez.
  2. Ve öyle bir küllîdir ki, tecezzi kaldırmaz.
  3. Ve öyle bir külldür ki kabil-i inkısam olmazlar.

Çünki herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat eder. Herbiri herbirisine gayet kuvvetli bir hüccet-i a’zam olur.

Azametli ve İlahî bir nimet: Öyle ise bütün erkânı, bütün delilleriyle sarsmayan bir fikr-i bâtıl, hakikat nazarında bir tek rüknü, belki bir hakikatı ibtal edip inkâr edemez. Belki adem-i kabul perdesi altında gözünü kapamakla, bir küfr-ü inadî yapabilir. Gitgide küfr-ü mutlaka düşer, insaniyeti mahvolur. Hem maddî, hem manevî Cehennem’e gider. İşte biz bu makamda, gayet muhtasar işaretlerle ve Meyve Risalesi’nde haşrin isbatında, sair erkân-ı imaniye haşri de isbat ettiklerini kısacık hülâsalarla beyanı gibi, bu makamda dahi mücmel fezleke ve muhtasar hülâsalarla -Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle- bu nükte-i a’zam altı noktada beyan edilecek.

 Birinci Nokta: İman-ı Billah, kendi hüccetleriyle hem sair rükünlerini, hem iman-ı bil’âhireti isbat eder ki; Meyve Risalesi’nin Yedinci Mes’elesinde güzelce göstermiş. Evet

(Allah varsa âhiret vardır: Bu hakikat rububiyet ve hâkimiyet cihetinde isbat edilmiştir. Saltanat-ı rububiyetini ve ekser isimlerini ve vücub-u vücudunun hüccetlerini gösterir tarzda kâinattaki bütün delilleri yaratan bir Allah varsa, elbette ebedî ve sermedî ve bâki ve daimî saltanatının bâki bir makarrı ve daimî bir medarı ve sermedî bir mazharı olan dâr-ı âhiret vardır.)

Bu hadsiz kâinatı bir saray, bir şehir, bir memleket gibi bütün levazımı ile idare eden ve mizan ve intizam dairesinde çeviren ve hikmetlerle değiştiren (Buraya kadar saltanat-ı rububiyeti izah etti.)

Ve zerratı ve seyyaratı ve sinekleri ve yıldızları birer muntazam ordu gibi beraber techiz ve idare eden ve emir ve iradesi dairesinde mütemadiyen bir ulvî manevra içinde talim ve tavzifatla faaliyete ve seyr ü cevelana ve ubudiyetkârane bir resm-i küşada ve seyahata getiren (Zerrattan seyyarata kadar herşeye hükmeden hâkimiyet-i uluhiyeti izah etti.)

Ezelî ve bâki bir saltanat-ı rububiyet ve ebedî ve daimî bir hâkimiyet-i uluhiyet,

Hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ve hiçbir ihtimal var mı ki, o ebedî ve sermedî ve bâki ve daimî saltanatın bâki bir makarrı ve daimî bir medarı ve sermedî bir mazharı olan dâr-ı âhiret olmasın? Bin defa hâşâ! (Yoksa nihayetsiz rububiyete ve hâkimiyete zaman ve mekan itibariyle bir kayıt gelecektir. Yani rububiyeti ve hakimiyeti âlem-i şehadette kısa bir zaman görünüp âlem-i âhirette ve ebediyette görünmeyecektir.)

Demek Cenab-ı Hakk’ın saltanat-ı rububiyeti ve -Yedinci Mes’ele’de beyan edildiği gibi- ekser isimleri ve vücub-u vücudunun hüccetleri, âhirete şehadet ederler ve isterler. Ve bu kutb-u imanî ne kadar kuvvetli bir nokta-i istinadı var.. gör, bil, görür gibi inan.

(Allah varsa Peygamberler ve Kitablar vardır: Bu hakikat dört cihetten isbat edilecek. Uluhiyet ve mabudiyetini tezahür ettiren; hem şükre ve hamde sevkettiren; hem tanıttırmak, hem sevdirmek, hem bir çeşit manevî cemalini göstermek isteyen; hem dualara kavlen dahi cevab veren bir Allah varsa elbette bu hakikatları tahakkuk ettirecek olan peygamberler ve mukaddes kitablar da vardır.)

 Hem nasıl iman-ı billah âhiretsiz olmaz, öyle de, Onuncu Söz’de kısa işaretlerle beyan edildiği gibi, hiçbir cihette mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki;

A- Uluhiyet ve mabudiyetin tezahürü için

1- Bu kâinatı öyle bir mücessem kitab-ı Samedanî ki, her sahifesi bir kitab kadar ve her satırı bir sahife kadar manaları ifade eder

2- Ve öyle cismanî bir Kur’an-ı Sübhanî ki, herbir âyet-i tekviniyesi ve herbir kelimesi, hattâ herbir noktası, herbir harfi birer mu’cize hükmündedir.

3- Ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve manidar nakışlarla tezyin edilmiş bir mescid-i Rahmanîdir ki; herbir köşesinde bir taife, bir nev’ ibadet-i fıtriye ile iştigal eder

bir şekilde halk eden bir Allah, bir Mabud-u Bilhak,

1- Kitab-ı kebirin manalarını ders verecek üstadları

2- Ve o Kur’an-ı samedanî’nin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi olarak göndermesin..

3- Ve o mescid-i ekberde hadsiz tarzlarda ibadet edenlere imamları tayin etmesin..

4- Ve o üstadlara ve müfessirlere ve imamlara fermanları vermesin? Hâşâ, yüzbin hâşâ!

B- Hem cemal-i rahmetini ve hüsn-ü şefkatini ve kemal-i rububiyetini zîşuurlara göstermek ve onları şükre ve hamde sevketmek için

  • Bu kâinatı öyle bir ziyafetgâh ve bir teşhirgâh ve öyle bir seyrangâh ki;

hadsiz çeşit çeşit, leziz nimetler ve gayet antika, hadsiz hârika san’atlar içinde dizilmiş bir tarzda halkeden bir Sâni’-i Rahîm ve Kerim hiç mümkün müdür ve hiç akıl kabul eder mi ki;

  • O ziyafetgâhtaki zîşuur mahluklar ile konuşmasın ve onlara o nimetlere mukabil elçileri vasıtasıyla vazife-i teşekküriyeyi ve tezahür-ü rahmetine ve sevdirmesine karşı vazife-i ubudiyeti bildirmesin. Hâşâ, binler hâşâ!

C- Hem hiç mümkün müdür bir sâni’ san’atını sever, beğendirmek ister; hattâ ağızların bin çeşit zevklerini nazara alması delaletiyle, takdir ve tahsinlerle karşılanmak arzu eder ve herbir san’atıyla kendini

  • Hem tanıttırmak, hem sevdirmek, hem bir çeşit manevî cemalini göstermek

ister bir tarzda bu kâinatı antika san’atlarla süslendirdiği halde,

  • Kâinattaki zîhayatın kumandanları olan insanlara onların büyüklerinden bir kısmı ile konuşup elçi olarak göndermesin? Güzel san’atları takdirsiz ve fevkalâde hüsn-ü esması tahsinsiz ve tanıttırması ve sevdirmesi mukabelesiz kalsın. Hâşâ, yüzbin hâşâ!

D- Hem bütün zîhayatın

  • İhtiyacat-ı fıtriyeleri için dualarına ve hal dili ile edilen bütün ilticalara ve arzulara, vakti vaktine, kasd ve ihtiyar ve iradeyi gösterir bir tarzda hadsiz in’amlarıyla ve nihayetsiz ihsanatıyla fiilen ve halen sarih bir surette konuşan bir Mütekellim-i Alîm;
  • hiç mümkün müdür, hiç akıl kabul eder mi, en cüz’î bir zîhayat ile fiilen ve halen konuşsun ve tam derdine derman yetiştiren ihsanıyla derdini dinlesin ve ihtiyacını görsün ve bilsin ve bütün kâinatın en müntehab neticesi ve arzın halifesi ve ekser mahlukat-ı arziyenin kumandanları olan insanların manevî reisleri ile görüşmesin? Onlarla, belki her zîhayat ile fiilen ve halen konuştuğu gibi, onlar ile kavlen ve kelâmen konuşmasın ve onlara fermanları ve suhuf ve kitabları göndermesin? Hâşâ, hadsiz hâşâ!

Demek iman-ı billah, kat’iyyetiyle ve hadsiz hüccetleriyle “ve bikütübihi ve rusülihi” yani peygamberlere ve mukaddes kitablara imanı isbat eder.

(Allah varsa Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm vardır: Bu hakikat dört cihetten isbat edilecek. Tezahür-ü rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyetle mukabele ettiren; hem makasıd-ı İlahiyesine dellâllık ettiren; hem nev’-i insanın kıymetini ve vazifesini risalet vasıtasıyla gösteren; hem bin mu’cizatıyla risaletini tasdik eden bir Allah varsa elbette Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, O’nun en müntehab mahluku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resulüdür.)

Hem hiç bir cihet-i imkânı var mı ve hiç akıl kabul eder mi ki;

  1. Bütün masnuatıyla kendini tanıttırana ve sevdirene ve teşekküratı fiilen ve halen isteyene mukabil; kâinatı velveleye veren hakikat-ı Kur’aniye ile zülcelal o san’atkârı ekmel bir tarzda tanıyıp ve tanıttırıp ve sevip ve sevdirip ve teşekkür edip ve ettirip ve “Sübhanallah” “Elhamdülillah” “Allahü Ekber”ler ile küre-i arzı semavata işittirecek derecede konuşturup ve kara ve denizleri cezbeye getirecek bir vaziyetle, bin üçyüz sene zarfında nev’-i beşerin kemmiyeten beşten birisini ve keyfiyeten ve insaniyeten yarısını arkasına alıp o Hâlık’ın bütün tezahür-ü rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyetle mukabele eden
  2. Ve bütün makasıd-ı İlahiyesine karşı Kur’anın sureleriyle kâinata ve asırlara bağıran, ders veren, dellâllık eden
  3. Ve nev’-i insanın şerefini ve kıymetini ve vazifesini gösteren
  4. Ve bin mu’cizatıyla tasdik edilen Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, en müntehab mahluku ve en mükemmel elçisi ve en büyük resulü olmasın? Hâşâ ve kellâ! Yüzbin defa hâşâ!

Demek “Eşhedü en Lâ ilahe illallah” hakikatı, bütün hüccetleriyle “Eşhedü enne Muhammederresulullah” hakikatını isbat eder.

(Allah varsa Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan vardır: Bu hakikat üç cihetten isbat edilecek. Mahlukatıyla kelâmı ile konuşan ve kâinattaki makasıd-ı İlahiyesini fermanıyla bildiren ve fermanının nev’-i insan içindeki tesirini ve fermanın üstündeki i’cazını gösteren bir Allah varsa elbette Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, O’nun kelâmı ve fermanıdır.)

  1. Hem hiç imkân var mı ki; bu kâinatın Sâni’i, mahlukatını yüzbin diller ile birbiriyle konuştursun ve onların konuşmalarını işitsin ve bilsin ve kendisi konuşmasın? Hâşâ! (Tenezzül-ü İlahî Şualar 124)
  2. Hem hiç akıl kabul eder mi ki; kâinattaki makasıd-ı İlahiyesini bir ferman ile bildirmesin? Ve muammasını açacak ve mahlukat ne yerden geliyorlar ve ne yere gidecekler ve ne için böyle kafile kafile arkasında buraya gelip bir parça durup geçiyorlar, diye üç dehşetli sual-i umumîye hakikî cevab verecek Kur’an gibi bir kitabı göndermesin? Hâşâ!
  3. Hem hiç mümkün müdür ki;

a- On üç asrı ışıklandıran (Zaman itibari ile Kur’anın tesiri)

b- Ve her saatte yüz milyon lisanlarda kemal-i hürmetle gezen

c- Ve milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyetiyle yazılan

d- Ve nev’-i beşerin keyfiyeten kısm-ı a’zamını kanunlarıyla idare eden

e- Ve nefislerini ve ruhlarını ve kalblerini ve akıllarını terbiye ve tezkiye ve tasfiye ve talim eden

f- Ve Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı isbat edilen

g- Ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve herbir tabakaya karşı bir nevi i’cazını gösterdiği kerametli ve hârikalı Ondokuzuncu Mektub’da beyan olunan

h- Ve Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm bin mu’cizatıyla onun bir mu’cizesi olarak hak kelâmullah olduğu kat’î isbat edilen

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan hiçbir cihette imkânı var mı ki, o Mütekellim-i Ezelî ve o Sâni’-i Sermedî’nin kelâmı ve fermanı olmasın? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ ve kellâ!

Demek iman-ı billah bütün hüccetleriyle, Kur’an’ın kelâmullah olduğunu isbat ediyor.

(Allah varsa melekler vardır: Zemini zîhayat ve zîşuurla şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelal varsa elbette, semavatı ve yıldızları da, melekler ile şenlendirecektir.)

Hem hiç mümkün müdür ki; zeminin yüzünü mütemadiyen zîhayatlarla doldurup boşaltan ve kendini tanıttırmak ve ibadet ve tesbihat ettirmek için bu dünyamızı zîşuurlarla şenlendiren bir Sultan-ı Zülcelal, semavatı ve yıldızları boş ve hâlî bıraksın; onlara münasib ahaliyi yaratıp, o semavî saraylarda iskân etmesin ve saltanat-ı rububiyetini en büyük memleketinde hademesiz, haşmetsiz, memursuz, elçisiz, yaversiz, nâzırsız, seyircisiz, âbidsiz, raiyetsiz bıraksın? Hâşâ, melekler sayısınca hâşâ!

(Allah varsa kader vardır: Bu hakikat üç cihetten isbat edilecek. Herşeyi hıfz eden ve Rububiyetinin tezahürü için Cennet ve Cehennemi yaratan ve insanın amellerine ehemmiyet veren bir Allah varsa, elbette seyyiat ve hasenatların yazılı olduğu kaderi levhalarda vardır.)

Hem hiçbir cihette imkânı var mı ki; bu kâinatı öyle bir kitab tarzında yazar ki,

  1. Herbir ağacın bütün tarihçe-i hayatını bütün çekirdeklerinde kaydeden ve herbir otun ve çiçeğin bütün vazife-i hayatiyesini bütün tohumlarında yazan ve herbir zîşuurun bütün sergüzeşte-i hayatiyesini hardal gibi küçük kuvve-i hâfızasında gayet mükemmel yazdıran ve bütün mülkünde ve devair-i saltanatında her ameli ve her hâdiseyi müteaddid fotoğraflarla alarak muhafaza eden
  2. Ve rububiyetin en ehemmiyetli bir esası olan adalet, hikmet ve rahmetin tecellileri ve tahakkukları için koca Cennet ve Cehennem’i ve Sırat ve mizan-ı ekberi yaratan bir Hâkim-i Hakîm ve bir Alîm-i Rahîm,
  3. İnsanların kâinatı alâkadar eden amellerini yazdırmasın ve mücazat ve mükâfat için fiillerini kaydettirmesin ve seyyiat ve hasenatlarını kaderin levhalarında yazmasın? Hâşâ, kaderin levh-i mahfuzunda yazılan harfleri adedince hâşâ!

Demek iman-ı billah hakikatı, hüccetleriyle hem melaikeye iman, hem kadere iman hakikatlarını dahi kat’î isbat eder. Güneş gündüzü ve gündüz güneşi gösterdiği gibi, imanın rükünleri birbirini isbat ederler.

 İkinci Nokta: (Başta Kur’an, bütün semavî kitablar ve suhuflar ve başta Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün peygamberler (Aleyhimüsselâm) bütün hüccetleriyle hem melaikeye iman, hem kadere iman hakikatlarını dahi kat’î isbat ettiğinin izahatı yapılacaktı. Fakat birinci nokta kâfi bir mikyas olmasından daha zekilere ziyade izaha ihtiyaç kalmadı.)

Başta Kur’an, bütün semavî kitablar ve suhuflar ve başta Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olarak bütün peygamberler (Aleyhimüsselâm), bütün davaları beş-altı esas üzerine dönüyorlar. Mütemadiyen o esasları ders vermeye ve isbat etmeye çalışıyorlar. Onların peygamberliklerine ve doğruluklarına şehadet eden bütün hüccetler ve deliller, o esaslara bakıyorlar. (Erkan-ı imaniyenin esaslarına bakıyor. Yani Peygamberlerin adaletli olması yapılan amellerin muhasebe edileceği âhiretin varlığına yani âhirete iman hakikatına bakıyor.) Onların hakkaniyetlerine kuvvet veriyorlar. O esaslar ise, iman-ı billah ve iman-ı bil’âhiret ve sair rükünlere imandır. Demek imanın altı rüknü birbirlerinden ayrılmaları mümkün değildir. Herbirisi umumunu isbat eder, ister, iktiza eder. O altı, öyle bir küll ve küllîdir ki, tecezzi kabul etmez ve inkısamı imkân haricindedir. (Altı erkanın birinin inkarı diğerlerini de inkar hükmüne geçmesinden ve birini kabul etmenin diğerlerini de kabul etmeyi iktiza etmesinden dolayı tecezzi kabul etmez ve inkısamı imkân harici olan bir küll ve küllidir.)

Nasılki kökü göklerde Tûbâ ağacı gibi.. herbir dalı, herbir meyvesi, herbir yaprağı; o koca ağacın küllî, tükenmez hayatına dayanıyor. O kuvvetli ve güneş gibi zahir o hayatı inkâr edemeyen, birtek muttasıl yaprağın hayatını inkâr edemez. Eğer etse; o ağaç, dalları ve meyveleri ve yaprakları sayısınca o münkiri tekzib edecek, susturacak. Öyle de iman, altı rükünleriyle aynı vaziyettedir. (Ukde-i hayatiye, imanın altı rüknüne işarettir. İmanın altı rüknü, kâinata ve Cenab-ı Hakka dayanıyor. Yani Melaikeye imanın kâinat kadar veya Cenab-ı Hakkın esması kadar delilleri vardır. Hem İslam’ın beş rüknüde imanın altı rüknüne dayanıyor. Hem şeriatın bütün esasat ve teferruata bakan hükümleri islamiyetin beş rüknüne dayanıyor. Misal olarak kâfirin mahkemede şehadeti kabul edilmemesi kâfirin taraf-ı ilahiden gelen kudsi emirleri dinlememesi gösteriyor ki en ufak bir menfaat uğrunda yalan şehadet edebilir.

Üstadımız Onüçüncü Sözdeki bu hakikatları âyetteki İvace kelimesinden çıkarmıştır. Şöyle ki; ağacın bütününe dikkat edildiğinde dalındaki eğrilik ağacın intizamını tekmil ettiği görülür. Yani Kur’anın teferruat bir mes’elesi dahi bütün hakikatlarına dikkat edilerek bakıldığında birbirini tekmil ettiği görülür. Zira Kur’anda, Kâinatta, hilkatte, eğrilik yok; bütüne bakılamadığı için eğrilik görüyor.)

Bu makamın başında, altı nokta ve herbir nokta dahi beş nükte olarak, altı erkân-ı imaniyeyi otuzaltı nüktede beyan etmek niyet edilmişti. Ve baştaki dehşetli suale izahat ile cevab vermek murad etmiştim. Fakat bazı ârızalar meydan vermediler. Tahmin ederim ki, birinci nokta kâfi bir mikyas olmasından daha zekilere ziyade izaha ihtiyaç kalmadı. Ve tam anlaşıldı ki; bir müslüman bir hakikat-ı imaniyeyi inkâr etse, küfr-ü mutlaka düşer. Çünki başka dinlerin icmallerine mukabil, İslâmiyet’te tam izahat verilmiş, rükünler birbiriyle zincirlenmiş. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanımayan, tasdik etmeyen bir müslüman, Allah’ı da (sıfâtıyla) daha tanımaz ve âhireti bilmez. Bir müslümanın imanı o kadar kuvvetli ve sarsılmaz hadsiz hüccetlere dayanıyor ki, inkârda hiçbir özür kalmıyor. Âdeta akıl, kabulde mecbur oluyor.

 Üçüncü Nokta: Bir zaman “Elhamdülillah” dedim. Onun hadsiz geniş manasına mukabil gelecek bir nimet aradım. Birden bu cümle hatıra geldi:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلَى اْلاِيمَانِ بِاللّٰهِ وَعَلَى وَحْدَانِيَّتِهِ وَعَلَى وُجُوبِ وُجُودِهِ 

وَعَلَى صِفَاتِهِ وَاَسْمَائِهِ حَمْدًا بِعَدَدِ تَجَلِّيَاتِ اَسْمَائِهِ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ

Ben de baktım; tam mutabıktır. Şöyle ki:……… (Nur-u iman ile bilinir ki: Allah’ın varlığı bütün nimetlerin fevkinde öyle büyük bir nimettir ki; sonsuz nimetlerin enva’ını, nihayetsiz ihsanların cinslerini, sayısız atiyyelerin sınıflarını hâvi bir menba ve bir kaynaktır. Binaenaleyh zerrat-ı âlemin adedince iman nimetine hamd ü sena etmek bir borçtur. Şualar 758)

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*