Onbirinci Söz

Onbirinci Söz

(Onuncu Söz’ün Onbirinci Sözle münasebeti: Onuncu Söz’ün Birinci İşaretinde ve her bir hakikatında Cenab-ı Hakk’ın varlığı isbatlandı. Onbirinci Sözde de Cenab-ı Hakk’ın kudsi maksadları anlatılacak. Bu maksadlar, Hikmet-i âlemin tılsımı ve hilkat-i insanın muamması ve hakikat-ı salâtın rumuzunu gösteriyor.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

(Yirmidokuzuncu Mektubun Birinci Kısmının İkinci Nüktesinde şöyle denilmiştir. Cenab-ı Hak, Kur’anda çok şeylere kasem etmiş. Kasemat-ı Kur’aniyede çok büyük nükteler var, çok sırlar var. (Külli düstur; Kur’an-ı Kerimdeki kasem ayetlerinde yemin silsilesi ile esaslara ve hakikatlara dikkat çekilirken uslübuyla da temsilleri hayale getirir.)

Meselâ: وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا da kasem, Onbirinci Söz’deki muhteşem temsilin esasına işaret eder. Kâinatı bir saray ve bir şehir suretinde gösterir. Mektubat 389 )

Onbirinci Söz’deki saray temsilini Üstadımız Şems Suresindeki bu ayetlerin kasemindeki üslubundan çıkarmıştır. Surede Onbir şeye kasem edilmiştir. Şöyle ki;

  • Güneşe ve وَالشَّمْسِ
  • Kuşluk vaktindeki aydınlığına, وَضُحَيهَا٭
  • Güneşi takip ettiğinde aya, وَالْقَمَرِاِذَا تَلَيهَا ٭
  • Onu açığa çıkarttığında gündüze, وَالنَّهَارِاِذَا جَلَّيهَا ٭
  • Onu örttüğünde geceye, وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا ٭
  • Gökyüzüne ve وَالسَّمَاءِ
  • Onu bina edene, وَمَابَنَيهَا ٭
  • Yere ve وَاْلاَرْضِ
  • Onu yapıp döşeyene, وَمَاطَحَيهَا ٭

(Şems suresinin baştaki altı ayeti hikmet-i âlemin tılsımını anlatıyor. Bu ayetlerle kâinatın bir saray bir şehir suretinde yaratıldığına dikkat çekmek için saray ve şehrin en mühim eşyalarına kasem ediyor. Dikkat çekilmeyen eşyayı tefekkür için akla havale ediyor. )

  • Nefse veوَ نَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا ٭

(Yedinci âyetten itibaren hilkat-i insanın muammasını anlatıyor. İnsana kasem ederek insanlık âlemine dikkat çekiyor.)

  • Ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, فَاَلْهَمَهَافُجُورَهَا وَ تَقْوَيهَا ٭

(Sekizinci âyette insanlık âlemini iki kısma ayırıyor.)

  • Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا ٭
  • Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir. وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا

(Dokuzuncu ve Onuncu âyette iki kısma ayrılan insanlık âleminin hayatlarının neticesine işaret ediyor.)

( وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatını Sure-i Şems’in mu’cizane işaret ettiği ve kâinatı muntazam bir saray suretinde gösterdiği ulvî ve vüs’atli bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki vezaif-i ubudiyet ve cihazat-ı insaniyeyi ve rububiyet-i İlahiyenin enva’-ı tecelliyatına karşı ubudiyet-i insaniyenin mukabelelerini o kadar güzel bir surette isbat ediyor ki; Sure-i Veşşems’in mu’cizane olan işaretini hârika bir surette ve en azîm bir dairede a’zam bir rububiyeti, ekmel bir ubudiyetle karşılaştırıyor. Sözler 779)

(Bu risalede icmali olarak; hakaik-i kevniye (necisin), hakaik-i İlahiye (nereden geliyorsun) ve hakaik-i uhreviye (nereye gidiyorsun) ders veriliyor. Başka yerlerde bu hususlar tafsilatlı olarak izah edilmiş. Din bu üç çeşit hakikatın ünvanıdır. Namazda dinin hakikatlerine mukabeledir.)

Ey kardeş! Eğer (Mevzu üç başlıkta izah edilmiştir.)

  • Hikmet-i âlemin tılsımını ve (Mabed)
  • Hilkat-i insanın muammasını ve (Abid)
  • Hakikat-ı salâtın rumuzunu (ibadet)

Bir parça fehmetmek istersen, (Elbette o kadar derin ve manen pek yüksek bir yol; birdenbire bir cadde-i umumiye-i akliye hükmüne geçemez. Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle ve Hâlık-ı Rahîm’in rahmetiyle, şu taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş asırda, o derin ve yüksek yolu şu derece ihsan ettiğinden bin şükür etmeliyiz. Çünki imanımızın kurtulmasına kâfi gelir. Fehmettiğimiz miktarına memnun olup tekrar mütalaa ile izdiyadına çalışmalıyız. Sözler – 93)

nefsimle beraber şu temsilî hikâyeciğe bak:

Bir zaman bir sultan varmış;

  • Servetçe onun pek çok hazineleri vardı. (Servetçe çok olan hazine Cemal ve Kemali imiş veyahut servet bütün esmaya hazine ise her bir esmaya işarettir.)
  • Hem o hazinelerde her çeşit cevahir, elmas ve zümrüt bulunuyormuş. (Esmanın tecelli ettiği eşyada hâkim olan isim cevhere teşbih edilmiştir. İkinci üçüncü derecede tecelli eden esma ise elmas ve zümrüte teşbih edilmiştir.)
  • Hem gizli pek acaib defineleri varmış. (Tecelliyatını göremediğimiz esma ve hakikatını anlayamadığımız manalar defineye zümrüte teşbih edilmiştir.)

(İşte bu hazine ve definenin gösterilmesi için  (yani hariçte eşyaya vücud verilmesi için) ulum-u bediaya, (ilim) fünun-u acibeye (İrade) ve sanayi-i garibeye (Kudret) mehareti,  marifeti, ihatası, ıttılaı olması gerekiyor.)

  • Hem kemalâtça sanayi-i garibede pek çok mehareti varmış. (Kudret, san’ata)
  • Hem hesabsız fünun-u acibeye marifeti, ihatası varmış. (İrade, fünun-u acibeye)
  • Hem, nihayetsiz ulûm-u bedîaya ilim ve ıttılaı varmış. (İlim, ulum-u bediaya)

Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; (İsimleri adedince, cemal ve kemalini göstermek için meşher açıp sergiler diziyor. Ve insanları seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet ediyor. Buradaki sır; cemal ve kemali, eşya üzerinde görüpte eşya arkasındaki cemal ve kemal sahibi zatı herkesin görememsinden dolayı Cenab-ı Hakkın kendini göstermek istemesidir. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş. Şualar 77)

O sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin. Tâ cemal ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin: 

Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.

Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın. (İnsanların dellallığına bakmak)

Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmağa başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip kendi dest-i san’atının en latif, en güzel eserleriyle zînetlendirip, fünun-u hikmetinin en incelikleriyle tanzim edip düzelterek ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatarak tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi’ sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. Öyle sehavetkârane, san’atperverane bir ziyafet-i âmme ihzar etti ki, güya herbir sofra, yüz sanayi-i latifenin eserleriyle vücud bulmuş gibi kıymetli hadsiz nimetleri serdi. Sonra aktar-ı memleketindeki ahali ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti. Sonra bir yaver-i ekremine sarayın hikmetlerini ve müştemilâtının manalarını bildirerek onu üstad ve tarif edici tayin etti. Tâ ki, sarayın Sâni’ini, sarayın müştemilâtıyla ahaliye tarif etsin ve sarayın nakışlarının rumuzlarını bildirip, içindeki san’atlarının işaretlerini öğretip, derûnundaki manzum murassa’lar ve mevzun nukuş nedir? (Manzum murassa’ ve mevzun nukuş, yapılışındaki hikmet ve manalardır)  Ve ne vecihle saray sahibinin kemalâtına ve hünerlerine delalet ettiklerini, o saraya girenlere tarif etsin ve girmenin âdâbını (Girmenin âdâbı, marziyatı dairesinde hareket etmektir.) ve seyrin merasimini bildirip, o görünmeyen sultana karşı marziyatı dairesinde teşrifat merasimini tarif etsin.

İşte o muarrif üstadın herbir dairede (Herbir daire, zamanlar ve kavimlere işarettir.) birer avenesi (Avaneler, Peygamberlere işarettir.) bulunuyor. Kendisi en büyük dairede (Kendisinin en büyük dairede bulunması ise dinin bütün esaslarının onda ve onun getirdiği İslamiyet’te toplanmış olmasındandır.) şakirdleri (Şakirdler ise mücedditler, asfiya ve evliyaya işarettir.) içinde durmuş, bütün seyircilere şöyle bir tebligatta bulunuyor. Diyor ki:

(Onsekizinci Mektub ikinci Mes’elede geçen Kur’anın birinci tabaka şakirdleri: Cadde-i Kübra, elbette velayet-i kübra sahibleri olan sahabe (Hulefa-i raşidin başta olmak üzere Hamse-i Ali Aba sonra sırası ile Ali Beyt) ve asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki, doğrudan doğruya Kur’anın birinci tabaka şakirdleridir. Mektubat 85)

(Asfiya ve tâbiîn ve eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin Peygamber Efendimizin (ASM) manevi ilhamat ve telkinatı ile ders almışlar. Buna bir misalde Üstadımızdır. Şöyle ki: Tarihçe-i Hayatta Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir bahsinde Üstadımız için şöyle denilmiştir. “Mezaya-yı âliye ve fezail-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedî’nin neşrinde ve isbatında bir kemal-i tam halinde rû-nüma olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyid-ül Enbiya Hazretlerinin en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine naildir. Ve şübhesiz o Nebiyy-i Akdes’in emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envâr ve hakaikına vâris ve ma’kes olan bir zât-ı kerim-üs sıfattır.” Tarihçe-i Hayat 611)

“Ey ahali! (Ders verilen hakikatları ikiye ayırıyoruz. Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Sözler 265)

  • Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. (Daire-i Ubudiyet)
  • Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. (Daire-i Ubudiyet)
  • Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz. (Daire-i Ubudiyet)
  • Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi şükür ile ona hürmet ediniz. (Daire-i Ubudiyet)
  • Hem şu kemalâtının âsârıyla, manevî cemalini size göstermek istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onu görmeğe ve teveccühünü kazanmağa iştiyakınızı gösteriniz. (Daire-i Ubudiyet) (İştiyak göstermek: kendinden geçmek yani cüz’i iradesinden, kendi tercihlerinden vazgeçerek külli iradeye tabi olmaya işarettir.)
  • Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde
  1. Birer mahsus sikke, (İtibari vücutlar üzerine basılan bir şeyden her şeyi, her şeyden bir şeyi yapmak sikkesi ile kıymetsiz halde ademde olan itibari vücutlar, kıymettar hale geliyor. Yani Cenâb-ı Hak kıymetsiz şeylere kudreti ile öyle bir sikke basıyor ki kıymettar hale getiriyor. Sikke; gümüş ve altuna kıymet veriyor. İşarat-ül İ’caz 168)
  2. Birer hususî hâtem, (Zihayat üstündeki hatemde imkani vücuda çıkmış mevcudatdaki tevhide olan deliller gösterilmiştir. Mahlukat canibinden alem-i şehadetteki zihayatlar üstünde görülen hatemdir. Zihayat üstündeki san’at, imkani vücut mertebesindeki mevcudata basılan bir hatemdir.Hâtem memurların padişah namına bastığı mühre denir. Yani zahiren neticeler, san’atlar sebeblerin elinde gibi görünür ama sebebler neticeyi vücuda getirmekte aciz olduğundan anlıyoruz ki esbab olanlar, müsebbebatı Allah’tan isterler.)
  3. Birer taklid edilmez turra koymakla, (Doğrudan doğruya padişahın bastığı mühre turra denir. Yani Cenab-ı Hakkın doğrudan doğruya yaptığı öyle bir icraatı var ki ihya gibi esbab perde olamıyor.)

Herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklal ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onu tek ve yekta ve misilsiz, nazirsiz bîhemta tanıyınız ve kabul ediniz.” (Daire-i Ubudiyet)

(Tevhid iki çeşit olur:

Birisi âmiyane tevhiddir ki: “Allah’ın şeriki yok ve bu kâinat Onun mülküdür.” der. Bu kısım tevhid sahiblerinin fikirce gaflet ve dalalete düşmeleri korkusu vardır.

İkincisi hakikî tevhiddir ki: “Allah birdir, mülk Onundur, vücud Onundur, her şey Onundur.” der; lâ-yetezelzel bir itikada sahibdirler. Bu kısım tevhid sahibleri, her şeyin üstünde Cenab-ı Hakk’ınsikkesini görür ve her şeyin cebhesinde bulunan mührünü, damgasını okur. Ve bu sayede huzurî bir tevhid melekesi mâliki olurlar ki, dalalet ve evhamın taarruzundan kurtulurlar. Mesnevi-i Nuriye 12)

Daha bunun gibi, ona ve o makama münasib sözleri seyircilere söyledi. Sonra, giren ahali iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruhu: Kendini tanımış (Kendini tanımış yani asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, acizden yoğrulduğunu bilmiş. Bu güruha Şems suresinde bahsi geçen Salih’in (AS) kavmi misal verilebilir. Bu kavim aklı başında kalbi yerinde olduklarından araştırmaya başlıyorlar ve emri dinliyorlar)

Ve aklı başında (Aklı başında olanlar eşyanın hakikatını nübüvvetin ders verdiği bürhanlarla görüp tasdik ettiklerinden eşyanın hakikatı hakikat-bîn olan akllarına ve marifet-aşina olan fikirlerine açılır. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır. Çünkü akıl kayıtlı, hakikat ise mutlaktır. Kısaca akıl lazım ama kâfi değildir. Evet Kur’anın hakaik-i İlahiyeye dair beyanatı ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-i âlemin muammasını açan beyanat-ı kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünki o hakaik-i gaybiyeyi hadsiz dalalet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhî hükemaları o mesailin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği malûmdur. Sözler 406)

(Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, “aklımız bize yeter” deyip sana ittibadan istinkaf mı ederler. Halbuki akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki bütün dediğin makuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. Sözler 386)

Ve kalbi yerinde (Kalb nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine muhabbet etmek için verilmiştir. Kalbi yerinde olanlar muhabbetini eşyaya dağıtmıyor. Hakiki cemal, kemal ve ihsan sahibi zata sarfediyor.)

oldukları için, o sarayın içindeki acaiblere baktıkları zaman dediler: “Bunda büyük bir iş var.” Hem anladılar ki: Beyhude değil, âdi bir oyuncak değil. Onun için merak ettiler. “Acaba tılsımı nedir, içinde ne var?” deyip düşünürken, birden o muarrif üstadın beyan ettiği nutkunu işittiler. Anladılar ki, bütün esrarın anahtarları ondadır. Ona müteveccihen gittiler ve dediler: “Esselâmü Aleyke ya Eyyühel Üstad! Hakkan, şöyle bir muhteşem sarayın, senin gibi sadık (Sadık olduğu için hakikatları olduğu gibi safi bir surette ders veriyor.) ve müdakkik bir muarrifi lâzımdır. Seyyidimiz sana ne bildirmişse lütfen bize bildiriniz.” Üstad ise, evvel zikri geçen nutukları onlara dedi. Bunlar güzelce dinlediler, iyice kabul edip tam istifade ettiler. Padişahın marziyatı dairesinde amel ettiler. (İstifadenin tezahürü: marziyatı dairesinde hareket etmektir. Hakaik-ı anlamanın şartları; Hem Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü “Sadakte” deyip o hakaikı kabul eder. Kur’ana “Bârekâllah” der. Sözler 406)

Onların şu edebli muamele (Maksadı anlayıp esma-i ilahiyenin iktiza ettiği surette hareket etmek edebli muameledir.) ve vaziyetleri o padişahın hoşuna geldiğinden onları has ve yüksek ve tavsif edilmez diğer bir saraya davet etti, ihsan etti. (İkram edenin, ikram edilenin ve ikram edilecek yerin keyfiyeti ihsanın mertebesini gösterir.) Hem

  • Öyle bir Cevvad-ı Melik’e lâyık ve
  • Öyle muti ahaliye şayeste ve öyle edebli misafirlere münasib ve
  • Öyle yüksek bir kasra şâyan bir surette ikram etti, daimî onları saadetlendirdi.

İkinci güruh ise; (İkinci güruhun saray sahibini tanımamasının enfüsi sebebi akıllarının bozulup kalblerinin sönmüş olmasıdır. (Akılları bozulmuş, kalbleri sönmüş güruha Şems suresinde bahsi geçen Semud kavmi misal verilebilir. Bu kavim ikaz edildikleri halde Salih’in (AS) devesini kesmişler ve azaba müstehak olmuşlardır.)) 

Akılları bozulmuş, (Göz’ün vazifesi san’atı görmek olduğu gibi aklın vazifesi de sanatkârı görmektir. Bozulan akıl sanatı görüyor, sanatkârı görmez. Fiili görüyor faili görmez.)

Kalbleri sönmüş (Kalbin vazifesi ise kendine ihsan edeni sevmek ve hakikî kemale muhabbet etmek ve ulvî cemale meftun olmaktır. Sönmüş kalb ise hakiki cemal, kemal ve ihsan sahibi Zâtı görmez.) olduklarından,

(Aklı bozuk, kalbi sönük bir insanın hayatının ulvi bir gayesi olmadığından) saraya girdikleri vakit, nefislerine mağlub olup lezzetli taamlardan başka hiç bir şeye iltifat etmediler;

Bütün o mehasinden gözlerini kapadılar (Akli delillere yani kâinattaki kevnî ayetlere gözlerini kapadılar.)

Ve o üstadın irşadatından ve şakirdlerinin ikazatından kulaklarını tıkadılar. (Nakli deillere yani Enbiya, Evliya, Asfiya ve semavi kitabların ders verdiği hakikatlara kulaklarını tıkadılar.)

Hayvan gibi yiyerek (Sırf hayvani cesedi besleyerek)

Uykuya daldılar (Eşyanın âlem-i şehadetteki mülk ciheti ile âlem-i gaybdaki melekutiyet ciheti arasındaki münasebetini kestiler).

İçilmeyen, fakat bazı şeyler için ihzar edilen iksirlerden içtiler. (İksir her şeyin hakikatını değiştirdiği gibi küfür ve dalalet, fısk ve sefahat ve gafletle bakan nazarda eşyanın hakikatını değiştiriyor. İksir, eşyanın mahiyetini değiştirir. Elması kömür, kömürü elmasa dönüştürür. Sekizinci sözde de geçtiği gibi; bahçede iken kendini canavarlar içerisinde görüyor.)

Sarhoş olup öyle bağırdılar, (Bağırmak tabiri ile ehli dalaletin eşyanın hakikatını görememekle beraber eşyanın maddesi ve suretinin hiçbir mana ifade etmediğini ilan ederek ısrarla savunuyor olmalarına işaret ediyor.) karıştırdılar; (güzelliği çirkinlik ile itham etmek.)

(İnsanı sarhoş eden iksirler Nurun İlk Kapısında Üçüncü Derste şöyle izah edilmiştir: Ya şarab-ı siyaset veya hırs-ı şöhret veya rikkat-i cinsiye veya zındıka-i felsefe veya sefahet-i medeniyet veya gurur ve enaniyet veya derd-i maişet gibi müskirat-ı maneviyedir. Nur’un İlk Kapısı 31)

Seyirci misafirleri çok rahatsız ettiler. (Seyirci misafirler Cin, İns, Melaike, Ruhani hatta Hayvanattır.)

Sâni’-i Zîşan’ın düsturlarına karşı edebsizlikte bulundular.

(Düsturlar;

  • Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu şeylerin izharıyla ve bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onu tanıyınız ve güzelce tanımağa çalışınız. (Daire-i Ubudiyet)
  • Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi onun san’atını takdir ve işlerini istihsan ile kendinizi ona sevdiriniz. (Daire-i Ubudiyet)
  • Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi itaat ile ona muhabbet ediniz.) (Daire-i Ubudiyet)

Saray sahibinin askerleri (Azab meleği olan zebanilerdir.) de onları tutup, öyle edebsizlere lâyık bir hapse attılar.

Ey benimle bu hikâyeyi dinleyen arkadaş! Elbette anladın ki: O Hâkim-i Zîşan bu kasrı, şu mezkûr maksadlar için bina etmiştir. Şu maksadların husulü ise, iki şeye mütevakkıftır:

Birisi: Şu gördüğümüz ve nutkunu işittiğimiz üstadın vücududur. (Küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmelidir. Emirdağ Lahikası-1 176)

Çünki o bulunmazsa, bütün maksadlar beyhude olur. Çünki anlaşılmaz bir kitab, muallimsiz olsa; manasız bir kâğıttan ibaret kalır.

İkincisi: Ahali, o üstadın sözünü kabul edip dinlemesidir. (Şu kâinatın eczaları, dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafî, nazik, latif bir rabıta ile tutunmuş. Hafi, nazik, latif rabıta ise Allah hakikatının kâinatta devam etmesidir. Sözler 531

Hadisin ifadesiyle “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” Mektubat 56)

Demek, vücud-u üstad vücud-u kasrın dâîsidir ve ahalinin istimaı, kasrın bekasına sebebdir. Öyle ise denilebilir ki: Şu üstad olmasaydı, o Melik-i Zîşan şu kasrı bina etmezdi. Hem yine denilebilir ki: O üstadın talimatını ahali dinlemedikleri vakit, elbette o kasr tebdil ve tahvil edilecek.

(Demek herhalde bir zaman gelecek ki: Kâinat hakikat-ı uzmasının kışır ve sureti olan âlem-i şehadet, Fâtır-ı Zülcelal’in izniyle parçalanacak. Sonra daha güzel bir surette tazelenecektir. يَوْمَ تُبَدَّلُ اْلاَرْضُ غَيْرَ اْلاَرْضِ sırrı tahakkuk edecektir. Sözler – 530)

Ey arkadaş! Hikâye burada bitti. Eğer şu temsilin sırrını anladınsa bak, hakikatın yüzünü de gör:

İşte o saray, şu âlemdir ki;

  • Tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gök yüzüdür.
  • Tabanı ise, şarktan garba gûna-gûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.
  • Melik ise,
  1. Ezel ebed sultanı olan bir Zât-ı Mukaddes’tir ki, yedi kat semavat ve arz ve içlerinde olan herşey, kendilerine mahsus lisanlarla o zâtı takdis edip tesbih ediyorlar.
  2. Hem öyle bir Melik-i Kadîr ki, semavat ve arzı altı günde yaratarak arş-ı rububiyetinde durup; gece ve gündüzü, siyah ve beyaz iki hat gibi birbiri arkası sıra döndürüp, kâinat sahifesinde âyâtını yazan; ve Güneş, Ay, yıldızlar emrine müsahhar zîhaşmet ve zîkudret sahibidir. (Her yeni gün bir satır başı olduğu gibi mevsimlerde bir sahifedir.)
  • Sarayın menzilleri ise, şu onsekiz bin âlemdir ki, herbirisi kendine lâyık bir tarz ile tezyin ve tanzim edilmiştir. (Ben de böyle fehmederim ki:
  1. Semavatta binler âlem var.
  2. Yıldızların bir kısmıherbiri birer âlem olabilir.
  3. Yerde de herbir cins mahlukat, birer âlem olabilir.
  4. Hattâherbir insan dahi, küçük bir âlem olabilir.

رَبِّ الْعَالَمِينَ tabiri ise, “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.” demektir. Mektubat 329)

  • İşte o sarayda gördüğün sanayi-i garibe ise, şu âlemde görünen kudret-i İlahiyenin mu’cizeleridir.
  • Ve o sarayda gördüğün taamlar ise; şu âlemde, hele yaz mevsiminde, hele Barla bahçelerinde rahmet-i İlahiyenin semerat-ı hârikalarına işarettir.
  • Ve oradaki ocak ve matbah ise, burada kalbinde ateş olan arz ve sath-ı arzdır. (Temsilde ocak ve matbahtan bahsetmediği halde hakikatında izah etmesinin sebebi sarayın ve şehrin diğer levazımatını akla havale ettiği içindir. Ocak ise taht-ez zemindeki mağma tabakasına işarettir. Matbah ise zemin yüzüne işarettir. Zemin yüzündeki nebatat güneş mutfağında pişiriliyor.)
  • Ve orada temsilde gördüğün gizli definelerin cevherleri ise, şu hakikatta esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerine misaldir.
  • Ve temsilde gördüğümüz nakışlar ve o nakışların remizleri ise, şu âlemi süslendiren muntazam masnuat ve mevzun nukuş-u kalem-i kudrettir ki, Kadîr-i Zülcelal’in esmasına delalet ederler.
  • Ve o üstad ise, Seyyidimiz Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
  • Avenesi ise, Enbiya Aleyhimüsselâm’dır
  • Ve şakirdleri ise evliya ve asfiyadır.
  • O saraydaki hâkimin hizmetkârları ise, şu âlemde Melaike Aleyhimüsselâm’a işarettir.
  • Temsilde, seyir ve ziyafete davet edilen misafirler ise, şu dünya misafirhanesinde cin ve ins ve insanın hizmetkârları olan hayvanlara işarettir. (Temsilde misafir olarak sadece insanlardan bahsetti ama ikinci derecede cinler ve üçüncü derecede hayvanat da vardır.)
  • Ve o iki fırka ise, burada birisi ehl-i imandır ki kitab-ı kâinatın âyâtının müfessiri olan Kur’an-ı Hakîm’in şakirdleridir.
  • Diğer güruh ise ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tâbi’ olup yalnız hayat-ı dünyeviyeyi tanıyan, hayvan gibi belki daha aşağı (Hayvan lezzet ve saadet noktasında insandan daha aşağıdır.) sağır (hakikatı işitmeyen), dilsiz (hakikatı konuşmayan), dâllîn (hak ve hakikattan tamamen sapmış.) güruhudur.

Birinci kafile olan süeda ve ebrar ise, (Süeda ve ebrar olmanın birinci şartı üstadı dinlemektir.) zülcenaheyn olan üstadı dinlediler.

(Zülcenaheyn ne demektir. Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin. Barla – 270)

O üstad hem abddir; (Abd: Peygamberimizin en hoşlandığı kelime imiş.) ubudiyet noktasında Rabbini tavsif ve tarif eder ki, Cenab-ı Hakk’ın dergâhında ümmetinin elçisi hükmündedir. Hem resuldür; risalet noktasında Rabbinin ahkâmını Kur’an vasıtasıyla cin ve inse tebliğ eder.

Şu bahtiyar cemaat, o resulü dinleyip Kur’ana kulak verdiler. (Süeda ve ebrar olmanın ikinci şartı Kur’anı dinlemektir.) Kendilerini, enva’-ı ibadatın fihristesi olan “namaz” ile birçok makamat-ı âliye içinde çok latif vazifelerle telebbüs etmiş gördüler. (Yani Namazın fihristiyyeti:

  • Şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarı olan insandan istenen,
  • Kur’an-ı Azîmüşşan’ın timsal-i münevveri olan Fatiha-i Şerifi içerisinde bulunduran
  • Bütün ibâdâtın enva’ını şamil fihriste-i nuraniyesi olan,
  • Bütün esnaf-ı mahlûkatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiye olan namazla Cenab-ı Hakka mukabele ettiler.)

Evet namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezaifi, makamatı, mufassalan gördüler. Şöyle ki:

(Mufassalan üç şey arasında münasebete baktıracak. Önce makamata sonra makamatın iktiza ettiği vazifeye sonra da o vazifenin namazda hangi kelimeye işaret ettiğine baktıracak. Namazda işaret edilen kelime tesbih ve tekbir ve hamddir ki namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Sözler 40)

Evvelen: Âsâra bakıp, gaibane (Gaibane: Eserden Cenâb-ı Hakk’ın rububiyetine bakmak.) muamele suretinde saltanat-ı rububiyetin mehasinine temaşager makamında kendilerini gördüklerinden; tekbir ve tesbih vazifesini eda edip “Allahü Ekber” dediler. 

Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleri olan bedayi’ine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle “Sübhanallah, Velhamdülillah” diyerek takdis ve tahmid vazifesini îfa ettiler. (Cenâb-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamd ediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baîd olduğuna bakarken, tesbih et. Mesnevi-i Nuriye 124 – 125)

(İkinci gaye-i hayat)

Sâlisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetlerini zahir ve bâtın duygularla tadıp anlamak makamında, şükür ve sena vazifesini edaya başladılar. (Birinci gaye-i hayat)

(Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acib ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş. Şualar 169)

(Rezzak-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o latifelerin her birisini, hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ: Göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymetdar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misillü, ötekiler dahi (herbiri) birer âlemin anahtarı olur; iman ile istifade eder. Şualar 174)

Râbian: Esma-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri (Bütün esma defineye bir tek esmanın tecelli etmesi ise cevhere teşbih edilmiş.), manevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar. (Üçüncü gaye-i hayat)

Hâmisen: Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektubat-ı Rabbaniyeyi mütalaa makamında, tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar. (Benim nev’imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Sözler 594)

Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın san’atındaki latif incelik ve nazenin güzellikleri temaşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.

Demek kâinata ve âsâra bakıp, gaibane muamele-i ubudiyetle mezkûr makamatta mezkûr vezaifi eda ettikten sonra (Eserden zata bakmak)

Sâni’-i Hakîm’in dahi muamelesine ve ef’aline bakmak derecesine çıktılar ki, hazırane bir muamele suretinde (Zâttan esere bakmak; yani Cenâb-ı Hakk’ın kâinatı yaratmasındaki maksad arkasında eserlerine bakmak. Cenâb-ı Hakk’ın kendini tanıttırmak, sevdirmek, şefkat ve kibriyasını izhar etmek, servet ve rahmetini göstermek, san’atını, rububiyetini ve uluhiyyetini ilan etmek maksadına muvafık hareket edenlere, imanlarına mukabil ebedi saadet, amellerine mukabil cennet verilecektir.)

(Gaibane muamele ile Cenab-ı Hakka muhatab olmak hazırane muameleyi gerektiriyor.)

(İşte insan, şu kâinata geldikten sonra “iki cihet ile” ubudiyeti var: Bir ciheti; gaibane bir surette bir ubudiyeti, bir tefekkürü var. Diğeri; hazırane, muhataba suretinde bir ubudiyeti, bir münacatı vardır.

Birinci vecih şudur ki: (Kâinataki asar canibinden Cenab-ı Hakka bakmak) Kâinatta görünen saltanat-ı rububiyeti, itaatkârane tasdik edip kemalâtına ve mehasinine hayretkârane nezaretidir…

İkinci Vecih, (Cenab-ı Hak canibinden kâinata bakmak) huzur ve hitab makamıdır ki; eserden müessire geçer, görür ki: Bir Sâni’-i Zülcelal, kendi san’atının mu’cizeleri ile kendini tanıttırmak ve bildirmek ister. O da iman ile, marifet ile mukabele eder… Sözler – 329)

(Gaybdan hitaba edilen iltifat ve intikalde hususî bir nükte de vardır ki; ibadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahîden neş’et eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez. Ve keza hitab suretiyle ibadeti teklif etmek, abd ile Hâlık arasında vasıta olmadığına işarettir. İşarat-ül İ’caz 93)

Evvelâ Hâlık-ı Zülcelal’in kendi san’atının mu’cizeleriyle kendini zîşuura tanıttırmasına karşı hayret içinde bir marifet ile mukabele ederek سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ dediler. “Senin tarif edicilerin bütün masnuatındaki mu’cizelerindir.”

Saniyen Sonra o Rahman’ın kendi rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmesine karşı, muhabbet ve aşk ile mukabele edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dediler.

Salisen Sonra o Mün’im-i Hakikî’nin tatlı nimetleriyle terahhum ve şefkatini göstermesine karşı şükür ve hamd ile mukabele ettiler; dediler: سُبْحَانَكَ وَبِحَمْدِكَ “Senin hak şükrünü nasıl eda edebiliriz? Sen öyle şükre lâyık bir meşkûrsun ki, bütün kâinata serilmiş bütün ihsanatın açık lisan-ı halleri, şükür ve senanızı okuyorlar. Hem âlem çarşısında dizilmiş ve zeminin yüzüne serpilmiş bütün nimetlerin ilânatıyla hamd ve medhinizi bildiriyorlar. Hem rahmet ve nimetin manzum meyveleri ve mevzun yemişleri, senin cûd u keremine şehadet etmekle senin şükrünü enzar-ı mahlukat önünde îfa ederler.”

Rabian Sonra şu kâinatın yüzlerinde değişen mevcudat âyinelerinde cemal ve celal ve kemal ve kibriyasının izharına karşı, اَللّٰهُ اَكْبَرُ deyip ta’zim içinde bir aczle rükua gidip mahviyet içinde (Kendi enaniyetini mahvetmek) bir muhabbet ve hayretle secde edip mukabele ettiler. (Muhabbet ve hayret edilen şeye karşı en kemal mukabele sureti ona secde etmektir. Bir bedevi فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok” dedi, “Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum.” Sözler 378)

Hâmisen Sonra o Ganiyy-i Mutlak’ın servetinin çokluğunu ve rahmetinin genişliğini göstermesine karşı; fakr u hacetlerini izhar edip, dua edip, istemekle mukabele edip وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ dediler.

Sadisen Sonra o Sâni’-i Zülcelal’in kendi san’atının latiflerini, hârikalarını, antikalarını (Antikanın eşi benzeri yoktur ve sanat değeri yüksektir), sergilerle teşhirgâh-ı enamda neşrine karşı مَاشَاءَ اللّٰهُ deyip takdir ederek, “Ne güzel yapılmış!” deyip istihsan ederek, بَارَكَ اللّٰهُ deyip müşahede etmek, آمَنَّا deyip şehadet etmek; “Geliniz, bakınız!” hayran olarak  حَىَّ عَلَى الْفَلاَحِ deyip herkesi şahid tutmakla mukabele ettiler.

Sabian Hem o Sultan-ı Ezel ve Ebed, kâinatın aktarında kendi rububiyetinin saltanatını ilânına ve vahdaniyetinin izharına karşı; tevhid ve tasdik edip سَمِعْنَا وَ اَطَعْنَا diyerek itaat ve inkıyad ile mukabele ettiler.

Semaniye Sonra o Rabb-ül Âlemîn’in uluhiyetinin izharına karşı; za’f içinde aczlerini, ihtiyaç içinde fakrlerini ilândan ibaret olan ubudiyet ile ve ubudiyetin hülâsası olan “namaz” ile mukabele ettiler. (Dördüncü gaye-i hayat)

Daha bunlar gibi gûna-gûn ubudiyet vazifeleriyle şu dâr-ı dünya denilen mescid-i kebirinde fariza-i ömürlerini ve vazife-i hayatlarını eda edip ahsen-i takvim suretini aldılar. Bütün mahlukat üstünde bir mertebeye çıktılar ki, yümn-i iman ile emn ü emanet ile mücehhez emîn bir halife-i arz oldular. Ve şu meydan-ı tecrübe ve şu destgâh-ı imtihandan sonra onların Rabb-i Kerim’i onları,

  • İmanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye (Cennette ebedi kalmak ücret olmayıp Cenab-ı Hakkın fazlından bir hediyedir.)
  • Ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma (Cenab-ı Hak cenneti ücret olarak vaad etmekle insanların nefis ve mallarını satın alıyor.)

davet ederek öyle bir ikram etti ve eder ki, hiç göz görmemiş ve kulak işitmemiş ve kalb-i beşere hutur etmemiş derecede parlak bir tarzda rahmetine mazhar etti ve onlara ebediyet ve beka verdi. Çünki ebedî ve sermedî olan bir cemalin seyirci müştakı ve âyinedar âşıkı, elbette bâki kalıp ebede gidecektir. İşte Kur’an şakirdlerinin akibetleri böyledir. Cenab-ı Hak bizleri onlardan eylesin, âmîn!

Amma füccar ve eşrar olan diğer güruh ise: Hadd-i büluğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit,

  • Bütün vahdaniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve
  • Bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve
  • Bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirane bir ittiham ile tahkir ettiler ve
  • Bütün esma-i İlahiyenin tecelliyatına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden,

Az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler; nihayetsiz bir azaba müstehak oldular. (Evet az bir vakitte bütün vahdaniyetin delillerini, bütün nimetleri, bütün mevcudatı ve bütün esma-i İlahiyenin tecelliyatını red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, nihayetsiz bir cinayet işlediler.)

Evet insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, mezkûr vezaif için verilmiştir. (Burada mezkur vezaifi tadat etmedi ama manayı muhalifiyle baktığımızda insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniyenin ne için verildiği anlaşılacaktır. Şöyle ki; Ebrar ve ahyar olan güruh ise: Hadd-i büluğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit,

  • Bütün vahdaniyetin delillerine karşı iman ile mukabele edip iz’an ve yakîn ile tasdik ettiler ve
  • Bütün nimetlere karşı şükür ve istihsan ile mukabele ederek ni’meti ondan bildiler ve
  • Bütün mevcudatın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti verip ihtiram ettiler.
  • Bütün esma-i İlahiyenin tecelliyatına karşı ubudiyet ile mukabele ettiklerinden,

Az bir vakitte nihayetsiz bir hasene sevap işlediler; nihayetsiz bir mükâfata müstehak oldular.)

Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musunuz ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batn ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yahut zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nazik letaif ve maneviyat ve şu hassas âza ve âlât ve şu muntazam cevarih ve cihazat ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayat-ı fâniyede nefs-i rezilenin, hevesat-ı süfliyenin (Hevesat-ı süfliye: Hodfüruşluk, riyakârlık, gurur gibi haletlerdir.) tatmini için istimaline mi münhasırdır? (Letaif kalbe bağlı, havas akla bağlı, cihazat ruhun istidadına bağlıdır. Bu hakikatı ifade eden kelimeler; İnsanın kalb cüzdanındaki letaif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihazat, Sözler 88)

Hâşâ ve kellâ! Belki vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhali, iki esastır: (Daire-i Rububiyet’e karşı Daire-i Ubudiyet)

Biri: Cenab-ı Mün’im-i Hakikî’nin bütün nimetlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. (Rububiyet dairesinde Onu tanımak) Siz de hissedip, şükür ve ibadetini etmelisiniz. (Ubudiyet dairesinde şükretmek (Her bir nimeti veriliş gayesine uygun kullanarak şükretmek))

İkincisi: Âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. (Daire-i Rububiyet) Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz. (Daire-i Ubudiyet) (Her bir esmayı bilmek için bir cihaz verilmiştir. Verilen cihazları esma-yı tanımakta kullanarak iman etmek)

İşte bu iki esas üzerine kemalât-ı insaniye neşv ü nema bulur. Bununla insan, insan olur.

İnsaniyetin cihazatı, hayvan gibi hayat-ı dünyeviyeyi kazanmak için verilmemiş olduğuna şu temsil sırrıyla bak:

(Verilen misal hem akla yakınlaştıracak hemde isbat edecek. Şu saray-ı âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım hizmetkârı vardır.)

Meselâ, bir zât bir hizmetçisine yirmi altun verdi; (Yirmi altun hayvana verilen cihazatın kemiyet ve keyfiyet noktasında azlığına kinayedir.)

(Yirmi altun’un verilme maksadı nedir?)

Tâ mahsus bir kumaştan kendisine bir kat libas alsın. (Mahsus kumaş hayvana verilen duygu, hissiyat ve cihazlardır. Elbise ise o cihazlarla alınan lezzet ve saadettir.)

O hizmetçi gitti, o kumaşın a’lâsından mükemmel bir libas aldı, giydi.

Sonra gördü ki: O zât, diğer bir hizmetkârına bin altun verip (Verilen bin altın insanın duygu, hissiyat ve cihazlarının kıymetçe, keyfiyetçe ve kesretçe çokluğuna işarettir.), bir kâğıt içinde bazı şeyler yazılı olarak onun cebine koydu, (Onbirinci Hakikat da akıl deftere teşbih edildiği gibi burada da kâğıda teşbih edilmiş. Bazı şeyler yazılı olması ise aklın idrak gücüne işarettir.) ticarete gönderdi. Şimdi, her aklı başında olan bilir ki; (kâğıdını okuyan bilir ki) o sermaye, bir kat libas almak için değil. Çünki evvelki hizmetkâr, yirmi altunla en a’lâ kumaştan bir kat libas almış olduğundan, elbette bu bin altun, bir kat libasa sarfedilmez. Şayet bu ikinci hizmetkâr, cebine konulan kâğıdı okumayıp, (aklıyla muhakeme yapmayıp idrak etmeyip) belki evvelki hizmetçiye bakıp, bütün parayı bir dükkâncıya bir kat libas için verip, (Onuncu Sözde temsildeki dükkân teşbihi hakikatta dünyaya işarettrir. Dünyaya bir ücret verip lezzet ve saadet almak istiyoruz.) hem o kumaşın en çürüğünden (Kumaşın çürük olması hem zeval bulmasına hemde ahirete nisbet edilmesine işarettir.) ve arkadaşının libasından elli derece aşağı bir libas alsa, elbette o hâdim nihayet derecede ahmaklık etmiş olacağı için şiddetle tazib ve hiddetle te’dib edilecektir.

Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i maddiyeye sarfetmeyiniz. Yoksa sermayece en a’lâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz. (Elli derece olması yirmi altın verilmesindendir. Eğer on altın verilseydi yüz derece olacaktı. İnsan, verilen bin tane altın hükmünde kıymetli cihazlarla Cenab-ı Mün’im-i Hakikî’nin verdiği bütün nimetlerdeki herbir çeşit lezzetleri hissedip şükür ve ibadet eder. Hem de insan, verilen bu cihazlarla âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını veya binbir esmasını bilip tanır.)

(Fıtrat-ı insan bir mezraa hükmündedir ki, secaya-yı hasene temayülat-ı şerriye ile beraber, taneler gibi dest-i kaderle içinde ekilmiştir. Bu taneler neşv-ü nema bulmak için bir suya muhtaçtır. Hevadan gelse, şer taneleri neşv-ü nema bulur.

Şimdiki şu medeniyet-i habisenin heyet-i içtimaiyeye verdiği tesir gibi…

Fıtraten -çendan- hayır ciheti galibdir, fakat sünbüllenmiş, semere vermiş on çekirdek, yüz değil bin kurumuş çekirdeğe galebe eder.

İşte şunun çaresi: O bâb-ı fitneyi kapatmakla, suyu Hüda tarafından vermek lâzımdır. Sünuhat – 95)

Ey gafil nefsim! Senin

  1. Hayatının gayesini ve
  2. Hayatının mahiyetini, (Hayatın mahiyeti: “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Sözler 627 )
  3. Hem hayatının suretini,
  4. Hem hayatının sırr-ı hakikatını, (Hayatının sırr-ı hakikatı esmaya bakıyor. Herşeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Sözler 627 )
  5. Hem hayatının kemal-i saadetini

bir derece anlamak istersen, bak:

  1. Senin hayatının gayelerinin icmali dokuz emirdir:

Birincisi şudur ki: Senin vücudunda konulan duygular terazileriyle, rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır ve küllî şükretmektir. (Duygular terazisiyle rahmet-i İlahiyenin hazinelerinde iddihar edilen nimetleri tartmaktır.)

İkincisi: Senin fıtratında vaz’edilen cihazatın anahtarlarıyla esma-i kudsiye-i İlahiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdes’i o esma ile tanımaktır. (Her bir cihaz, anahtar olup o cihaz vasıtasıyla Zât-ı Akdes’in esbab altında gizli kalan esmalarını tefekkür etmekle tanıyıp iman etmektir.)

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlukat nazarında, esma-i İlahiyenin sana taktıkları garib san’atlarını ve latif cilvelerini bilerek hayatınla teşhir ve izhar etmektir. (Nakışlar itibariyle ayinedarlığını bilen insanın, üstünde tecelli eden esma-i İlahiyeyi gayrın nazarına teşhir ve izhar etmesidir.)

Dördüncüsü: Lisan-ı hal ve kalinle Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine ubudiyetini ilân etmektir. (Lisan-ı hal ve kaliyle Hâlıkının dergâh-ı rububiyetine, acz, fakr ve kusurunu ubudiyet suretinde ilân etmektir.) (Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir. Sözler 41)

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları, resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifatat-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esma-i İlahiyenin cilvelerinin sana verdikleri letaif-i insaniye murassaatıyla bilerek süslenip o Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına görünmektir. (Üstünde tecelli eden esma-i İlahiyeyi bilen insanın, resmi geçit tarzında Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına güzel görünmek için vaziyet almasıdır.) (Nişanlar esma-i İlahiyenin cilvelerinin insanda tecelli etmesidir. Resmi vakitler, namaz vakitlerine işaret ediyor. Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. İşarat-ül İ’caz 43)

Altıncısı: Zevilhayat olanların tezahürat-ı hayatiye denilen, Hâlıklarına tahiyyatları; ve rumuzat-ı hayatiye denilen, Sâni’lerine tesbihatları ve semerat ve gayat-ı hayatiye denilen, Vâhib-ül Hayat’a arz-ı ubudiyetlerini bilerek müşahede etmek, tefekkür ile görüp şehadetle göstermektir. (Mahlukatın tahiyatlarını, tesbihatlarını ve ubudiyetlerini müşahede ederek tefekkür ile görüp şehadetle göstermektir.) (O mü’min, şuur ile okur.)

Yedincisi: Senin hayatına verilen cüz’î ilim ve kudret ve irade gibi sıfat ve hallerinden küçük nümunelerini vâhid-i kıyasî ittihaz ile, Hâlık-ı Zülcelal’in sıfât-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini o ölçüler ile bilmektir. Meselâ sen cüz’î iktidarın ve cüz’î ilmin ve cüz’î iraden ile bu haneyi muntazam yaptığından, şu kasr-ı âlemin senin hanenden büyüklüğü derecesinde, şu âlemin ustasını o nisbette Kadîr, Alîm, Hakîm, Müdebbir bilmek lâzımdır. (Nümuneler itibari ile ayinedarlığını anlayan insanın, Hâlık-ı Zülcelal’in sıfât-ı mutlakasını ve şuun-u mukaddesesini enenin ölçüleri ile bilmesidir.)

Sekizincisi: Şu âlemdeki mevcudatın herbiri kendine mahsus bir dil ile Hâlıkının vahdaniyetine ve Sâni’inin rububiyetine dair manevî sözlerini fehmetmektir. (Mevcudatın herbirinin ne vecihle Hâlıkının vahdaniyetine ve Sâni’inin rububiyetine delalet ettiğini fehmetmektir.)

(Otuzüçüncü Söz de Otuzüç Pencere de âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vahdaniyet-i İlahiye ve evsaf ve şuunat-ı Rabbaniyeye, vech-i delaletleri gösterilmiştir. Hususan Altıncı Pencerede oniki delille rububiyet-i İlahi gösterilmiştir.  Barla Yaylası, Çam Karakavakta ise vahdaniyete ve rububiyete delaleti gösterilmiştir.)

Dokuzuncusu: Acz u za’fın, fakr u ihtiyacın ölçüsüyle kudret-i İlahiye ve gına-yı Rabbaniyenin derecat-ı tecelliyatını anlamaktır. Nasılki açlığın dereceleri nisbetinde ve ihtiyacın enva’ı miktarınca, taamın lezzeti ve derecatı ve çeşitleri anlaşılır. Onun gibi sen de nihayetsiz aczin ve fakrınla, nihayetsiz kudret ve gına-yı İlahiyenin derecatını fehmetmelisin. İşte senin hayatının gayeleri, icmalen bunlar gibi emirlerdir. (Acz u za’fın, fakr u ihtiyacın ölçüsüyle zıddiyet itibari ile ayinedarlığını anlayan insanın, kudret-i İlahiye ve gına-yı Rabbaniyenin tecelliyatının derecelerini anlamasıdır.)

Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmali şudur:

(Hayatın mahiyeti esma-yı İlahiyenin gölgesidir.)

  • Esma-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, (Ehadiyet tecellisine en ziyade mazhar olmakla bütün esmanın fihristesidir.)
  • Hem şuun ve sıfât-ı İlahiyenin bir mikyası, (Nümuneler ve zıddıyet itibariyle şuunat ve sıfat-ı İlahiyeye bir mikyastır.)
  • Hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, (Kendisindeki maddi manevi ölçücüklerle şehadet ve gayb âlemlerinden istifade eder.)
  • Hem bu âlem-i kebirin bir listesi, (Âlem-i misal, mana ve ervah gibi âlemlere bir liste)
  • Hem şu kâinatın bir haritası, (İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var. Elbette insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin birer seması vardır. Sözler 569 
    Üçüncü Mektub’da kâinatın haritası gösterilmiştir. mektub, çok yüksek ve çok geniş hakaika işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i maneviyenin bir nevi haritasına işaret… Barla Lahikası 254 )
    Evet nasılki kâinatın her zerresi Hâlık-ı Kâinat’a şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de, kâinatın haritası olan Kur’an-ı Hakîm’in vücudunu teşkil eden harfleri de, hâdisat-ı kevniyenin mazi, hal ve müstakbeline lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri bedihîdir diyorum. Barla Lahikası 109 )
  • Hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, (
  • Hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, (Herbir esmayı açacak cihazların bulunduğu bir anahtar külçesidir.)
  • Hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalâtının bir ahsen-i takvimidir. (Nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki, o da insandır. Sözler 687)

İşte mahiyet-i hayatın bunlar gibi emirlerdir. (Üç cihet, esma; kâinat; Zât)

(Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve onsekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan herbirisinin tecelligâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır. Eğer insan maddî ve manevî herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriata imtisal ederse, insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan o pencereden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden sıfatla, o âlemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir âyine olur. O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfât-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem müzhir olur. İşarat-ül İ’caz 17)

Şimdi senin hayatının sureti ve tarz-ı vazifesi şudur ki:

Hayatın bir kelime-i mektubedir. (Kelime teşbihi ile insanın, Cenab-ı Hakkın manaya hizmet etmesidir.) Kalem-i kudretle yazılmış hikmet-nüma bir sözdür. (Söz mananın harice çıkmış bir şekli olduğu gibi Cenab-ı Hak hayatımıza çok manalar takıp kudretiyle bunu göze gösteriyor.) Görünüp ve işitilip, esma-i hüsnaya delalet eder. İşte hayatının sureti bu gibi emirlerdir.

Şimdi hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki:

Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi (odak noktası) hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed’e âyineliktir. (Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete insanın âyinedarlığının geniş izahatı İkinci Şua’da hem kısaca Yirmiikinci Söz’ün Dördüncü Lem’asında vardır. Hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki: Kâinat kadar ihtiyacatı olan insana, kâinatta tecelli eden bütün esmasını onun imdadına göndererek ihtiyaçlarını yerine getiren Zâtı Samed’in, Ehadiyet tecellisiyle bütün esmasıyla insanın kalb ayinesinde tecelli etmesidir. İnsanlık nev’ itibariyle bütün esmaya mazhar olduğu gibi Peygamberimiz Aleyhissalatü Vesselâm ferd itibariyle mazhardır.)

Şimdi hayatının saadet içindeki kemali ise:

(Kendisine verilen hayatın gösterdiği hakikatının sırrı anlayan insan kemal-i saadete mazhar olur.)

  • Senin hayatının âyinesinde temessül eden Şems-i Ezelî’nin envârını hissedip sevmektir. (Hayatında tecelli eden esmayı hissedip sev)
  • Zîşuur olarak ona şevk göstermektir. (Hayatında tecelli eden esmanın kemalatını ve cemalini gören kişi şevke gelir.)
  • Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir. (Yani kendi cüz’-i ihtiyarîsinden dahi vazgeçip, irade-i İlahiyeye işini bırakıp, kendi havl ü kuvvetinden teberri edip, Cenab-ı Hakk’ın havl ü kuvvetine iltica ederek hakikat-ı tevekküle yapışmaktır.)
  • Kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. (Kalb ayinesinde bütün esmasıyla tecelli eden Cenâb-ı Hakkın tecellisinden mahrum kalmamak için devamlı surette Cenab-ı Hakkı düşünüp Onun namıyla ve hesabıyla amel etmektir. Bu ise Sünnet-i Seniyeye müraat etmekle mümkündür. Evet hem ona iştiyak ve meyl ve muhabbet, onun sevdiği zatın Sünnet-i Seniyesine ve Şeriat-ı Garrasına ittiba’ ile sevdiğini göstermektir.)

İşte bu sırdandır ki, seni a’lâ-yı illiyyîne çıkaran bir hadîs-i kudsînin meal-i şerifi olan:

مَنْ نَه گُنْجَمْ دَرْ سَمٰوَات و زَمِينْ ٭ اَزْ عَجَبْ گُنْجَمْ بَقَلْبِ مُؤْمِنِينْ

denilmiştir.

İşte ey nefsim! Hayatının böyle ulvî gayata müteveccih olduğu ve şöyle kıymetli hazineleri câmi’ olduğu halde, hiç akıl ve insafa lâyık mıdır ki: Hiç-ender-hiç olan muvakkat huzuzat-ı nefsaniyeye, geçici lezaiz-i dünyeviyeye sarfedip zayi’ edersin! Eğer zayi’ etmemek istersen, geçen temsil ve hakikata remzeden denilmiştir.

  وَالشَّمْسِ وَضُحَهَا ٭ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلَيهَا ٭ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلَّيهَا ٭ وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا ٭ وَ السَّمَاءِ وَمَا بَنَيهَا ٭ وَ اْلاَرْضِ وَمَا طَحَيهَا ٭ وَ نَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا ٭ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوَيهَا ٭ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا ٭ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا

suresindeki kasem ve cevab-ı kasemi düşünüp amel et.

(Kasemin cevabı şu iki âyettir: قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا ٭ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا)

  اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى شَمْسِ سَمَاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ بُرْجِ النُّبُوَّةِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ نُجُومِ الْهِدَايَةِ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ آمِينَ آمِينَ آمِينَ

  * * *

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوَيهَا ٭ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا ٭

 وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatını Sure-i Şems’in mu’cizane işaret ettiği ve kâinatı muntazam bir saray suretinde gösterdiği ulvî ve vüs’atli bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki vezaif-i ubudiyet ve cihazat-ı insaniyeyi ve rububiyet-i İlahiyenin enva’-ı tecelliyatına karşı ubudiyet-i insaniyenin mukabelelerini o kadar güzel bir surette isbat ediyor ki; Sure-i Veşşems’in mu’cizane olan işaretini hârika bir surette ve en azîm bir dairede a’zam bir rububiyeti, ekmel bir ubudiyetle karşılaştırıyor. Sözler 779 )

(Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrı Dördüncü Şua Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiyenin İkinci Burhanının Beşinci Noktasında şöylece izah edilmiş: Nasılki yüzer hüner ve san’at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış. Şualar 78- 79 )

(Kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi bir ihtiyaçtan ileri gelmediği belki iktiza ettiğini izah eden yerler:

1- Onuncu Söz Dördüncü Hakikatta şöylece izah edilmiş: Gizli, kusursuz kemalât ise, takdir edici, istihsan edici, mâşâallah diyerek müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Daimî kemalât ise, daimî tezahür ister… İşte şu derece âlî, nazirsiz, gizli bir cemal ise; kendi mehasinini bir mir’atta görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını zîşuur ve müştak bir âyinede müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla yine sevgili cemaline bakmak için, görünmek de ister. Sözler 68-69 )

2- Dördüncü Şuada Cemal, Kemal Ve İhsanın tezahür etmek istemesinden ileri geldiği izah edilmiş: 

3- Otuzikinci Sözün İkinci Mevkıfı Üçüncü Maksad Dördüncü Remizde izah edilmiş:

4- Onuncu Söz Mukaddime İkinci İşarette izah edilmiş: Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlukatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir. Sözler 61 )

(Otuzuncu Lem’anın Altıncı Nüktesinin Üçüncü Şuaında üç kaide ile izah edilmiş: Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi: Esma-i İlahiyeye bakar.

Birinci Kaide: Malûmdur ki herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek ister;

İkinci Kaide: Herbir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celbetmek ister ve sever.

Üçüncü Kaide: Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mana, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.

Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; Lem’alar 348)

(Otuzbirinci Sözün Üçüncü Esası Hikmet-i Mi’rac bahsinde Birinci temsil Onbirinci Sözün özetidir. Ayrıca Nurun İlk Kapısında Onuncu Derste bu âlemin halk ve binası ve insanın içine idhal edilmesi Onbirinci Sözdeki temsille uzunca izah edilmiştir.

Otuzbirinci Sözün Üçüncü Esası Hikmet-i Mi’rac bahsinde İkinci temsilde Kemalin görünmemesi kemale noksaniyet kattığının izahı: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve hakaik-i esmasını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını bildirir, ifade eder. Elbette bir kitabın manası bilinmezse hiçe sukut eder. Bahusus böyle herbir harfi, binler manayı tazammun eden bir kitab, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her taifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Sözler 572)

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir