Anasayfa » Onbirinci Şua Altıncı Mes’ele

Onbirinci Şua Altıncı Mes’ele

Meyve Risalesi’nden Altıncı Mes’ele

[Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunan iman-ı billah rüknünün binler küllî bürhanlarından birtek bürhana kısaca bir işarettir.]

Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

(Fenler, dinlendiğinde fenlerin Cenab-ı Hakkın marifetini ve huzurunda olduğumuzu ders verdiği görülecektir.)

(Ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil!

Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerim-i Zülcemal, tanımak istenilmezse bu lisanları susturmalı.

Mademki susturulmaz, dinlemeli.

Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın.

Çünki sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz, vahdaniyet şahidleri seslerini kesmezler. Sözler – 669)

(Ey coğrafyacı efendi!

Bu zemin kafası yüzbin ağız, herbirinde yüzbin lisan ile Allah’ı tanıttırsa ve sen Onu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatını düşün.

Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder, bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar. آمَنْتُ بِاللّٰهِ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ de. Sözler – 675)

(Bu altı fennin şehadeti Semavat ve arzın Rabbi âyeti kerimesinden çıkartılmıştır. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan çok tekrar ile en ziyade âyetleri ile semavat ve arzdaki terkibata dikkat çekiyor.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 

قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

Şu âyet-i kerime, (Kur’an-ı Hakîm’den alınan kuvvetli bir bürhan) istifham-ı inkârî ile “Cenab-ı Hak hakkında şekk olmaz ve olmamalı” demekle; vücud ve vahdaniyet-i İlahiye, bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor. Lemalar – 177)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ 

قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ

âyeti Semavat ve arzda vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeyi istifham-ı inkârî ile görmeyi emrediyor. Şöyle ki;

  1. Semavat ve arzdaki terkib manasını görübte terkib eden Hakîm-i Zülcelal’i inkâr mı ediyorsun.
  2. Semavat ve arzda fabrika tarzında idareyi görübte idare eden ustasını ve sahibini inkâr mı ediyorsun.
  3. Semavat ve arzı depo ve iaşe anbarı tarzında görübte sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini inkâr mı ediyorsun.
  4. Semavat ve arzı dörtyüzbin nevden mürekkeb bir ordu şeklinde görübte bu ordu-yu Sübhanînîn Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes’ini inkâr mı ediyorsun.
  5. Semavatta dünya sarayının damındaki yıldız lâmbalarını görübte bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâni’ini, inkâr mı ediyorsun.
  6. Semavat ve arzı mükemmel, muntazam bir kitab hükmünde görübte bu mücessem Kur’an-ı Ekber-i Âlemin nakkaşını, kâtibini inkâr mı ediyorsun.

(Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor. Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.

Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.

İşte sana üç misal… Sair kemalât ve fünunu bu üç misale kıyas et. Sözler 262)

Altı fennin şehadeti

  • Fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanatın hârika ve hassas mizanlarla yaratılmış olmaları cihetiyle küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal’i tanıttırır. (Terkib delilleri marifeti arttırıyor. Şöyle ki; Küre-i arzın büyüklüğü ile beraber nevlerin elementlerden vücuda gelmesinde ferdler adedince imkanat yolları içinde en güzel surette yaratıldığını görmek marifeti arttırır.) Eczane misalinde; eşyanın terkibatına ve burada cereyan eden hassas ölçülere bakıyoruz. Bir eczanede bulunan bir ilaç en fazla kaç maddeden terkib edilebilir. Ve devamlı olarak bu terkib değişebilir mi? Yapılıyor ve rafa konuyor sonra değişiklik yok. Kâinat eczanesi, hem çok büyük hem ilaçlardaki terkib maddeleri çok fazla hem devamlı terkibatı değişiyor. Mesela ağacı düşünsek; yaprağı farklı, çiçeği farklı, meyvesi farklı.. Elbette bunu yapan biri var. Diğer misallere de bu şekilde mukayese ederek bakmak gerekir.

Meselâ: Nasılki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar (Hayattar olması ilacın hassasiyetine işarettir.) macunlar ve tiryaklar var. Şübhesiz gayet meharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.

Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal’i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır. (Gayet hârika olan ruh, kalb ve manevî letaiften kat’-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âza, bir kubbeli menzil hükmündedir. Lem’alar 181)

  • Fenn-i makine mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan binler çeşit çeşit mahlûkatın basit bir maddeden yaratılmış olmaları cihetiyle küre-i arz denilen bu seyyar makine-i Rabbaniyenin ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır. (Terkib delili marifete bakıyor.)

Hem meselâ: Nasıl bir hârika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor. Şeksiz, bir fabrikatörü ve meharetli bir makinisti tanıttırır.

Öyle de, küre-i arz denilen

Yüzbinler başlı, (Nevler, yüzbinler başa teşbih edilmiştir.)

Her başında yüzbinler mükemmel fabrika bulunan (Ferdler, yüzbinler fabrikaya teşbih edilmiştir.)

Bu seyyar makine-i Rabbaniye, ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla küre-i arzın ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.

  • Fenn-i iaşe mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar etmesi cihetiyle küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe anbarı ve bir sefine-i Sübhaniye ve bu depo ve dükkân-ı Rabbanînin sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir. (Terkib delilleri marifeti arttırdığı gibi ihtiyaçların karşılanması cihetiyle de kendini insana sevdirir.)

Hem meselâ, nasılki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde, iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir.

Öyle de, bir senede yirmidört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüzbinler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatıyla mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen bîçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe anbarı ve bir sefine-i Sübhaniye ve binbir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbanî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise; okuduğunuz ve okuyacağınız fenn-i iaşe mikyasıyla, o kat’iyyette ve o derecede küre-i arz deposunun sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.

  • Fenn-i askerî mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmayarak ve şaşırmayarak verilmesi cihetiyle küre-i arz denilen bu ordu-yu Sübhanînîn Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes’ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir. (Terkib delilleri marifete baktığı gibi tecelli eden esmanın cemali ve kemali cihetiyle de takdirkârane sevdirir.)

Hem nasılki dörtyüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini ve cihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acib ordu ve ordugâh, şübhesiz bedahetle o hârika kumandanı gösterir, takdirkârane sevdirir. (Ordunun idaresindeki kemalat noktasında kumandanını sevdirir.)

Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhanîde, nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmayarak ve şaşırmayarak bir tek kumandan-ı a’zam tarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu ve ordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyasıyla dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes’ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.

(Üçüncü pencerede idare delilinde geçtiği gibi Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın.

Çünki şu birbiri içinde girift olan enva’ları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Sözler – 656)

(Otuzuncu pencereden imkân delilinde geçtiği gibi nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok” demesiyle gösteriyor ki: Nizam ve intizam, gayet mükemmeldir.

Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’î şahididir. Sözler – 684)

(Külliyatta ordu misali dört makamda farklı manalara kuvvet vermek için alınmıştır. Cemal (Dördüncü Şuada) Kemal (Otuzikinci Söz), İman-ı Billah (Üçüncü Pencere) Marifetullah)

  • Fenn-i elektrik mikyasıyla bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, küre-i arzdan bin defa büyük oldukları ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamlarının bozulmamaları, birbirlerine çarpmamaları, sönmemeleri, yanmak maddeleri tükenmemeleri cihetiyle bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâni’ini, o nuranî yıldızları şahid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir. (Terkib delilleri marifete baktığı gibi tecelli eden esmanın cemali ve kemali cihetiyle de takdirkarane sevdirir.)

Hem nasılki: Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.

Aynen öyle de, bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı -kozmoğrafyanın dediğine bakılsa-

  1. Küre-i arzdan bin defa büyük
  2. Ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde,
  • İntizamını bozmuyor,
  • Birbirine çarpmıyor,
  • Sönmüyor,
  • Yanmak maddeleri tükenmiyor.

Okuduğunuz kozmoğrafyanın dediğine göre,

  • Küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük
  • Ve bir milyon seneden ziyade yaşayan
  • Ve bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lâmba ve soba olan

Güneşimizin yanmasının devamı için,

  • Her gün küre-i arzın
  • Denizleri kadar gazyağı
  • Ve dağları kadar kömür
  • Veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin.

(Güneşin insana menfaati olan maddi keyfiyetinden daha ziyade ehemmiyetli bir vazifesi ziyası ile bize Cenab-ı Hakkı tanıtan akli delilleri olan masnuat-ı İlahiyeyi teşhir etmektir.

İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidematının delaletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlahiyeyi izn-i Rabbanî ile teşhir ve ilân etmektir.

Demek bir Sâni’-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor. Çarşı-yı âlem sergilerindeki antika san’atlarını onun ile irae ediyor. Sözler – 670)

Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları

  • Gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran
  • Ve söndürmeyen
  • Ve beraber çabuk gezdiren
  • Ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren

Bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece o misalden daha büyük, daha mükemmeldir. O derecede sizin okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i elektrik mikyasıyla bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâni’ini, o nuranî yıldızları şahid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.

(Otuzikinci Söz Birinci Mevkıf’ın Küçük Bir Zeylinde âyet-i kerime nazar-ı dikkati semanın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor.

  1. Tâ dikkat-i nazar ile, semanın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak’ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın.
  2. Hem semanın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor.
  3. Hem semavat yüzünde, öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki; Sâni’-i Zülcelal’in ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san’atı olduğunu gösterir.
  4. Hem diyor ki: Semanın yüzündeki mahlukatın intizamını, dakik mizanlar içinde masnuatın mevzuniyetini gör ve anla ki: Onların Sâni’i ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil.
  5. Semanın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece gündüz hatlarıyla, kış yaz sahifelerinde mektubat-ı Samedaniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatların parlayan akrebleri misillü, kubbe-i semada Kameri, zamanın saat-ı kübrasına bir akreb yapmak; mütefavit çok hilâller suretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemal-i mizanla, dakik hesabla hareket ettirmek ve kubbe-i semada parlayan, tebessüm eden yıldızlarla, göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rububiyetin şeairidir. Sözler – 603)

(Onbeşinci Şuaın Birinci Makamında geçtiği gibi “yıldızların hararet mahzeni Cehennem ve nurlar hazinesi bir Cennet’tir” cümlesinin ifade ettiği mana şudur. Cehennem ve Cennetten maddeten hararet ve nurun alınmadığını belki hararet ve nurun tecelli ettiği esmanın daha ziyade Cehennem ve Cennette tecelli ettiğidir.)

  • Fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet mikyaslarıyla bu kitab-ı kâinat, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak; mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam fihristesi yazılması ve bir kalemin işlemesi cihetiyle şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’an-ı Ekber-i Âlemin nakkaşını, kâtibini hadsiz kemalâtıyla tanıttırır. “Allahü Ekber” cümlesiyle bildirir, “Sübhanallah” takdisiyle tarif eder, “Elhamdülillah” senalarıyla sevdirir. (Terkib delilleri marifete baktığı gibi tecelli eden esmanın cemali ve kemali cihetiyle de takdirkarane sevdirir.)

Hem meselâ, nasılki bir kitab bulunsa ki: (Kâinat kitabı)

  1. Bir satırında bir kitab ince yazılmış (Bahar satırında formalar şeklinde yaratılan üçyüzbin nev mahlûkat var)
  2. Ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sure-i Kur’aniye yazılmış, (Kelime ise ağaca işaret ediyor.)
  3. Gayet manidar ve bütün mes’eleleri birbirini teyid eder
  4. Ve kâtibini ve müellifini fevkalâde meharetli ve iktidarlı gösteren bir acib mecmua;

şeksiz, gündüz gibi, kâtib ve musannifini kemalâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, Bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir. (Bu kâinat öyle bir kitabdır ki, her sahifesi çok kitabları tazammun eder. Hattâ her kelimesi içinde bir kitab vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitab içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın proğramı, fihristesi var. İşte böyle bir kitab, evsaf-ı celal ve cemale, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelal’in nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek âlemin şuhuduyla, bu iman lâzımgelir. İllâ ki, dalaletten sarhoş olmuş ola… Sözler 59)

Aynen öyle de, bu kâinat kitab-ı kebiri ki;

  1. Birtek sahifesi olan zemin yüzünde
  2. Ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak; mükemmel, muntazam
  3. Ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi
  4. Ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam fihristesini

yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsiz manidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’an-ı Ekber-i Âlem, mezkûr misaldeki kitabdan ne derece büyük ve mükemmel ve manidar ise, o derecede sizin okuduğunuz fenn-i hikmet-ül eşya ve mektebde bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet, geniş mikyaslarıyla ve dûrbîn gözleriyle bu kitab-ı kâinatın nakkaşını, kâtibini hadsiz kemalâtıyla tanıttırır. “Allahü Ekber” cümlesiyle bildirir, “Sübhanallah” takdisiyle tarif eder, “Elhamdülillah” senalarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasıyla ve hususî âyinesiyle ve dûrbînli gözüyle ve ibretli nazarlarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelalini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını tanıttırır.

(Ve şuur-u insanî vasıtasıyla keşfolunan yüzer fenlerden herbir fen, Hakem isminin, bir nevide bir cilvesini tarif ediyor.

Meselâ Fenn-i Kimya’dan sorulsa: “Bu Küre-i Arz nedir?” Diyecek: “Gayet muntazam ve mükemmel bir kimyahanedir.”

Fenn-i Ziraat diyecek: “Nihayet derecede mahsuldar, her nevi hububu vaktinde yetiştiren muntazam bir tarladır ve mükemmel bir bahçedir.”

Fenn-i Ticaret diyecek: “Gayet muntazam bir sergi ve çok intizamlı bir pazar ve mallarıçok san’atlı bir dükkândır.”

Fenn-i İaşe diyecek: “Gayet muntazam, bütün erzakın enva’ını câmi’ bir anbardır.”

Fenn-i Rızık diyecek: “Yüzbinler leziz taamlar beraber kemal-i intizam ile içinde pişirilen bir matbah-ı Rabbanî ve bir kazan-ı Rahmanîdir.” Lem’alar 313)

(Evet kâinatın herbir nev’ine dair bir fen teşekkül etmiş veya etmektedir. Fen ise kavaid-i külliyeden ibarettir. Kaidenin külliyeti ise, nizamın yüksekliğine ve güzelliğine delalet eder. Zira nizamı olmayanın külliyeti olamaz. (Kaidenin külliyeti, nizamı koyanın varlığına ve birliğine delalet ettiği gibi devamlı aynı nizamı muhafaza etmesiyle o nizamda takib ettiği maksadının büyüklüğüne de delalet eder.)

Meselâ: Her âlimin başında beyaz bir imame var. Külliyetle söylenilen şu hüküm, ülema nev’inde intizamın bulunmasına bakar. Öyle ise, umumî bir teftiş neticesinde fünun-u kevniyeden herbirisi, kaidelerinin külliyeti ile kâinatta yüksek bir nizamın bulunmasına bir delildir. Ve herbir fen nurlu bir bürhan olup, mevcudatın silsilelerinde salkımlar gibi asılıp sallanan maslahat semerelerini ve ahvalin değişmesinde gizli olan faideleri göstermekle Sâni’in kasd u hikmetini ilân ediyorlar. Âdeta vehim şeytanlarını tardetmek için herbir fen, birer necm-i sâkıbdır. Yani bâtıl vehimleri delip yakan birer yıldızdırlar. İşarat-ül İ’caz 87)

(Risale-i Nur çok tekrar ile en ziyade adiyat perdesini yırtan tabirlerle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor;

  1. Küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal,
  2. Küre-i arz denilen bu seyyar makine-i Rabbaniyenin ustası ve sahibi,
  3. Küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe anbarı ve bir sefine-i Sübhaniye ve bu depo ve dükkân-ı Rabbanînin sahibi, mutasarrıfı, müdebbiri,
  4. Küre-i arz denilen bu ordu-yu Sübhanînîn Hâkimi ve Rabbi ve Müdebbiri ve Kumandan-ı Akdes’i,
  5. Küre-i arz denilen bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultanı, Münevviri, Müdebbiri, Sâni’i,
  6. Küre-i arz denilen şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’an-ı Ekber-i Âlemin nakkaşı, kâtibi)

İşte bu muhteşem ve parlak bir bürhan-ı vahdaniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki:

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan çok tekrar ile en ziyade

رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ٭ خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ

âyetleriyle Hâlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektebli gençlere dedim. (Rab isminin terbiye ediciliğini kâinatta tecelli eden esma adedince delillerini düşünebiliriz.)

Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek: “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki; tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir ders aldık. (Verilen dersin kudsî olması, harici malumatlarla veya felsefi fikirlerle zihni bulandırmadan herkesin anlayabileceği ve kâinatta delilleri gösterilerek hakikatın aynen tebarüz etmesiyle mümkündür. Asrın idrakine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitab eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyz ve ilham tarîkıyla âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’anîdir, küllî marifetullah bürhanlarıdır. Asrımızın efkârının anlayışına ve idrakine hitab edici mahiyeti ve Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanın fehmine bir dersi olması noktasından Nur Risaleleri, bilhâssa bu memlekette büyük ehemmiyet kazanmıştır. Emirdağ Lahikası-1 8

Evet, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, çok hakaik-i gamızayı nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir surette basitane ve zahirane söylüyor, ders veriyor.  Sözler 390)

(Eğer desen: “Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor?

Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için… Hem, geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki: Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek mevcudata kendileri için değil, belki mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitab ediyor. İlm-i hikmet ise, mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mademki Kur’an-ı Hakîm, mevcudatı delil yapıyor, bürhan yapıyor. Delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem mademki Kur’an-ı Mürşid, bütün tabakat-ı beşere hitab eder. Kesretli tabaka ise, tabaka-i avamdır. Elbette irşad ister ki; lüzumsuz şeyleri ibham ile icmal etsin ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin ve mugalatalara düşürmemek için zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri, lüzumsuz belki zararlı bir surette tağyir etmemektir. Sözler 243)

Allah senden razı olsun.” dediler. Ben de dedim:

(İnsanın fıtratının tarifi yapılacak tâ ki bu mahiyette olan insanın tam kudsî ve ayn-ı hakikat bir derse nekadar muhtaç olduğu ve tam anlaşılsın. Ve insanın verdiği faideler bilinsin.)

“İnsan

  1. Binler çeşit elemler ile müteellim
  2. Ve binler nevi lezzetler ile mütelezziz olacak bir zîhayat makine
  3. Ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî, manevî düşmanları
  4. Ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zahirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan
  5. Ve mütemadiyen zeval ve firak tokatlarını yiyen

bir bîçare mahluk iken,

birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelal’e intisab edip

  • Bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinad
  • Ve bütün hacatına medar bir nokta-i istimdad bularak,

herkes mensub olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi; o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisab etse ve ubudiyetle hizmetine girse ve ecelin i’dam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirane iftihar edebilir, kıyas ediniz.”

O mektebli gençlere dediğim gibi musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim: Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır.

(Sekizinci Sözde geçtiği gibi “Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da; Dünyasını, Cennet’in intizar salonu hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder…” Sözler – 39)

Hattâ bir bahtiyar mazlum i’dam olunurken bedbaht zalimlere demiş: “Ben i’dam olmuyorum. Belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi i’dam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.” لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

* * *

(Otuzuncu Lem’anın Üçüncü Nükte olan İsm-i Hakem’in Üçüncü Noktasında: Meselâ Tıb Fenninden sual olsa “Bu kâinat nedir?” Fenn-i Kimya, hem Fenn-i Makine, Fenn-i Ticaret, Fenn-i Rızık, Fenn-i Elektrik’ten sorulsa böyle diyecekler mebhasine dair onlar lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile dediler: “Bu fenler nasıl Allah’ı tanıttırır?” Ben de o masumlara izah ettim.

Muhtasar hülâsası budur: Dedim ki:

Nasıl bir eczahane, bir doktoru ve eczacıyı kat’î gösteriyor. Öyle de, kâinatta Küre-i Arz o eczahaneden ne derece büyük ve ne derece mükemmel ve intizamı nisbetinde o derece Hakîm-i Zülcelal’i Tıb lisanıyla gösteriyor.

Ve muntazam kimyahane nasıl şübhesiz mütefennin bir kimyageri gösteriyor. Küre-i Arz o kimyahaneye nisbeten büyüklüğü ve intizamı derecesinde o Hakîm-i Zülcelal’i, Fenn-i Kimya lisanıyla şübhesiz gösteriyor.

Nasıl bir fabrika, ustasını kat’î gösteriyor. Küre-i Arz bir fabrikaya nisbeten büyüklüğü, câmiiyeti ve binler fabrikayı işlettiren gayet mükemmel intizamı derecesinde Sâni-i Zülcelal’i fenn-i makine lisanıyla şehadet eder, kat’î isbat eder.

Hem muntazam bir bahçe ve mükemmel bir dükkân ve her nevi’ erzak içinde bulunan bir anbar ve mütenevvi yemekleri pişiren bir matbah, şeksiz şübhesiz bir bahçeci ve dükkâncı ve hazinedar ve aşçıya delalet eder, gösterir. Aynen öyle de; Küre-i Arz büyüklüğü nisbetinde ve intizamı derecesinde ve erzakın envalarının adedi nisbetinde ve taamların miktarları ve güzel pişirilmeleri nisbetinde o Küre-i Arz denilen matbah-ı Rabbanî, hazine-i Rahmanî, bahçe-i İlahî Sahibini, Müdebbirini, Rabbini güneş gibi gösteriyor. Ve hâkezâ…

Fenn-i Askerî, Fenn-i Elektrik daha parlak, daha şaşaalı bir surette Sultan-ı Ezelî’nin haşmetini, hâkimiyetini semavat ve arzın büyüklüğü nisbetinde ilân ediyor demektir, diye masumlara dedim. 50/502 K:239 p.3’ün devamı)

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*