Onbirinci Şua
(Onuncu Şua ile Onbirinci Şua’ın birbiri ile olan münasebeti: Onuncu Şua yani Fihrist Risalesi külliyatın fihristi olduğu gibi Onbirinci Şua da külliyattaki hakikatların bir hülasasıdır. Dokuzuncu Şua ise beş erkan-ı imaniyenin haşrin isbatı noktasında bir hülasasıdır.)
(Denizli Hapsinin Bir Meyvesi)
[Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanamesidir. Ve bu hapsimizde hakikî müdafaanamemiz dahi budur. Çünki, yalnız buna çalışıyoruz.
Bu risale, Denizli hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki cuma gününün mahsulüdür.]
Said Nursî
Meyve Risalesi
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَلَبِثَ فِى السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ
âyetinin ihbarı ve sırrıyla Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir. (Manevî kemalât gibi maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine.. ve Hazret-i Yusuf’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan saatı en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikate latif bir işarettir ki: San’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pîr ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf’u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (Aleyhisselâm). Sözler 254)
Ve hapishane bir nevi Medrese-i Yusufiye olur. (Dinin hakikatlarının yaşandığı her yer medresedir. Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir. Emirdağ-2 – 104)
Madem Risale-i Nur şakirdleri, iki defadır çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risale-i Nur’un hapse temas ve isbat ettiği bir kısım mes’elelerinin kısacık hülâsalarını, bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lâzım geliyor. İşte o hülâsalardan beş-altı tanesini beyan ediyoruz.
(İman hakikatları ve İslamiyet esasları insanı terbiye ettiğinden Onbirinci Şuada hülasalar nev’inden bu meseleler terbiyename hükmünde ders verilmiştir. Herkes bu zamanda Risale-i Nur’a muhtaçtır. Fakat umumunu elde edemez. Elde etse de tamam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir. Ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri onda okuyabilir ve gıda gibi her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder. Kastamonu Lahikası 54)
Birincisi
(Risale-i Nurdaki ubudiyetle alâkadar mes’elelerin bir hülasasıdır.)
Dördüncü Söz’de izahı bulunan, her gün yirmidört saat sermaye-i hayatı Hâlıkımız bize ihsan ediyor. Tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. (Üçüncü Sözde sermaye ile alınacaklar üçe ayrılmıştır. Yol, dünya hayatına lazım olan şeylere, bilet, dünyadan âhiret hayatına geçişimizde lazım olan şeylere ve meskeninize lâzım bazı şeyleri mübayaa etmek ise âhiret hayatında lazım olacak şeylere ömrümümüzü sarf etmemiz gerektiğine işaret ediyor.)
Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmiüç saatı sarfedip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek;
- Ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek
- Ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak
- Ve me’yusane hayatını geçirmek sebebiyle,
- Değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin. (Sıkıntı sefaheti, sefahet sıkıntıyı netice vererek devam edip gittiğinden me’yusane hayat geçirir. Ahlakı bozulur. Terbiye almaz.)
(İbadetin hayat-ı içtimayeye bakan faideleri)
Eğer, bir saati beş farz namaza sarfetsek;
- O halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet (Tesbih ipi taneleri bir araya getirir. İpin kopmasıyla tesbih manası kaybolur. Aynen öylede tesbih ipi gibi ömür dakikalarını ibadet hükmüne getiren namaz olmazsa ömür dakikaları ibadet hükmüne geçmez.)
- Ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi (Belki onun yolunda bir sâniye, lâyemuttur, çok senelerdir. Lem’alar 16)
- Ve kalbîve ruhî me’yusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması (Tamamen değil de kısmen zeval bulmasının iki sebebi vardır. Birincisi namazımız noksan kusurlu olduğundan sıkıntıyı bütünüyle izale etmiyor. İkincisi namazında noksanı olmayan insanlarda da kabz ve bast hallerinden gelen sıkıntı, olabilir. Bu sıkıntı intibaha gelmeye vesiledir.)
- Ve hapse sebebiyet veren hatalara keffareten afvettirmesi (İki namaz, arasındaki küçük günahları keffareten afvettirir.)
- Ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders
- Ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoş-sohbet olduğu düşünülsün. (Namazın akla bakan izahatı yapıldı.)
Dördüncü Söz’de denildiği gibi, bin lira ikramiye kazancı için, bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmidört lirasından beş-on lirayı veren ve yirmidörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen; halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir, çünki bin hissedar daha var.
Ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazhar ehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuzyüz doksandokuz olduğuna yüzyirmidört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşf ile tasdik eden evliyadan ve asfiyadan hadd ü hesaba gelmez sadık muhbirler haber verdikleri halde; evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.
(İbadetin hayat-ı içtimayeye bakan faideleri)
Bu mes’elede hapishane müdürleri ve ser-gardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları Risale-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünki bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikadsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu, çok tecrübelerle görülmüş.
İkinci Mes’elenin Hülâsası
(Risale-i Nurdaki hayatın mahiyetine dair mes’elelerin bir hülasasıdır. Hayatın neticesi hükmünde olan ölümün iki neticesi, kabrin üç vaziyeti gösteriliyor.)
Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberi’nin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat’î ve zahirdir ki; (Ölümün iki habercisi)
- Bugünün gecesi
- Ve bu güzün kışı
gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek.
Bu hapishane nasılki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de: Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.
Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. (Maksat hayat değil. Çünkü ölüm var. Öyle ise ölümün hayattan istediği hakikat nedir?)
İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hülâsası şudur:
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes’elesidir. Evet çaresi var ve Risale-i Nur Kur’anın sırrıyla o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmiş.
Kısacık hülâsası şudur ki:
Ölüm
- Ya i’dam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. (Ölümün bu yüzü bedihidir, delil istemiyor. Zira bir hadîs-i kudsîde Cenab-ı Hak buyurmuş: اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِى بِى Yani “Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” Sözler 35)
- Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. (Ölümün bu yüzü ise bedihi değildir. Çünkü ihtiyar ve iradesini iman vesikasıyla saadet sarayına girmek için kullanıp kullanmayacağı bedihi değildir.)
Ve kabir ise,
Ya karanlıklı bir haps-i münferid ve dipsiz bir kuyudur
Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nurani bir ziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır.
Bu hakikatı (Ölüm, kabir ve âhiret hakikatını)
“Gençlik Rehberi” bir temsil ile isbat etmiş. Meselâ;
Bu hapsin (Hapishane dünyaya işarettir.) bahçesinde asmak için
Darağaçları konulmuş (Darağacı ölüme işarettir.)
Ve onların dayandıkları duvarın (Dayandıkları duvar toprağa işarettir.) arkasında
Gayet büyük ve umum dünya iştirak etmiş bir piyango dairesi kurulmuş. (Piyango dairesi mukadderat-ı beşeriye olan ölüme işarettir.)
Biz bu hapisteki beşyüz kişi, her halde hiç müstesnası yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar:
- Ya “Gel i’dam ilânını al, darağacına çık”
- Veya “Daimî haps-i münferid puslasını tut, bu açık kapıya gir.”
- Veyahut “Sana müjde! Milyonlar altun bileti sana çıkmış, gel al.”
diye her tarafta ilânatlar yapılıyor. Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar.
- Bir kısmın asıldıklarını müşahede ediyoruz. (Bedihi görüyoruz. Zira hayatta iken bu zanda oldukları için başlarına gelecekte aynısıdır.)
- Bir kısmı da, darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki piyango dairesine girdiklerini; orada büyük ve ciddî memurların kat’î haberleri ile görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishanemize iki heyet girdi.
Bir kafile ellerinde çalgılar, şarablar, zahirde gayet tatlı helvalar, baklavalar var. (Kulağa hitab eden günahlar, aklı kalbi uyutan müskirler, zahiren tatlı görünen hakikatında zehirli olan insanı manen öldüren herşey) Bizlere yedirmeğe çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, insî şeytanlar içine zehir atmışlar. (İnsî şeytanlar helal olan şeyleri dahi Cenab-ı Haktan bildirmeyerek gasb veya Cenab-ı Hakk’ın verdiği nimetleri esbaba dağıtmakla hırsızlık ettirmekle manen zehirler.)
İkinci cemaat ve heyet, (Hikâyedeki sersem adamın o emin arkadaşıyla, üç hakikatları var. Birincisi: Nefs-i emmarem ile kalbimdir. İkincisi: Felsefe şakirdleriyle, Kur’an-ı Hakîm tilmizleridir. Üçüncüsü: Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir. Sözler 59)
Ellerinde terbiyenameler (Terbiyenameler erkân-ı imaniye ve İslamiyete işarettir.)
Ve helâl yemekler (Helal yemekler herbir cihazımızı Cenab-ı Hakk’ın razı olacağı surette istimal ettiğimiz sofralara işarettir.)
Ve mübarek şerbetler var. (Mübarek şerbetler ise …)
Bize hediye veriyorlar ve bil’ittifak beraber, pek ciddî ve kat’î diyorlar ki:
“Eğer o evvelki heyetin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanız, yeseniz; bu gözümüz önündeki şu darağaçlarda başka gördükleriniz gibi asılacaksınız.
Eğer bizim bu memleket Hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiye-namelerdeki duaları ve evradları okusanız, (Devamlı erkân-ı imaniye ve İslamiyetle meşgul olsanız.) o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dairesinde ihsan-ı şahane olarak herbiriniz milyon altun biletini alacağınızı, görür gibi ve gündüz gibi inanınız. (Hakikatın kat’iyeti)
Eğer o haram ve şübheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmağa gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan size kat’î haber veriyoruz.” diyorlar.
İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında mukadderat-ı nev’-i beşer piyangosundan (Mukadderat-ı nev’-i beşer piyangosu, yaptıklarına karşılık olarak hiç düşünmediği büyüklükte bir saadete işarettir.) ehl-i iman ve taat için -hüsn-ü hatime şartıyla- ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını;
Yüzde yüz ihtimal ile sefahet ve haram ve itikadsızlık ve fıskta devam edenler -tövbe etmemek şartıyla- (İ’dam-ı ebedî ve haps-i münferidin başına gelme ihtimali yüzde yüz)
- Ya i’dam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara)
- Veya daimî ve karanlık haps-i münferid (beka-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye i’lamını alacaklarını
Yüzde doksandokuz ihtimal ile kat’î haber veren, (Haber verme kat’iyeti yüzde doksandokuz. Zira haberi doğru anlamayıp inkâra sapanlarda vardır.)
- Başta ellerinde nişane-i tasdik olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüzyirmidört bin peygamberler
- Ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşf ile, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüzyirmidört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrarehüm)
- Ve o iki kısım meşahir-i insaniyenin haberlerini aklen kat’î bürhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle -fikren ve mantıken- yakînî bir surette isbat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler, {(1): O muhakkiklerden tek birisi Risale-i Nur’dur. Yirmi senedir en muannid feylesofları ve mütemerrid zındıkları susturan eczaları meydandadır. Herkes okuyabilir ve kimse itiraz etmez.} müçtehidler ve sıddıkînler;
Bil’icma’, mütevatiren nev’-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemaat-ı azîme ve bu üç taife-i ehl-i hakikat ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük ve âlî heyetlerin fermanları ile verdikleri haberleri dinlemeyen ve saadet-i ebediyeye giden, onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde gitmeyenler, yüzde doksandokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan (Tövbe etmek ihtimaline binaen yüzde doksandokuz denildi.) ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki:
İki yolun -hadsiz muhbirlerin kat’î ihbarları ile-
- En kısa
- Ve kolayı
- Ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranı bırakıp
- En dağdağalı
- Ve uzun
- Ve sıkıntılı
- Ve yüzde doksandokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde,
Dünyada iki yolun, bir tek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz -yalnız zararsız olduğu için- uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor.
Madem hakikat-ı hal budur.. biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasılki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir-iki saat sefahet lezzetleriyle bu musibet bizi onbeş ve beş ve on ve iki-üç sene bu hapse soktu; dünyamızı bize zindan eyledi.
Biz dahi bu musibetin rağmına ve inadına, bir-iki saat müddet-i hapsi bir-iki gün ibadete ve iki-üç sene cezamızı -mübarek kafilenin hediyeleriyle- yirmi-otuz sene bâki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden afvımıza vesile edip fâni dünyamızın ağlamasına mukabil bâki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. (Musibetten intikam almak musibeti lehine çevirmekle olur.)
Hapishaneyi terbiyehane gösterip vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmağa çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, câni ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirane Allah’a şükretsinler.
Üçüncü Mes’ele
(Risale-i Nurdaki dünya ve âhiret hayatındaki saadet ve lezzeti temin eden âhirete imana dair mes’elelerin bir hülasasıdır. İnsan akıl alâkadarlığıyla mazi ve müstakbelden hem elem hem endişe duyduğundan hayvan gibi olamayacağı gibi bir müslüman, ecnebi dinsizleri gibi de olamaz. Çünki bütün Peygamberleri ve Allah’ı ve kemalâtı en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm ile bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz.)
Gençlik Rehberi’nde izahı bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsası şudur:
Bir zaman, Eskişehir hapishanesinin penceresinde bir cumhuriyet bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden manevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. (Üstadımız manevi bir sinema derken keşfiyle bu hakikatı gördüğünü ifade ediyor. Fakat altta gelen cümleler de bu hakikatın isbatı yapılıyor.) Ve gördüm ki: O elli-altmış kızlardan ve talebelerden kırk-ellisi kabirde toprak oluyorlar, azab çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş-seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.. kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. (Bu külli bir hakikattır. Çok gülünen mes’eleler var ki hakikatta ağlanılacak hallerdir. Nev’-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve akibet-bînlik adesesiyle, gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken, nazar-ı hayalime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum. Lem’alar 274)
(Dürbin nasıl ki mekânı yakınlaştırır. Aynen öylede akibet-bînlik adeseside zamanı yakınlaştırıyor. Madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattır; elbette gördüğün hayal değildir. Lem’alar 274)
Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz. (Âhirete iman ne nisbette ziyadeleşirse o nisbette günahlardan ve gafletten kaçmak ziyadeleşir. Âhiretin tafsilatını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan sahabeler, kendi yaptıkları ve başkaların yaptığı fiillerin ahiretteki neticelerini gördüklerinden ona göre hareket etmişlerdir. Ve imanlarının ziyadeleşmeleri nisbetinde şefkatlerinin de ziyadeleşmesinden bazı insanların güldüğü vaziyetlere onlar ağlamışlardır. Sözler 343)
Evet gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasılki bu yaz ve güzün âhiri kıştır. Öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa, ehl-i dalalet ve sefahetin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.
Ben o Eskişehir hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken sefahet ve dalaleti tervic eden bir şahs-ı manevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi: “Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz, bize karışma.”
Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalalet ve sefahete atılıyorsun, kat’iyyen bil ki: (“Lezzetleri tahrib edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz!” Lemalar – 163)
(İmansız bir insanın geçmişe bakışı:) Senin dalaletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve madumdur ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalalet yoluyla senin başına ve varsa ve ölmemiş ise kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi; (Benim hayatımla alâkadar ve mazi kabrine giren zîhayat mahlukatın heyet-i mecmuasının cenaze-i maneviyesi başında bir mezar taşı hükmündeyim. Lem’alar 51 Mezar taşı, kabirde yatanla alâkadar olduğu gibi insanda bulunduğu asırdaki nev’i beşerle alâkadardır.)
(İmansız bir insanın geleceğe bakışı:) Gelecek istikbal zamanı dahi itikadsızlığın cihetiyle yine madum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır.
(İmansız bir insanın zaman-ı hale bakışı:) Ve oradan gelen (yani istikbalden gelen) ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan bîçarelerin başları, ecel celladının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihane cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.
Eğer dalaleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine girsen iman nuruyla göreceksin ki;
(İmanlı bir insanın geçmişe bakışı:) o geçmiş zaman-ı mazi madum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcud ve istikbale inkılab eden (Bizimde ileride oraya gidecek olmamızdan dolayı istikbale inkılab ediyor.) nurani bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennet’in bir nevi manevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi;
(İmanlı bir insanın geleceğe bakışı:) gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki; saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahman-ı Rahîm-i Zülcelali Ve’l-ikram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla (Âhirete iman sinemasıyla âhiretteki ihsanatı insan dünyada iken görebilir.) müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet, yalnız imanda ve iman ile olabilir.
İmanın bu dünyada dahi verdiği binler faide ve neticelerinden yalnız birtek faide ve lezzetini, -bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberi’nde bir haşiye olarak yazılan- bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Meselâ senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve me’yusane elîm ebedî firakını düşünürken; birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor anlarsın. İşte o çocuk gibi sevdiğin ve ciddî alâkadar olduğun milyonlar sence mahbub insanlar, o mazi mezaristanında -senin nazarında- çürüyüp mahvolmak üzere iken; birden hakikat-ı iman, Hakîm-i Lokman gibi o büyük i’damhane tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları, iman bu dünyada dahi vermesiyle isbat eder ki: İman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar; o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.
O muannid döndü dedi: “Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”
(Hayvanın şuur-u vardır. Ama aklı yoktur. İnsanın ise şuur-u küllidir.)
Cevaben dedim: “Hayvan gibi olamazsın. Çünki hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar. Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister, fakat o his dahi gider. O elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlahiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. (Cenab-ı Hak hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden çoğunun setrini iktiza ediyor, mübhem kalmasını istiyor. Çünki şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan evvel onları bilmek elîmdir. Mektubat 96)
Hususan masum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahattan tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler; senin cüz’î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.
(Hem كَاْلاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ sille-i te’dibini gör. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar. A’raf Suresi 179 Lezzet almak noktasında hayvandan aşağı düşer.)
Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol kurtul veya aklını imanla başına al, Kur’anı dinle. Yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi safi lezzetleri kazan!..” diyerek onu ilzam ettim. (İlzam etmenin usulü evvela yapmamaktaki zararı sonra yapmaktaki menfaati göstermekle olur.)
(Aklını imanla başına alıp, Kur’anı dinleyen bir kimse zahmet içinde rahmeti görür. İşte bunun için, şimdi çektiği bütün zahmetler rahmet, yaptığı hizmetler hikmet olmuş. Celali yüzünden cemalini de gösterip, âlem, bir gülzar-ı kemal bulmuştur.
“Lütf u kahrı şey-i vâhid bilmeyen çekti azab, Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi.”
Niyazi-i Mısrî gibi diyen bu tercüman, her şeyi hoş görerek, katreyi umman, âdemi insan ve nurunu âleme sultan eylemiştir. Emirdağ-1 – 84)
Yine o mütemerrid şahıs döndü dedi: “Hiç olmazsa ecnebi dinsizleri gibi yaşarız.”
Cevaben dedim: “Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünki onlar bir Peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemalâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir müslüman, en âhir ve en büyük ve dini ve daveti umumî olan Âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir Peygamberi, hattâ Allah’ı kabul etmez. Çünki bütün Peygamberleri ve Allah’ı ve kemalâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar. Ve hiç bir Müslüman, hakikî Yahudi veya Mecusi veya Nasrani olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur; vatana, millete muzır bir halete girer.” isbat ettim.
(Meselâ: Nasılki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa’ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler.
İşte ey nefsim! Birinci saray, bir müslümandır. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el’iyazü billah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latifeler, karanlığa düşer ve kalbinde müdhiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribat zararını onunla tamir edersin?
Halbuki ecnebiler, o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. (Diğer Peygamberleri, Aleyhimüsselam Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselam ile tanımadıkları için onlara olan imanı devam eder.) Onların manevî kemalât-ı ahlâkiyelerine medar olacak Hazret-i Musa ve İsa Aleyhimesselâm’a bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikadları kalabilir. Sözler – 362)
O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehennem’e gitti.
İşte ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur. (Hakikat; hakiki saadet ve kedersiz sevinç ve elemsiz lezzet imandadır.) Ve bu hakikatı Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi isbat etmiş ki; yirmi senedir mütemerridlerin inadlarını kırıp imana getiriyor.
(Musibetten tam intikamımızı almanın yolu)
- Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takib edip,
- Boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde, Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek (İtikada bakan fiiller)
- Ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek (Amele bakan fiiller)
- Ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mal-i sâliha ile hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında zebani gibi azab memurları değil, belki Medrese-i Yusufiyede Cennet’e adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.
Dördüncü Mes’ele
(Risale-i Nurdaki harici mes’elelerle alâkadar olmanın zararlarından ve en büyük ve ehemmiyetli ve daimi bir vazife olan tahkiki imanı elde etmeye dair olan mes’elelerin bir hülasasıdır.)
Yine Gençlik Rehberi’nde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: “Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) {(*): Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.} hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve câmii bırakıp radyo dinlemeğe koşuyorlar.
Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var?
Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.
Cevaben dedim ki:
İkinci noktaya cevab; Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. (Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur. Şualar 100)
Birbiri içinde mütedâhil daireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve Küre-i Arz ve nev’-i beşer dairesinden tut.. tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. (Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir. Kastamonu Lahikası 38)
Fakat en küçük dairede, en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat, arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyas ile -küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasib- vazifeler bulunabilir. Fakat
(Evet onunla meşgul olmanın iki zararı var.)
Birincisi: Büyük dairenin cazibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, malayani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymetdar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.
(Merak yüzünden ve âfâkî hâdisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan bîçareler! Eğer insanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin farz ve lâzım vazifeniz zararına, o hâdise o geniş boğuşmalara sevkediyor. Emirdağ Lahikası-1 56)
İkincisi: Ve bazan bu harb boğuşmalarını merak ile takib eden, bir tarafa kalben tarafdar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hâdise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme davasından daha ehemmiyetli bir dava, herkesin ve bilhâssa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman (kuvvet) ve İngiliz (servet) kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâtereddüd sarfedecek.
İşte o dava ise, (Davanın büyüklüğünü gösteren noktalar)
Davayı ihbar edenlerin keyfiyeti: Yüzbin meşahir-i insaniyenin ve hadsiz nev’-i beşerin yıldızları ve mürşidlerinin müttefikan,
Vaad edenin keyfiyeti: Kâinat sahibinin ve mutasarrıfının binler va’d u ahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:
(Kazanılacak şeyin keyfiyetine göre kazandıran şeyin kıymeti artar.)
Herkesin iman mukabilinde (Dava edilen eşyanın büyüklüğünü gösteren noktalar)
Bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen (Mekân itibariyle büyük)
Ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış. (Zaman itibariyle büyük)
Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
(İman vesikasını sağlam elde etmenin yolu)
İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzımdır diye kanaatımız var.
(O işde çalıştıran vazifeler: Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Kastamonu Lahikası 77)
(Bu zamanın birinci bir dava vekilinin Risale-i Nur olduğunun delilleri
Birincisi Risale-i Nur’un yeni talebelerinin iştiyakla hakikatları arayıp bulmaları Risale-i Nur’un bu zamanın birinci bir dava vekili olduğuna delildir.) Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim!
(İkincisi Risale-i Nur’un eski talebelerinin hakikatları anlayıp yaşayarak lisan-ı halleriyle gösterdikleri fedakârlıkları, ciddiyetleri, metanetleri, takvaları, ubudiyetleri Risale-i Nur’un bu zamanın birinci bir dava vekili olduğuna delildir.) Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirdleri şahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmişim ki:
(Üçüncüsü Risale-i Nur’un en kısa en kolay en selametli bir surette iman-ı tahkiki ders vermesi ve ihtiva ettiği hakikatların Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizeliğini göstermesi Risale-i Nur’un bu zamanın birinci bir dava vekili olduğuna delildir.) O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur.
(Dördüncüsü zındıklar ve maddiyyunlar Risale-i Nur’un ihtiva ettiği hakikatları çürütemeyip maddi mukabele yoluna gidip hapislere sokmaları Risale-i Nur’un bu zamanın birinci bir dava vekili olduğuna delildir.) Bu onsekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desiselerle hükûmetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüzotuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler.
Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.
(Beşincisi Geniş dairedeki insanlara kendi okutup okuyanların iştiyak göstermeleri, istifade etmeleri Risale-i Nur’un bu zamanın birinci bir dava vekili olduğuna delildir.) Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz; Hükûmet-i Cumhuriyenin meb’usları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri iki-üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı.
(Risale-i Nur’un ders verdiği hakikatların insanların ıslahı hususunda tesirini gören müdürler ve memurların şehadeti Risale-i Nur’un bu zamanın birinci bir dava vekili olduğuna delildir.) İnşâallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları, mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.
(Birinci Şua’da iki-üç âyetin işaratında, Risalet-ün Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Kastamonu Lahikası 18)
Beşinci Mes’ele
(Risale-i Nurdaki iffet, istikamet ve taat beraber olmazsa gençliğin tehlikelerini izah eden mes’elelerin bir hülasasıdır.)
Gençlik Rehberi’nde izah edildiği gibi; gençlik hiç şübhe yok ki gidecek.
- Yaz güze ve kışa yer vermesi (Yaz gençliğe, güz ihtiyarlığa, kış ölüme teşbih edilmiştir.)
- Ve gündüz akşama ve geceye değişmesi (Gündüz gençliğe, akşam ihtiyarlığa, gece ölüme teşbih edilmiştir.)
kat’iyyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.
(Gençliğin geçmesinde iki yol vardır. Başka yol yoktur.)
(Birinci Yol) Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrata -istikamet dairesinde- sarfetse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütün semavî fermanlar müjde veriyorlar. (Hem ahlâk-ı insaniyede en rahat, en faydalı, en kısa, en selâmetli yol ise sırat-ı müstakimde, istikamettedir. Meselâ: Kuvve-i akliye, hadd-i vasat olan hikmeti ve kolay, faydalı istikameti kaybetse, ifrat veya tefritle muzır bir cerbezeye ve belalı bir belâhete düşer, uzun yollarında tehlikeleri çeker. Ve kuvve-i gazabiye, hadd-i istikamet olan şecaati takib etmezse; ifratla çok zararlı ve zulümlü tehevvüre ve tecebbüre ve tefritle çok zilletli ve elemli cebanet ve korkaklığa düşer.. istikameti kaybetmesinin, hatasının cezası olarak daimî, vicdanî bir azabı çeker. Ve insandaki kuvve-i şeheviye, selâmetli istikameti ve iffeti zayi’ etse; ifratla musibetli, rezaletli fücura, fuhşa ve tefritle humuda, yani nimetlerdeki zevk ve lezzetten mahrum düşer ve o manevî hastalığın azabını çeker. Şualar – 616)
(İkinci Yol) Eğer sefahete sarf etse, nasılki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir. Öyle de gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, (Uzaktan yakın zamana doğru elemler sıralanmış.)
- Âhiret mes’uliyetinden
- Ve kabir azabından
- Ve zevalinden gelen teessüflerden ve günahlardan
- Ve dünyevî mücazatlarından başka,
- Aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübe ile tasdik eder.
Meselâ, haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalar ile o cüz’î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer.
Ve o gençliğin sû’-i istimali ile gelen
- Hastalıkla hastahanelere
- Ve taşkınlıklarıyla hapishanelere
- Ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere
- Veya mezaristana
düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor.
Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin sû’-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.
Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlahiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’an olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semavî kitablar ve fermanlar haber verip müjde ediyorlar.
(“En hayırlı genç odur ki; ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik hevesatına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki; gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister; çocukçasına hevesat-ı nefsaniyeye tâbi olur.” Mektubat 282)
Madem hakikat budur. Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette sarfetmek lâzım ve elzemdir.
* * *