Onbirinci Mes’ele
Meyve’nin Onbirinci Mes’elesinin başı;
- Bir meyvesi Cennet (Cennet, mekan itibariyle güzelliği ifade ediyor.)
- Ve biri saadet-i ebediye (Saadet-i ebediye, zaman itibariyle genişliği ifade ediyor.)
- Ve biri rü’yetullah (Bütün güzeliklerin menbaı olan Cenâb-ı Hakkın Zâtını ifade ediyor.)
olan iman şecere-i kudsiyesinin hadsiz,
- Küllî (Her bir erkan-ı imaniye, külli bir meyvedir.)
- Ve cüz’î (Mesela meleklere imanın bir cüz’ü olan Azrail Aleyhisselama iman etmekten gelen bir meyvedir.)
meyvelerinden yüzer nümuneleri Risale-i Nur’da beyan ve hüccetlerle isbat edildiğinden, izahını “Siracünnur”a havale edip; küllî erkânının değil, belki cüz’î ve cüzlerin, cüz’î ve hususî meyvelerinden birkaç nümune beyan edilecek.
- (İmanlarına mükâfat olarak saadet-i ebediyeye (Cennette ebedi kalmak ücret olmayıp Cenâb-ı Hakkın fazlından bir hediyedir.)
- Ve İslâmiyetlerine ücret olarak dârüsselâma (Cenâb-ı Hak cenneti ücret olarak vaad etmekle insanların nefis ve mallarını satın alıyor.)
(İmanın meyvelerini izah eden risaleler; İkinci Söz, Yirmiüçüncü Söz’ün Birinci Mebhası, Yirmidördüncü Söz Beşinci Dal’ın Beş Meyvesi, Otuzbirinci Söz Dördüncü Esas’ın Beş Meyvesi, İkinci Şua’ın Birinci Makamındaki Üç Meyve ilâ âhir)
Birisi: Bir gün bir duada, “Yâ Rabbi!
Cebrail, (Hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebat-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.) ne kadar hürmete layıktır.)
Mikâil, (Hayat dairesinde rahmetin en cem’iyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) ne kadar hürmete layıktır.)
İsrafil, (Zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermekteki Hâlık’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ne kadar hürmete layıktır.)
Azrail (Zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan ölümle terhis etmekteki Hâlık’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden Azrail (A.S.) ne kadar hürmete layıktır.)
hürmetlerine ve şefaatlerine, beni cinn ve insin şerlerinden muhafaza eyle!” mealinde duayı dediğim zaman, herkesi titreten ve dehşet veren Azrail namını zikrettiğim vakit gayet tatlı ve tesellidar ve sevimli bir halet hissettim. Elhamdülillah dedim. Azrail’i cidden sevmeğe başladım. Melaikeye iman rüknünün bu cüz’î ferdinin pek çok meyvelerinden yalnız bir cüz’î meyvesine gayet kısa bir işaret ederiz.
Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Onu zayi’ olmaktan ve fenadan ve başıboşluktan muhafaza etmek için kuvvetli ve emin bir ele teslimin derin bir sevinç verdiğini kat’î hissettim.
Ve insanın amelini yazan melekler hatırıma geldi. Baktım, aynen bu meyve gibi çok tatlı meyveleri var.
Birisi: Her insan kıymetli bir sözünü ve fiilini bâkileştirmek için iştiyakla kitabet ve şiir, hattâ sinema ile hıfzına çalışır. Hususan o fiillerin Cennet’te bâki meyveleri bulunsa, daha ziyade merak eder. “Kiramen Kâtibîn” insanın omuzlarında durup onları ebedî manzaralarda göstermek ve sahiblerine daimî mükâfat kazandırmak, o kadar bana şirin geldi ki tarif edemem. (Amel ve niyetlerin kaydedildiği levhalara nezaret eden Kiramen Kâtibîn meleği ne kadar hürmete layıktır.)
Sonra ehl-i dünyanın, beni hayat-ı içtimaiyedeki herşeyden tecrid etmek içinde bütün kitablarımdan ve dostlarımdan ve hizmetçilerimden ve teselli verici işlerden ayrı düşürmeleriyle beraber, gurbet vahşeti beni sıkarken ve boş dünya başıma yıkılırken, melaikeye imanın pek çok meyvelerinden birisi imdadıma geldi. Kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhanîlerle doldurdu, âlemimi sevinçle güldürdü. Ve ehl-i dalaletin dünyaları vahşet ve boşluk ve karanlıkla ağladıklarını gösterdi.
(İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki; zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o hücra köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup “Allah!” diyerek kalbi ile ünsiyet edip, o ünsiyet ile, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârane tebessüm vaziyetinde düşünüp, “Zikrettiğim Hâlıkımın hadsiz ibadı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim, tevahhuş manasızdır.” diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye manasını anlar, Allah’a şükreder. Mektubat 444 )
Hayalim bu meyvenin lezzetiyle mesrur iken, umum peygamberlere imanın pek çok meyvelerinden buna benzer birtek meyvesini aldı, tattı. Birden, bütün geçmiş zamanlardaki enbiyalarla yaşamış gibi onlara imanım ve tasdikim, o zamanları ışıklandırdı ve imanımı küllî yapıp genişlendirdi. Ve âhirzaman peygamberimizin imana ait olan davalarına binler imza bastırdı, şeytanları susturdu.
(“Hikmet-ül İstiaze Lem’ası”nda ehl-i hidayetin, her vakit şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakk’a istiaze etmesinin sırrı Onüç işarette anlatılmıştır?)
Birden “Hikmet-ül İstiaze Lem’ası”nda kat’î cevabı bulunan bir sual kalbime geldi ki:
- “Bu meyveler gibi hadsiz tatlı semereler ve faideler
- Ve hasenatın gayet güzel neticeleri ve menfaatleri
- Ve erhamürrâhimîn’in gayet merhametkârane tevfikleri ve inayetleri
ehl-i hidayete yardım edip kuvvet verdikleri halde, ehl-i dalalet neden çok defa galebe eder ve bazan yirmisi, yüz tane ehl-i hidayeti perişan eder.” diye, manen benden soruldu. Ve bu tefekkür içinde, şeytanın gayet zaîf desiselerine karşı Kur’anın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenab-ı Hakk’ın yardımını ehl-i imana göndermesi hatıra geldi. Risale-i Nur’un onun hikmetini kat’î hüccetlerle izahına binaen, o sualin cevabına gayet kısa bir işaret ederiz:
Evet bazan (Temsil ile Şeytanın vesveslerini mücessem hale getiriyor.)
- Serseri (Her taraftan vesvese veriyor olması)
- Ve gizli, (Bazen suret-i Haktan görünüp vesvese vermesi)
- Muzır bir adamın (Kalbdeki iman nurunu çıkartacak kadar zararlı)
bir saraya ateş atmağa çalışması yüzünden, (İman sarayına şüphe ateşi atması)
- Yüzer adamın yapması gibi; (İmana ve Kur’ana hizmet eden Nur Talebelerine)
- Yüzer adamın muhafazası ile (Kur’anın büyük tahşidatı ve melaikelerin yardımını ehl-i imana göndermesi)
- Ve bazan devlete ve padişaha iltica ile (Devletin yani binbir esmanın ve padişahın yani Cenab-ı Hakk’ın yardımını ehl-i imana göndermesi)
o sarayın vücudu devam edebilir. Çünki onun vücudu, bütün şeraitin ve erkânın ve esbabın vücuduyla olabilir. Fakat onun ademi ve harab olması birtek şartın ademiyle vaki’ (Birtek imanın rüknünün inkarı ile iman sarayı harab olur.) ve bir serserinin bir kibritiyle yanıp mahvolduğu gibi (Bir vesvese ile şüpheye düşürmesi gibi), ins ü cinn şeytanları az bir fiil ile büyük tahribat ve dehşetli manevî yangınlar yaparlar. Evet bütün fenalıklar ve günahlar ve şerlerin mâyesi ve esasları ademdir, tahribdir. Sureten vücudun altında, adem ve bozmak saklıdır.
(Ehl-i dalalet küfrü telkin ederken komiteler kurarak sureten vücudî şeyler yapıyorlar. Fakat cüz’i iradeyi külli irade noktasında kullanmak vücuddur, kullanmamak adem olmasından onların yaptıkları adem hesabına geçer.)
İşte cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya (“Et-tahribü eshel” olmasına) istinaden gayet zaîf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenab-ı Hakk’ın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur ettiğinden, Kur’an onları himaye için büyük tahşidat yapar. Doksandokuz esma-i İlahiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.
Bu cevabdan, birden pek büyük bir hakikatın ucu ve azametli, dehşetli bir mes’elenin esası göründü. Şöyle ki:
(Cüz’i iradeyi külli irade noktasında kullanmanın neticesi Cennettir, kullanmamanın neticesi Cehennemdir.)
Nasılki Cennet bütün vücud âlemlerinin mahsulâtını taşıyor ve dünyanın yetiştirdiği tohumları bâkiyane sünbüllendiriyor, öyle de; Cehennem dahi, hadsiz dehşetli adem ve hiçlik âlemlerinin çok elîm neticelerini göstermek için o adem mahsulâtlarını kavuruyor ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor. Bu dehşetli mes’elenin şimdilik kapısını açmayacağız. İnşâallah sonra izah edilecek.
Hem meleklere iman meyvesinden bir cüz’ü ve Münker ve Nekir’e ait bir nümunesi şudur: Herkes gibi ben dahi muhakkak gireceğim diye mezarıma hayalen girdim. Ve kabirde yalnız, kimsesiz, karanlık, soğuk, dar bir haps-i münferidde bir tecrid-i mutlak içindeki tevahhuş ve me’yusiyetten tedehhüş ederken, birden Münker ve Nekir taifesinden iki mübarek arkadaş çıkıp geldiler. Benimle münazaraya başladılar. Kalbim ve kabrim genişlediler, nurlandılar, hararetlendiler; âlem-i ervaha pencereler açıldı. Ben de şimdi hayalen ve istikbalde hakikaten göreceğim o vaziyete bütün canımla sevindim ve şükrettim.
Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke” = “Senin Rabbin kimdir?” diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevab vererek: “(Men) mübtedadır. (Rabbüke) onun haberidir; müşkil bir mes’eleyi benden sorunuz, bu kolaydır.” diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşf-el kubur velisini güldürdü ve rahmet-i İlahiyeyi tebessüme getirdi, azabdan kurtulduğu gibi; Risale-i Nur’un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesi’ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatları ile cevab verdiği misillü; ben de ve Risale-i Nur şakirdleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevab verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inşâallah.
Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüz’î bir nümunesi şudur ki: İlmihalden iman dersini alan bir masum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vaveylâ eden diğer bir çocuğa: “Ağlama, şükreyle.. senin kardeşin meleklerle beraber Cennet’e gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, heryeri seyredebilir.” deyip, feryad edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir. Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi, bu hazîn kışta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldım. Biri, hem âlî mekteblerde birinciliği kazanan, hem Risale-i Nur’un hakikatlarını neşreden, biraderzadem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken, tavaf içinde vefat eden Âlime Hanım namındaki merhume hemşirem. Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesi’nde yazılan merhum Abdurrahman’ın vefatı gibi beni ağlatırken; imanın nuruyla o masum Fuad, o sâliha Hanım insanlar yerinde meleklere, hurilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını manen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları, hem Fuad’ın pederi kardeşim Abdülmecid’i, hem kendimi tebrik ederek Erhamürrâhimîn’e şükrettim. Bu iki merhumeye rahmet duası niyetiyle buraya yazıldı, kaydedildi.
Risale-i Nur’daki bütün mizanlar ve müvazeneler, imanın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her mü’minin imanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak.. belki sünbül verecek ve o surette inkişaf edecek diye haber verirler.
- Ve o küllî ve pek çok meyvelerinden beş meyvesi, meyve-i mi’rac olarak Otuzbirinci Söz’ün âhirinde
- Ve beş meyvesi Yirmidördüncü Söz’ün Beşinci Dal’ında nümune olarak yazılmış.
- Erkân-ı imaniyenin herbirinin ayrı ayrı pek çok belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rü’yet-i İlahiyedir diye, başta demiştik.
- Ve Otuzikinci Söz’ün âhirindeki müvazenede, imanın saadet-i dâreyne medar bir kısım semereleri güzel izah edilmiş.
İman-ı bil’kader rüknünün kıymetdar meyveleri bu dünyada bulunduğuna bir delil, umum lisanında مَنْ آمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ darb-ı mesel olmuştur. Yani, “Kadere iman eden, gamlardan kurtulur.” Risale-i Kader’in âhirinde güzel bir temsil ile, iki adamın şahane bir sarayın bahçesine girmesiyle, bir küllî meyvesi beyan edilmiş. Hattâ ben kendi hayatımda binler tecrübelerimle gördüm ve bildim ki; kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur. Elîm musibetlerde, ne vakit kadere iman cihetine bakardım; musibet gayet hafifleşiyor görüyordum. Ve kadere iman etmeyen nasıl yaşayabilir diye hayret ederdim.
Melaikeye iman rüknünün küllî meyvelerinden birisine, Yirmiikinci Söz’ün İkinci Makam’ında şöyle işaret edilmiş ki; Azrail Aleyhisselâm Cenab-ı Hakk’a münacat edip demiş: “Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibadın benden küsecekler, şekva edecekler.” Ona cevaben denilmiş: “Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde yapacağım; tâ ibadımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin.” Aynen bu perdeler gibi Azrail Aleyhisselâm’ın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız şekvalar Cenab-ı Hakk’a gitmesin. Çünki ölümdeki hikmet ve rahmet ve güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zahire bakıp itiraz eder, şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvalar Rahîm-i Mutlak’a gitmemek hikmetiyle Azrail Aleyhisselâm perde olmuş.
Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki bütün esbab-ı zahiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i İlahiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin, itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile kudretin mübaşereti -nazar-ı zahirîde- görünmesin. Yoksa hiçbir sebebin hakikî tesiri ve icada hiç kabiliyeti olmadığını, her şeyde tevhid sikkeleri kat’î gösterdiğini, Risale-i Nur hadsiz delilleriyle isbat etmiş. Halketmek, icad etmek ona mahsustur. Esbab, yalnız bir perdedir. Melaike gibi zîşuur olanların, yalnız cüz-i ihtiyarıyla cüz’î, icadsız, kesb denilen bir nevi hizmet-i fıtriye ve amelî bir nevi ubudiyetten başka ellerinde yoktur.
Evet, izzet ve azamet isterler ki; esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve ehadiyet isterler ki; esbab, ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.
İşte nasılki melekler ve umûr-u hayriyede ve vücudiyede istihdam edilen zahirî sebebler, güzellikleri görünmeyen ve bilinmeyen şeylerde kudret-i Rabbaniyeyi kusurdan, zulümden muhafaza edip takdis ve tesbih-i İlahîde birer vesiledirler. (Meselâ: Sel gibi hadiselerde müekkel olan melaikeye şekva gidip Cenab-ı Hakka gitmemek için bir perdedir.) Aynen öyle de: Cinnî ve insî şeytanlar ve muzır maddelerin umûr-u şerriyede ve ademiyede istimalleri dahi, yine kudret-i Sübhaniyeyi gadirden ve haksız itirazlardan ve şekvalara hedef olmaktan kurtarmak ile takdis ve tesbihat-ı Rabbaniyeye ve kâinattaki bütün kusurattan müberra ve münezzehiyetine hizmet ediyorlar. Çünki bütün kusurlar ademden ve kabiliyetsizlikten ve tahribden ve vazife yapmamaktan -ki birer ademdirler- ve vücudî olmayan ademî fiillerden geliyor. Bu şeytanî ve şerli perdeler, o kusurata merci olup itiraz ve şekvaları bi’l-istihkak kendilerine alarak Cenab-ı Hakk’ın takdisine vesile oluyorlar. Zâten şerli ve ademî ve tahribçi işlerde kuvvet ve iktidar lâzım değil; az bir fiil ve cüz’î bir kuvvet, belki vazifesini yapmamak ile bazan büyük ademler ve bozmaklar oluyor. O şerir fâiller, muktedir zannedilirler. Halbuki ademden başka hiç tesirleri ve cüz’î bir kesbden hariç bir kuvvetleri yoktur. Fakat o şerler ademden geldiklerinden, o şerirler hakikî fâildirler. Bil-istihkak, eğer zîşuur ise cezayı çekerler. Demek seyyiatta o fenalar fâildirler; fakat haseneler ve hayırlarda ve amel-i sâlihte vücud olmasından, o iyiler hakikî fâil ve müessir değiller. Belki kabildirler; feyz-i İlahîyi kabul ederler ve mükâfatları dahi sırf bir fazl-ı İlahîdir diye, Kur’an-ı Hakîm
مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ ferman eder.
Elhasıl: Vücud kâinatları ve hadsiz adem âlemleri birbirleriyle çarpışırken (Bu çarpışma cüz’i ihtiyariyi külli irade noktasında kullanmak veya kullanmamak şeklindedir. Kullanılırsa vücud âlemlerini kullanılmazsa adem âlemlerini netice veriyor. Herşey, mana-yı ismiyle ve kendine bakan vecihte hiçtir. Kendi zâtında müstakil ve bizâtihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız kendi başıyla kaim bir hakikatı yok. Fakat Cenab-ı Hakk’a bakan vecihte ise, yani mana-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünki onda cilvesi görünen esma-i bâkiye var. Madum değil; çünki sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikatı vardır, sabittir, hem yüksektir. Çünki mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi gölgesidir. Mektubat 59) ve Cennet ve Cehennem gibi meyveler verirken ve bütün vücud âlemleri “Elhamdülillah Elhamdülillah” ve bütün adem âlemleri “Sübhanallah Sübhanallah” derken ve ihatalı bir kanun-u mübareze ile melekler şeytanlarla ve hayırlar şerlerle, tâ kalbin etrafındaki ilham, vesvese ile mücadele ederken; birden meleklere imanın bu meyvesi tecelli eder, mes’eleyi halledip karanlık kâinatı ışıklandırır. اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin envârından bir nurunu bize gösterir ve bu meyve ne kadar tatlı olduğunu tattırır.
İkinci bir küllî meyvesine “Yirmidördüncü” ve “elif”ler kerametini gösteren “Yirmidokuzuncu Söz”ler işaret edip parlak bir surette meleklerin vücudunu ve vazifesini isbat etmişler. (Evet cümlesi ile Meleklerin vücudu hülasaten isbat edilecek.) Evet kâinatın her tarafında, cüz’î ve küllî her şeyde, her nevide, kendini tanıttırmak ve sevdirmek içinde merhametkârane bir haşmet-i rububiyet, elbette o haşmete, o merhamete, o tanıttırmaya, o sevdirmeye karşı şükür ve takdis içinde bir geniş ve ihatalı ve şuurkârane bir ubudiyetle mukabele etmesi lâzım ve kat’îdir. Ve şuursuz cemadat ve erkân-ı azîme-i kâinat hesabına o vazifeyi, ancak hadsiz melekler görebilir ve o saltanat-ı rububiyetin her tarafta, serada süreyyada, zeminin temelinde, dışında hakîmane ve haşmetkârane icraatını onlar temsil edebilirler.
(Yağmur, kar, güneş gibi cemadatın ferdine, dağ, arz, sema gibi cemadatın nev’ine, Nebatatın nev’ine, Eşcarın ferdine, Hayvanatın Nev’ine nezaret eden melaikeler vardır. Bu nezarette melaikenin yaptığı insan gibi cüz’i ihtiyariyle kesbetmesinin neticesindeki icraat, Cenab-ı Hakkın kudret, ilim ve iradesiyle yaratılıyor. İnsanların yaptıkları eşyalara, nezaret eden melaikeye ihtiyaç yoktur. Var diyenler eşyanın vücutta kalması için gerekli kanunlar varsa bu kanunlara nezaret eden melaike de vardır demişler.)
Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda Sevr ve Hut namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet’ten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride bâki Cennet’e bir kısmını devretmeğe bir işaret için Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî-İsrail’in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas’tan dahi mervîdir. (Sahret taşının bir nokta-i istinad olması nezaret noktasında bu uhrevî maddenin bir merkez olduğuna işarettir. Arş-ı a’zam nasıl ki bir tasarruf merkezidir, sahret taşı dahi öyledir.) Maatteessüf bu kudsî mana, mürur-u zamanla bu teşbih, avamın nazarında hakikat telakki edilmekle, aklın haricinde bir suret almış. Madem melekler havada gezdikleri gibi toprakta ve taşta ve yerin merkezinde de gezerler; elbette onların ve küre-i arzın, üstünde duracak cismanî taş ve balığa ve öküze ihtiyaçları yoktur.
Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin ferdleri sayısınca diller ve o ferdlerin a’za ve yaprak ve meyveleri mikdarınca tesbihatlar yaptığı için elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdarane temsil edip dergâh-ı İlahiyeye takdim etmek için kırkbin başlı ve her başı kırkbin dil ile ve herbir dil ile kırkbin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş.
Ve hilkat-ı kâinatın en ehemmiyetli neticesi olan insanlarla münasebat-ı Rabbaniyeyi tebliğ ve izhar eden Cebrail (A.S.) (Cebrail (A.S.)’ın insana gelen ilhamlara nezareti olduğu gibi diğer mahlukata gelen ilhamlara da nezareti vardır.)
Ve zîhayat âleminde en haşmetli ve en dehşetli olan diriltmek ve hayat vermek ve ölümle terhis etmekteki Hâlık’a mahsus olan icraat-ı İlahiyeyi yalnız temsil edip ubudiyetkârane nezaret eden İsrafil (A.S.) ve Azrail (A.S.)
Ve hayat dairesinde rahmetin en cem’iyetli, en geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır. Onların ve herbirinin mahsus taifelerinin vücudları, kâinatta güneş gibi görünen saltanat ve haşmetin vücudu derecesinde kat’îdir ve şübhesizdir. Melaikeye ait başka maddeler bunlara kıyas edilsin.
(Evet cümlesi ile meleklerin vücudunun tahkiki yapılacak.)
Evet küre-i arzda dörtyüzbin nevileri zîhayattan halkeden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı san’atına karşı, onlara dilleriyle “Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhanallah” dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukabil “Elhamdülillah, Veşşükrü-lillah, Allahüekber” o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zülcelali ve’l-Cemal, elbette, bilâşek velâ-şübhe, koca semavata münasib, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış. Ve hayvanatın taifelerinden pekçok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki,
- Bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san’at ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar;
- Bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar.
(Evet cümlesi ile Yirmidokuzuncu Sözün Birinci Maksadının İkinci Esası hülasa edilecek.)
Evet zaman-ı Âdem’den beri bütün semavî kitablar ve dinler, meleklerin vücudlarına ve ubudiyetlerine ittifakları ve bütün asırlarda melekler ile konuşmalar ve muhavereler, kesretli tevatür ile insanlar içinde vukubulduğunu nakil ve rivayetleri ise; görmediğimiz Amerika insanlarının vücudları gibi meleklerin vücudlarını ve bizimle alâkadar olduklarını kat’î isbat eder.
İşte şimdi gel, iman nuruyla bu küllî ikinci meyveye bak ve tat; nasıl kâinatı baştan başa şenlendirip, güzelleştirip bir mescid-i ekbere ve büyük bir ibadethaneye çeviriyor. Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukabil; hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini ehl-i imana derecesine göre dünyada dahi tattırır.
Tetimme: Nasılki vahdet ve ehadiyet sırrıyla kâinatın her tarafında aynı kudret, aynı isim, aynı hikmet, aynı san’at bulunmasıyla Hâlık’ın vahdet ve tasarrufu ve icad ve rububiyeti ve hallakıyet ve kudsiyeti, cüz’î-küllî herbir masnu’un hal dili ile ilân ediliyor. Aynen öyle de; her tarafta melekleri halkedip her mahlukun lisan-ı hal ile şuursuz yaptıkları tesbihatı, meleklerin ubudiyetkârane dilleriyle yaptırıyor. Meleklerin hiçbir cihette hilaf-ı emir hareketleri yoktur. Hâlis bir ubudiyetten başka hiçbir icad ve emirsiz hiçbir müdahale, hattâ izinsiz şefaatları dahi olmaz. Tam بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ ٭ وَ يَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ sırrına mazhardırlar.
(O Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan der ki: “Melaike, ibad-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar. Melaike, ecsam-ı latife-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar.”
Evet nasılki beşer bir ümmettir, “Kelâm” sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin
- hameleleri, (Hamele; şer’i emirleri işleyen ibadullaha bakıyor.)
- mümessilleri, (Mümessil; şer’i kanunları işleyen ibadullahın şahs-ı manevisini temsil eden Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’a bakıyor.)
- mütemessilleridir. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın şer’i kanunlarını işleyen ibadullahın şahs-ı manevisinin her asırda temessülüne vasıta olan Müceddidlere bakıyor.)
Öyle de: Melaike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı “İrade” sıfatından gelen Şeriat-ı Tekviniyenin
- hamelesi, (Hamele; tekvini emirleri işleyen melaikeye bakıyor.)
- mümessili (Mümessil; tekvini kanunları işleyen melaikelerin ilim nev’inden şahs-ı manevisini temsil eden Cebrail Aleyhisselama bakıyor.)
- ve mütemessilleridirler. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın tekvini kanunlarına nezaret eden melaikenin şahs-ı manevisinin temessülüne vasıta olan melaike-i izama bakıyor.)
Müessir-i Hakikî olan Kudret-i Fâtıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tâbi’ bir nevi ibadullahtırlar ki; ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler. Sözler 511)
* * *