Anasayfa » Onbeşinci Lem’a

Onbeşinci Lem’a

Onbeşinci Lem’a

            Risale-i Nur Külliyatının Sözler, Mektubat ve Ondördüncü Lem’aya kadar olan kısmının fihristesidir. Her kısmın fihristesi, yani Sözler kısmının fihristesi, Sözler Mecmuasında bulunduğundan, Mektubat ve Lem’aların da kendilerine ait fihristeleri o mecmuaların âhirlerine ilhak edildiğinden burada yazılmadı.

Fihrist Risalesi

Risale-i Nur Külliyatı’nın eczahane-i kübrasının umumunun fihristidir.

(Otuzbirinci Mektub’un Onbeşinci Lem’ası Umum Risaleler Fihristesi)

Müellifi

Bediüzzaman

Said-ün Nursî

            Risalelerin bir derece mevzularını ve kıymetlerini gösterir şu lem’ayı yazmak için bir sene evvel Sabri Efendi ilhah ile istiyordu. Onun namına yazıldı. Sonra anladım ki, çoklar istiyorlar. Hem de çok lüzumu vardır.

            Âyât-ı Kur’aniyenin bir nev’i tefsiri olan Risale-i Nur eczalarının mücmel bir fihristesidir. Risalelerin kıymetlerine ve meziyetlerine dair beyanatı müdakkik ve muktedir ‎kardeşlerimin Yirmiyedinci Mektub’da derc edilmiş parlak ve güzel yüzer ‎fıkralarına havale edip bu Lem’ada yalnız muhtasar bir işaretle mahiyet ve ‎ehemmiyetlerinden bahsedeceğiz. Faziletlerine dair tafsilat isteyenler o beliğ ve ‎mübarek fıkralara müracaat etsinler.‎

            Said-ün Nursî Radıyallahu Anh

            بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

            Âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsiri olan “Risale-i Nur Eczaları”nın mücmel bir fihristesidir.

            BİRİNCİ SÖZ

            بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ in çok esrar-ı mühimmesinden bir sırrını güzel bir temsil ile tefsir eder. Ve “Bismillah” ne kadar kıymetdar bir şeair-i İslâmî olduğunu gösterir.

            İKİNCİ SÖZ

            اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ mealinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul bir temsil ile [1](Haşiye) tefsir eder.

            ÜÇÜNCÜ SÖZ

            يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetinin mealinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir hakikatını, mantıkî [2](Haşiye) bir temsil ile tefsir ediyor.

            DÖRDÜNCÜ SÖZ

            اِنَّ الصّلَوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا âyetinin mealinde ve namaz hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul ve mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor. Zerre miktar insafı bulunan teslime mecbur ediyor.

            BEŞİNCİ SÖZ

            اِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُوَن âyetinin mealinde ve takva ve ubudiyet hakkındaki âyetlerin vazife-i ubudiyet ve takvanın mühim bir sırrını gayet güzel bir temsil ile tefsir ediyor. O tefsir herkesi ikna eder.

            ALTINCI SÖZ

اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ âyetinin mealinde ve nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak hakkındaki âyetlerin gayet mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satanların beş derece kâr içinde kârı ve satmayanların beş derece hasaret içinde hasareti kazandıklarını, gayet mukni’ bir temsil ile tefsir ediyor. Hakikate karşı mühim bir kapı açıyor.

            YEDİNCİ SÖZ

            يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَ الْيَوْمِ اْلآخِرِ ۞ اِنَّ وَعْدَ اللّهِ حَقٌّ فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّهِ الْغَرُورُ

âyetinin mealinde ve “İman-ı Billah ve bil-yevm-il-âhir” ve hayat-ı dünyeviye hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet makul bir temsil ile tefsir etmekle beraber, ehl-i gaflet hakkında dünyanın ne kadar dehşetli; ve mevt ve ecel, ne kadar müdhiş; ve acz ve fakr, ne kadar elîm olduğunu ve ehl-i hidayet hakkında hayat-ı dünyeviyenin içyüzü, ne kadar güzel; ve kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl bir vesile-i saadet bulunduğunu gayet kat’î bir tarz ile isbat eder. Saadet-i Dâreyne giden yolu gösterir.

            SEKİZİNCİ SÖZ

            اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ ve اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّهِ اْلاِسْلاَمُ âyetlerinin mealinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyet-i din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhuf-u İbrahimiye’de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanı ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber, dinsiz insan en bedbaht mahluk olduğunu isbat etmekle ve şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri zulümattan kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet latîf ve güzel bir müvazene ile; fâsık olan bedbaht adamın müdhiş vaziyetini, sâlih olan bahtiyar adamın saadetli vaziyetini gösteriyor.

            DOKUZUNCU SÖZ

            فَسُبْحَانَ اللّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

âyetinin mealinde ve beş vakit namaz hakkındaki âyâtın gayet mühim bir sırrını “Beş Nükte” ile tefsir etmekle beraber, malûm beş vakit namazın hikmet-i tahsisini o kadar güzel ve şirin bir tarzda beyan ediyor ki; zerre miktar şuuru bulunan bir insan, bu cazibedar hikmet ve parlak hakikate karşı teslime mecbur olur. Ve cesed-i insan havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan dahi namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat’î bir surette beyan eder.

            ONUNCU SÖZ

            فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

âyetinin mealinde ve Haşir ve Âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatını, oniki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve oniki hakaik-i kātıa-i bahire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bil-âhireti o kadar kuvvetli bir surette isbat eder ki; bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o isbata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. Ve imana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.

            ONBİRİNCİ SÖZ

وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا ۞ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلَيهَا ۞ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلَّيهَا ۞ وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا ۞ وَ السَّمَاءِ وَمَا بَنَيهَا ۞ وَ اْلاَرْضِ وَمَا طَحَيهَا ۞ وَ نَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا ۞ فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوَيهَا ۞ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا ۞ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا۞

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatını Sure-i Şems’in mu’cizane işaret ettiği ve kâinatı muntazam bir saray suretinde gösterdiği ulvî ve vüs’atli bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki vezaif-i ubudiyet ve cihazat-ı insaniye ve rububiyet-i İlahiyenin enva’-ı tecelliyatına karşı ubudiyet-i insaniyenin mukabelelerini o kadar güzel bir surette isbat ediyor ki; Sure-i Veşşemsi mu’cizane olan işaretini hârika bir surette ve en azîm bir dairede a’zam bir rububiyeti, ekmel bir ubudiyetle karşılaştırıyor.

            ONİKİNCİ SÖZ

       ۞ وَ بِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَ بِالْحَقِّ نَزَلَ وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

âyetlerinin mealinde hikmet-i Kur’aniyenin fazileti hakkında yüzer âyâtın mühim bir hakikatını, hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin müvazenesi suretinde gayet parlak bir temsil ile tefsir etmekle Kur’anın bir mu’cizesini ve i’cazını ve onun karşısında hikmet-i felsefenin aczini ve sukutunu hârika bir surette isbat eder, körlere de gösterir. Bu söz, Onbirinci Söz gibi gayet mühimdir. Herkes onlara muhtaçtır.

            ONÜÇÜNCÜ SÖZ

            وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ âyetiyle, وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ

âyetinin mealinde ve hikmet-i Kur’aniyenin kudsiyetini ve vüs’atini ve şiirden istiğnası hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüksek mu’cizane hikmetini, felsefenin aşağı ve dar hikmeti ile müvazene ediyor. Hikmet-i Kur’aniyedeki kesret ve vüs’at ve felsefenin fakr ve iflasını muhtasar beyan etmekle beraber, Kur’anın şiirden istiğnası ve adem-i tenezzülünün sebebi, hakaik-i Kur’aniyenin yüksekliği parlaklığı olduğunu gösterir. Ve mühim bir temsil ile bir nevi i’caz-ı Kur’anîyi beyan eder.

            ONDÖRDÜNCÜ SÖZ

            Dar akıllara sığışmayan yüksek geniş bir kısım hakaik-i Kur’aniyeyi göze görünen emsal ve nazireleriyle fehme takrib eder. Meselâ:

 خَلَقَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ۞ وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ۞ وَ السَّموَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ ۞

اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ۞ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ

âyetlerinin gayet yüksek ve gayet geniş hakikatlerini temsil ve tanzir ile akla kabul ettirir kalbi ikna eder bir tarzda beyan ediyor. Âhirinde, nefs-i emmareye müessir bir sille-i ikaz var. Nefsine esir olan onu okusa ve kabul etse, nefsin esaretten kurtulur.

            ONBEŞİNCİ SÖZ

            وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

âyetinin mealinde ve melaike ile şeytanların mübarezeleri hakkındaki âyâtın, kozmoğrafyacıların dar akıllarına yerleşmeyen mühim bir sırrını, “Yedi Basamak” namıyla yedi muhkem hüccet ve metin mukaddemeler ile tefsir ediyor. Ve şu âyetin semasından evham-ı şeytaniyeyi recmedip tardeder.

            ONALTINCI SÖZ

اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ۞ فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin mealindeki çok âyâtın “Ehadiyet-i zâtiye ile külliyet-i ef’al; ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyet ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufat; ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle her şeye yakın olması; ve bir tek zât-ı ehadî olmak ile her işi bizzât elinde tutmak” olan hakaik-i âliye-i Kur’aniyeyi “Dört Şua” namıyla gayet mühim bir sırrını tefsir ediyor. Ve o hakaikı müstakim akıllara ve selim kalblere teslim ettiriyor.

            ONYEDİNCİ SÖZ

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا ِلنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً ۞ وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا ۞

وَمَا الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَهْوٌ وَلَعِبٌ meallerinde: Lezzet-i hayat içinde elem-i mevt ve sürur-u visal içinde elem-i zeval hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını ve ism-i Kahhar’a karşı Rahman isminin cilvesini gayet güzel bir suretle gösterip o sırrı tefsir ediyor. Ve ehl-i iman için dünyanın mahiyetini, seyyar bir ticaretgâh ve muvakkat bir misafirhane ve birkaç günlük bir teşhirgâh ve kısa bir müddet için işleyecek bir tezgâh ve ahz u i’ta için yol üstünde kurulmuş bir pazar olduğunu gösterip, dünyadan berzah ve âhiret tarafına insan seyahatını sevdirir ve dehşetini izale eder. Ve bu sözün âhirinde bazı nüshalarda “Siyah Dut Meyvesi” namıyla kıymetdar ve cazibedar ve şiir kıyafetinde birkaç hakikat var.

            ONSEKİZİNCİ SÖZ

            “İki Makam”dır.

            İkinci Makamı yazılmamış. Birinci Makamı üç noktadır.

            Birincisi: اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ nun, çirkin ve bahsi hilaf-ı edeb görünen şeylerin güzel cihetlerini gösteren bir sırrını,

            İkincisi: اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ risalet-i Ahmediyeye dair ince fakat kuvvetli bir delilini gösteren bir sırrını

            Üçüncü nokta:

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا… الخ

âyetinin fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbin nefs-i emmarenin kafasına sille-i te’dibi vuran bir sırrını tefsir eder.

            ONDOKUZUNCU SÖZ

          يس وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ âyetinin mealindeki yüzer âyâtın en mühim bir hakikatları olan risalet-i Ahmediyeyi “Ondört Reşha” namıyla ondört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve isbat ediyor. Ve en muannid bir hasmı ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi izhar ediyor.

            YİRMİNCİ SÖZ

            “İki Makam”dır.

            Birinci Makam: Şeytanın Sure-i el-Bakar’ın başında Hazret-i Âdem’e meleklerin secdesini ve bir bakaranın zebhini ve taşlardan su çıkması hakkındaki üç mühim âyetine gayet müdhiş üç şübhesini öyle bir tarzda reddedip mahveder ki; şeytanı ve şeytan gibi insanları öyle desiselerden pişman edip vazgeçiriyor. Çünki, tenkid ve itirazlarıyla lemaat-ı i’caziyenin kapısını açtırttılar. O üç âyetten üç lem’a-i i’caz göründü.

         İkinci Makamı: Mu’cizat-ı Enbiya yüzünde bir mu’cize-i Kur’aniyeyi göstermekle beraber, mu’cizat-ı Enbiyaya dair âyât-ı Kur’aniyenin ne kadar manidar ve hikmetmedar olduklarını gösterir. Ve Kur’anda kapalı kalmış çok defineler bulunduğunu ihtar eder.

            YİRMİBİRİNCİ SÖZ

            İki Makamdır.

            Birinci Makamı: Namazı o kadar güzel bir tarzda kıymetini ve faidesini gösterir ki, en tenbel en fâsık adamı dahi namaza karşı bir iştiyak verir ve gayrete getirir.

            İkinci Makamı: Şeytanın çok istimal ettiği beş mühim desiselerini ibtal ediyor. Ve vesvesesi ile mü’minlerin kalbinde açtığı yaraların beşine, güzel merhemler tarif ediyor.

            YİRMİİKİNCİ SÖZ

            فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ ve اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ mealinde ve tevhid-i hakikî hakkındaki yüzler âyetin mühim bir hakikatını “İki Makam” ile tefsir eder.

            Birinci Makamı: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile oniki basamak hükmünde “Oniki Bürhan” ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat’î bir surette isbat eder ki: En mütemerrid müşrikleri tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla isbat eder.

           İkinci Makam ise: Hakikat-ı tevhidi ve tevhid-i hakikîyi, “Oniki Lem’a” namıyla hikâye-i temsiliyenin oniki temsilinin perdesi altında oniki bürhan-ı bahire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde isbat ediyor. O Lem’alarda deliller o kadar kat’îdir ki, hiçbir şübhe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki, mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcib-ül Vücud’un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı isbat ediyor.

            YİRMİÜÇÜNCÜ SÖZ

  لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

âyetinin mealindeki çok âyâtın imana dair ve terakkiyat ve tedenniyat-ı insaniyeye medar “Beş Nokta” ile ve “Beş Nükte” içinde herkese taalluk eden ve herkes ona muhtaç olan on mebhas ile o sırr-ı azîmi tefsir eder. İstidadat-ı insaniye ile vezaif-i insaniyeyi, gayet makul ve makbul bir surette beyan eder.

            Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi, çokları da imana getirmiş. Gayet kıymetdar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor.

           YİRMİDÖRDÜNCÜ SÖZ

            اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى âyetinin mealinde ve esma-i hüsnanın cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakikatını beş dal namıyla mebahis-i azîme ile tefsir ediyor. Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrarın muhtasar bir hazinesidir. Üçüncü Dal, hadîslere gelen evhamı oniki kaide ile reddeder, esaslarını keser. Dördüncü Dalı, kâinat sarayında istihdam olunan nebatat ve hayvanat ve insan ve melaike taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubudiyet ve tesbihlerini ve haşmet-i rububiyet-i İlahiyeyi cazibedar bir tarzda beyan eder. Beşinci Dal, اَللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى âyetinin şecere-i nuraniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir surette gösteriyor. Bu beş meyve ve Otuzbirinci Söz’ün âhirinde beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın.

            YİRMİBEŞİNCİ SÖZ

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

âyetinin hakikatını teyid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikatı olan i’caz-ı Kur’anîyi tefsir eder. Üç Şua içinde kırk vücuh-u i’caziyeyi beyan ve tefsir ediyor ki; Kur’an, kelâmullah olduğunu; gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi, öylece gösterir ve isbat eder. Nısf-ı evvel çendan sür’atli te’lif edilmiş, fakat istirahat-ı kalb ile yazıldığı için izahlıdır. Nısf-ı âhir bazı esbab-ı mühimmeye binaen muhtasar ve mücmel kalmıştır. Fakat bununla beraber her taifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübarek Söz, i’caz-ı Kur’anı ona gösterir ve isbat eder. Bu söz şimdiye kadar i’caz-ı Kur’ana karşı çok muannidleri serfüru ederek secdeye getirmiş…

            YİRMİALTINCI SÖZ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ۞ ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ … الخ

mealindeki âyâtın sırr-ı kadere ait ve “İman-ı bilkader hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ”nın isbatına medar mühim bir hakikatını dört mebhas ile öyle bir surette tefsir eder ki; havassın fikirleri yetişmediği esrar-ı kaderiyeyi, basit avamların zihinlerine takrib edip anlattırıyor. Hâtimesinde, en kısa ve en selim ve en müstakim bir tarîkatın “Dört Hatve” namıyla tezkiye-i nefse ve tekemmül-ü ruha medar dört mühim ders veriyor. Ve hâtimenin hâtimesinde mesail-i müteferrikadan altı mes’ele var ki, birisi Sure-i Feth’in âhirindeki âyetin bir sır ve lem’a-i i’caziyesini açıyor.

            YİRMİYEDİNCİ SÖZ

وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَ اِلَى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَ لَوْلاَ فَضْلُ اللّهِ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلاَّ قَلِيلاً

âyetinin mealindeki âyâtın içtihada dair mühim bir hakikatını tefsir eder. Ve bu zamanda haddinden tecavüz edip içtihada dem vuranların haddini bildirip, ihtilaf-ı mezahibin sırrını güzel beyan eder. “Bu zamanda eski zaman gibi içtihad edebiliriz.” diyenlerin ne kadar yanlış hata ettiklerini isbat eder. Bu sözün zeylinde Sahabe-i Güzin’in evliyadan yüksek olan mertebelerini gayet parlak bir surette ve kat’î bir tarzda isbat etmekle beraber, Sahabelerin nev’-i beşer içinde Enbiyadan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara da yetişilmediğini kat’î bir surette isbat eder.

            YİRMİSEKİZİNCİ SÖZ

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

âyetlerinin Cennet’e ve saadet-i ebediyeye dair hakikatını teyid eden yüzler âyâtın mühim bir hakikatını iki makamla tefsir eder.

Birinci Makam: “Beş Sual ve Cevab” namıyla Cennet’in lezaiz-i cismaniyesine ve hurilerin hakkında medar-ı tenkid olmuş mes’eleleri öyle güzel bir surette beyan eder ki, herkesi ikna eder.

İkinci Makamı: Arabiyy-ül ibare olarak oniki lâsiyyema kelimesiyle başlayan ve gayet kuvvetli ve kat’î ve hiçbir cihette sarsılmaz, haşre dair, Cennet ve Cehennem’in hakkaniyetine medar binler bürhanı tazammun eden bir bürhan-ı bahirdir ki; o bürhan, Onuncu Söz’ün menşe’i ve esası ve hülâsasıdır.

            YİRMİDOKUZUNCU SÖZ

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ۞ وَ الْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَ مَلئِكَتِهِ ۞ وَ مَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ۞ مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melaikeye dair üç mühim hakikatını tefsir eder. Beka-i ruhu o kadar güzel isbat eder ki; cesedin vücudu gibi, ruhun bekasını gösterir. Ve melaikenin vücudlarını, Amerika insanlarının vücudları gibi isbat eder. Ve Haşir ve Kıyametin vücud ve tahakkuklarını o kadar mantıkî ve aklî bir surette isbat eder ki: Hiçbir feylesof, hiçbir münkir itiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem olur. Hususan âhirindeki “Remizli Nüktenin Sırrı” namıyla haşr-i ekberin esbab-ı mûcibesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda beyan eder ki; tılsım-ı kâinatın üç muammasından bir muammasını gayet parlak bir surette halleder. [3](Haşiye)

            OTUZUNCU SÖZ

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا

âyetiyle

عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّموَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

âyetlerinin enaniyet-i insaniye ve tahavvülât-ı zerrat hakkındaki hakikatına dair gelen âyâtın iki mühim sırrını iki maksad ile beyan eder. Birinci Maksad, enaniyet-i insaniyenin muamma-yı acibesini halleder silsile-i diyanet ile silsile-i felsefenin menşe’lerini gayet parlak bir tarzda gösterir. İkinci Maksad, tahavvülât-ı zerratın tılsımını keşfediyor. Zerratın harekâtını, o derece hikmetli ve muntazam gösteriyor ki; o umum zerreler, Sultan-ı Ezelî’nin muhteşem ve muazzam bir ordusu ve muti’ ve müsahhar memurları olduğunu kat’î deliller ile isbat eder. Yirmidokuzuncu Söz nasılki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir. Hususan hâtimesinde yedi hikmet ve yedi kanun-u azîm ile bir ism-i a’zamın tecellisini göstermekle; tahavvülât-ı zerratın hikmetini gayet kat’î ve parlak bir surette gösterdiği gibi, zîhayatın cismi, o zerratın seyr ü seferine bir misafirhane ve bir kışla ve bir mekteb hükmünde gösterir, [4] (Haşiye) isbat eder.

            OTUZBİRİNCİ SÖZ

سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى ۞ وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى … الخ

âyetlerinin hakikatını teyid eden âyâtın en mühim bir hakikatı olan Mi’rac-ı Ahmedîyi ve o mi’rac içinde kemalât-ı Muhammediyeyi ve o kemalât içinde risalet-i Ahmediye’yi ve o risalet içinde çok esrar-ı rububiyeti tefsir eder ve kat’î delillerle isbat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlar bu risale hakkında kim görmüş ise, karşısında hayran olup, akıldan uzak mes’ele-i mi’racı en zahir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabul ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i mi’racın âhirlerinde beşyüz meyveden “Beş Meyve”sini o kadar güzel tasvir eder ki; zerre mikdar zevki, şuuru bulunan onlara meftun olur.

            OTUZİKİNCİ SÖZ

            Üç Mevkıftır.

            Birinci Mevkıf: لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا âyetinin mealindeki yüzler âyâtın vahdaniyete dair en mühim hakikatını öyle bir surette isbat eder ki; şirk ve küfür yolunu muhal ve mümteni’ gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tardeder. Zerrat adedince vahdaniyetin delilleri bulunduğunu beyan eder. Gayet latîf ve yüksek ve mantıkî bir muhavere-i temsiliye suretinde, hadsiz geniş mesaili o temsil içinde dercedip gösterir. Zeylinde gayet latîf birkaç mes’ele var ki; hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayalinden daha parlak, daha geniştirler.

            İkinci Mevkıf: قُلْ هُوَ اللّهُ اَحَدٌ اَللّهُ الصَّمَدُ in hakikatına dair sırr-ı ehadiyete ve vahdete gelen teşkikat ve evhamı izale eder. Ehl-i dalaletin ehl-i tevhide karşı ettikleri itirazatı kat’î bir surette reddediyor. Birinci Mevkıf’tan daha kuvvetli, âyât-ı Kur’aniyenin vahdaniyete dair mu’cizane isbatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zâtiye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-ı muazzama-i Kur’aniyeyi gayet güzel ve vâzıh bir temsil ile isbat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder.

            Ve bilhâssa bu İkinci Maksad’ın hâtimesinden evvel ikinci temsilin neticesinde Zât-ı Akdes-i İlahiye’den hiçbir şey saklanmadığını ve hiçbir şey ondan gizlenemediğini, hiçbir ferd ondan uzak kalmadığını, hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden ona yanaşamadığını ve rububiyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mani olamadığını ve hiçbir yer onun huzurundan hâlî kalamadığını, her şeyde bakar ve işitir sem’ ve basarın cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya emirlerinin sür’at-i cereyanlarına bir tel, bir damar hükmüne geçtiğini, esbab vesait sırf zahirî bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz ve temekküne muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücudun perdeleri onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olmadığını ve maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mahdudların hâssaları onun dâmen-i izzetine yanaşamadığını ve tegayyür tebeddül tahayyüz tecezzi gibi emirlerden mücerred, münezzeh ve müberra ve mukaddes olduğunu gayet güzel bir surette isbat eder. Bu İkinci Maksad’ın hâtimesinde sırr-ı ehadiyete dair arabiyy-ül ibare gayet mühim bir parça tercümesiyle beraber gayet parlak bir surette çok mesail-i mühimmeyi ifade eder. Hususan insanın muhasebe-i a’mali için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir ve tebdil ve tahrib ve tamir etmek sırrını beyan ediyor.

            Üçüncü Mevkıf: وَمَا الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ ۞ وَ اِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını gayet mühim bir müvazene ile beyan eder. Ehl-i dalaletin hakkında hayat-ı dünyeviye ne kadar müdhiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Hususan, muhabbet hakkındaki semerat-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalalet için ne kadar elîm, ehl-i hidayet için ne kadar hoş olduğunu gösterir. Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa, bu güneştir.” Diğeri ona mukabil demiş: “Herbir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatta birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.” [5] (Haşiye)

            OTUZÜÇÜNCÜ SÖZ

            Otuzüç Mektub’dur. Onbeşi, Küçük Sözler gibi küçüktürler. Mütebâkisi büyüktürler. Küçüklerden iki sahifeli bulunduğu gibi, büyüklerden birisi dörtyüz sahifeli olmak ihtimali var. Hattâ Otuzbirinci Mektub’un yarısı onbeş risale olmuş.

Otuzüçüncü Söz’ün BİRİNCİ MEKTUBU

            Dört sualin cevabıdır.

            BİRİNCİ SUAL: Hazret-i Hızır’ın (A.S.) hayatı hakkında ve o münasebetle hayatın beş mertebesini gayet güzel ve mukni’ bir tarzda beyan eder.

            İKİNCİ SUAL: اَلَّذِى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَوةَ âyetindeki mevti, nimet suretinde ve mahluk olduğunun sırrını gayet güzel bir surette isbat eder ki, mevt dahi hayat gibi bir nimet ve hayat gibi mahluk olduğunu isbat eder.

            ÜÇÜNCÜ SUAL: “Cehennem nerededir?” cevabında, gayet makul bir surette yerini beyan eder ve gösterir. Ve Cehennem-i Suğra ve Kübra’yı tefrik edip, fennî bir tarzda ve mantıkî bir surette isbat etmekle beraber; âhirinde gayet muhteşem ve parlak bir surette, azamet-i rububiyet-i İlahiyenin bir sırr-ı azîmini ve Cehennem-i Kübra’nın bir hikmet-i hilkatini gösterdiği gibi; Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatin iki meyvesi ve silsile-i kâinatın iki neticesi ve seyl-i şuunatın ve mahsulât-ı maneviye-i Arziyenin iki mahzeni, ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhı olduğunu gösterir.

            DÖRDÜNCÜ SUAL’in cevabında; mahbublara aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılab edebildiği gibi, koca dünyaya karşı insanların aşk-ı mecazîsi dahi, sırr-ı iman ile makbul bir aşk-ı hakikîye inkılab edebildiğini gayet güzel ve mukni’ bir surette isbat eder.

            İKİNCİ MEKTUB

            Bu zamanda zaruret olmadan, irşad-ı nâsa ve neşr-i dine çalışanlar, sadakaları ve hediyeleri kabul etmemek lâzım geldiğinin sırrını dört sebeble beyan ediyor.

بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

 اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّهِ

âyeti ile اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْئَلُكُمْ اَجْرًا âyeti gibi insanlardan istiğna hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir eder. Ve ilim ve dini neşre çalışan insanlar, mümkün olduğu kadar istiğna ve kanaatla hareket etmezse; hem ehl-i dalaletin ithamına hedef olur, hem izzet-i ilmiyeyi muhafaza edemez. Hem salahat ve neşr-i din gibi umûr-u uhreviyeye mukabil hediyeler almak, âhiret meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.

            ÜÇÜNCÜ MEKTUB

            فَلاَ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِ اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِ kaseminde ve yeminindeki ulvî bir nur-u i’cazı وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ âyetinin teşbihindeki parlak bir lem’a-i i’caziyeyi اَلَّذِى جَعَلَ لَكُمُ الْاَرْضَ ذَلُولاً فَامْشُوا فِى مَنَاكِبِهَا âyetinde, Küre-i Arz’ı, feza-yı kâinatta yüzen bir sefine-i Rabbaniye olduğunu gösteren parlak bir hakikatı tasvir ederek, Küre-i Arz’dan Cehennem’e göçmek için ehl-i dalaletin seyahatini ve bütün eşya bir tek zâta isnad edilse, vücub derecesinde sühulet ve kolaylık olduğunu; ve eşyanın icadı müteaddid esbablara isnad edilse, imtina’ derecesinde bir suubet ve müşkilât olduğunu gayet güzel ve mukni’ ve muhtasar bir surette beyan ile iki nükte-i mühimme-i i’caziyeyi tefsir eder.

            DÖRDÜNCÜ MEKTUB

            وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا âyetinin bir sırrını, Risale-i Nur hakkında tecelli ettiğini beyan eder.

            Hem:

            “Der Tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk:

            Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk”

düsturuna mukabil, acz-mendî tarîkında pek mühim bir düsturu beyan eder.

            Hem اَفَلَمْ يَنْظُرُوا اِلَى السَّمَاءِ فَوْقَهُمْ كَيْفَ بَنَيْنَاهَا âyetinin bir sırrını; şiire benzer fakat şiir olmayan, muntazam fakat manzum olmayan, gayet parlak fakat hayal olmayan, yıldızları konuşturan bir yıldızname ile tefsir eder.

            BEŞİNCİ MEKTUB

            Şeriatın bir hâdimi bir vesilesi olan tarîkata mensub bazı zâtların, tarîkata fazla ehemmiyet verip ona kanaat ederek hakaik-i imaniyenin neşrinde tenbellik ve lâkaydlık gösterdiği münasebetiyle yazılmış. Ve velayetin üç kısmını beyan edip, en mühim tarîkat olan velayet-i kübra, sırr-ı verasetle ve Sünnet-i Seniyeye ittiba’ ve neşr-i hakaik-i imaniyede ihtimam olduğunu isbat eder. Ve tarîkatların en mühim gayesi ve faidesi ve müntehası olan inkişaf-ı hakaik-i imaniye, Risale-i Nur ile dahi olabildiğini ve Risale-i Nur’un eczaları o vazifeyi, tarîkat gibi fakat daha kısa bir zamanda gördüğünü gösteriyor.

            ALTINCI MEKTUB

            حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ âyetlerinin bir sırrını, birbiri içinde hissedilmiş beş nevi hazîn gurbetler zulmetinde nur-u iman ve feyz-i Kur’an lütf-u Rahman’dan gelen bir nur-u teselli beyanıyla o sırrı tefsir ediyor. Bu mektub en katı kalbi de ağlattıracak derecede rikkatlidir. Ve en me’yus mükedder kalbi dahi ferahlandıracak derecede nurludur.

            YEDİNCİ MEKTUB

            Münafıkların ithamından beraet-i Nebeviye hakkında gelen

مَا كَانَ مُحَمَّدٌ اَبَا اَحَدٍ مِنْ رِجَالِكُمْ وَلكِنْ رَسُولَ اللّهِ وَ خَاتَمَ النَّبِيِّينَ ۞ فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَىْ لاَ يَكُونُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِى اَزْوَاجِ اَدْعِيَائِهِمْ

âyetlerin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kesret-i ezvacı nefsanî olmadığını; belki akval ve ef’ali gibi, ahval ve etvarından tezahür eden ahkâm-ı şeriata vasıta olmak için hususî dairesinde ziyade şakirdleri bulunmasıdır. Ve Hazret-i Zeynebe’yi tezevvücü, sırf emr-i İlahî ve kader-i Rabbanî ile olduğunu beyan ediyor. Eski zaman münafıkları gibi, yeni zaman zındıklarının tenkidlerini kat’î bir surette kırıyor.

            SEKİZİNCİ MEKTUB

            فَاللّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ diyen Hazret-i Yakub Aleyhisselâm Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’a karşı hissiyat-ı aşk olmadığını, belki ulvî bir mertebe-i şefkat olduğunu ve şefkat aşktan çok yüksek ve daha keskin bulunduğunu ve ism-i Rahman ve ism-i Rahîm’in vesilesi şefkattir diye beyan ederek بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ in güzel bir sırrını, فَاللّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ in parlak bir nüktesini tefsir eder.

            DOKUZUNCU MEKTUB

            Keramet ve ikram ve inayet ve istidraca dair mühim bir kaideyi beyan eder. Kerametin izharı zarar olduğu gibi, ikramın izharı şükür olduğunu ve en selâmetli keramet ise, bilmediği halde mazhar olmak olduğunu ve hakikî keramet ise, kendi nefsine değil belki Rabbine itimadını ziyadeleştirendir, yoksa istidrac olduğunu; hem hayat-ı dünyeviyeyi bahtiyarane geçirmenin çaresi, âhiret için verilen hissiyat-ı şedideyi dünyanın fâni umûruna sarf etmemek olduğunu ve aşkın mecazî ve hakikî iki nev’i olduğu gibi; hırs ve inad ve endişe-i istikbal gibi hissiyat-ı şedidenin dahi, mecazî ve hakikî olarak ikişer kısmı bulunduğunu; mecazîleri gayet zararlı ve sû’-i ahlâka menşe’ ve hakikîleri gayet nâfi’ ve hüsn-ü ahlâka medar olduğunu isbat eder.

            Hem İslâm ve imanın mühim bir farkını beyan eder. Yani: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve iltizamdır; ve iman ise, hakka iz’an ve tasdik olmakla yirmi sene evvel dinsiz müslüman bulunduğu gibi, şimdi de gayr-ı müslim mü’min dahi bulunur gibi göründüğünü gösterir.

            Hem Risale-i Nur eczaları ne derece şiddetli bir suretle İslâmiyete tarafgirlik hissini verdiğini ve erkân-ı imaniyeyi ne derece kuvvetli ve kat’î isbat ettiğini beyan eder.

            ONUNCU MEKTUB

            İki sualin cevabıdır.

            BİRİNCİSİ:

            وَلاَ اَصْغَرَ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرَ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ ۞ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ âyetlerinin bir sırrını tefsir eder. Amma “İmam-ı Mübin”, “Kitab-ı Mübin” neden ibaret olduğunu beyan eder.

            İKİNCİ SUAL: “Meydan-ı Haşir nerededir?” cevabında, gayet makul ve mühim ve parlak bir cevab veriyor.

            ONBİRİNCİ MEKTUB

            Dört ayrı ayrı mebhastır. Bu dört mes’ele birbirinden uzak olduğundan, bu mektub perişan görünür. Bu perişan mektub münasebetiyle kardeşlerime ihtar ediyorum ki:

            Bu küçük mektublar hususî bir surette, hususî bazı kardeşlerime yazmıştım. Ve büyük mektublar meydana çıktıktan sonra, küçükler de umumun nazarına gösterilmesi lâzım geldi. Halbuki tanzimsiz, ve müşevveş bir surette idiler. Onlar ne hal ile yazılmış, öyle kalması lâzım geliyor. Sonra tashih ve tanzim etmeye me’zun değiliz! İşte bu Onbirinci Mektub, perişan bir surette, birbirinden çok uzak dört mes’eleden ibarettir. Hem müşevveş, hem perişandır. Fakat şâirlerin ve ehl-i aşk, zülf-ü perişanı sevdikleri ve istihsan ettikleri nev’inden, bu mektub -zülf-ü perişan tarzında- soğuk tasannu’ karışmazdan, hararet ve halâvet-i asliyesini muhafaza etmek niyetiyle kendi halinde bırakılmış.

            BU MEKTUBUN BİRİNCİ MEBHASI

            اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا sırrını tefsir ile, vesvese-i şeytana mübtela olan adamlara mühim bir ilâç ve merhemdir.

            İKİNCİ MEBHAS

        وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir sırrını, Çam Dağı’nın hayretfeza heybetnüma ağaçlarının vaziyetleri ve muhteşem velveleâlûd bir zelzele-i raksnüma ve cezbeeda tesbihatlarını, latîf ve şirin ve hararetli Farisî bir münacat ile tefsir ediyor. O münacat çendan nazma ve şiire benziyor, fakat nazım ve şiir değil. Belki hakikatlarının parlaklığı ve intizamı tereşşuh edip, şiir ve nazım suretini vermiş. O münacatın tercümesi de o mektubda yazılmış.

            ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ Mebhasleri

            İ’caz-ı Kur’ana karşı medeniyetin aczini gösteren yüzer misallerden iki misaldir. Kur’ana muhalif olan hukuk-u medeniyet ne kadar haksız olduğunu isbat eden iki nümunedir.

          Birinci Misal: فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلاُنْثَيَيْنِ hükm-ü Kur’anî, kıza nısıf veriyor. Medeniyet, irsiyet hususunda kızın hakkında fazla hak vermekle büyük bir haksızlık etmiş ve merhamete muhtaç olan kıza zulmetmiş olduğunu kat’î bir surette isbat ediyor.

            İkinci Misal: فِلاُمِّهِ السُّدُسُ bir sırrına dairdir ki, mimsiz medeniyet nasıl kız hakkında fazla hak verdiğinden haksızlık etmiş; öyle de, vâlide hakkında da hakkını kesmekle daha dehşetli haksızlık ettiğini ve en muhterem bir hakikat olan vâlidelik şefkatine karşı dehşetli bir haksızlık ve vahşetli bir hürmetsizlik ve cinayetli bir hakaret ve arş-ı rahmeti titreten bir küfran-ı nimet ve hayat-ı içtimaiyenin tiryak gibi rabıta-i şefkatine bir zehir katmak hükmünde bir hata olduğunu isbat eder.

            ONİKİNCİ MEKTUB

            Mütefennin bazı dostların münakaşa ettikleri üç mes’eleye dair üç suallerine muhtasar üç cevabdır.

            BİRİNCİ SUAL: “Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî-Âdemin Cehennem’e idhali hikmeti nedir?” sualine, gayet kat’î bir cevab veriyor.

            İKİNCİ SUAL: “Şeytanların ve şerlerin halk ve icadı, şer değil mi, çirkin değil mi? Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Alelıtlak’ın cemal-i rahmeti nasıl müsaade etmiş?” sualine karşı gayet kat’î bir surette cevab veriyor.

            ÜÇÜNCÜ SUAL: “Masum insanlara ve hayvanlara musibet ve belaları musallat etmek, zulüm değil mi? Âdil-i Mutlak’ın adaleti nasıl müsaade ediyor?” diye sualin cevabında gayet mukni’ ve kat’î bir tarzda cevab veriyor.

            ONÜÇÜNCÜ MEKTUB

            Ehl-i dünya ve siyasetin bana ettikleri zulüm ve tazyik karşısındaki sükût ve tahammülümü merak edip çok kardeşlerimin müteaddid suallerine karşı, Eski Said lisanıyla ve Yeni Said’in kalbiyle verilmiş ibretli ve merak-aver bir cevabdır. Esası şudur ki: Hâlık-ı Rahîm’in rahmeti yâr ise, herkes yârdır, her yer yarar; eğer yâr değilse, her şey kalbe bârdır, herkes de düşmandır. Felillahilhamd rahmet-i İlahiye yâr olduğu için; ehl-i dünyanın bana ettikleri enva’-ı zulmü, o rahmet-i İlahiye enva’-ı merhamete çevirmiştir.

            Serbestlik vesikası almak ve kanunsuzluk tazyikatından kurtulmak için adem-i müracaatımın bir-iki mühim sebebini beyan eder. Hülâsası: Zalim insanların mahkûmu değilim; ben, âdil kaderin mahkûmuyum, ona müracaat ediyorum. Hem haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, bir nevi haksızlıktır ve hakka karşı bir nevi hürmetsizliktir. Hem dünya siyasetinden sırr-ı içtinabımın sebebini, mühim bir hakikatla beyan ediyor.

            ONDÖRDÜNCÜ MEKTUB

            Daha yazılmamıştır.

            ONBEŞİNCİ MEKTUB

            Altı mühim suale, altı ehemmiyetli cevabdır.

            BİRİNCİ SUAL: “Sahabeler, velilerden büyük oldukları halde; Sahabenin içindeki fitneyi çeviren müfsidleri neden nazar-ı velayetle keşfedemediler? Tâ, dört Hulefa-yı Raşidîn’den üçünün şehadetleriyle neticelendi?” İki mühim makam ile cevab veriliyor.

            İKİNCİ SUAL: “Hazret-i Ali’nin zamanındaki muharebelerin mahiyeti nedir? O harpte ölen ve öldürenlere ne nam verilir?” Gayet mühim ve merak-âver bir cevab verilmiş.

            ÜÇÜNCÜ SUAL: “Âl-i Beyt’in başına gelen feci’ ve gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” Gayet mühim bir cevab veriliyor.

       DÖRDÜNCÜ SUAL: “Âhirzamanda Hazret-i İsa’nın nüzulü ve Deccal’ı öldürmesi ve insanlar umumiyetle din-i hakkı kabul etmesi ve kıyamet vaktinde Allah Allah diyenler bulunmaması rivayet ediliyor. Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre gidilir?” Suallerine karşı, merak-âver ve hakikî bir mühim cevab veriliyor.

            BEŞİNCİ SUAL: “Kıyametin hâdisatından ervah-ı bâkiye müteessir olacaklar mı?” cevabında, mühim bir hakikat beyan ediliyor.

          ALTINCI SUAL: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ âyetinin hükmü; âhirete, Cennet’e Cehennem’e ve ehillerine şümulü var mı, yok mu? cevabında, gayet mühim ve merak-âver ve kuvvetli bir cevab veriliyor. Bu risaledeki suallere merak edenlere bu risale bir iksir-i a’zamdır.

            ONALTINCI MEKTUB

            اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَانًا وَ قَالُوا حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetinin bir sırrını, başıma gelen bir hâdise münasebetiyle “Beş Nokta” ile tefsir ediyor.

            BİRİNCİ NOKTA: Hak ve hakikat olan hizmet-i Kur’aniye, şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibaret ve bid’a ve dalalet olan siyasetten beni kat’iyyen men’ettiğine dairdir.

           İKİNCİ NOKTA: Hayat-ı ebediyeye ciddî çalışmak ve zararsız müstakim yol ile Kur’ana hizmet etmek, elbette dağdağa-i siyasetten çekilmekliği iktiza ettiğinden, ehl-i dünyanın hata ve harekâtlarını hoş görmek değil, belki kalblerimizi bulandırmamak için bakmamaktayız.

            ÜÇÜNCÜ NOKTA: Başıma gelen ağır tazyikat ve musibetlere karşı tahammülün mühim bir sebebini iki vakıa ile beyan eder.

            DÖRDÜNCÜ NOKTA: Ehl-i dünyanın evhamlı suallerine cevabdır. O cevabda bilmecburiye hizmet-i Kur’aniyeye ait bir keramet olarak hakkımızda göz ile görülen ve hiçbir cihette inkâr edilmeyen birkaç inayet-i İlahiyeyi beyan ediyor.

            BEŞİNCİ NOKTA: Ehl-i dünya katmerli bir zulüm ile bana teklif ettikleri bid’akârane kaidelerine karşı, onları tamam susturacak bir cevabdır.

            BU ONALTINCI MEKTUBUN ZEYLİ

            Zalim ehl-i dünyanın ve mülhidlerin dünyalarından ve siyasetlerinden bütün bütün çekildiğim halde, kendi hainliklerinden habbeyi kubbe yaparak hakkımda gösterdikleri evham ve telaşa karşı Eski Said lisanıyla, izzet-i ilmiyeyi muhafaza noktasında ağızlarına şiddetli bir tokat vurarak, başlarındaki evhamı uçurur.

            ONYEDİNCİ MEKTUB

            Has bir kardeşime yazılmış küçük bir ta’ziyenamedir. Çendan bu mektub sureten küçüktür; fakat faidesi büyük olup, ona karşı ihtiyaç umumîdir. Hadd-i büluğa ermeden çocukları vefat eden peder ve vâlidelerine mühim bir müjdedir. Bu ta’ziye ile en me’yus ve mükedder bir kalb, hakikî bir teselli ve ferah bulur. Küçücük olarak vefat eden çocuklar, âlem-i bekada ebedî sevimli çocuk olarak kalıp, peder ve vâlidelerinin kucaklarına verilmesi, وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrıyla, ebedî medar-ı sürurları olduklarını isbat eder.

            ONSEKİZİNCİ MEKTUB

            Üç mes’eledir.

            BİRİNCİ MES’ELE:

            Muhakkikîn-i evliyanın keşf ile hak gördüğü ve büyük mikyasta müşahede ettikleri hâdiseler, âlem-i şehadette bazan hilaf-ı vaki’ ve bazan küçük bir mikyasta tezahür etmesinin sırrını, şirin ve güzel bir temsil ile beyan eder.

            İKİNCİ MES’ELE:

            Vahdet-ül Vücud meşrebine dair gayet mühim bir tahkik ve güzel bir izahtır. Vahdet-ül Vücuddan dem vuran ve o mes’eleyi merak eden, bu İkinci Mes’eleyi dikkatle okumalı. Çünki bu Vahdet-ül Vücud mes’elesi, medar-ı iltibas olmuş mühim bir meşrebdir. Ve ehl-i hakikatın medar-ı ihtilafı olmuş bir acib meşrebdir. Bu İkinci Mes’ele, onun mahiyetini gösterir ve isbat eder ki; o meşreb, ehl-i sahvın meşrebi değil, ve en yüksek değil! Ve ehl-i sahv olan Sahabe ve Sıddıkîn ve veresenin meşrebleri; Vahdet-ül Vücud meşrebinden daha yüksek, daha selâmetli, daha makbul olduğunu isbat eder.

            ÜÇÜNCÜ MES’ELE:

           Tılsım-ı kâinatın üç muamma-yı mühimmesinden birisinin halline muhtasar bir işarettir ki: O muammalardan birisi Yirmidokuzuncu Söz’de, ikincisi Otuzuncu Söz’de, bu üçüncüsü ise Yirmidördüncü Mektub’da Kur’an-ı Hakîm’in sırrıyla tamamıyla keşfedilmiş ve o muamma açılmıştır.

            ONDOKUZUNCU MEKTUB

            Mu’cizat-ı Ahmediyeye dairdir. Üçyüzden ziyade mu’cizatı beyan eder. Bu risale, risalet-i Ahmediyenin mu’cizesini beyan ettiği gibi, kendisi de o mu’cizenin bir kerametidir, üç-dört nev’ ile hârika olmuştur.

            Birincisi: Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduğu halde, kitablara müracaat edilmeden ezber olarak dağ bağ köşelerinde, üç-dört gün zarfında, her günde iki-üç saat çalışmak şartıyla mecmuu oniki saatte te’lif edilmesi hârika bir vakıadır ki, bu risaledeki mu’cize-i Ahmediyenin bir şu’le-i kerameti olmuştur.

            İkincisi: Şu risale, uzunluğuyla beraber ne yazması usanç verir ve ne de okuması halâvetini kaybeder. Tenbel ehl-i kalemi öyle bir şevk u gayrete getirdi ki; bu sıkıntılı ve usançlı bir zamanda, bir sene zarfında civarımızda yetmiş adede yakın nüshalar yazıldığı o mu’cize-i risaletin bir kerameti olduğunu, muttali olanlara kanaat verir.

            Üçüncüsü: Acemî ve tevafuktan haberi yok ve bize de daha tevafuk tezahür etmeden evvel yazdıkları nüshalarda, lafz-ı “Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem” kelimesi bütün risalelerde ve lafz-ı “Kur’an”, beşinci parçasında öyle bir tarzda tevafuk etmeleri göründü ki; zerre mikdar insafı olan tesadüfe veremez. Kim görse, kat’î hükmediyor ki: “Bu bir sırr-ı gaybîdir, mu’cize-i Ahmediyenin bir kerametidir.”

            Şu risalenin başındaki esaslar çok mühimdirler.

            Hem şu risaledeki ehadîs hemen umumen eimme-i hadîsçe makbul ve sahih olmakla beraber, en kat’î hâdisat-ı risaleti beyan ediyorlar.

            O risalenin mezayasını söylemek lâzım gelse, o risale kadar bir eser yazmak lâzım geldiğinden, müştak olanlara onu bir kerre okumasına havale ediyoruz.

            YİRMİNCİ MEKTUB

            فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ âyetinin en mühim bir hakikatını ve

لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ لَهُ الْمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ حَىٌّ لاَ يَمُوتُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ

kelâmının onbir kelimesinde onbir işaret ve onbir bürhan-ı kat’î bulunduğuna dair bir mektubdur. Elhak meratib-i tevhid-i hakikînin hakkında bu mektub bir kibrit-i ahmerdir ve bir iksir-i a’zamdır. O derece parlak bir mertebede kuvvetli delilleri ve hüccetleri gösteriyor ki, en mütemerrid zındıkları imana getiriyor. Ondokuzuncu Mektub olan Risale-i Ahmediye kelime-i şehadetin ikinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّهِ hükmünü ne derece kat’î ve kuvvetli isbat etmiştir; öyle de bu Yirminci Mektub, kelime-i şehadetin birinci kelâmı olan اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ hükmünü, o kat’iyyet ve kuvvetle isbat ediyor. Hakikî ve kuvvetli imanı kazanmak isteyenler bunu okusunlar. Ve bilhâssa Dokuzuncu Kelime mebhasinde, ilim ve irade-i İlahiyenin isbatını çok vâzıh bir surette beyan ettiği gibi; Onuncu Kelime mebhasinde وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ bürhanıyla مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ mühim bir sırrını ve en muazzam bir hakikatını “Beş Nükte”de beyan ediyor. Hakaik-i imaniyenin bir tılsım-ı a’zamını o beş nükte ile hallediyor. Şu mektubun zeyli اَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ âyetiyle

ضَرَبَ اللّهُ مَثَلاً رَجُلاً فِيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلاً سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلاً

âyetinin en mühim ve en muazzam bir hakikatını üç temsil ile tefsir ediyor. Ve her şey ve bütün eşya Cenab-ı Hakk’ın kudretiyle olsa, bir tek şey kadar kolay olduğuna ve kudret-i İlahiyeye verilmediği vakit, bir tek şey kâinat kadar müşkilâtlı ve suubetli olduğuna dair en mühim bir sırrı ve en muğlak muammasını, gayet kolay bir tarzda tefsir ederek keşfediyor.

            YİRMİBİRİNCİ MEKTUB

            Küçük bir mektubdur; fakat gayet büyük bir âyetin büyük bir hakikatını beyan ettiği için, ona da ihtiyaç büyüktür.

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَا اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا

âyeti, beş ayrı ayrı surette ihtiyar vâlideyne şefkati celbettiğinin sırrını gösteriyor. Hanesinde ihtiyar vâlideyni ve akrabası veya müslüman kardeşleri bulunan zâtlar, bu mektubu okumağa çok muhtaçtırlar.

            YİRMİİKİNCİ MEKTUB

            “İki Mebhas”tır.

            BİRİNCİ MEBHAS

اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ ۞ اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ ۞ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ

âyetlerinin sırrıyla; ehl-i imanı, uhuvvete ve muhabbete davet eder. Nifak, şikak, kin ve adavetten menedecek mühim esbabı gösteriyor. Kin ve adavet; -ehl-i iman ortasında- hem hakikatça, hem hikmetçe, hem insaniyetçe, hem İslâmiyetçe, hem hayat-ı şahsiyece, hem hayat-ı içtimaiyece, hem hayat-ı maneviyece çirkin ve merdud ve zulüm olduğunu gayet kat’î bir surette isbat edip, mezkûr âyetlerin mühim bir sırrını tefsir eder.

            İKİNCİ MEBHAS

اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ۞ وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ تَحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

sırrıyla, ehl-i imanı hırstan şiddetli bir surette men’eden esbabı gösterir. Ve hırs dahi, adavet kadar muzır ve çirkin olduğunu kat’î deliller ile isbat ederek; şu âyet-i azîmin mühim bir sırrını tefsir ediyor. Hırsa mübtela adamlar, bu ikinci mebhası çok dikkatle mütalaa etmelidirler. Kin ve adavet marazıyla hasta olanlara, tam şifasını birinci mebhasta bulurlar.

            İkinci Mebhasın hâtimesinde, zekatın ehemmiyetini ve bir rükn-ü İslâmî olduğunun hikmetini güzel bir surette beyan etmekle beraber; hakikatlı bir rü’yada güzel bir hakikat beyan ediliyor.

            Şu risalenin Hâtimesinde, اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ âyetinin altı derece zemmi zemmetmekle, altı vecihle gıybetten zecrettiğini mu’cizane ve hârika bir îcaz ile, gıybeti hem aklen, hem kalben, hem insaniyeten, hem vicdanen, hem fıtraten, hem milliyeten mezmum ve merdud ve çirkin ve muzır olduğunu gayet kat’î bir surette, Kur’anın i’cazına yakışacak bir tarzda beyan ediyor. Ve gıybet, alçakların silâhı olduğu cihetiyle, izzet-i nefis sahibi bu pis silâha tenezzül edip istimal etmediğine dair denilmiştir:

اُكَبِّرُ نَفْسِى عَنْ جَزَاءٍ بِغِيْبَةٍ ۞ فَكُلُّ اِغْتِيَابٍ جَهْدُ مَنْ لاَ لَهُ جَهْدٌ

            YİRMİÜÇÜNCÜ MEKTUB’un birkaç mebhası var. Öteki mebhaslara bedel latîf ve manidar bir tek mebhas aynen yazıldı.

            Ahsen-ül kasas olan kıssa-i Yusuf’un hâtimesini haber veren تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَ اَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ âyetinin ulvî ve latîf ve müjdeli ve i’cazkârane bir nüktesi şudur ki: Sair ferahlı, saadetli kıssaların âhirindeki zeval ve firak haberlerinin acıları ve elemi; kıssadan alınan hayalî lezzeti acılaştırıyor ve kırıyor. Bahusus kemal-i ferah ve saadet içinde bulunduğunu ihbar ettiği hengâmda mevtini ve firakını haber vermek daha elemlidir. Dinleyenlere “Eyvah” dedirtir. Halbuki şu âyet, kıssa-i Yusufiyenin en parlak kısmı ki: Aziz-i Mısır olması, ve peder ve vâlidesiyle görüşmesi kardeşleriyle sevişip tanışması olan dünyanın en saadetli ve ferahlı bir hengâmda, Hazret-i Yusuf’un mevtini şöyle bir surette haber veriyor ve diyor ki: “Ve şu ferahlı saadetli vaziyetten daha saadetli ve daha parlak bir vaziyete mazhar olmak için, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm, Cenab-ı Hak’tan vefatını istedi vefat etti, o saadete mazhar oldu. Demek o dünyevî, lezzetli saadetten daha cazibedar bir saadet ve daha ferahlı bir vaziyet kabrin arkasında vardır ki; Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi hakikat-bîn bir zât, o gayet lezzetli bir vaziyet içinde, gayet acı olan mevti istedi, tâ öteki saadete mazhar olsun.” İşte Kur’an-ı Hakîm’in şu belâgatına hayran ol, bak ki, Kıssa-i Yusuf’un (A.S.) hâtimesini ne suretle haber veriyor. O haberi dinleyenlere elem ve esef değil; belki bir müjde, bir sürur ilâve ediyor. Hem irşad ediyor ki: Kabir için çalışınız! Hakikî saadet ve lezzet ondadır.

            Hem Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm’ın âlî sıddıkiyetini gösteriyor ve diyor: “Dünyanın en parlak en sürurlu haleti dahi ona gaflet vermiyor, onu meftun etmiyor; yine âhireti istiyor.”

            YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTUB

            [6](Haşiye) Kâinatın tılsım-ı acibini ve müşkil muammasının en mühim bir sırrını keşf ve halleden bir mektubdur ve en mühim bir sualin cevabıdır. Şöyle ki:

            “Esma-i İlahiyenin a’zamlarından olan Rahîm, Kerim, Vedud iktiza ettikleri şefkatperverane ve maslahatkârane taltifleri; ne suretle pek müdhiş ve muvahhiş olan mevt ve adem ile, zeval firak ile, musibet ve meşakkat ile tevfik edilir?” diye sualin cevabında, tılsım-ı kâinatın üçüncü muammasını halleden ve kâinattaki daimî faaliyetin muktezası ve esbab-ı mûcibesini gösteren “Beş Remiz” ile ve gayelerini ve faidelerini isbat eden “Beş İşaret” ile cevab veriyor. Şu mektub “İki Makam”dır. Birinci Makamı “Beş Remiz”dir.

            BİRİNCİ REMİZ: İsbat ediyor ki: Sâni’-i Hakîm ne yaparsa haktır. Hiçbir şey ve hiçbir zîhayat, ona karşı hak dava edemediğini ve “Haksız bir iş oldu.” diyemediğinin sırrını, kat’î bir tarzda isbat eder.

            İKİNCİ REMİZ: Hayretnüma, dehşetengiz, daimî bir surette faaliyet-i Rabbaniyenin sırrını ve halk ve tebdil-i eşyadaki hikmet-i azîmesini beyan ediyor ve en mühim bir muamma-yı hilkati halleder.

            ÜÇÜNCÜ REMİZ: Zevale giden eşya ademe gitmediğini, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçtiğini ve eşyadaki hüsn ü cemale ait istihsan ve şeref ve makam, esma-i İlahiyeye ait olduğunu gayet güzel bir surette isbat eder.

            DÖRDÜNCÜ REMİZ: Mevcudatın mütemadiyen tebeddül ve tegayyür etmeleri; bir tek sahifede, her dakikada ayrı ayrı ve manidar mektubları yazmak nev’inden, sahife-i kâinatta esma-i İlahiyenin cilveleriyle cemal ve celal ve kemal-i İlahiyenin hadsiz âyâtını, mahdud sahifede hadsiz bir surette yazıldığını isbat eder.

            BEŞİNCİ REMİZ: İki nükte-i mühimmedir.

         Birisi: Vâcib-ül Vücud’a intisabını iman ile hisseden adam, hadsiz envâr-ı vücuda mazhar olduğunu ve hissetmeyen, nihayetsiz zulümat-ı ademe ve âlâm ve firaka maruz bulunduğunu gösterir.

            İkinci Nükte: Dünyanın üç yüzü bulunduğunu.. zahir yüzünde, zeval ve firak var. Fakat esma-i İlahiyenin âyinesi ve âhiretin mezraası olan içyüzlerinde, zeval ve firak, mevt ve adem ise, tazelenmek ve teceddüddür ve bekanın cilvelerini gösteren bir tavzif ve terhistir.

            MEKTUBUN İKİNCİ MAKAMI

            Bir “Mukaddime” ile “Beş İşaret”tir.

            MUKADDİMESİ: Hallakıyet ve tasarrufat-ı İlahiyeden gayet azîm bir hakikatı, muazzam ve muhteşem kanunlarla beyan ediyor. Yani meselâ: Bir kuşun tüylü libasını değiştiren Sâni’-i Hakîm, aynı kanun ile kâinatın suretini kıyamet vaktinde âlem-i şehadetin libasını haşirde o kanunla değiştirir.

            Hem bir ağacın ne kadar meyve ve çiçekleri bulunuyor; herbir çiçeğin o kadar gayeleri, her meyvenin o kadar hikmetleri bulunduğunu gösterir. “Beş İşaret” ise:

  1. Eşya, vücuddan gittikten sonra ifade ettiği manalar ve arkasında bâki kalan hüviyet-i misaliyesi, âlem-i misalde mahfuz kalır.
  2. Hem hayatın etvarıyla “mukadderat-ı hayatiye” denilen sergüzeşt-i hayatiyesi âlem-i misalin defterlerinden olan levh-i misalîde yazılır. Ruhanîlere, daimî mevcud bir mütalaagâh olur.
  3. Hem cinn ve insin amelleri gibi, âhiret pazarına ve âlem-i âhirete gönderilecek mahsulâtı bâki kalır.
  4. Hem etvar-ı hayatiye ile ettikleri enva’-ı tesbihat-ı Rabbaniye bâki kalıyor.
  5. Hem şuunat-ı Sübhaniyenin zuhuruna medar çok şeyleri arkasında mevcud bırakır, öyle gider.

Bu Beş İşaretteki beş hakikatı, kat’î delil hükmünde beş makul ve makbul temsil ile beyan ediyor.

            YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTUB’UN BİRİNCİ ZEYLİ

            قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ âyetinin mühim bir sırrını beş nükte ile tefsir ediyor. Ve dua, bir sırr-ı azîm-i ubudiyet olduğunu ve kâinattan daimî bir surette dergâh-ı rububiyete giden en azîm vesile ise dua olduğunu ve duanın azîm tesiri bulunduğunu kat’î isbat etmekle beraber; külliyet ve devam kesbeden bir dua, kat’iyyen makbul olduğuna binaen; umum ümmetin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a salavat namıyla dualarının neticesinde, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ne kadar yüksek bir mertebede olduğunu gösterir. Duanın da üç nev’-i mühimmini zikretmekle beraber, beyan eder ki; duanın en güzel en latîf meyvesi, en leziz en hazır neticesi şudur ki: Dua eden adam, bilir ve dua ile bildirir ki; birisi var, onun sesini dinler, derdine derman yetiştirir, ona merhamet eder, onun eli her şeye yetişir. Ve bu boş, hâlî dünyada o yalnız değil; belki bir Kerim zât var; ona bakar, ünsiyet verir. Onun hadsiz ihtiyacatını yerine getirebilir ve hadsiz düşmanlarını def’edebilir bir zâtın huzurunda kendini tasavvur ederek, bir ferah ve sürur duyup, dünya kadar ağır bir yükü üzerinden atıp, “Elhamdülillahi Rabb-il âlemîn” der.

            YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTUB’UN İKİNCİ ZEYLİ

            Mi’rac-ı Nebevî ve Mevlid-i Nebevîye dair üç mühim suale, gayet mukni’ ve mantıkî ve parlak bir cevabdır. Bu zeyil çendan kısadır, fakat gayet kıymetdardır. Mevlid-i Nebevîye iştiyakı olanlar buna çok muhtaçtırlar.

            Hâtimesinde gayet mühim bir düstur-u mantıkî ile, kâinatta en büyük ferd-i ekmel ve üstad-ı küll ve habib-i a’zam, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu isbat eder.

            YİRMİBEŞİNCİ MEKTUB

            Sure-i Yâsin’in yirmibeş âyetine dair “Yirmibeş Nükte” olmak üzere rahmet-i İlahiyeden istenilmiş; fakat daha zamanı gelmeden yazılmamıştır.

            YİRMİALTINCI MEKTUB

            وَاِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللّهِ اِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ sırrına dair “Hüccet-ül Kur’an Aleşşeytan ve Hizbihî” namıyla, İblis’i ilzam ehl-i tuğyanı iskât eden gayet mühim bir mektubdur. “Dört Mebhas”ı var.

            BİRİNCİ MEBHAS:

            Şeytanın en müdhiş hücumunu def’etmekle, şeytanı öyle bir surette ilzam eder ki; içine girerek saklanıp vesvese edecek bir yer bırakmıyor. O kadar kuvvetli delail-i akliye ile ve kat’î bürhanlar ile şeytanı ve şeytanın şakirdlerini ilzam eder ki, şeytan olmasa idiler imana gelecek idiler. Fakat maatteessüf şeytan-ı cinn ve insin, gayet çirkin davalarını ve desiselerini bütün bütün ibtal ve mahvetmek için, farazî bir surette onların çirkin fikirlerini zikredip öyle ibtal ediyor. Meselâ der ki: “Farazâ dediğiniz gibi, Kur’an Kelâmullah olmasa; en âdi ve sahte bir kitab olurdu. Halbuki meydandaki âsârıyla göstermiş ki, en âlî bir kitabdır.” İşte bu gibi farazî tabirat, titreyerek yazılmasına mecburiyet hasıl olmuştur. Şu mebhasın âhirinde, şeytanın Sure-i ق وَ الْقُرْآنِ الْمَجِيدِ in fesahat ve selasetine dair vesvese ve itirazını reddediyor.

            YİRMİALTINCI MEKTUB’UN İKİNCİ MEBHASI:

            Bir insanda, vazife ve ubudiyet ve zât itibariyle üç şahsiyet bulunduğunu ve o şahsiyetlerin ahlâkı ve âsârı bazan birbirine muhalif olduğunu beyan eder.

            YİRMİALTINCI MEKTUB’UN ÜÇÜNCÜ MEBHASI:

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا

âyetinin, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebetine dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabîle kabîle yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mes’ele ile tefsir ediyor. Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın müdhiş marazına gayet nâfi’ bir ilâçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşlar ve yalancı milliyetperverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.

            YİRMİALTINCI MEKTUB’UN DÖRDÜNCÜ MEBHASI:

            Altı sualin cevabında “On Mes’ele”dir.

            Birincisi: “Rabb-ül Âlemîn” kelimesinin tefsirinde onsekiz bin âlem dediklerinin hikmeti münasebetiyle, birkaç nükte-i Kur’aniye beyan edilir.

          İkincisi: “Allah’ı bilmek, varlığını bilmenin gayrıdır.” Muhyiddin-i Arabî, Fahreddin-i Razî’ye demiştir. Ondan muradı nedir? Cevabında, gayet mühim bir mes’ele-i marifetullah beyan edilmiştir.

            Üçüncüsü: وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ âyetiyle اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً âyetinin vech-i tevfiki nedir? sualine, gayet mühim bir cevabdır.

            Dördüncü Mes’ele: جَدِّدُوا اِيمَانَكُمْ بِلاَ اِلهَ اِلاَّ اللّهُ hikmeti nedir? diye sualine, gayet güzel ve nurlu bir cevabdır.

            Dördüncü Mes’elenin Zeylinde, vahdaniyetin gayet azîm bir hüccetine geniş ve uzun bir bürhanına muhtasar bir işarettir.

            Beşinci Mes’ele: “Yalnız “Lâ ilahe illallah” diyen, “Muhammedürresulullah” demeyen ehl-i necat olabilir mi?” sualine karşı mühim bir cevabdır.

        Altıncısı: Birinci Mebhas’ta şeytanla münazaranın çirkin tabiratlarının sebeb-i zikri. Hem mühim bir temsil ile, hizb-üş şeytanı en dar ve en muhal ve en menfur bir mevkie sıkıştırıyor. Meydanı Hizb-ül Kur’an hesabına zabtederek, herbir hal-i Ahmediye (A.S.M.) herbir haslet-i Muhammediye (A.S.M.) herbir tavr-ı Nebevî (A.S.M.) o kuvvetli temsile göre bir mu’cize hükmüne geçip, nübüvvetini isbat ettiğini gösterir.

            Yedincisi: Vehham ve zarardan sakınmak için bizden uzaklaşan bazı dostların kuvve-i maneviyelerini teyid için hizmetimizden bazı maksadlarla çekilen ve maksadlarının aksiyle tokat yiyen çok misallerden yedi küçük misal ile gösterir ki; siperini bırakıp kaçanlar, daha ziyade yaralanırlar.

           Sekizincisi: Diyorlar ki: “Elfaz-ı Kur’aniye ve zikriye ve tesbihatları herbirinden, bütün letaif-i insaniye hisselerini istiyorlar. Manalarını bilinmezse, hisse alınmaz; öyle ise tercüme edilse daha iyi değil mi?” müdhiş ve mağlatalı olan şu suale karşı, gayet mühim ve ibretli ve zevkli bir cevabdır. Elfaz-ı Kur’aniye ve Nebeviye manaları, camid ruhsuz libas değiller; belki hayatdar feyiz-aver cildlerdir. Zîhayat bir çiçek soyulsa, elbette ölür. Hem lisan-ı nahvî olan elfaz-ı Kur’aniyedeki i’caz ve îcaz, hakikatı tercümeye mani olduğunu gösterir.

            Dokuzuncusu: “Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak dairesinin haricinde ehl-i velayet bulunabilir mi?” sualine karşı mühim ve merak-aver bir cevabdır.

            Onuncusu: Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde bulunan b u bîçare Said ile görüşen ve görüşmek arzu eden dostlara mühim bir düsturdur.

            YİRMİYEDİNCİ MEKTUB

            Risale-i Nur şakirdleri ve bu fakir Said’in fedakâr, hâlis, sıddık kardeşleri ve hizmet-i Kur’aniyede gayretli ve ciddi arkadaşları ve ders-i Kur’anda onun ders arkadaşları ve ellerinde kalemleri birer elmas kılınç hükmünde mübarek ve mücahid bir cemaatın Risale-i Nur eczalarının derslerinden aldıkları şevk ve sürur ile Risale-i Nur eczaları hakkında yazdıkları fıkralardır; her bir fıkra hangi risale münasebetiyle yazılmışsa o risalenin güzelce hüsn-ü tesirini ve ehemmiyetini ve faidesini gösterdiği gibi, umum fıkralar muazzam mufassal nuranî bir fihriste-i kübradır ki, Risale-i Nur’un eczalarına parlak fihristesi hükmüne geçmiştir. O fıkralar sahibleri güzel istidadlarında ayrı ayrı ve belig ifadelerinde renk renk ve latîf zevklerinde çeşit çeşit olduklarından, musikî tellerinin muhtelif nağamatından gelen tatlı sadâ gibi gayet şirin bir vaziyette bu mektuba tatlı bir ahenk vermişler.

            Arkadaşlardan çoklar var ki, sairlerin fıkralarını kendi hissiyatına ve fikrine ve fehmine muvafık buldukları için kendi dilleriyle söylenmiş gibi telakki ederek, “Biz eğer söylese idik, böyle söyleyecektik. Bu fıkralar bizimdir.” deyip ayrı fıkra yazmamışlar. Hattâ bu cihette herbirisi diyebilir ki: “Yirmiyedinci Mektub’un fıkraları çoğu benimdir. Çünki benim düşündüklerimi diyorlar. Eğer ben diyebilse idim, öyle diyecektim.”

            Her bir fıkra ayrı ayrı birer meziyeti olmakla beraber, bu mektuba girdikçe hususiyetten çıkıp sair arkadaşları dahi hissedar eder. Fıkralar samimi, hâlis yazıldıkları için tesirini kaybetmiyor. Muvakkat mektub olmayarak daimî yaşayacak hakikatları tazammun ettiklerinden, okumaları her vakit lezzetli ve menfaatlı oluyor. Fıkraların çok cihetlerle meziyetleri ve faideleri vardır.

            Yalnız bir cihet var ki, beni düşündürüyor: O fıkralar kısmen haddimden çok ziyade bana hisse veriyorlar. Ben itiraf ediyorum ki, ona lâyık değilim. Sükût ile kabul gösterdiğimin sebebi: Kardeşlerimin kendi üstadları hakkındaki hüsn-ü zanları şevklerine bir vesile olduğundan, neş’elerini kaçırmamak ve üstadlarına verdikleri şeref dahi hakikat noktasından esrar-ı Kur’an’a aid olduğunu düşünmektir.

            Elhasıl: Şu Yirmiyedinci Mektub’u okuyan, çok tatlı hakikatları şirin bir tarzda mütalaa eder, usançsız istifadeleri olur.

            YİRMİSEKİZİNCİ MEKTUB

            “Sekiz Mes’ele” namıyla sekiz risaledir.

            BİRİNCİ RİSALE: Rü’ya-yı sadıkanın hakikatini ve faidesini, gayet güzel ve hakikatlı “Yedi Nükte” ile beyan ediyor. Bu risale hem kıymetdardır, hem merak-averdir.

            İKİNCİ MES’ELE OLAN İKİNCİ RİSALE

            “Hazret-i Musa Aleyhisselâm, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın gözüne tokat vurmuş.” mealindeki bir hadîse dair ehemmiyetli bir münakaşayı kökünden kaldırır. Bu nevi hadîslere mülhidler tarafından itiraza bir sed çeker. Bu risale küçüktür, fakat merak-averdir.

            ÜÇÜNCÜ MES’ELE OLAN ÜÇÜNCÜ RİSALE

            Bu bîçare müflis Said’in ziyaretine gelenlerin ne niyetle görüşmek lâzım geldiğini beyan edip, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı itibariyle görüşmek lâzım geldiğini ve o görüşmenin mühim vazifelerini ve bu Said’in şahsiyetinin hiçliği nazara alınmayacak, belki dellâl olduğu mukaddes dükkânın kıymetdar cevherlerini nazara almak lâzım geldiğini “Beş Nokta” ile gayet güzel bir surette isbat etmekle beraber; hizmet-i Kur’aniyenin kerametinden ve inayet-i Rabbaniyeden, ben ve bazı arkadaşlarım mazhar olduğumuz çok inayetlerden birkaç vaki’ misalleri zikrediyor.

            Bu risalenin tetimmesinde; risalelerin yazmasına, hususan te’lifinde ve bilhâssa Yirmidokuzuncu Mektub’da tezahür eden hârika bir inayeti beyan ediyor.

            DÖRDÜNCÜ MES’ELE OLAN DÖRDÜNCÜ RİSALE

            Mescidimize iki defa taarruz edildi, âhirki defa da kapadılar. Ondan iki üç sene mukaddem, yine mübarek bir misafirin gelmesiyle, gayet vahşiyane ve zalimane tecavüz edildiği için, her tarafta benden sual edildi. Böyle merak-ı umumîyi tahrik eden bir hâdiseye lâyık cevab vermek için, Eski Said lisanıyla “Dört Nokta” ile mühim ve ibretli bir cevabdır.

            BEŞİNCİ MES’ELE OLAN BEŞİNCİ RİSALE

            Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’da tekrar ile اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ۞ اَفَلاَ يَشْكُرُونَ ve şükretmeyenleri, otuzbir defa فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ fermanıyla tehdid ettiğinin sırrını gayet âlî ve tatlı ve makul bir surette tefsir ediyor; insan bir şükür fabrikası olduğunu isbat ediyor. Kâinat bir nimet hazinesi olup; şükür anahtarı olduğunu; ve rızık, onun neticesi ve şükrün mukaddimesi bulunduğunu gayet güzel ve kat’î bir surette isbat ediyor.

            Der tarîk-ı acz-mendî, lâzım âmed çâr çîz:

            Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!

olan düstur-u hakikattaki birinci rükün bulunan şükr-ü mutlakın parlak ve yüksek hakikatını izah ediyor.

            ALTINCI MES’ELE OLAN ALTINCI RİSALE

            وَاتَّقُوا فِتْنَةً لاَ تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً âyetinin mühim bir sırrını, Vehhabîlerin Haremeyn-i Şerifeyn’i istilaları münasebetiyle tefsir niyetiyle, Vehhabîlerin mahiyet-i tarihiyesiyle vaziyet-i hazıralarını ve âlem-i İslâmiyete karşı tesiratlarını muhtasar fakat ehemmiyetli bir surette dört nükte-i mühimme ile isbat ediyor.

            YEDİNCİ MES’ELE OLAN YEDİNCİ RİSALE

            قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ âyetinin, Risale-i Nur ve hademeleri hakkındaki mühim bir sırrını, “Yedi İşaret” namıyla, yedi inayet-i Rabbaniyeyi beyan ediyor. Ve tahdis-i nimet suretinde bu inayet-i seb’anın izharına, yedi makul sebebi beyan ediyor. Bu inayet-i seb’a-i külliyenin hârikalarına işareten, kendi kendine te’lif vaktinde iki sahifenin bütün satırları başlarında yirmisekiz elif gelerek, Yirmisekizinci Mektub’un mertebesine tevafuk ettiğini, te’lifinden bir zaman sonra muttali olduk. Bu inayet-i seb’ayı okuyan adam, Risale-i Nur eczalarını ne kadar ehemmiyetli ve nazar-ı inayet-i İlahiyede bulunduğunu ve himayet-i Rabbaniyede olduğunu bilecek ve bu yedi inayet külliyedir, cüz’iyatları yetmişi geçer.

            Hâtimesinde, bir sırr-ı inayete ait mahrem bir sualin cevabı ve hâtimesinde, inayet-i seb’anın birincisi olan tevafukata gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı gayet kat’î bir surette def’ediyor. O hâtimenin âhirinde, Üçüncü Nükte’de inayet-i hâssa ve inayet-i âmmeye dair mühim bir sırr-ı dakik-i rububiyete ve ehemmiyetli bir sırr-ı Rahmaniyete işaret ediyor.

            SEKİZİNCİ MES’ELE OLAN SEKİZİNCİ RİSALE

            Altı sualin cevabı olan “Sekiz Nükte”dir.

            BİRİNCİ NÜKTE: Tevafuktaki işarat-ı gaybiyeyi, umum Risale-i Nur eczalarında cüz’î-küllî bulunduğuna dairdir.

            İKİNCİ NÜKTE: Tevafukatın meziyeti, Lafz-ı Celal’den başka ne için fevkalâde Kur’anda matlub olmadığının sırrını beyan eder.

            ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Bir kardeşimizin fazla ihtiyat ve cesaretsizliği yerinde olmadığını ve bir müftünün Onuncu Söz’e sathî tenkidlerine karşı güzel bir cevabdır.

            DÖRDÜNCÜ NÜKTE: “Meydan-ı haşirde insanlar nasıl toplanacaklar, çıplak olarak mı? Herkes ahbablarını görebilir mi? Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı şefaat için nasıl bulacağız? Hadsiz insanlarla bir tek zât olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nasıl görüşecek? Ehl-i Cennet ve Cehennem’in libasları nasıl olacak? Ve bize kim yol gösterecek?” Altı meraklı sualin mukni’ ve makul cevabıdır.

            BEŞİNCİ NÜKTE: “Zaman-ı Fetrette, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ecdadı, bir din ile mütedeyyin mi idiler?” cevabında, güzel bir hakikat beyan ediliyor.

            ALTINCI NÜKTE: “Hazret-i İsmail’den sonra, Peygamber’in ecdadından peygamber gelmiş midir?” sualine karşı, gayet mühim bir cevabdır.

            YEDİNCİ NÜKTE: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peder ve vâlide ve ceddi Abdülmuttalib’in imanları hakkında en sahih haber hangisidir?” sualine karşı gayet mühim ve makul bir cevabdır.

            SEKİZİNCİ NÜKTE: “Amcası Ebu Talib’in imanı hakkında esahh olan nedir? Cennet’e girebilir mi?” suallerine karşı güzel bir cevabdır.

            ONDOKUZUNCU SÖZ’ÜN ZEYLİ

           Ondokuzuncu Söz’ün Zeyli olan Şakk-ı Kamer risalesi unutulmuştu. Şu risale, Şakk-ı Kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını “Beş Nokta” ile gayet kat’î bir surette reddedip inşikak-ı Kamer’in vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de beş icma’ ile şakk-ı Kamer vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette isbat eder şakk-ı Kamer mu’cize-i Ahmediyesini (A.S.M.) Güneş gibi gösterir.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB

            “Dokuz Kısım”dır. Yirmidokuz nükte-i mühimme içinde vardır. O dokuz kısım, küçük büyük onyedi risaledir.

            BİRİNCİ KISIM OLAN BİRİNCİ RİSALE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَ الضَّالِّينَ

هُوَ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ اُمُّ الْكِتَابِ وَاُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ … الخ

âyetlerinin bazı sırlarını, “Dokuz Nükte” ile tefsir eder.

            BİRİNCİ NÜKTE: “Kur’ana ait ve Kur’anın esrarı bilinmiyor ve müfessirler hakikatını anlamamışlar.” diyenlere karşı mühim bir cevabdır.

            İKİNCİ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’deki وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ ۞ وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا gibi kasemat-ı Kur’aniyedeki mühim bir hikmeti beyan ediyor.

            ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Surelerin başlarında bir şifre-i İlahiye olan huruf-u mukattaaya dairdir.

       DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Kur’an-ı Hakîm’in hakikî tercümesi kabil olmadığından ve manevî i’cazındaki ulviyet-i üslûb tercümeye gelmediğinden, mühim bir beyan ile, üslûb-u Kur’aniyedeki bir lem’a-i i’caziyeyi gösteriyor.

            BEŞİNCİ NÜKTE: “Elhamdülillah” cümlesinin ifade ettiği mananın en kısası, bir satır kadar olduğunu ve hakikî tercümesi kabil olamadığını gösterir.

            ALTINCI NÜKTE: اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki nun-u mütekellim-i maalgayre dair mühim bir sırrı, nurlu bir hal ve hakikatlı bir hayal içinde beyan ediyor.

            YEDİNCİ NÜKTE: اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ mühim ve nuranî bir sırrını beyan içinde, bid’aların icadı ne kadar çirkin ve zararlı olduğunu gösterir.

            SEKİZİNCİ NÜKTE: Şeair-i İslâmiye, hukuk-u umumiye hükmünde olduğuna dair mühim bir sırrını beyan ediyor.

            DOKUZUNCU NÜKTE: Mesail-i şeriatın “taabbüdî” ve “makul-ül mana” olarak iki kısım; ve taabbüdî kısmı hikmet ve maslahatların tebeddülü ile tegayyür edemediğinin sırrını beyan ediyor. Ve ezanın faidesi, yalnız bir köy bir şehir ahalisini namaza davet değil, belki kâinat sarayında mevcudata karşı umum mahlukat namına bir ilân-ı Tevhid olduğunu beyan eder.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB’UN İKİNCİ KISMI OLAN İKİNCİ RİSALE

            شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ âyetinin bir sırrını, sıyam-ı Ramazanın yetmiş hikmetlerinden dokuz hikmetinin beyanıyla o sırr-ı azîmi tefsir ediyor. O yedi hikmet, o kadar hakikî ve kuvvetli ve cazibedardırlar ki; müslüman olmayan da onları görseler, oruç tutmaya büyük bir iştiyak ve hevese gelir. Kendine müslüman deyip oruç tutmayan, bu hikmetlere karşı, hacalet ve hatasından ezilmek lâzım gelir.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB’UN ÜÇÜNCÜ KISMI OLAN ÜÇÜNCÜ RİSALE

            Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın enva’-ı i’cazından göz ile görülecek kısmının beş-altı vechinden bir vechi, yeni bir Kur’an yazmakla göstermeye dairdir. Lillahilhamd, öyle bir Kur’an yazıldı. Ümmetçe Hâfız Osman hattıyla makbul Kur’anın aynı sahifelerini satırlarını muhafaza etmekle beraber; lafzullah, mecmu’ Kur’anda ikibin sekizyüz altı defa tekerrür ettiği halde; nâdir ve nükteli müstesnalar hariç kalıp, mütebâkisi tevafuk ettiğini anladık, sahife ve satırlarını tağyir etmedik. Yalnız biz tanzim ettik. O tanzimden hârika bir tevafuk tezahür etti. Yazdığımız Kur’anın parçalarını bir kısım ehl-i kalb görmüş, Levh-i Mahfuz hattına yakın olduğunu kabul etmişler. Bu risale ise; tevafukat-ı Kur’aniyeye dair olduğu münasebetiyle, sırf bir işaret-i gaybiye olarak, hiçbirimizin haberimiz olmadan, ibtida-i te’lif ve birinci tesvidinde onbir “Kur’an” kelimesi; bir tek sahifede, bir satırda, bir sırada hatt-ı müstakimle tevafukları, tevafuk-u Kur’aniyedeki lem’a-i i’caziyenin bir şuaı şu risalede bu hârika letafeti gösterdiğini, görenlere kanaat geldi.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB’UN DÖRDÜNCÜ KISMI OLAN DÖRDÜNCÜ RİSALE

            “Üç Nükte”dir.

            BİRİNCİ NÜKTE: Kur’anda, “Kur’an” kelimesinin çok sırlarından bir sırrını, altmışdokuz âyet-i azîmede latîf manidar sahifeler arkasında birbirine tevafukla baktıklarını ve o âyât-ı azîmenin manen birbirinin hakikatını teyid ettiklerini göstermek, tilavet-i Kur’an sevabını ve zikir faziletini ve tefekkürî ubudiyeti birden kazanmak isteyenlere, evrad nev’inden gayet güzel bir hizb-i Kur’an olarak yazılmıştır.

            İKİNCİ NÜKTESİ: Kur’an-ı Hakîm’de “Resul” kelimesi tekrarındaki esrarın tevafuk cihetiyle birisine işaret için, yüz altmış âyâttaki “Resul” kelimesi birbirine tevafukla manidar bakması gibi; [7](Haşiye) o yüz altmış muazzam âyetler de birbirine bakıyor. Birbirini teyid ve isbat ettiğine işareten ve Kur’andan hem kıraat, hem zikir, hem fikir olmak üzere bir hizb-i mahsustur. Kendine âlî ve tatlı ve çok kıymetli bir vird arzu edenlere mühim bir virddir.

            ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Lafzullah ikibin sekizyüz altı defa zikrinin çok nükteleri var. İ’caz-ı Kur’anın çok şualarını gösteriyor. Bu Üçüncü Nükte de, onun dört şua-ı i’cazını gösteriyor.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB’UN BEŞİNCİ KISMI OLAN BEŞİNCİ RİSALE

اَللّهُ نُورُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ

(ilh …) âyet-i nuranînin çok envâr-u esrarından güzel bir nuru, Ramazan-ı Şerifte bir halet-i ruhiyede, mühim bir seyahat-ı kalbiyede görünmüş ve bir derece bu risalede beyan edilmiştir. Bu risale küçüktür, fakat çok nurlu ve ehemmiyetlidir.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB’UN ALTINCI KISMI OLAN ALTINCI RİSALE

            وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatını; ins ve cinn şeytanlarının ve müslümanlar içine girmiş mülhidlerin ve münafıkların altı desiseleriyle altı cihette hücumlarını altı hakikatla sed ve reddetmekle, o sırr-ı azîmi tefsir ediyor.

            BİRİNCİ DESİSELERİ: Kur’anın hâdimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmasına mukabil, gayet mukni’ ve kat’î bir cevabla tardedilir.

            İKİNCİ DESİSELERİ: Korku damarıyla, ehl-i hakkı haktan çevirmesine karşı, gayet güzel ve kat’î bir cevabla susturur.

            ÜÇÜNCÜ DESİSELERİ: Tama’ ve hırs cihetiyle, ehl-i hidayeti hizmet-i Kur’aniyeden vazgeçirmesine karşı, gayet parlak ve kat’î bir cevabla reddedilir.

            DÖRDÜNCÜ DESİSELERİ: Asabiyet-i milliyeyi tahrik etmek suretinde, hakikî din kardeşleri ve hizmet-i Kur’aniyede samimî arkadaşlarının içinde yabanilik ve ihtilaf atmak ve üstadlarından soğutmalarına mukabil, gayet mühim ve kat’î bir cevabdır ki; şeytan-ı insîyi tamamıyla susturduğu gibi, sahtekâr milliyetçilerin maskelerini yırtarak, öyleler milletin düşmanları olduklarını hakikî milliyetperver kimler olduğunu gösterir.

            BEŞİNCİ DESİSELERİ: İnsanın zaîf damarı olan enaniyeti tahrik edip, ehl-i hakkı haksızlığa sevketmek ehl-i ittihadı ihtilafa düşürmesine mukabil, kuvvetli ve eneleri susturacak bir cevab verilmiştir.

            ALTINCI DESİSELERİ: Tenbellik ve tenperverlik ve vazifedarlık damarından istifade suretiyle, Kur’an şakirdlerinin gayretlerini, sadakatlarını, ihlaslarını zedelemek suretindeki hücumuna karşı bir cevabdır. Âhirinde, umum cevabların hülâsası şu iki âyet ile, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan cevab veriyor:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ ۞ وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً

            Şu risalenin âhirinde; iki yaprak yazıldıktan sonra görülmüş, ihtiyarsız kendi kendine gelen latîf ve zarif bir tevafuktur ki, sıkıntılı esaretimin tam dokuzuncu senesinde te’lif edilen şu risalenin âhirinde, Yirmidokuzuncu Mektub’un bahsinde yirmidokuz nükte bulunması ve dokuz kısım olması ve bu risale fihristesinde dokuz defa “dokuz” lafzı ile o mektubdan bahsedilmesi ve Birinci Kısım dokuz nükte olması; ve Ramazanın, burada işaret edilen ve İkinci Kısım’da mezkûr hikmetleri dokuz bulunması; ve burada işaret edilen ve Dördüncü Kısım’da mezkûr “Kur’an” kelimesine dair âyetler altmışdokuz etmesi; ve Kur’an kelimesi de bu mebhasta yirmidokuz gelmesi ve lafzullah dahi dokuz olması; ve risale de yirmidokuz sahifede tamam olması cihetiyle, dokuz defa dokuzlar birbirine tevafuk ederek çok şirin düşmüştür. Bu risale dahi, sırr-ı tevafuktan küçük, fakat parlak bir hissesi olduğunu gösterir. İnşâallah bu dokuz defa dokuzların sırrı ise, dokuzuncu sene-i esaretimde zuhuru esaretin de dokuzuncu senesinde biteceğine işarî bir beşarettir. Dokuzuncu sene-i esaretimde sıkıntıdan o senede dokuz dişim düştüler; o münasebetle Isparta’ya me’zuniyetle gitmek o senede oldu. Latîf bir tevafuktur; bu parça dahi, bu sahifede dokuz, ondokuz defa gelmiştir. Fihristenin Dördüncü Kısmında ve bu İkinci Kısmın bazı nüshalarında, aşağıdaki gösterilen tevafuk vardır.

            Umum elif yüz ondokuz, umum risaleler dahi yüz ondokuz adeddir. Demek elifler de bir nevi fihristeye işarettir.

            HÜCUMAT-I SİTTE’NİN ZEYLİ OLAN ES’İLE-İ SİTTE

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

وَمَا لَنَا اَلاَّ نَتَوَكَّلَ عَلَى اللّهِ وَقَدْ هَدَينَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

âyetinin sırrına istinaden, dünyanın hiçbir usûl ve kanununa tatbik edilmeyen, vicdansız insanların bize karşı tecavüzatına sabır ile ve Hakk’a tevekkül ile beraber; istikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için ve istikbal asırları, bu asrın sîmasına ve gayretsiz adamların yüzüne “Tuh!” dediği zaman, yüzümüze tükürüğü gelmemek veya silmek için yazılmış bir layihadır. Ve Avrupa’nın insaniyetperver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları bize musallat eden o insafsız zalimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asra, yüzbin cihetten “Yaşasın Cehennem!” dedirten mimsiz medeniyetperestlerin başına vurmak için yazılmış bir arzuhal ve ehl-i ilhad ve bid’atçıları ilzam ve iskât edecek “Altı Sual”dir.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB’UN YEDİNCİ KISMI: İŞARAT-I SEB’A

فَآمِنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِىِّ اْلاُمِّىِّ الَّذِى يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ ۞ يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ

bir sırrını ve mühim bir hakikatını “Yedi İşaret”le ve yedi mühim suale yedi kat’î ve kuvvetli cevabla tefsir ediyor.

            BİRİNCİ SUAL: “Ecnebilerden ihtida edenler, kendi dilleriyle şeair-i İslâmiyeyi tercüme ediyorlar. Âlem-i İslâm onlara karşı sükûtu ve itiraz etmemesi, cevaz-ı şer’î göstermez mi?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı, gayet kat’î ve kuvvetli bir cevabdır.

            İKİNCİSİ: “Firenklerdeki inkılabcılar ve feylesoflar, Katolik mezhebinde inkılab yapmakla terakki ettiklerinden, acaba İslâmiyette böyle bir inkılab-ı dinî olamaz mı?” diyen ehl-i bid’atın sualine karşı; gayet kat’î, ve zahir ve bahir ve müskit bir cevabdır.

            ÜÇÜNCÜSÜ: “Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki ettiğinden, biz de taassubu bıraksak daha iyi olmaz mı?” diye ehl-i bid’atın ve sefahetin sualine karşı, gayet müskit mukni’ ve mantıkî bir cevabdır.

            DÖRDÜNCÜSÜ: “Za’fa uğrayan İslâmiyeti takviye niyetiyle, kuvvetli olan milliyete mezcetmek ve secaya-yı milliyeti şeair-i İslâmiye ile kuvvetleştirmek bu asırda daha iyi olmaz mı?” diye dessas ehl-i dünyanın bu müdhiş sualine, gayet metin bir cevabdır.

            BEŞİNCİSİ: “Bu kadar heyet-i içtimaiye-i beşeriye fesada girmiş ve hissiyat-ı diniye zaîfleşmiş ve şahsî dehâlar ve harekât, cemaatın şahs-ı manevîsinin icraatına mağlub düşmüş bir zamanda, nasıl rivayet-i sahihada denildiği gibi, birkaç sene zarfında, Mehdi dünyayı ıslah edecek? Halbuki bütün işi hârika olup ve birkaç nebinin mu’cizatı da beraber olsa, yine ıslahı pek müşkil görünür.” diye, ehl-i tenkidin sualine karşı, gayet kuvvetli bir cevabdır.

            ALTINCISI: Âhirzamanda Hazret-i Mehdi’nin Süfyanî komitesine galebesi, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın Deccal komitesini dağıtması şeriat-ı İslâmiyeye tebaiyete dairdir.

            YEDİNCİSİ: “Mütefekkirîn-i İslâmiye, Avrupa’nın düsturlarını ve fennin kanunlarını bir derece kabul edip, onların usûlüyle onlara karşı İslâmiyeti müdafaa ettikleri halde -sen de eskiden öyle yapıyordun- şimdi neden bütün bütün başka bir çığır açıp, fen ve felsefeyi kökünden vuruyorsun? Ve fünun-u müsbete dedikleri usûllerinin asılsızlıklarını gösteriyorsun?” diye çokların tarafından gelen suale karşı, gayet hak ve hakikatlı bir cevabdır.

            YİRMİDOKUZUNCU MEKTUB’UN SEKİZİNCİ KISMI

            Sekiz remizdir, yani sekiz küçük risaledir. Şu remizlerin esası, ilm-i cifrin mühim bir düsturu ve ulûm-i hafiyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiye-i Kur’aniyenin mühim bir miftahı olan tevafuktur. Bu tevafuk anahtarıyla küçük surelerin çok mühim esrar-ı i’caziyeleri göründüğü ve gösterildiği gibi, Gavs-ı A’zam’ın mühim bir kerametini dahi izhar ettiğinden tevafukun ehemmiyeti ziyadeleşti. Evet kudsî bir şeyin zarf ve gılafı o kudsî şeyden ârızî bir kudsiyet aldığına binaen, tevafukta gördüğümüz işaret-i kudsiye ile tevafuk, nazarımızda bir kudsiyet kesbetmiştir. Hem tevafuk alâmet-i tevfik olduğu cihetle, nazarımızda mübarek olmuştur. Hem tevafuk ittifaka işaret, ittifak ise ittihada emare, ittihad ise vahdete alâmet, vahdet ise tevhide delalet, tevhid ise Kur’anın dört esasından en mühim esası olduğundan; tevafuk, nazarımızda yüksek bir meymenet almıştır. Hem tevafuk, şevki tezyid ve kelâmı tezyin ettiğinden nazarımızda güzelleşmiştir. Bunun içindir ki, sekiz remiz tevafuk esası üzerine yazıldı.

            Birinci Remiz yani Birinci Risale: Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cebhe-i harbde ateş içinde, müracaat edilecek kitablar olmadığı halde, ani bir surette âyât-ı Kur’aniyeden tereşşuh eden nüktelere dair İşarat-ül İ’caz namındaki tefsirde lafzullahın muhtasarı olan elif ve lafzullahın hurufatı ve kasem vaktinde “Vallahi, Billahi, Tallahi” denildiği vakit huruf-u kasemiye olan vav, bâ, tâ’nın o tefsirdeki acib tevafukatıdır ki, o hurufatın tevafukatı dikkat edenlere de şübhe bırakmıyor ki, bir kasd ve irade ile tanzim ediliyor. Nümune için dört misal:

            Birincisi: 120 sahifeden ibaret olan o cüz’-ü evvel bulunan tefsirde satırlar başındaki 13 elifli sahifelerde tevafukat mecmuu 7 defadır ve 7 elifle olan tevafuk ise yine 13 defadır. 10 elifli sahife tevafuku 11 defadır. 11 elifli tevafuk 15 defadır. 12 yine 15’tir. 15 elifli dahi 5’tir. 5 elifli dahi 5’tir. 6 elifli yine 5’tir. Demek muhtelif rakamla 5 kısım tevafuk 5 defa 5 olur. Dikkat edilse bu tevafukatta kasdî bir intizam vardır, tesadüf işi olamaz.

            İkincisi: Tefsirde satır başında ve nihayetlerinde bulunan elif ve sâkin elif ve bâ ve mim ve hâ ve tâ, vav ve nun gibi hurufatın tevafuk yekûnlerinin acib tevafukları pek hayretlidir. Şöyle ki: 100 küsur sahifede elif tevafukatı 70 ve satır nihayetindeki sâkin elif yine 70, hem bâ’nın tevafukatı yine 70 ve lâm’ın yine 70 ve hâ’nın yine 70 tevafukuna tevafukları, 5 defa 70 yekûn tevafuklar birbiriyle tevafuku ve tâ’nın 60 tevafuku vav’ın dahi aynen 60 tevafukuna ve nun’un 60 küsur tevafukuna tevafukları bilbedahe kör tesadüfün işi olamaz. Alâmet-i makbuliyet olarak bir işaret-i gaybiye nev’inden bir inayet cilvesiyle tanzim edildiğine ehl-i insaf ve ehl-i dikkat tereddüd etmez.

           Üçüncü Misal: Tefsirin 81’inci ve 2’nci sahifelerinde satırların baş ve nihayetlerindeki 7 huruf her iki sahifede tam tevafuk ediyor. Âdeta bütün hurufatı bir kasd ile tanzim edilmiştir gösteriyor.

            Dördüncü Misal: Tefsirin 112’nci sahifesinde vav tevafukunu bozdu, 5’ten 7’ye atladı. Dikkat ettik, gördük ki; o mütekabil iki sahifede 5 defa 12 rakamıyla tevafukat var. Bu vav’ın 5 ile 7’si 12 edip 12’ler rakamı 6 defa olarak vav’ın makam-ı ebcedîsi olan 6 olduğundan vav kasdî tanzimin bir anahtarı olduğunu gördük.

            Beşinci Misal: 15 sene evvel tab’ edilen İşarat-ül İ’caz tefsirini tefe’ül gibi açtık. Acaba Risale-i Nur eczalarında tereşşuhatı görünen bir tevafuk onların büyük bir kardeşi olan bu tefsirde bulunabilir mi diye beraber baktık. 77’nci sahife açıldı. Mu’cizat-ı Ahmediye bahsi idi. Satırlar başındaki elifleri saydık. İki taraf 14’er. Birbiriyle muvafık. 14 iki 7’nin mecmuu olmak cihetiyle sahife rakamında iki 7 suretini gördük. “Aleyhisselâm” “Aleyhisselâm” cümleleri birbirine tevafuk ediyor gördüğümüzden şübhemiz kalmadı ki, bu tefsir dahi Risale-i Nur eczaları gibi sırr-ı tevafuktan ve cilve-i inayetten hissesi vardır.

            İkinci Remiz yani İkinci Risale: Kenz-ül Arş Duasının feyzinden gelen birinci nükte-i Kur’aniyedir ki, o remizde huruf-u heca Kur’an-ı Azîmüşşan’da yekûnlerinin tevafukat-ı hârikasını gösteriyor. Şu remiz Üçüncü Kısmın âhirinde aynen yazıldığından burada yazdırılmadı.

            İkinci Remzin mühim bir zeyli: Yine Kenz-ül Arş Duasının feyzinden gelen ikinci nükte-i tevafukiyedir. Bu nükteden nümune için üç misal:

            Birincisi: Suver-i Kur’aniyenin aded-i hurufatı 3000’de tevafukatı pek hârika ve mu’cizanedir. Meselâ: En kısa sure olan Sure-i Kevser’in hurufatı ebcedî makamı 3000 olmakla hem Sure-i Yâsin’in 3000 aded-i hurufuna, hem Sure-i Furkan’ın 3000, hem Sure-i Fâtır’ın 3000, hem Sure-i Vessaffat’ın 3000, hem Sure-i Sad’ın 3000, hem Ra’d’ın 3000, hem Er-Rum’un 3000, hem Ez-Zuhruf’un 3000, hem Sure-i Şûra’nın 3000, hem İbrahim’in 3000. Bu surelerinin 3000 hurufatına tevafuku ve 11 surenin 3000’de birbiriyle muvafakatı ve mutabakatı bilbedahe tesadüf işi olamaz. Belki i’caz-ı Kur’anın bir şu’lesidir ki, hurufata serpilmesidir ve yaldızlamasıdır. Hem en uzun sure olan El-Bakara’nın örfî yani kelâm hükmündeki kelimatın 3000 adedine ve Âl-i İmran’ın hakikî kelimatının 3000 adedine ve Sure-i Nisa kelimatının 3000 adedine tevafuku elbette kör tesadüfün işi değil ve rastgele ve şuursuz ve ittifakî bir vaziyet olamaz. Belki sırr-ı i’cazın bir cilvesinin şuaı ile bir intizamdır. Böyle büyük tevafukatta küçük küsurat münasebat-ı tevafukiyeyi bozmadığından nazara alınmadı.

            İkinci Misal: Sure-i اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ فِى لَيْلَةِ الْقَدْرِ in i’cazkâr bir tevafukundan bahistir. Şöyle ki: Sure-i Kadr’in 120 harfi gayr-ı melfuz hemze sayılmazsa 114. Suver-i Kur’aniyeye tevafukla işaret eden 114’tür. İşte bu adedle اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ kendiyle beraber 10 surenin hurufatının adedlerine ve 10 surenin kelimatının adedlerine ve 10 surenin âyetlerinin adedlerine tevafuku, herhalde şuursuz hikmetsiz tesadüfün işi olamaz. Belki manevî ve lafzî bir i’caz-ı Kur’anînin bir şuaı hurufata aksedip tanzim ile yaldızlanmış. Evet اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ ile beraber Duha, Elem Neşrah leke, Zilzal, Tekâsür, El-Maun, en evvel nâzil olan nısf-ı evvel-i Alak, Vettîn, El-Karia ve Hümeze olan 10 surenin bu tevafuku bozmayan küçük küsurattan kat’-ı nazar 100 adedinde tevafukları olduğu gibi; yine sure-i اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ, El-Fecr, Abese, El-Mürselât, El-Büruc, El-Mutaffifîn, El-İnşikak, En-Naziat, En-Nebe’, El-Münafıkûn, Cum’a olan 10 surenin 100 küsur aded-i kelimatına yüzlükte manidar tevafuk etmekle beraber yine اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ hurufatı Sure-i İsra, Kehf, Tâhâ, Yusuf, Hud, Yunus, Nahl, Enbiya, Mü’minûn, Tevbe, Maide olan 10 surenin herbirinin 100 küsur aded âyetlerine manidar tevafukları ve bu surelerin de bu tevafuk-u acibe zımnında birbiriyle tevafukları içinde binler tevafuk bulunduğu halde hiç mümkün olur mu ki, tesadüf içine girebilsin? Hiç mümkün müdür ki, bu ittifakın uçlarında mühim nükteler, işaretler bulunmasın?

            Üçüncü Misal: Sure-i İhlas’ın ebcedî makam-ı hurufîsi 1003’tür. Böyle büyük yekûndeki tevafuka zarar vermeyen küçük küsurattan kat’-ı nazar Sure-i Nur, Hacc, Enfal, Nahl, İsra, Kehf, Enbiya, Mü’minûn, Zümer, Yunus, Yusuf, Neml, Şûara, Tâhâ olan 14 surelerin herbirinin 1000 küsur kelimat adedlerine tevafuku ile beraber; huruf cihetinde Sure-i Sebe’, El-Hakka, Mümtahine, Sure-i İnsan, Tûr, Secde, Ez-Zariyat, Rahman, Tahrim, Talak, Duhan surelerinin herbirinin 1000 küsur aded-i huruflarına manidar tevafuk elbette bir sülüs-ü Kur’an addedilen Sure-i İhlas’ın hikmetdar bir nüktesidir. Ve bu tevafukun bir sırr-ı azîmi var ve şuursuz hikmetsiz tesadüfün işi değildir. Belki şuaat-ı i’caziyenin in’ikasıdır.

            Üçüncü Remiz olan üçüncü nükte-i Kenziye ve Üçüncü Risale:

            En evvel nâzil olan Sure-i El-Alak’ın sırr-ı tevafukuna dair 4 letafet-i i’caziyesine işaret ediyor. Her letafetten küçücük bir nümune:

            Birincisi: Şöyle ki: En evvel nâzil olan şu sure, suver-i Kur’aniyenin bir fihristesi hükmünde olduğunu sırr-ı tevafukla gösteriyor. Şöyle ki: Bu surede hemze 45 defa tekrar ile lâm’ın 45 defa tekrarına tevafukla beraber, 41 surenin başlarına parmağını basıyor ve başlarındaki elifi gösteriyor. Yâ 16 defa tekrarıyla bâ’nın 16 defa tekerrürüne tevafukla beraber, 14 surelerin başlarındaki yâ’ya parmağını basıp işaret ediyor. Lisan-ı mana ile “Benden sonra bunlar gelecekler” diye ifade ediyor. Kaf sekiz tekerrürüyle Sin’in sekiz tekerrürüne tevafuk etmekle beraber, her birisi sekiz surenin başlarına işaret edip onların fihristeleriyiz diye ifade ediyorlar. ط 3 tekerrürüyle sad’ın 3 adedine tevafukla beraber, 3 surenin başına bakıyor ve haber veriyor. Vav 6 tekerrürüyle kendi makam-ı ebcedîsi olan 6 adedine tevafukla beraber, vav-ı kasemiye ile başlayan 12 surenin başlarına işaret edip gösterdiği gibi, tekerrürü makam-ı ebcedîsine darbedilse 36 olup, vav ile başlayan 16 surenin başlarında 36 vav-ı kasemiyeyi tevafukla göstermesi mühim esrara medar olduğunu gösterir ve bir intizam-ı gaybî tahtında olduğunu isbat eder. Ve Sure-i El-Alak’ın en evvel gelmiş ve umum surelerden haber vermiş ifade ediyor.

            Üçüncü letafetinden küçük bir nümune: Şu Sure-i El-Alak’ın hurufatı 328 adediyle makam-ı ebcedîsi 999 olan Bismillahirrahmanirrahîm ile beraber 1327 edip 1327’de müdhiş hâdisatın başlangıcı olan o tarihe gayet manidar nazar-ı dikkati celbetmek suretinde tevafuku elbette tesadüfî olamaz. Çünki madem Allâm-ül Guyub’un kelâmıdır, وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ işaret olunan Kitab-ı Mübin’in bir nüshası olan Kur’anda hâdisat-ı âleme işaretler vardır ve kısmen göstermişiz. Hem madem en evvel nâzil olan şu sure mecmu’-u Kur’anın bir nev’ fihristesidir. Hem madem Kur’anın intişarına ve fütuhatına ve Kur’ana aid hâdisata dair âyât-ı kesîre vardır. Elbette Sure-i El-Alak hurufatının verdiği bu gibi haberler kasdîdir, tesadüften münezzehtir.

            Dördüncü letafetten küçük bir nümune: Sure-i El-Kehf’in âyâtı 111’dir. Kelimatı Tefsir-ül Mikyas hesabına göre 1564’tür. Âyâtı itibariyle 29 sureye tevafuk ettiği gibi, kelimatıyla dahi 39 sure ile yalnız 1000 adedinde tevafuk ediyor. O surelerin onaltısının kelimatıyla ve 23 surenin de hurufatıyla tevafuk ederek Kur’an-ı Hakîm’in tam nısfında olan Sure-i El-Kehf mecmu’-u suver-i Kur’aniyenin takriben nısfıyla ittihad etmesi i’caz-ı Kur’anînin şuaıyla tanzim edildiğini gösterir.

            Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmı’nın Dördüncü Remzi olan Dördüncü Risale:

            Sure-i El-Kevser’in mühim ve mahrem bir sırrına dairdir. Ehass-ı havastan başka kendini kimseye gösteremiyor. Onun için onun mebahisinden nümunelerini yazmağa lüzum yoktur. Yalnız bu kadar var ki; Sure-i İnna A’tayna maani-i meşhuresinden başka, yalnız hurufatıyla gösterdiği nükteler ve verdiği haberler 20 sahife kadardır. Tek başıyla kat’î ve parlak bir mu’cize-i Ahmediye olduğunu gösteriyor. O sırr-ı mahremin âhirinde bir vakit ehl-i ilhadı hiddetle düşündüğüm bir sırada kendi kendine gelen Arabî ve şiire benzer bazı merakâver fıkralar var. En nihayetinde istikbale aid ihbarat-ı gaybiyeye dair bir mes’ele-i ilmiye ve itikadiye beyan edilir. İcmalen hülâsası şudur ki: Hâdisat-ı maziyeye işaret eden ihbarat-ı gaybiye-i Kur’aniye sarahat gibi kat’îdir. Kabil-i tebdil ve tağyir olamaz. Fakat bize nisbeten istikbal-i dünyeviyede gelecek hâdisata dair işarî olan işarat-ı gaybiye-i Furkaniye meşiet-i İlahiye ile ta’dil ve nim-tebeddül eder. Çünki meşiet-i İlahiye hâkim-i mutlaktır, mahkûm olamaz. Her hâdisenin gizli bazı şeraiti bulunabilir ki, sarahatsız olan işarat-ı Kur’aniye o şeraite göre remzen ihbar eder. Şerait bulunmazsa tebeddülü işarî ihtimalli olan ihbarat-ı Kur’aniyeyi cerhetmez. Hem Levh-ül Mahfuz’un hâdisat-i zamaniye dairesinde bir nüshası olan Levh-i Mahv-İsbat tabir edilen kabil-i tebdil bir sahife-i kaderiye vardır ki, bazı esbabla değiştirilebilir. Nasılki hadîs-i sahihte vârid olmuş ki: Bazan bela nâzil olur, karşısına sadaka gibi bir hasene-i mühimme çıkar mukabele eder. Bela ref’ olur. O kader dahi tahavvül eder. Hattâ ecel-i mübremden ayrı olan ecel-i muallak geldiği halde, bir vesile ile tebeddül ettiğini bir kısım ehl-i tahkik hükmetmişler. Hattâ Gavs-ı Geylanî birisinin ecel-i mübremi hususunda dahi meşiet-i İlahiyeden istimdad ve niyaz ile te’hirine vesile olduğunu ehl-i keşf haber vermişler. İşte bu sırrın bir sırrı ve gaybın sırrı Resullerden başkasına açılmadığının bir hikmeti şudur ki: Tâ herkes her vakit her şey için Cenab-ı Hakk’a müracaatında mecburiyetini hissedip iltica etsin. İstesin, yalvarsın. Eğer kat’iyyetle kendine veya başkasının başına geleni bilse, ne yalvarır, ne rica eder, ne de iltica eder. Herkesin muhtaç olduğu güneşin çıkması gibi âdi görür, Allah’ı unutur. İşte bu ince sır ve hikmet içindir ki, لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ düsturuyla gayb kapısı yakîniyet kat’iyyet suretinde Resullerden başkasına açılmaz. Açılsa da sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, bir ihtimal-i tebdil var. Ve لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ düsturu daimî ve küllîdir. Evet gaybı o bilir, o bildirir. Hem o yasağa karşı edeble itaat etmek içindir ki, Resullerin ittibaı ile gayba muttali’ olan ehl-i keşf tasrih etmeyip işaret ve rumuz ile haber veriyorlar.

وَاللّهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ ۞ وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ ۞ لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ ۞ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

            Otuzbirinci Mektubun Onbeşinci Lem’asının Üçüncü Kısmının Tetimmesi

            Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Remzinden

            Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Remizlerin Fihristesidir.

            İhtar: Rumuzat-ı Semaniye’ye dair bahsimiz fihristenin kaidesine bir derece muhalif olarak az uzun gitmesinin sebebi ise, Rumuzat-ı Semaniye’nin küçücük risaleleri herbiri mevzu ve makamlarına nisbeten birer küçük fihriste olmasıdır. Evet fihristenin fihristesinden istifade az olur.

     Said-ün Nursî                 

            Sekizinci Kısmın Beşinci Remzi:

            بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ

            Sure-i اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّهِ وَ الْفَتْحُ esrarından iki-üç sırrı tevafuk anahtarıyla açılmağa dairdir.

            Burada nümune için birkaç nükte yazılacak.

            Birincisi: Tevafukun 10 adedden ziyade çeşit çeşit envaı var. Eğer tevafuk ayrı ayrı cihetten bir hâdiseye baksa ve tevafuk etse ve makama mutabık ve münasib ve kelâmın manasına muvafık ve müeyyid olsa o vakit o tevafuk işaret derecesine çıkar. O tevafukla şu âyet şu hâdiseye işaret eder denilebilir. İşte bu kaideye binaen Sure-i Nasr’ın sırr-ı tevafukla işareten haber verdiği hâdiselere aynen Sure-i Kevser dahi o hâdiseye tevafukla parmağını uzatmış gösteriyor Fatiha Suresi kezalik o iki surenin gösterdiği hâdiseye bakıyor, gösteriyor. Sure-i Alak yine o hâdiseye işaret eylediği ve اِنَّا فَتَحْنَالَكَ gibi âyetler aynı hâdiseye mutabakatla işaret ediyor. Elbette böyle bir işaret sarih bir delalet hükmündedir.

            İkincisi: Madem Sure-i Nasr Allâm-ül Guyub’un kelâmıdır ve madem sebeb-i nüzulü feth-i Mekke’dir ve nusret-i İslâmiyedir ve madem sebeb-i nüzul ne kadar has olursa olsun mana-yı maksud kaideten âmm hükmüne geçip Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a ihsan edilen umum fütuhat ve nusretlerine şamildir. Ve madem bir mana-yı maksudun cüz’iyatına işaretle müjde vermek i’cazlı bir kelâmın şe’nindendir ve madem bu surenin nüzulü vaktinde sahabeler müjde-i İlahiye ile mesrur oldukları halde, Ebu Bekrin-is Sıddık ve Abbas Radıyallahü Anhüma vefat-ı Nebevîyi mana-yı işarîsinden fehm ile ağlamışlar. Hem madem âlî bir kelâmın hurufatı ve hey’atı o kelâmın manasına kuvvet vererek teyid etmekle o kelâmın derece-i ulviyet ve mezaya-yı belâgatı ziyadeleşir. Ve madem şu Sure-i Nasr müteaddid vecihle harfleri tevafuk münasebetiyle fütuhat-ı Muhammediyeye ve nusret-i Ahmediyeye parmak basar bir tarzda işaret verir. Elbette şu mezkûr esaslara göre bu risalede ve sair rumuz-u Kur’aniye risalelerinde bahsedilen işaret-i gaybiye ve tevafukat-ı harfiye yalnız münasebat-ı belâgat ve letaif-i kelâmiye değillerdir. Belki o tevafukat lemaat-ı belâgat ve reşehat-ı fesahat olmakla beraber işarat-ı Kur’aniye ve ihbarat-ı gaybiye nev’indendir.

            Ezcümle: Sıddık’ı, Abbas’ı ağlatan şu sure وَاسْتَغْفِرْهُ nün vav’ına kadar 63 harf olarak ömr-ü Nebevînin nihayetine tevafukla işaret etmekle beraber, فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ cümleleriyle işaret edilen üç mühim vezaif-i nübüvveti manasıyla gösterdiği gibi; 21 harfle o zaman 21 sene o vazifeyi îfa ettiğine ve iki sene kaldığına îma ederek Sıddık’ın ağlamasına gizli bir sebeb olmuştur. Ve surenin 105 harfiyle fütuhat-ı Ahmediyenin 105 sene zarfında şark ve garbı tutacağına işaret فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ makam-ı ebcediyle 428 senesinde terakkiyat-ı maddiye ve maneviyenin derece-i kemallerine işaret etmekle beraber النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّهِ اَفْوَاجًا cümlesinin makam-ı ebcedîsi olan 1222’ye kadar o fütuhat-ı Kur’aniye ve nusret-i diniye devam edeceğine ve ondan sonra bir derece tevakkuf ve tedenni başlayacağına tevafukla işaret eder.

            Hem ezcümle şu surede hurufatın tekraratının adedleri manidardır. Şu Sure-i Nasr’ın mevzuu olan feth ve nusretin cüz’iyatına işaretleri vardır. Meselâ: İki kardeş olan lâm, râ sekizer tekerrürüyle feth-i Mekke’ye parmak basıyor. Vav, bâ yedişer tekerrürüyle yedinci senesindeki Sulh-u Hudeybiye neticesinde feth-i Mekke mukaddimesi olan galibane hacc-ı Peygamberîye işaret ettikleri gibi, sair hurufatıyla meşhur fütuhat-ı Ahmediyeye Sure-i Kevser ve El-Alak muvafık olarak işaretleri var. Ezcümle: Besmele ile beraber اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّه sekiz kelimatıyla ve نَصْرُ اللّه kelimesinin sekiz harfiyle ve نَصْرُ اللّه daki râ’nın sekiz tekerrürüyle ve lâm’ın yine sekiz tekerrürüyle bu surenin sarahatla beşaret verdiği feth-i Mekke’deki nusret-i İlahiyenin tarihi olan sekizinci sene-i hicriyeye tevafuk sırrıyla işaret ettiği gibi; اِذَا dan وَاسْتَغْفِرْهُ ya kadar 14 kelimatıyla وَالْفَتْحُ daki ف, ت, ح nın 14 adedleriyle ve اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّه cümlesinin 14 hurufuyla, hem نَصْرُ اللّهِ وَ الْفَتْحُ fıkrasının 14 hurufuyla ondördüncü sene-i hicriyesindeki feth-i Şam’da ihsan edilen nusret-i hârika tarihine tevafuk sırrıyla işarî beşaret eder. Ve hakeza bu surenin bu nev’ tevafukatı ve mezaya-yı i’caziyesi çoktur. Fakat maatteessüf bu Beşinci Risale-i Remziye üç bâb olarak niyet edilmişken, bazı ahval-i ruhiye sebebiyle birinci bâbın sekiz mes’elesinden üç mes’ele yazıldı. Perde indi, mütebâkisi kaldı.

            Yirmidokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmı’nın Altıncı Remzi:

            İnna A’taynake-l Kevser’in çok esrarından tevafuk sırrıyla münasebetdar birkaç sırrına dairdir. O esrar sarihan gösteriyor ki, İnna A’tayna tek başıyla bir mu’cizedir. Nümune için letafetlerinden iki-üç küçük nüktelerine işaret etmek münasibdir.

            Birisi: Sure-i Kevser’de mevcud hurufatın tekerrürleri birden dokuza kadar yani birer, ikişer, üçer, dörder tâ dokuza kadar muntazaman bulunmasıyla beraber, 28 huruf-u hecaîden mevcud olan 19 harfin içinde ikişer kardeş olan ikişer harften en güzelini ve lisana en hafifini almasıdır. Şöyle ki: ز ر den ر var, ز yok. ش س den ش var, س yok. ض ص den ص var, ض yok. ظ ط dan ط var, ظ yok. غ ع dan ع var, غ yok. ق ف dan ف var, ق yok. م ن den ن var, م yok gibi zarif ve muntazam ve manidar bir intihab olduğu gibi, mecmu’-u hurufu Besmele ile 65 olup Hüve’yi ifade eder. Besmelesiz hurufu vakt-i nüzulüne işaret ediyor.

            İkincisi: Şu Sure-i Kevser’e dair remizde 13 defa 13 rakamıyla beyan edilen sırrın hülâsası şudur ki: Fatiha-i Şerife’de 13 el ile 13 meşhur suver-i Kur’aniye olan yedi الم altı الر nın mecmu-u adedine tevafukla 13 el ile 13 surenin başlarına işaret edip parmaklarını bastığı gibi ve Fatiha’da bulunan 15 mim ile ve الم ve حم ler ve bir المر ile 15 surenin başına işaret edip mimlerine parmağını bastığı misillü Kur’an Fatiha’da, Fatiha Sure-i Kevser’de münderic olduğunun sırrıyla Sure-i Kevser dahi 13 elifile Fatiha’nın 13 eli gibi 13 parmakla 13 meşhur surelerin başlarına parmağını basıyor ve kendi de küçük bir Kur’an olduğunu gösteriyor.

             Üçüncüsü: Kevser kelimesi kudsî, câmi’, küllî, nuranî bir kelime olduğundan mana-yı lügavîsi olan hayr-ı kesîrden ve uhrevî bir havz-ı Kevser’den ve manevî bir havz-ı Kevser olan Kur’andan tut tâ hayr-ı kesîr ıtlakına mâsadak olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a i’ta edilen bütün hedaya-yı Rahmaniye ve fütuhat-ı Rabbaniye, tâ feth-i Mekke ve Feth-i Beyt-ül Makdis ve feth-i Şam ve Feth-i İstanbul’a kadar manaları olduğu gibi, o manalara da işaratı var. Meselâ: Âb-ı zemzeme-i Kur’aniyenin menbaı ve havz-ı Kevser’i olan Mekke-i Mükerreme’nin sekizinci senesindeki tarih-i fethine, tekerrürsüz harflerin 8 adediyle ve mütekerrirlerin yine 8 adediyle ve elifin 8 tekerrürüyle ve feth-i İstanbul’a işaret eden ك الكوثر 8 harfleriyle tevafuk sırrıyla ve beş defa sekizlerin ittifakıyla tevafuku, şu fütuhatçı sure-i nuraniyede elbette tesadüfî olamaz. Belki tevfik edilen kudsî bir işarettir.

            Dördüncüsü: Madem El-Kevser bir küllîdir, bir ferdi de İstanbul’dur. Ve madem bu sure fütuhat-ı İslâmiyeye ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ihsan edilen atiye-i İlahiyeyi haber veriyor. Ve madem El-Kevser’in makam-ı ebcedîsi 757 olup, Sultan Orhan zamanında Süleyman Paşa kumandasında “Erler” tabir edilen 40 kahramanın şahid olmasıyla İstanbul Hükûmet-i İslâmiye akdi altına girmeğe ve fatihasını o tarihte 757’de muhasara ile okumuştur. Ve madem Kevser kime verildiğini ifade için İnna A’taynake’deki “ke” ne için verildiğine delaleten “Fesalli”deki “ف” zammıyla 857 adediyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın vekili olan Sultan Fatih’in eliyle daire-i İslâmiyete ve bir mescid-i ekber ve bir mahall-i salât-ı kübra olarak 857’nin tarihine tevafuk ediyor. Elbette bu sure, şu kevser-i hilafet-i İslâmiyeye sarahata yakın işaret eder denilebilir.

يَا رَبِّ بِسِرِّ سُورَةِ الْكَوْثَرِ وَ بِحُرْمَةِ صَاحِبِ الْكَوْثَرِ اَسْقِنَا مِنْ مَاءِ الْكَوْثَرِ فِى يَوْمِ الْمَحْشَرِ آمِين

            Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmı’nın Yedinci Remzi:

            Şimdi fihristede İkinci Remiz olarak beyan ettiğimiz Kenz-ül Arş Duası’nın Birinci Nüktesi evvelce Yedinci Remiz sayılmıştı. Şimdi ise İkinci Remiz namıyla beyanı geçmiş ve Sekizinci Remzin âhirinde hemen yazılacaktır. Yedinci Remiz ise üç parçadır:

            Birincisi: Rumuzat-ı Kur’aniyenin bir cedveli hükmünde bir remizdir ki, o remiz Kur’an-ı Hakîm’deki bütün surelerin âyât ve kelimat ve hurufatın adedlerini beyan edip o cedvel Kur’andaki hurufat ve âyât ve kelimat letaifinin beyanına zemin ihzar etmektir. Şu cedvelin te’lifi pek hârikadır. Başta müsevvid Şamlı Hâfız olarak yakın dostlar bilirler ki, bağlardaki köşkte bir günde kitabsız 8 saat zarfında te’lif edildi. Sonra da işittik ki, Tefsir-ül Mikyas namında, Sahib-i Kamus’un te’lifgerdesi bir tefsir o cedvelin meali gibi bahsetmiş. Buldurduk, getirip mukabele ettik. Yalnız 17 yerde muhalif çıktık. Bazı arkadaşlarla tedkik ettik. 15 yerde biz haklı çıktık, matbaa ve müstensihlerin sehvi olarak o kazanamadı. 2 yerde o kazandı. Halbuki böyle bir eser 8 saat değil, belki 8 gün, belki 8 hafta lâzım. Çendan bir derece takrîbidir, fakat letaif-i tevafukiyeye ve mezaya-yı muvafakata kâfi geldiğinden, ikinci defa daha tahkikî bir cedvel yapmak için fırsat bulamadık. Bu cedvelin letaifinin nümune için Birinci Remzin Zeyli olan İkinci Nükte-i Kenziye-i Arşiye’de beyan edilen mu’cizane letaif kâfi görülerek burada ihtisar ettik.

            İkinci parçası: Kur’an-ı Kerim’de 2806 Lafz-ı Celal’in ve 700 küsur ism-i Rabb tekerrüründeki letaife dair bir cedveldir. O da üç kısımdır: Birinci Kısmı, Lafza-i Celal’in her sahifede adedleri birbirine müvazi gelmesine dairdir. Lillahilhamd öyle bir Kur’an yazdırdık, inşâallah tab’ da edeceğiz ki bazı nükteler için pek nadir olarak müstesna kalmış yüzde üç-dört adedden başka 2806 Lafza-i Celal tevafuk edip bazan bir tek sahifede 12 Lafz-ı Celal 10 ve 9 olarak bir hatt-ı müstakim ile sıralanıp tevafuk ederek Levh-i Mahfuz’daki hatt-ı Kur’aniye ehl-i keşf nazarında kendini benzetmiştir. İkincisi, Lafz-ı Celal surelerin âyâtıyla tevafukudur. Ezcümle: Sure-i El-Bakara Lafza-i Celal âyâtıyla tevafuk ettiği gibi, Sure-i Âl-i İmran dahi yine Lafza-i Celal ile âyetler tam tevafuktadır. Sonra acib bir nisbet-i adediye ile surelerin beşer beşer kısım olup nısf nısf nısf gibi birer nisbetle Lafza-i Celal muntazaman bulunuyor. Üçüncüsü, Lafza-i Celal sahifelerde karşı karşıya veya karşısının arkasına tevafukuna dairdir ki, yazdığımız yeni Kur’anın sahifeleri başında işaretlerle kaydedilmiştir. Bu tevafukat hem latîf, hem muntazamdır. Bu üçüncünün çok letaifi var. Ezcümle: Birinci cüz’ün birinci sahifesinde İsm-i Celal 1, sekizinci cüz’ün başında 8 İsm-i Celal, onuncu cüz’ün başında 10 aded İsm-i Celal, onbirinci cüz’ün başında 11 İsm-i Celal. Hem 151 sahifelerde ellibir 7-8 gelmesidir. Hem dördüncü cüz’ün başında 3 dokuz, üçüncü cüz’ün başında 3 sekiz, ikinci cüz’ün başında Lafz-ı Rab ile 3 altı geldiği gibi, üçüncü cüz’de bütün sahifeleri üç sahife müstesna olarak güzelce tevafuk ediyor. Sekizinci cüz’ün 20 sahifelerinde onar 5 defa onbirer 5 defa onüçer 5 defa yalnız bir tek İsm-i Rab ve İsmullah yerinde gelen 4 mühim Hüve zammıyla latîf ve muntazam bir vaziyet vardır. Hem ezcümle sırr-ı tevafukat-ı Kur’aniyenin bir müjdecisi ve bir basamağı olan matbu’ Onuncu Söz’ün Lafzullah’ın muhtasarı olan elif tevafukat-ı acibesine medar olan 3, 4, 5, 6 rakamları Onuncu Söz’de herbirinin tevafukatı tam onüçer defa gelmesi ve birbiriyle o surette tevafuk etmeleri ve beşinin 13 defası 65 olup, rakam harfe çevrilse Hüve olduğu gibi, onsekizinci cüz’de dahi 13 Lafzullah’ın tevafukatı 5 defa olup yine 65 olarak Lafz-ı Hüve’yi ifade edip, dikkat edenlere Lâ ilahe illâ Hû dedirtip bir letafet daha katar.

            Üçüncü parça: İki küçük kısımdır.

            Birisi haşre ve âhirete dair pek çok âyetlerin parlak bir tefsiri ve gayet kuvvetli bir bürhanı olan Onuncu Söz’ün tevafukatına dairdir ki, bir sure-i âhiret olan Sure-i Kevser’in bir sırrından tereşşuh edip Sure-i Nasr’ın bir sırrına vesile olmuştur. Ezcümle: Onuncu Söz’ün başındaki âyetin hurufatı o risalenin sahifelerini tevafukla gösterdiği gibi; hakikî ve itibarî satırları inkâr-ı haşrin emareleri zamanı olan vakt-i te’lifini, ve yalnız hakikî satırları müellifin mebde-i hayatı gibi sırları tevafukla gösteriyor. Ve medar-ı tevafukatı 3, 4, 5, 6 rakamları herbirisi 13 defa gelmesiyle mühim bir sırr-ı İnna A’tayna’yı açan 13 defa 13 rakamına tevafuku pek latîf ve manidardır. Ve fakir müellifinin eski hayatını bırakıp Yeni Said suretine girdiği 13 sene müruruna tam tevafuk ediyor.

            İkinci küçük kısım: Yeni yazdığımız Kur’anın başındaki haşiyelerinde âyât-ı Kur’aniyenin adedi 6666 olmakla envâr-ı Kur’aniye ve hakikat-ı Furkaniye eyyam-ı şer’iye ile 6666 sene kadar Küre-i Arz’da hükmü cereyan edeceğine işaret ediyor dediğimize dair, kardeşim Âsım Bey’in sualine ve istizahına karşı verilen cevabdır. O cevab fihristenin ihtisarı bozmadığına ve kısalığına ve ehemmiyetine binaen dercedilmesi münasib görülmüş. O cevabın üç esası var:

            Birinci Esas: Nasılki nur-u Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve hakikat-ı Ahmediye divan-ı nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifade etmeleri ve hakikat-ı diniyenin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî cebhe-i Âdem’den tâ Zât-ı Mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuş. Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye Risale-i Mi’rac’da kat’î bir surette isbat edildiği gibi şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-ı Kur’aniye zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm ile müteselsilen enbiyaların suhuf ve kitablarında nurlarını neşrederek gele gele tâ nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etemmi olan Kur’an-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur. Ve bütün enbiyanın usûl-ü dinleri ve esas-ı şeriatları ve hülâsa-i kübraları Kur’anda bulunduğunu, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra rivayet-i meşhure ile zaman-ı Âdem’den kıyamete kadar eyyam-ı şer’iye ile tabir edilen 7000 seneden fetret-i mutlakanın zamanını tarhtan sonra 6666 sene kadar din-i İslâm’ın sırrını neşreden hakikat-ı Kur’aniye Küre-i Arz’da ayrı ayrı perde altında neşr-i envâr edeceğine âyâtın adedi işaret ediyor demektir.

            İkinci Esas: Malûmdur ki Küre-i Arz’ın mihveri üstündeki hareketiyle gece gündüzler ve medar-ı senevî üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber herbir seyyarenin belki de sevabitin ve Şems-üş Şümus’un dahi herbirinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde deveranı dahi bir nev’ seneleri gösteriyor. Ve Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki: Furkan-ı Hakîm’de

ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ ۞ تَعْرُجُ اْلمَلاَئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ

âyetler işaret ediyorlar.

            Evet kış günlerinde şimal taraflarında gurub ve tulû’ mabeyninde 4 saatlik günden ve bu iklimde kışta 8-9 saatlikten ibaret olan eyyamlardan tut tâ güneşin mihveri üstünde bir aya yakın mahsus gününden tut, hattâ kozmoğrafyanın rivayetine göre Rabb-üş Şi’ra tabiriyle Kur’anda namı ilân edilen ve şemsimizden büyük Şi’ra namında diğer bir şemsin belki 1000 seneden ibaret olan gününden dahi tut, git tâ Şems-üş Şümus’un mihveri üstündeki 50000 seneden ibaret olan bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye var. İşte semavat ve Arz’ın Rabbi o Şems-üş Şümus ve Şi’ranın hâlıkı hitab ettiği vakit, o semavat ve Arz’ın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve etmesi gayet yerindedir. Madem eyyamın lisan-ı şer’de böyle ıtlakatı vardır. İlmi Tabakat-ül Arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ülemasınca nev’-i beşerin 7000 sene değil, belki yüzbinler sene geçirdiğini teslim de etsek, Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer 7000 senedir olan rivayet-i meşhurenin sıhhatına ve beyan ettiğimiz 6666 sene nur-u Kur’an hükümferma olduğuna münafî olamaz ve cerhedemez. Çünki eyyam-ı şer’iyenin 4 saatinden 50000 seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikî o rivayet-i meşhurede hangisi olduğunu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasib değil.

            Üçüncü Esas: لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Şu mes’elede şimdiden delilini gösteremiyeceğim bir müddeayı beyan ediyorum. Şöyle ki: Şu dünyamızın ömrü ve şu dünyadaki Küre-i Arz’ın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve Küre-i Arz’da yaşayan nev’-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nev’ mahlukatın saatin içindeki dakika, sâniye, saatları sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev’-i insanın ömrü Küre-i Arz’ın iki hareketiyle hasıl olan malûm yevmler ile olduğu gibi, zîhayatın vücuduna mazhar olduğu zamanından itibaren Küre-i Arz’ın ömrü ise merkez-i irtibatı olan o Şems-üş Şümus’un hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyam ile olması hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir. Ve işaret-i Kur’aniye ile her günü 50000 senelik olmasına binaen 7000 sene o eyyam ile 126 milyar sene küre-i arz yaşar. Demek eyyam-ı şer’iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur’aniyede bunlar dâhil olabilir. Evet semavat ve Arz’ın Hâlıkı, semavat ve arza bakan bir kelâmıyla, semavat ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı hitabında o eyyamları istimal etmek, Kur’anın ulviyetine ve muhatabın kemaline yakışır ve ayn-ı belâgattır. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ ۞ وَاللّهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ

            Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmı’nın Sekizinci Remzi olan Sekizinci Risale:

            Dört küçük surenin gayet muhtasar olarak hurufatlarına aid letaif-i tevafukiye ve işarat-ı gaybiyeye dair. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hakaikinde ve maanisinde ve âyâtında ve kelimatında ve nazmında müteaddid vücuh-u i’caziye ve esrar-ı kudsiye bulunduğu misillü, hurufatında dahi çok lemaat-ı i’caziye bulunuyor. Hattâ hurufunun vaziyetlerinde çok işarat-ı âliye ve tekerrür adedlerinin çok münasebat-ı latîfe-i tevafukiye vardır. Hattâ denilebilir ki; huruf-u Kur’aniye nasıl ki her bir harfin sevabı 10’dan 1000’e kadar hasenat meyvelerini veriyor. Öyle de her bir harf çok işarat meyvelerini veriyor, çok maanileri de ifade ediyor. Âdeta Kur’an hurufatı muazzam ve mütenevvi’ İlahî şifrelerdir.

            Ezcümle: Sure-i İhlas’ın makam-ı ebcedîsi 1003 olmakla hem 1003 Sure-i İhlas bir hatme-i hâssa-i İhlasiyeye ve hem mufassal bir ism-i a’zam olduğuna, hem üç defa tekerrürüyle küçük bir hatme-i Kur’aniye olmasına, hem üçer defa tekerrürünün efdaliyet-i azîmesine, hem Bismillahirrahmanirrahîm’in müşedded râ iki râ sayılmak şartıyla bir cihetle makam-ı ebcedîsine tevafuk sırrıyla 1000 besmele 1000 İhlas gibi ism-i a’zamın mufassalı olduğuna işaret ettiği gibi, hurufatıyla çok esrara bakar. Hem Kur’anın dört esasından en büyüğü olan tevhidi, 6 cümlesiyle tevhidin 6 mertebesini isbat [8](Haşiye) ve 6 enva’-ı şirki reddederek her bir cümlesi öteki cümlelere hem netice, hem mukaddeme olduğu cihetle, Sure-i İhlas içinde 30 Sure-i İhlas kadar müteselsil bürhanlarla müdellel 30 sure münderic olduğundan, bu küçük sure ne kadar muazzam bir bahr-i tevhid olduğunu gösteriyor. Hurufatın latîf münasebetini buna kıyas ediniz ki; içinde elif 5, vav 5, dal 5 olarak birbirine tevafuku ve Lafzullah’ın 5 harfine ve mecmu’-u hurufu 67 olup lafzullahın makam-ı ebcedîsine tevafuk etmekle, makam-ı ebcedîsiyle dahi Allah dediği gibi; he 4, mim 4, nun tenvin ile 4 olarak birbirine tevafuku ve surenin 4 âyetine tevafuku letafetini ve intizamını gösteriyor.

            Sure-i el-Felak hurufatının intizamı çok işaretli olduğunu gösteriyor. Ezcümle: Elif 6, lâm 6, kaf 6 olarak birbirine tevafuku, Besmele ile 6 aded âyetlerine muvafakatı, 6666 olan âyât-ı Kur’aniyenin 4 altılarına gizli îma etmek bu sırlı surenin şe’nindendir. Sin 3, Şın 3, Dal 3, Fe 3 birbirine tevafuku ve surenin hurufatı 99 olmakla 99 esma-i hüsnanın adedine tevafuk sırrıyla bütün esma-i hüsnanın adedine tevafuk sırrıyla bütün esma-i hüsna ile bir istiaze-i câmia hükmünde olduğunu îma etmekle beraber, hurufatın ebcedî makamı aynen Fatiha’nın hurufatının ebcedî makamı olan 10212 adedine tevafuk etmesiyle her bir sure umum surelerle münasebetdar olduğunu îma etmesi, intizamını ve işaretli olduğunu gösteriyor.

            Sure-i En-Nas hurufatı tekerrür noktasında gayet muntazam 1’den 12’ye kadar terakki ediyor. Meselâ: Kaf 1, He 2, Ha 3, Yâ 4, Râ 5, Mim 6, Vav 7, Nun 9, Sin 10, Elif 11 er, Lâm Sure-i İhlas’ın lâmı gibi 12 olması muntazam bir letafeti gösteriyor. Kur’anın şu en âhir suresinin hurufatı 104 olmakla, suhuf ve kütüb-ü enbiyanın 114 adedine tevafuku; Kur’an-ı Hakîm suhuf ve kütüb-ü enbiyanın esaslarını câmi’ olduğuna en âhirki surenin hurufatıyla gizli bir îma ettiğini gösteriyor.

            Fatiha-i Şerife hurufatının ebcedî hesabı olan 10212 adedi mecmu’-u Kur’anda bâ’nın 10 bin, hem tâ’nın 10 bin aded-i tekerrürlerine tevafuku, hem Fatiha’nın 10 bin adedi 7 aded âyetine darbedilmesiyle mecmu’-u kelimat-ı Kur’aniye adedi olan 70 bine muvafık gelmesiyle ehl-i hakikat indinde muhakkak ve hadîsçe musaddak olan Fatiha Kur’an kadardır, ona müsavidir Kur’an Fatiha’da mündericdir. والسبع المثانى و قرآن العظيم Fatiha’dır diye olan meşhur hükmün isbatını îma edip ihtar eder. Suver-i Kur’aniyenin başlarında olan mukattaat-ı huruf gayet manidar ve esrarlı bir şifre-i İlahiye olduğu gibi, Fatiha hurufu belki Kur’anın umum hurufatı kudsî ve ayrı ayrı mütenevvi’ binler İlahî şifreler olduğunu Rumuzat-ı Semaniye ile dikkat edenler hissedebiliyor. Ve bilhassa Fatiha-i Şerife’nin hurufu daha zahir ve nuranî bir şifre olduğunu ehl-i keşf görmüşler ve emareleri de vardır.

            Ezcümle: Besmele ile Fatiha’da hemze 18, besmelenin makam-ı ebcedîsine inzimam ile 18 bin âlemin adedine tevafuk sırrıyla her biri bir âlemin anahtarına îmadan hâlî olamadığı gibi, hemze ile sâkin elif 30 olarak 30 cüz Kur’an içimizde münderic olduğu ve besmelesiz hemze 14 olmakla şu Seb’a-l Mesanî’nin müsenna olan 7 aded âyâtını göstererek 2 defa nüzulüne ve namazda tekerrürünü îma ettiği gibi, sâkin elif 13, lâm 23 olup Fatiha’nın bir hesabla 36 kelimelerine tevafuk sırrıyla 5 farz namazda ve revatibinde ve revatib hükmündeki 2 rek’at teheccüd namazında 24 saat zarfında 36 defa Fatiha’nın tekerrürüne îma etmek, bu kudsî şifre-i İlahiyenin şe’ninde olduğu gibi, besmelesiz lâm ile elif ikisi 30 olup lâm’ın ebcedî makamı olan otuza tevafuk ederek besmelesiz Fatiha’nın 30 kelimatına mutabakat ve 30 cüz Kur’anın esasları Fatiha’da bulunduğuna bu kudsî şifre-i İlahiyenin işaratından olmakla beraber, lâm’ın 23 adedi nüzul-ü vahyin 23 senesine tevafuku elbette böyle bir kudsî şifrenin bir işaretidir denilebilir. İşte Fatiha’da ال lafzı bu vazifeyi gördüğü gibi, 13 el ile Altıncı Remzin fihristesinde beyan edildiği gibi 13 el ile en meşhur suver-i Kur’aniyenin ال ile başlayan 13 surenin başına tevafukla işarî mu’cizane ifade ediyor ki, “Kur’an bendedir, ben onun fihristesiyim.”

            Fatiha’daki bâ 5, he 5, hâ 5. Hem birbirine, hem 5 farza, hem 5 erkân-ı İslâmiyeye ve Lafzullah gibi Fatiha’nın ekser kelimelerinin beşer harflerine ve Fatiha’da 5 esma-i hüsnanın adedine tevafukları.. hem Dal 4, vav 4, dört rek’at namazda dört Fatiha vücubunu ve dörtlükle iştihar eden çok mühim İslâmî dörtleri îma etmek.. tâ 3, kef 3, sin 3 olmakla tâ 3 defasıyla 1200 aded ederek Kur’anın 1200 sene kadar galibane vaziyetine ve sonra tedafü’ vaziyetine, اِنَّا فَتَحْنَالَكَ فَتْحًا مُبِينًا âyetinin makam-ı ebcediyle verdiği habere tevafuk sırrıyla işaret etmek bu kudsî şifre-i İlahiyenin şe’nindendir. Kâf’ın 3 tekerrürü makam-ı ebcedîsine zammedilse 23 olup nüzul-ü vahyin 23 senesine tevafukla îma etmek, sin ebcedî makamı 60 olup 3 tekerrürü 3 olarak zammedilse mehbit-i vahy olan Zât-ı Nebeviyenin ömrüne tevafukla îma etmesi sair işaratın teyidiyle elbette kabul edilir. Besmelesiz sin 2, sad 2, tı 2, gayın 2 olarak birbirine tevafukla beraber Fatiha’da besmele ile beraber 2 defa Lafzullah, 2 kerre Rahman, 2 kerre Rahîm, 2 kerre İyyake, 2 Sırat, 2 Aleyhim ikişer adedine ve Seb’a-l Mesanî’nin manasının teyidiyle beraber Fatiha’nın 2 defa nüzulünü ve Kur’anın hem evvelinde hem âhirinde 2 kerre vücub-u tilavetini ve her umûr-u hayriyenin hem başında hem âhirinde 2 kerre sünnet-i kıraetini îma etmek, bu kudsî ve parlak şifre-i İlahiyenin şe’nindendir.

            İşte Fatiha’nın binler esrarından yalnız hurufatına aid 1000 esrarından böyle nümune olursa, o Fatiha ne kadar muazzam bir hazine-i esrar olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ümmet-i Muhammediye bütün namazlarında Fatiha okumasının hikmetini fehmet.

اَللّهُمَّ بِحُرْمَةِ الْفَاتِحَةَ اَجْعَلْ فَاتِحَةَ اَعْمَالِنَا مِفْتَاحَ الْفَاتِحَةَ {یعنی بسم الله} وَ اَجْعَلْ خَاتَمَةَ اُمُورِنَا فَاتِحَةَ الْفَاتِحَةَ اعنى اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ آمٖينْ

      Kenz-ül Arş’ın Birinci Nükte-i Kur’aniyesi, gayet muazzam hakaikının küçük bir fihristesi olduğundan aynen dercedildi.

            Şöyle ki: Bir rivayette ism-i a’zam olan Allah’ın en mühim harfi olan baştaki elif umum Kur’anda çok sırlara medar olarak 40000 gelmesi ve İsmullah’ın eliften sonra لا suretindeki elif 19000 olan meşhur adedi göstermesi ve İsmullah’ın âhirinde olan he mecmu’-u Kur’anda yine 19000 olarak ikisinin muvafık gelmesi ve yalnız lâm hesab-ı ebcedle 30 olduğuna göre ona muvafık olarak Kur’anda 30000 gelmesi ve yemin vaktinde İsmullah’ın başında bulunan vav bir hesabca 23000, diğer bir cihette 20000 olarak hem yâ’nın hem mim’in, hem lâ’nın, hem hâ’nın 19000 adedlerine ve Kur’andaki yekûnlerine muvafık gelmesi ve İsmullah’ın başındaki elif-lâm tarifi yani ال 70000 olup Kur’an kelimatının mecmu’-u adedi olan 70000 adedine muvafık gelmesi, hem İsmullah’ın kasem vaktinde başında bulunan bâ ve tâ iki kardeş gibi bâ 11000, tâ 10000 olarak muvafık gelmesi, hem âhir-i huruf-u heca ve nida vaktinde “Yâ Allah” denildiği vakit İsmullah’ın başında bulunan yâ 20900, bir cihette 19000 küsur olmakla hem lâ’nın, hem hâ’nın, hem vav’ın adedlerine ve Kur’andaki 19 binlik yekûnlerine muvafık gelmesi ve Lafzullah mecmu’-u Kur’anda 2000 küsur ve lâ’sı 19000 ve hâ’sı yine 19000, mecmuu 40000 olup baştaki elifin 40000 adedine muvafık gelmesi, hem İsmullah’ın hurufatından başka olan cim makam-ı ebcedi 3, Kur’anda 3000 gelmesi, ح hecada cim’in kardeşi gibi yine 3000 gelmesi, د ebcedde cim’in kardeşi olup yine 3000 olarak birbirine muvafık olarak gelmesi, hem ebcedi itibariyle yüksek makamda bulunan ve fesahatça bir derece ağır olan ث, ذ, خ, غ, ض, hem ص herbiri Kur’anda ikişer bin gelip birbirine muvafık gelmesi ve sad’ın güzel ve hafif bir şekli olan sin üç dişine münasebetdar 3330 olup latîf sırları îma edecek bir surette gelmesi ve ط, ظ iki kardeş gibi ط, ظ dan daha hafif olduğundan 1200, ظ onun kızkardeşi gibi nısf olarak 600 gelmesi, ف ebcedî hesabıyla 80 olmasına göre, Kur’anda iki sıfır zammıyla muvafık olarak 8000 gelmesi, ع ك herbiri 9000 gelerek manidar birbirine muvafık gelmesi, Kur’an kelimesinde en birinci harfi olan kaf 6000 olarak Kur’anın mecmu’-u âyâtının adedine muvafık gelmesi, mim İlm-i Sarf’ça be yerine geçmesiyle iki bâ kadar ve mim’in makam-ı ebcedîsinin yarısı kadar 20000 gelmesi, nun ebcedî makamı olan 50’nin yarısı hükmünde olan 26000 gelmesi gibi tevafukat-ı muntazama 19 defa “gelmesi” kelimesi gelmesiyle hatime verilen muntazam tevafukat elbette ve elbette ve herhalde Kur’anın hurufatında dahi mühim bir cilve-i i’cazın bulunmasına işaret ve hem o hurufatta hârikulâde muntazam çok nükteler ve sırların bulunduğuna delalet, hem huruf-u Kur’aniyenin her biri 10 adedden 10 bine kadar sevab meyveleri vermesine liyakatına ve kabiliyetine şehadet, hem huruf-u Kur’aniyenin tebdiline çalışanların nihayet derecede belâhet ve hasaretlerine kat’î delalet, hem huruf-u Kur’aniye aynen kelimatı gibi kasdî bir intizam ve manidar bir vaziyete tâbi’ olduğuna şehadet ettiğini aklı olan kabul etmeğe ve kalbinde gözü olanlara görmeyi mecbur eder. Görmeyen kördür, kabul etmeyen kalbsizdir.

          قَدْ يُنْكِرُ الْمَرْءُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ ۞ وَ يُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَاءِ مِنْ سَقَمٍ düsturuyla gözlerindeki hastalıklarla bu hakikat güneşinin ziyasını görmez ve dillerindeki marazla âb-ı hayat olan şu tatlı suyun lezzetini hissedip tatmazlar.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا ۞ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

            Said-ün Nursî

Haşiye

            1- Bismillahirrahmanirrahîm’in çok esrar-ı mühimmesinden en mühim sırrını, hakaik-ı Kur’aniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’un birinci risalesi o sırrı beyan etmiş.

            2- Elhamdülillah’ın çok hakaik-ı mühimmesinden en mühim bir hakikatını Yirmisekizinci Mektub’un şükre dair birinci mes’elesi o mühim hakikatı izah etmiştir.

            3- İyyake Na’büdü’nün çok envâr-ı mühimmesinden en mühim bir nurunu, Yirmidokuzuncu Mektub’un İkinci Kısmı o nuru göstermiştir.

            4- ‌اِهْدِنَا الصِّرَاطَ اْلمُسْتَقِيمَ‌ in çok dekaik-i mühimmesinden en mühim bir esası, İşarat-ül İ’caz’da ve Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ında izah edilmiştir.

            5- ‌اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ‌ الخره nin çok mühim nüktelerinden en mühim bir nüktesi, Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ının âhirlerinde beyan edilmiştir.

            6- الم in çok esrar-ı mühimmesinden en mühim bir sırr-ı i’cazîsi, İşarat-ül İ’caz tefsirinde parlak bir surette beyan edilmiştir.

            7- ‌ذٰلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ‌ الخره nin çok esrar-ı mühimmesinde ve ehemmiyetli nükte-i i’caziyesinden bir kısmı İşarat-ül İ’caz’da beyan edildiği gibi, onun hakikat-ı i’caziye-i azîmesini i’caz-ı Kur’ana dair Yirmibeşinci Söz gayet parlak bir surette göstermiştir.

            8- ‌اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ‌ Çok hakaik-ı mühimmesinden en mühim hakikatı umum Risale-i Nur’da beyan edildiği gibi, İkinci Söz’de bir temsil ile o hakikata işaret edilmekle beraber, Yirmiüçüncü Söz’ün nükteleri ve noktaları da pek parlak bir surette o hakikatı izah etmiş. Ve keza Yirmiikinci Söz ve Yirminci Mektub o hakikatın bürhanlarını güneş gibi göstermişlerdir.

            9- ‌وَ يُقِيمُونَ الصَّلوٰةَ‌ Çok letaif-i mühimmesinden en mühim latifesini ve en güzel meyvesini ve en tatlı faidesini, Dokuzuncu ve Onbirinci Sözler ve Yirmibirinci Söz’ün Birinci Kısmı ve Dördüncü Söz gayet güzel bir surette beyan etmiştir.

            10- ‌وَِممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ‌ Pek çok esrar ve hakaik-ı mühimmesinden o ibaredeki i’cazı gösterecek ve hakikatındaki maslahat-ı âliyeyi bildirecek en mühim sırrı, hem İşarat-ül İ’caz’da, hem İ’caz-ı Kur’ana aid Yirmibeşinci Söz’ün Birinci Şu’lesinde, hem Yirmiikinci Mektub‘un İkinci Kısmında güzel izah edilmiştir.

            11- ‌وَ بِاْلاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ‌ Hakaik-ı mühimmesinden ve bürhan-ı kat’iyyesinden en mühimlerini Risalet-ün Nur’un Onuncu ve Yirmidokuzuncu Sözleri gayet kat’î ve yakînî bir surette o hakikat-ı haşriyeyi ve iman-ı bil’âhireti isbat ve beyan etmiştir.

            12- ‌وَ اُولٰئِكَ هُمُ اْلمُفْلِحُونَ‌ Fevaid-i mühimmesinden ve semerat-ı âliyesinden en mühimlerini Risalet-ün Nur mizanları (müvazene suretiyle) ehl-i iman ve ehl-i tuğyan ve ehl-i dalaletin müvazene-i hallerinden tezahür eden semerat-ı imaniyeyi ve bilhassa Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıf’ının uzun müvazenesi, o semerat-ı âliyeyi ve fevaid-i galiyeyi göstermiştir.

            Otuzbirinci Mektub’un Onbeşinci Lem’asının Dördüncü Kısmı

            Yirmidokuzuncu Mektub’un DOKUZUNCU KISMI

            Turuk-u velayet hakkında “Dokuz Telvih”tir, Telvihat-ı Tis’a namıyla maruf bir risaledir.

            BİRİNCİ TELVİH: Tarîkatın sırrını ve Mi’rac-ı Ahmedî’nin sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde; zevkî ve hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet olduğunu beyan edip, insanın mahiyet-i câmiasında akıl nasıl hadsiz fünuna istidadı ve ıttılaı cihetiyle mahiyeti inkişaf etmiş ve o suretle işlettirilmiş, kalb dahi onun gibi, bu âlemin bir harita-i maneviyesi ve çok kemalâtın bir çekirdeği hükmünde olduğundan; tarîkat cihetiyle onu işlettirmek kemalâtına sevketmek olduğunu isbat eder.

            İKİNCİ TELVİH: Kalbin işlemesi, zikir ve tefekkür ile olduğunu ve işlemesinin mehasininden hayat-ı dünyeviyeye medar-ı saadeti olan birisini beyan eder.

            ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalet; tarîkat, bir bürhan-ı şeriat olduğunu onun kıymetini takdir etmeyen, ne kadar hasarete düştüğünü beyan eder.

            DÖRDÜNCÜ TELVİH: Meslek-i velayet çok kolay olmakla beraber çok hatarlı, çok geniş olmakla beraber çok dar olduğunu ve âfâkî enfüsî iki yol ile sülûk edildiğini beyan eder.

            BEŞİNCİ TELVİH: Vahdet-ül Vücud ve Vahdet-üş Şuhud’un mahiyetini beyan ederek, ehl-i sahvın ve ehl-i veraset-i nübüvvetin âlî meşrebinin rüchaniyetini isbat eder.

            ALTINCI TELVİH: Velayet yolları içinde en güzeli en müstakimi, Sünnet-i Seniyeye ittiba olmasını ve velayetin esaslarının en mühimmi, ihlas; ve en keskin kuvveti, muhabbet olduğunu beyan ederek; bu dünya dâr-ül hizmet olduğundan ve dâr-ı ücret ve mükâfat olmadığından, tarîkatın lezaizini ve ezvak ve keramatı kasden taleb etmemek lâzım geldiğini beyan eder.

            YEDİNCİ TELVİH: Tarîkat ve hakikat, şeriatın hâdimlerinden olduğunu ve hakikatın ve tarîkatın en yüksek mertebeleri, şeriatın cüz’leri bulunduğunu; ve tarîkat ve hakikat, vesilelikten çıkmamak ve daima şeriata tebaiyette kalmak lüzumunu beyan edip, “Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde evliya bulunabilir mi?” sualine, merak-aver bir cevab verir.

            SEKİZİNCİ TELVİH: Tarîkatın sekiz varta-i mühimmesini beyan ediyor.

            DOKUZUNCU TELVİH: Tarîkatın pek çok semeratından gayet şirin ve güzel dokuz adedini beyan ediyor.

            Bu risale ehl-i tarîkat olana ve olmayana bir iksir-i a’zam ve bir tiryak-ı enfa’dır.

            Otuzuncu Mektub

            Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın otuz cüz’ünden herbir cüz’e birer esrarlı haşiye olacağı tasavvur edilip, rahmet-i İlahiyeden istenilmişti. Bir nakş-ı i’cazî gösteren yazdığımız Kur’an ile tab’ edilecekti. Maatteessüf o tasavvur geri kaldığı için, Otuzuncu Mektub daha yazılmadı. Belki Cenab-ı Hak şimdiki Kur’an hâdimlerinin bazılarına kudsî bir deha ihsan edip taksim-ül a’mal suretinde her biri bazı cüzlere o tasavvur ettiğimiz haşiyeleri yazarlar. Şimdilik İşarat-ül İ’caz tefsiri, Otuzuncu Mektub namını almış.

            Otuzbirinci Mektub

            Otuzbir Lem’a namında 31 risale olacağı feyz-i Kur’andan ümid ederek bekliyoruz. Şimdiye kadar lillahilhamd onbeş Lem’a hazine-i Kur’aniyeden ihsan edildi.

            BİRİNCİ LEM’A olan Birinci Risale

            Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın münacat-ı meşhuresi olan فَنَادَى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ âyetinin bir sırr-ı mühimmini ve bir hakikat-ı azîmesini beyan ederek; herbir insan, bu dünyada, Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın bulunduğu vaziyetinde -fakat büyük mikyasta- olduğunu beyan eder. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a “hut, deniz, gece” ne ise; her insan için nefsi, dünyası, istikbali de odur.

            İKİNCİ LEM’A namında olan İkinci Risale

            Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın münacat-ı meşhuresini beyan eder. اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatını “Beş Nükte” ile tefsir edip, bütün musibetzedelere manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir ilâç hükmünde bir risaledir. Maddî musibetleri, ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.

            ÜÇÜNCÜ LEM’A namında olan Üçüncü Risale

            كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyetinin mühim iki hakikatını, يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى ۞ يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakikat-ı mühimme ile tefsir ediyor. Beka için halkedilen ve bekaya âşık olan ruh-u insanî, Bâki-i Zülcelal’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder. Sâniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelal’i tanımayan seneleri, sâniyeler hükmünde olduğunu beyan edip isbat eden kıymetdar bir risaledir. Fenayı fena gören ve bekayı merak eden, bu risaleyi merakla okumalı.

            DÖRDÜNCÜ LEM’A olan Dördüncü Risale

            Minhac-üs Sünnet namında gayet mühim bir risaledir. Ehl-i Şîa ve Sünnet mabeyninde en mühim bir mes’ele-i ihtilafiye olan mes’ele-i imameti gayet vâzıh ve kat’î bir surette hall ü fasleder.

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ ۞ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ ۞ قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى

âyât-ı azîmenin çok hakaik-i azîmesinden iki büyük hakikatını “Dört Nükte” ile tefsir ediyor. Bu risale, Ehl-i Sünnet ve Cemaata, hem Alevîlere gayet kıymetdar ve menfaatdardır; hakikaten Minhac-üs Sünnet’tir. Sünnet-i Seniyenin yolunu, o mes’elede tam beyan eder.

            BEŞİNCİ LEM’A olan Beşinci Risale

             حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetinin gayet mühim bir hakikatını onbeş mertebe ile beyan edecek bir risale olacak. Fakat hakikat ve ilimden ziyade, zikir ve tefekkür ile münasebetdar olduğundan şimdilik te’hir edildi. Çendan Onbirinci Lem’a olan “Mirkat-üs Sünneti ve Tiryak-ı Maraz-ıl Bid’a” namındaki gayet mühim bir risale Beşinci Lem’a namıyla bidayeten yazıldı. Fakat o risale, onbir nükte-i mühimmeye inkısam ettiğinden Onbirinci Lem’aya girdi. Beşinci Lem’a açıkta kaldı.

            ALTINCI LEM’A olan Altıncı Risale

             لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ cümlesi ifade ettiği çok âyâtın mühim bir hakikatını yine onbeş-yirmi mertebe-i fikriye ile beyan edecek bir risale olacaktı. Bu Lem’a da, Beşinci Lem’a gibi, nefsimde hissettiğim ve harekât-ı ruhiyemde zikir ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan, ilim ve hakikattan ziyade zevk ve hale medar olmak cihetiyle, hakikat lem’aları içinde değil, belki âhirlerinde yazılması münasib görüldü.

            YEDİNCİ LEM’A olan Yedinci Risale

            Sure-i Feth’in âhirinde

لَقَدْ صَدَقَ اللّهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ اِنْ شَاءَ اللّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا ۞ هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا ۞ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّهِ وَ رِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ ذلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ وَ مَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَ اَجْرًا عَظِيمًا ۞

olan üç âyet-i azîmeden on vücuh-u i’caziyeden yalnız ihbar-ı bilgayb vechinden sekiz ihbarat-ı gaybiyeyi beyan ediyor; şu üç âyet, tek başıyla bir mu’cize-i bahire olduğunu isbat ediyor. Tetimmesinde,

فَاُولئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ وَ حَسُنَ اُولئِكَ رَفِيقًا

âyetinin mühim bir nükte-i i’caziyesini, Sure-i Feth’in âhirindeki âyetinin aynı ihbar-ı gaybîsi nev’inden, gaybî ihbarlarına işaret eder.

            Hâtimesinde, Kur’an-ı Hakîm’in tevafukat cihetinde i’cazî nüktelerinden gayet parlak bir nükte-i i’caziyesini beyan edip; Kur’an Fatiha’da, Fatiha Besmele’de, Besmele Elif Lâm Mim’de bir cihet-i dercini beyan ediyor. Hem en münteşir ve mütedavil derkenar Mushaflarda Lafzullah’ın tevafukat-ı latîfe-i i’caziyesinden birisi şudur ki: Sahifenin âhirki satırın yukarı kısmında seksen ve aşağı kısmında yine seksen Lafza-i Celal’in birbiri üstünde tevafuk ederek gelmesi ve sahifeler arkasında tam muvafakatla birbirini göstermesi, âdeta seksen adedden bir tek Lafza-i Celal tezahür etmesini.. hem âhirki satırın tam ortasında ellibeş ve başında yirmibeş, beraber yine seksen ederek; bu seksen, o iki seksene seksenlikte tevafuk ettikleri gibi, iki yüz kırk tevafukat-ı latîfe yalnız sahifenin âhirki satırlarında bulunması gösteriyor ki; Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hem âyâtı, hem kelimatı, hem hurufatı herbiri, ayrı ayrı medar-ı i’caz oldukları gibi, kelimatın nakışları ve hatları dahi ayrı bir şu’le-i i’caza mazhar olduğunu beyan eder.

            SEKİZİNCİ LEM’A olan Sekizinci Risale

            فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعِيدٌ âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı A’zam ve Seyyid Abdülkādir-i Geylanî’nin bir keramet-i gaybiyesiyle tefsir ediyor. Mütevatir keramat-ı hârikaya mazhar olan o Sultan-ı Evliya mematında, aynı hayatında olduğu gibi, müridleriyle alâkadar olduğunu ehl-i keşf ve ehl-i velayetçe kabul edilmiş. İşte o zât sekiz yüz sene mukaddem, izn-i İlahî ile kerametkârane bu zamanımızı görmüş; yani ona gösterilmiş. Ve bu dağdağalı ve fitneli zamanda, ona mensub bir kısım Kur’an hizmetkârlarına teselli verip, teşci’ ve teşvik etmek suretinde bu meşhur kasidesinin âhirinde beş satır içinde onbeş cihetle aynı haberi veriyor. Hem İlm-i Cifr’in üç-dört vechiyle o beş satırın manası, hem kelimatı, hem hurufun adedi birbirini teyid ederek aynı hâdiseyi haber verdiğinden, kat’iyyet derecesinde, dikkat edenlere kanaat vermiş.

            Malûmdur ki: İstikbalde haber veren enbiya ve evliya لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ yasağına karşı hürmet ve teeddüb için, işaretler ve rumuzlarla iktifa etmişler. Bazı bir işaret, bazan iki işaret, en kuvvetlisi beş-altı işaretle aynı hâdiseyi göstermişler. Halbuki Gavs-ı A’zam, işaretle bu zamandaki hizmet-i Kur’aniyenin heyetini işaret edip, içinde bir hâdimi sarahat derecesinde gösteriyor. Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi, hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvib ve istihracıyla ve tasdikleriyle olduğundan; bana ait haddimden fazla hisseyi, onların hatırı için kabul ettim. Yoksa o risalenin başında söylediğim gibi, bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur.

            On sene mukaddem o kaside-i gaybiyeyi gördüm ki bana manevî bir ihtar gibi, “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:

            Birincisi: Benim ehemmiyetli ömrüm, şan ü şeref perdesi altında hubb-u câh zehiriyle zehirlenip öldüğü için, yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısını açmak istememekti.

            İkinci Cihet: Bu muannid zamanda bedihî davaları ve zahir hüccetleri kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye nev’inden hodfüruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmemekti. En nihayet esaretimin sekizinci senesinde ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü manevî nev’inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir!”

            O risalenin başında dediğim gibi, bunu izharda en mühim maksadım; esrar-ı Kur’aniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı A’zam imza basması nev’inden olduğudur.

            İkinci Maksadım: O kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip; hizmet-i Kur’aniyeye füturlar verecek çok esbaba maruz ve çok avaika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.

            Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, üstadımın ve arkadaşlarımın hatırı için kabul ettim.

            Bu Keramet-i Gavsiye risalesi tedricen istihrac edildiği için birkaç parça ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaratın bazısında za’fiyet varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet o za’fı izale eder. Hattâ cây-ı hayrettir ki; o beş satırın âhirinde, her biri bir mertebesini ve has bir sıfatını îma etmek suretinde onbeşten fazla hizmet-i Kur’aniyedeki mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risalede, Keramet-i Gavsiye münasebetiyle birkaç ehemmiyetli mes’eleler ve birkaç mühim hakikatlar beyan edilmiştir.

            Bu risaleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin vermiyorum. Belki safvet ve insaf ve ihlas ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem başında olan maksadlarımı düşünerek öyle baksın. Beni, bir kerametfüruşluk vaziyetinde tasavvur etmesin.

            DOKUZUNCU LEM’A olan Dokuzuncu Risale

             اِنَّ مَثَلَ عِيسَى عِنْدَ اللّهِ كَمَثَلِ آدَمَ قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى âyetlerinin birkaç sırlarına dair, hizmet-i Kur’aniye içinde gayet mühim bir kardeşimiz olan Hulusi Bey’in suallerine cevabdır.

            Birinci Suali: Muhyiddin-i Arab ruhun mahlukiyeti inkişafından ibarettir demesine karşı, gayet mühim bir tahkik ile ruha aid bir mes’eleyi hallediyor.

            Diğer bir suali: İlm-i Cifr’e aid olarak gaybdan haber veren evliyaların yalnız işaretle iktifa ettiklerinin hikmetini beyan ediyor.

            Diğer bir sualinde Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a bir peder tahayyül eden ve hınzırın etini bir cihette cevazına hükmeden bedbaht bir doktorun dalaletlerini başına vurup susturuyor.

            Bu risalenin zeylinde, ikinci sualin cevabına gayet mühim bir zeyildir ki vahdet-ül vücud meşrebinin mahiyetini gösterdiği gibi ve en mühim ve en yüksek meşreb de olmadığını ve Muhyiddin-i Arab gibi zâtların o meşrebe gitmelerinin sebeblerini gayet metin ve kat’î bir surette beyan ediyor. Bu risale vahdet-ül vücud ile veya Muhyiddin-i Arab’ın (K.S.) âsârıyla ülfet edenlere bir iksir-i a’zam hükmündedir.

            ONUNCU LEM’A olan Onuncu Risale

يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ اَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّهُ نَفْسَهُ وَاللّهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ

âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor.

            Evet bu risale, iki kısım olarak; bir kısmı; has ve sadık Kur’an hizmetkârlarının sehiv ve hata neticesinde yedikleri tenbihkârane şefkat tokatlarını.. ikinci kısım; zahirî dost ve kalbi muarız olanların bilerek verdikleri zarara mukabil, zecirkârane tokatlarından bahsedilecekti. Fakat lüzumsuz bazıların hatırlarını rencide etmemek için, yüzer hâdisattan birinci kısmın yalnız onbeş adedinden bahsedildi. İkinci Kısım şimdilik yazılmadı.

            Her tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazmıştır. Ben beş tokat yedim, yazdım. Nefsim gibi telakki ettiğim Abdülmecid’le Hulusi’ye vekaleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı, hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Nümune nev’inden olarak onlarla iktifa ettik. Yoksa hâdisat çoktur. Bununla kat’iyyen kanaatımız gelmiştir ki; bu hizmetimizde başıboş değiliz. Mühim bir nazar altındayız ve dikkatli bir inayet nazarındayız ve kuvvetli bir hıfz u himayet tahtındayız. O risalenin âhirinde, اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ sırrına dair mühim bir hakikat beyan edilerek, hizmetimize zulüm nev’inden ilişen mülhidler, bu dünyada tokadını yiyecekler ve kısmen yediklerini; ve zındıka ve dalalet hesabına ilişenler çabuk tokat yemeyip te’hir ettiğinin sebeb ve hikmetini beyan ediyor.

            ONBİRİNCİ LEM’A olan Onbirinci Risale

            “Mirkat-üs Sünnet ve Tiryaku Maraz-ıl Bid’a” namıyla gayet mühim bir risaledir.

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ ۞ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ

âyetlerinin gayet mühim iki hakikatını “Onbir Nükte” ile tefsir ediyor.

            BİRİNCİ NÜKTESİ

            مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ sırrını beyan ediyor.

            İKİNCİ NÜKTESİ: İmam-ı Rabbanî, “Sünnet-i Seniyenin ittibaı; en haşmetli, en letafetli, en emniyetli tarîktir.” demesine dairdir.

            ÜÇÜNCÜ NÜKTESİ: Bu bîçare Said’in ruhunda müşahede ettiği Sünnet-i Seniyenin ehemmiyetini beyan ediyor.

            DÖRDÜNCÜ NÜKTESİ: اَلْمَوْتُ حَقٌّ hakikatının kapısıyla, gayet acib bir âlem-i manevîye ait bir seyahat-ı ruhiyeyi beyan ediyor.

            BEŞİNCİ NÜKTE: اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ âyetinin sarahatıyla: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyenin ittibaını kat’î bir kıyas-ı mantıkî ile intac ettiğine dairdir.

            ALTINCI NÜKTE: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ hadîsinin mühim bir sırrını اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ bir hakikatını tefsir ediyor.

            YEDİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin herbir mes’elesi altında bir edeb bulunduğunu beyan eder. “Allâm-ül Guyub’a karşı edeb ve hicabın nasıl olabilir ve ne demektir?” sualine karşı, güzel bir cevabdır.

            SEKİZİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin bir kısmı şefkat-i Ahmediyenin (A.S.M.) tereşşuhatı olduğu gibi, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) nasıl bir maden-i şefkat olduğunu gösteriyor.

            DOKUZUNCU NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa mahsus olduğu halde; herkes niyeti ile ve kasd ile ve tarafdarane ve iltizamkârane ve takdirkârane talib olmakla, o ittiba-ı tâmmeden tam hissedar olabilir. Ehl-i tarîkatın ezkâr ve evrad ve meşrebleri, esasat-ı Sünnete muhalefet etmemek şartıyla bid’ada dâhil olmadığını, olsa olsa bid’a-i hasene olduğunu beyan eder.

            ONUNCU NÜKTE: قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّهُ Muhabbet-i İlahiyeye ve o muhabbetin neticesinde Sünnet-i Seniyenin ittibaına dair, üç nokta ile, gayet merak-aver ve mühim ve güzel beyanat var. Hattâ kitabın nakşında bu Onuncu Nükte’nin bir şua-ı kerameti, tevafukla nazara gösteriyor.

            ONBİRİNCİ NÜKTE: Zât-ı Ahmediyenin Sünnet-i Seniyesinin menbaı; hem akvali, hem ahvali, hem ef’ali olduğunu ve herbirisi hem farz, hem nevafil, hem âdât aksamına inkısam ettiğini ve Kur’anda وَاِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ sırrıyla, nev’-i beşer içinde manen ve ruhen olduğu gibi, mizac-ı cismanîsinin cihetiyle dahi en mutedil noktasında ve kuva-yı cismaniye ve nefsiyede nokta-i itidalin vasatında ve kemalinde bulunan ferd-i ferîd, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu isbat ediyor. Bu risale de, başta denildiği gibi, bir tiryak-ı enfa’ ve bir iksir-i a’zamdır.

            ONİKİNCİ LEM’A olan Onikinci Risale

اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ۞ اَللّهُ الَّذِى خَلَقَ سَبْعَ سَموَاتٍ وَمِنَ اْلاَرْضِ مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ اْلاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ اَنَّ اللّهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا

âyetlerinin, ehl-i Fennin ve şimdiki Coğrafyacı ve Kozmoğrafyacıların medar-ı tenkidleri olmuş iki hakikatını, “İki Nükte” ile tefsir ediyor.

            BİRİNCİ NÜKTE: Umum rızk doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’in elinde olduğunu ve hazine-i rahmetinden çıktığını beyan ederek, rızıksızlıktan ölmek olmadığını isbat eder.

            İKİNCİ NÜKTE: Küre-i Arz’ın, münkir Coğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olmasına ve semavat dahi, Kozmoğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu isbat eder. Bu risale, öyle geveze mülhidlere bir licamdır, yani gemdir.

            ONÜÇÜNCÜ LEM’A olan Onüçüncü Risale

            “Hikmet-ül İstiaze” namıyla maruf, gayet kıymetdar ve kuvvetli ve hakikatlı bir risaledir.

قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ الَّذِى يُوَسْوِسُ فِى صُدُورِ النَّاسِ مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ

Suresinin en mühim bir hakikatını,

قُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ ۞ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ ۞

âyetinin mühim bir hikmetini اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ en mühim bir sırrını “Onüç İşaret”le tefsir ederek, onüç anahtar ile قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ın kal’a-i hasînine girmek için kapı açar, tahassüngâhı gösterir.

            BİRİNCİ İŞARET: “Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiç medhalleri olmadığını ve dalaletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalaleti tenfir ettikleri halde Cenab-ı Hak rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka tarafdar olduğunu ve hak hakikatın cazibedar güzellikleri, ehl-i hakkı müeyyid ve müşevvik bulunduğu halde; hizb-üş şeytanın çok defa hizbullaha galebe etmesinin hikmeti nedir?” diye sualine karşı gayet kat’î ve vâzıh bir cevabdır.

            İKİNCİ İŞARET: “Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehenneme girmelerini, Cemil-i Alelıtlak Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bilhakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve ne için cevaz gösteriyor?” diye sualine karşı gayet kuvvetli ve mukni’ bir cevabdır.

            ÜÇÜNCÜ İŞARET: “Kur’an-ı Hakîm’de, ehl-i dalalete karşı azîm şekvalar ve kesretli tahşidat ve çok şiddetli tehdidat; aklın zahirine göre, Kur’anın adaletli ve münasebetli belâgatına ve üslûbundaki itidaline ve istikametine münasib düşmüyor? Âdeta âciz bir adama karşı orduları tahşid ediyor; ve müflis ve mülkte hissesiz âciz bir adama, kuvvetli bir şerik mevkii verir gibi ondan şekva etmenin sırrı ve hikmeti nedir?” diye sualine karşı, gayet kat’î ve ehemmiyetli bir cevabdır.

            DÖRDÜNCÜ İŞARET: Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğundan; mehasin ve kemalât vücuda, şerler ve musibetler ademe istinad ettiği ve ondan neş’et ettiğini beyan ediyor.

            BEŞİNCİ İŞARET: “Cenab-ı Hak Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı Cennet gibi azîm bir mükâfatı ve Cehennem gibi dehşetli bir mücazatı göstermekle beraber, çok irşad ve mükerrer ikaz ve defaatla ihtar ve müteaddid tehdid ve teşvik ettiği halde, hizb-üş şeytanın çirkin ve mükâfatsız zaîf desiselerine karşı, ehl-i imanın mağlub olmalarının sırrı nedir?” diye müdhiş suale karşı mukni’ bir cevabdır.

            ALTINCI İŞARET: Şeytanların en tehlikeli ve kesretli bir desisesi olan “tasavvur-u küfr”ü “tasdik-i küfür” suretinde, “tasavvur-u dalalet”i “tasdik-i dalalet” tarzında göstermesiyle, hassas ve safi-kalb insanları tehlikelere atmasına mukabil, ilmî ve mantıkî ve hakikatlı bir cevabdır.

            YEDİNCİ İŞARET: Mu’tezile imamları, şerrin icadını şerr telakki ettikleri için, küfür ve dalaletin icadını Allah’a vermeyip, güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar. Mu’tezilenin bu mühim mes’elelerine ve Mecusilerin hâlık-ı şerr ayrı telakki etmelerine karşı gayet kuvvetli ve mantıkî bir cevab-ı müskit.. hem “Günah-ı kebireyi işleyen, mü’min kalamaz!” diye Mu’tezile ve bir kısım Haricîlere karşı gayet makbul ve mukni bir cevabdır.

            SEKİZİNCİ İŞARET: “Bazı risalelerde kat’î delillerle isbat edilmiş ki; küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilâtlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değildir. İman ve hidayet yolu o kadar zahir ve kolaydır ki, herkes ona girmeli idi, dediğiniz halde; bu Hikmet-ül İstiaze’de, dalalet yolu kolay ve tahrib ve tecavüz olduğu için çoklar o yola sülûk ettiğini beyanın, birbirine muhalif oluyor, vech-i tevfiki nedir?” sualine karşı gayet merak-aver ve mantıkî ve kat’î bir cevab olmakla beraber, “Dalalette o kadar dehşetli bir elem ve korku var ki, kâfir değil hayatından lezzet alması, belki hiç yaşamaması lâzım gelirken, ehl-i imandan ziyade kendini hayatta mes’ud görmesinin sırrı nedir?” diye sualine karşı gayet güzel bir temsil ile tam kanaat getirir bir cevabdır.

            DOKUZUNCU İŞARET: “Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem Sallallahü Aleyhi Vesellem, o kadar inayet-i İlahîye ve imdadat-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden hizb-üş şeytana karşı bazı mağlub olmuşlar. Hem Hâtem-ül Enbiya’nın güneş gibi parlak nübüvveti ve risaleti komşuluğunda bulunan Medine münafıklarının dalalette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne için ve hikmeti nedir?” diye sualine karşı herkesi alâkadar edecek güzel ve kuvvetli bir cevabdır.

            ONUNCU İŞARET: İblis kendini kendine tâbi’ olanlara inkâr ettirmek suretindeki desise maskesini yırtarak, pis ve mülevves yüzünü gösterip, vücudunu isbat eder.

            ONBİRİNCİ İŞARET: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinat kızdıklarını ve anasır-ı külliye hiddet ettiklerini ve umum mevcudat manen galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ettiğine dair merak-aver bir beyandır.

            ONİKİNCİ İŞARET: Dört sual ve cevabdır. “Mahdud bir hayatta mahdud günahlara mukabil hadsiz bir azab nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?” Hem “Şeriatta denilmiştir ki: Cehennem, ceza-yı ameldir; fakat Cennet, fazl-ı İlahî iledir. Bunun hikmeti nedir?” Hem “Seyyiat intişar ve tecavüz ettiğinden, bir seyyie bin yazılmak, hasene bir yazılmak lâzım gelirken; seyyie bir, hasene on yazılmasının sırrı nedir?” Hem “Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet, ve ehl-i hidayete galebeleri onlarda bir hakikat ve kuvvet bulunduğundan mı veyahut ehl-i hidayette bir za’f ve hakikatsızlık olduğundan mıdır?” diye dört suale gayet kısa ve kuvvetli dört cevabdır.

            ONÜÇÜNCÜ İŞARET: “Üç Nokta”dır.

            Birincisi: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde, dar kalbli ve kısa akıllı ve kāsır fikirli insanları aldatmasına mukabil, tamamıyla şeytan-ı cinnî ve insî de susturacak bir cevabdır.

            İkinci Nokta: Şeytan, kusurlu insana kusurunu itiraf etmemek ile istiğfar ve istiaze yolunu kapayıp, enaniyeti tahrik ederek, avukat gibi, nefsini müdafaa ettirir. Âdeta nefsini taksirattan takdis ettirmesine mukabil, herkesi ikna’ edecek bir cevabdır. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusur bulunduğunu ve kusurunu görmek, kusuru kusurluktan çıkarmak olduğunu beyan ediyor.

            Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden en mühim bir desise-i şeytaniye; “mü’minin bir tek seyyiesiyle hasenatını örtmek”le o mü’mine karşı adavet ettirmeye mukabil, mizan-ı ekberde adalet-i mutlaka-i İlahiyenin tecellisindeki düstur ile; herkese lüzumlu, hususan hadîd-ül mizac ve müşkilpesend insanlara, kıymetdar ve haklı ve kuvvetli bir cevabdır.

            İşte şu risale onüç işaretle şeytan-ı insî ve cinnînin onüç hücum yollarını kapadığı gibi; قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ Suresinin kal’a-i metininde tahassun etmek için onüç anahtar olup, onüç kapıyı ehl-i imana açar.

            Şu Hikmet-ül İstiaze Risalesi’nin iki mühim kardeşi var. Birisi Yirmidokuzuncu Mektub’un Altıncı Risalesi olan “Hücumat-ı Sitte” namıyla mühim bir kal’a olduğu gibi; ikinci bir kardeşi olan Yirmialtıncı Mektub’un “Hüccet-ül Kur’an Ala Hizb-iş şeytan” namındaki risale dahi bir hısn-ı hasîndir. Bu üç risale birbiriyle münasebetdardır. Ve ehl-i imana bu zamanda çok lüzumlu olduğunu ihtar ediyorum. Fakat bu risaleler tamamıyla Kur’ana sadık olanların ellerine verilebilir. Bid’a ve dalalete tarafdar veya siyasetçiliğe mübtela olanların ellerine vermemek gerektir. Bilhâssa “Hücumat-ı Sitte”, içerisinde Eski Said’in şiddetli lisanı karıştığı için, en has ve en sadık kardeşlerime mahsustur. Şimdilik hakkı dinlemek ve kabul etmek istidadında olmayanlara gösterilmemesini tavsiye ediyorum. Hem de “İşarat-ı Seb’a”, da “Hücumat-ı Sitte” gibidir şimdilik havassa mahsustur.

            ONDÖRDÜNCÜ LEM’A olan Ondördüncü Risale

            “İki Makam”dır.

            BİRİNCİ MAKAMI: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sorulmuş ki: “Arz ne üstünde duruyor?” Ferman etmiş: عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ Yani “Öküz ve balık üstünde duruyor.” Şu hadîse dair çok münakaşat vardır. Coğrafyacılar, hâşâ bu hadîsi inkâr ediyorlar.

            İşte bu hadîsin hakikî manasını üç vecihle, bu risalenin Birinci Makamı öyle bir tarzda beyan ediyor ki; münkirlerin zerre mikdar insafı varsa ve Coğrafyacıların hakka karşı zerre mikdar iz’anları bulunsa, bu hadîsi, bahir bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) sayacaktırlar. Çünki o üç cevab hem hakikî ve kat’î, hem manidardırlar.

            İKİNCİ MAKAMI:

            بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ in en mühim beş ve altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ Kur’anın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi; Arş’tan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nuranî olmakla beraber, saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyiz ve bereket veren bir menba’-ı envâr olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan “Birinci Söz”e bakar. Âdeta, Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup; müntehası ibtidasına بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ hatt-ı mübarekiyle ittihad ediyor. Ve bu makamda “Altı Sır” yerine otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır, fakat gayet büyük hakaikı tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan; بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ ne kadar kıymetdar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.

           ONBEŞİNCİ LEM’A olan Onbeşinci Risale

            Fihriste namında, umum Risale-i Nur’un eczalarının mevzularını gösteren bir fihristesidir. İcmalen her risalenin mevzuunu ve kısmen gayelerine işaret eder. Ve dört kısımdan ibarettir.

            Birinci Kısım: 32 aded Sözler’e aiddir. Bu kısım sair risaleler gibi bidayette muhtasar olmuştur. Sözler’e lâyık tafsilatlı bir fihriste olamadı. Daha değiştirmeğe de münasebet tutmuyor. Yalnız bu kadar var ki; Sözler’deki kıymet ve ehemmiyeti kesret-i intişar ile ekserce anlaşıldığı için icmalen bize yazdırıldı اَلْخَيْرُ فِى مَا اخْتَارَهُ اللّهُ deyip o muhtasar fihristeyi öylece bıraktık. İnşâallah bir vakit kardeşlerimizden birisi o birinci kısma bir haşiye olarak Sözler’e mufassal bir fihriste yazacaktır.

            Bu fihristenin dört kısmı gayet ehemmiyetlidir. Hattâ diyebilirim, en mühim bir risaledir. Onunla Risale-i Nur’un eczalarının mahiyeti bilindiği gibi, Risale-i Nur’un yüz cüz’ü, Kur’an-ı Hakîm’in nasıl bir tefsiri olduğunu gösteriyor. Ve yüzer âyât-ı Kur’aniyenin yüzer hakaik-i kudsiyesini nazara vaz’ edip Risale-i Nur’un her bir cüz’ünü bir âyetle bağlayıp Kur’andan tereşşuh ettiklerini ve Kur’andan gelip Kur’an âyetlerini tefsir ettiğini gösterir. Bahusus üçüncü kısmındaki Rumuzat-ı Semaniye’ye dair bahislerde daha güzel olmuş. Fakat bazan mühim bir risaleye kısa kesilmiş. Sonra anlıyoruz ki, hakkını noksan bırakmışız. Bazı da fihristenin ihtisarından çıkıp tafsilatlı olmuş. Bundan anladık ki, kasd ve ihtiyarımızla tanzim edemiyoruz. Zülf-ü perişan gibi, zahirî intizamsızlık altında şirin, manidar bir intizam bulunduğunu hissederek gelişigüzel bıraktık.

            Otuzikinci Mektub: Otuziki şu’le olarak yazılmasını rahmet-i İlahiyeden bekleriz. Fakat daha yazılmamış. [9](Haşiye)

            Otuzüçüncü Söz’ün Otuzüç Mektub’undan Otuzüçüncü Mektubu

            Bu risale Otuzüç âyetin birer hakikatlarını tefsir eden otuzüç penceredir. Bu mektub Otuzüç risale olmağa lâyık iken gayet müstacel bir zamanda yazıldığı için, bir veya yarım sahifelik pencereleri birer risale kuvvetinde ve birer risaleyi tazammun eden mahiyetinde [10](Haşiye) olduğunu gösterir. Fakat maatteessüf baştaki pencereler gayet mücmel ve muhtasar kalmış, lâkin gittikçe inbisat ederek nısf-ı âhirdeki pencereler vâzıh düşmüştür.

سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ

            Birinci Pencere:

وَكَاَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لاَ َتحْمِلُ رِزْقَهَا اَللّهُ يَرْزُقُهَا وَاِيَّاكُمْ وَ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ

âyetinin bir hakikatını kuvvetli bir bürhan-ı vahdaniyet olarak tefsir ediyor.

            İkinci Pencere:

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ َلآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

âyetinin sîma-yı insaniyede sikke-i rububiyeti gayet parlak bir bürhan-ı vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Üçüncü Pencere:

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

âyetinin bir hakikatını, küre-i arzın sîmasında 400 bin hayvanat ve nebatat envaının çizgileri ile tezahür eden sikke-i rububiyeti gayet parlak bir bürhan-ı vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Dördüncü Pencere:

اُدْعُونِى اَسْتَجِبْ لَكُمْ ۞ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ

âyetinin bir hakikatını, mevcudatta istidad lisanıyla ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla ve kavlî halî lisanıyla o bütün mahlukatın bütün dualarını kabul etmek ve cevab vermek noktasındaki gayet kuvvetli bir bürhan-ı vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

            Beşinci Pencere:

اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ ۞ صُنْعَ اللّهِ الَّذِى اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ

âyetlerinin bir hakikatını def’aten ve ani sühuletle vücuda gelen masnuatta nihayet derecede hüsn-ü san’at ve kemal-i rububiyet bulunmasıyla, parlak bir delil-i vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

            Altıncı Pencere:

اِنَّ فِى خَلْقِ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِى تَجْرِى فِى الْبَحْرِ

بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا اَنْزَلَ اللّهُ مِنَ السَّمَاءِ

مِنْ مَاءٍ فَاَحْيَا بِهِ اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ اْلمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَاْلاَرْضِ

لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

            Bu pek büyük âyetin pek büyük bir hakikatını pek kuvvetli ve pek parlak ve pek geniş bir delil-i vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Yedinci Pencere: Dört cihetle, pek çok âyâtın mühim bir hakikatlarını dört kat’î kuvvetli vahdaniyet delilleriyle tefsir ediyor.

            Sekizinci Pencere:

اُولئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ وَ حَسُنَ اُولئِكَ رَفِيقًا

âyetinin pek mühim bir hakikatını, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiya mu’cizatlarına istinaden ve bütün kulûb-ü münevvere aktabı olan evliya keşf ü kerametlerine itimaden ve bütün ukûl-ü nuraniye erbabı olan asfiya tahkikatlarına istinaden bir tek Vâhid-i Ehad, Vâcib-ül Vücud, Hâlık-ı Külli Şey’in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve kemal-i rububiyetine icma’ ve tevatür suretinde şehadetleri pek büyük ve çok nuranî bir pencere-i marifet ve hüccet-i vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Dokuzuncu Pencere:

اِنْ كُلُّ مَنْ فِى السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ اِلاَّ آتِى الرَّحْمنِ عَبْدًا ۞ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetlerinin mühim bir hakikatını, anasır ve zîhayat ve nebatat ve insanların ayrı ayrı şekilde ettikleri ubudiyet içinde gayet kat’î ve kuvvetli bir hüccet-i vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

            Onuncu Pencere:

وَ اَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلاَ تَجْعَلُوا لِلّهِ اَنْدَادًا وَاَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

âyâtın gayet mühim ve büyük bir hakikatını, kâinatın mevcudatındaki birbirine teavünü, tecavübü tesanüdü noktasında gayet kuvvetli ve hiçbir cihetle sarsılmaz bir delil-i vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

            Onbirinci Pencere: اَلاَ بِذِكْرِ اللّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ Hadsiz mevcudatı Vâhid’e isnad etmekle kalb mutmain olabildiği, yoksa hadsiz müşkilat içinde hadsiz bir ızdıraba mazhar olduğu cihetiyle kuvvetli bir delil-i vahdaniyet göstermekle tefsir ediyor.

            Onikinci Pencere:

سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ اْلاَعْلَى اَلَّذِى خَلَقَ فَسَوَّى وَالَّذِى قَدَّرَ فَهَدَى

âyetinin bir hakikatını, eşyanın aza ve cihazatındaki eğri-büğrü hududların verdikleri meyveler noktasında gayet kuvvetli bir bürhan-ı vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Onüçüncü Pencere:

تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

âyetinin mühim bir hakikatını, mevcudatın muntazam suretleri herbiri birer lisan-ı ubudiyet ve mevzun heyetleri herbiri birer lisan-ı şehadet ve mükemmel hayatları herbiri birer lisan-ı tesbih olduğu cihetle gayet geniş ve kuvvetli ve câmi’ bir delil olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Ondördüncü Pencere:

قُلْ مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ۞ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ ۞ مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا

اِنَّ رَبّىِ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ۞

âyetlerin hakikatlarından mühim bir hakikatını, za’f-ı mutlak içinde bir kuvve-i mutlakanın ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın ve fakr-ı mutlak içinde bir gına-i mutlakın ve cümud-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın ve cehl-i mutlak içinde muhit bir şuurun tezahüratı ve âsârı mevcudatta görünmesiyle hadsiz Alîm Hayy nihayetsiz Gani Kadîr Kavî bir Zât-ı Zülcelal’in vahdaniyetine hüccet göstermekle tefsir ediyor.

            Onbeşinci Pencere: اَلّذِى اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ âyetinin bir hakikatını, her şeyin mahiyetinin kabiliyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile en kısa yolda, en kısa bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde, israfsız hikmetli bir tarzda vücud vermek, suret giydirmek mevcudat adedince diller ile bir Sâni’in vücub-u vücuduna delaletleriyle tefsir ediyor.

            Onaltıncı Pencere: Bir âyetinin mühim bir hakikatını, zeminin yüzünde mevsim be-mevsim tazelenen mahlukatın icad ve tedbirlerindeki intizamın gösterdiği rahmet-i vasia ile ve o ihsanattaki iaşe-i umumiye gösterdiği rezzakiyet cihetinde gayet parlak ve kuvvetli ve kat’î bir bürhan-ı vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Onyedinci Pencere: اِنَّ فِى السَموَاتِ وَاْلاَرْضِ لَآيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ gibi âyetlerin hakaikından bir hakikatını, zemin yüzünde yaz zamanında müşevveşiyeti iktiza eden nihayet sehavet içinde kemal-i intizam ve mizansızlığı iktiza eden sür’at-i mutlaka içinde kemal-i mevzuniyet ve mebzuliyet ve kabalığı iktiza eden kesret-i mutlaka içinde kemal-i hüsn-ü san’at ve basitliği san’atsızlığı iktiza eden sühulet-i mutlaka içinde nihayet derecede meharet ve san’atkârlık ve ihtilafı iktiza eden uzaklık içinde bir ittifak-ı mutlak ve tenasüb-ü tam ve karışıklığı ve bulaşmayı iktiza eden kemal-i ihtilat içinde kemal-i imtiyaz ve ehemmiyetsizliği ve kıymetsizliği iktiza eden mebzuliyet ve nihayet derecede ucuzluk içinde san’atça nihayet kıymetdar ve pahalı bir keyfiyette mevcudatın görünmesi, güneş gibi parlak olarak ve her tarafta vahdaniyet-i İlahiyeyi gösterip vücub-u vücuduna şehadet ederek küre-i arz kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Onsekizinci Pencere: اَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِى مَلَكُوتِ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ âyetinin bir hakikatını; mükemmel bir eser mükemmel bir fiile, mükemmel fiil, mükemmel bir fâile, mükemmel fâil, mükemmel sıfât ve esmaya kat’î delalet ettiğinden bütün kâinat mevcudatıyla herbiri birer hikmetli esere, her eser birer muntazam fiile, muntazam fiil bir fâile o fâilin Kadîr ve Alîm gibi esmasına, yani Hâlık-ı Zülcelal’in esma ve sıfâtına delalet ve şehadet ettikleri suretinde tefsir ediyor.

            Ondokuzuncu Pencere: يُسَبِّحُ لِلّهِ مَا فِى السَّموَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ âyetinin bir hakikatını, semavat güneşler yıldızlar kelimatıyla ve arz kafası nebatat ve hayvanat denilen kelimat-ı tesbihiyesi ile ve her bir ağaç yaprak, çiçek meyvelerin kelimeleriyle ettikleri tesbihat noktasında silsile-i mevcudat gibi kuvvetli bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Yirminci Pencere:

فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ ۞ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ۞

وَ اَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَ مَا اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ۞

âyetlerin hakaikından geniş bir hakikatı, mevcudatın enva’-ı külliyesinden ziya, hava, mâ gibi anasır-ı külliyenin zahiren tesadüfî zannedilen vaziyetlerindeki intizam-ı mahfî ve çiçekler ve meyveler ve kuşlar gibi envaın şekillerindeki hikem-i hafiyenin izharı cihetiyle gayet geniş ve parlak bir delil-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Yirmibirinci Pencere: وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ âyetinin bir hakikatını; şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat sahibinin vücud ve vahdaniyetine güneş gibi parlak ve nuranî bir hüccet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Yirmiikinci Pencere:

اَلَمْ نَجْعَلِ اْلاَرْضَ مِهَادًا وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا وَخَلَقْنَاكُمْ اَزْوَاجًا ۞ فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا۞

âyetlerin hakaikından bir hakikatını, küre-i arzın vaziyet ve hareketinde ve yüzündeki mütemadiyen kemal-i hikmet ve mizan ile yüzbinler ecnas-ı nebatat ve enva’-ı hayvanat ile şenlendirip doldurup boşaltmak cihetiyle bir Vâcib-ül Vücud’un vahdetine şehadet ettikleri suretinde küre-i arz kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Yirmiüçüncü Pencere: اَلَّذِى خَلَقَ اْلمَوْتَ وَاْلحَيَوةَ âyetinin bir hakikatını, hayat vahdaniyet-i İlahiye bürhanlarının en kuvvetli ve en parlağı ve tecelliyat-ı Samedaniyenin âyinelerinin en câmi’, en berrakı olduğu cihetinde Hayy-ı Kayyum’u esma ve şuunatıyla bildirir bir hüccet-i kātıa olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Yirmidördüncü Pencere:

لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin mevte dair bir hakikatını ve mevcudat vücud ve hayatlarıyla Sâni’-i Zülcelal’i gösterdikleri gibi, mevt ve zevalleriyle dahi kuvvetli bir surette Bâki bir Sâni’-i Zülcelal’in vücuduna şehadet etmekle, mevt dahi hayat gibi bir hüccet-i bahire-i vahdaniyet olduğunu göstermekle tefsir ediyor.

            Yirmibeşinci Pencere: Umûr-u nisbiye tabir edilen birbirisiz olmayan veled vâlidi, fevkiyet tahtiyeti iktiza ettiği gibi; kâinatın herbir mevcudatında bulunan mahlukiyet bir Hâlık’a, masnuiyet bir Sâni’a, infial bir fâile bizzarure delalet ettiğinden bütün mevcudatta bütün hikmetli masnuiyetler ve muntazam mahlukiyetler ve mizanlı fiiller, infialler hadsiz bir surette bir Hâlık-ı Vâhid’e şehadet etmekle beraber, herbir mevcud böyle umûr-u nisbî adedince bir Vâcib-ül Vücud’un vahdaniyetine delalet ettiklerini beyan eder.

            Yirmialtıncı Pencere: Kâinatın bütün mevcudatı yüzünde tazelenen, gelip geçen cemaller, hüsünler bir cemal-i sermedînin bir nev’ gölgeleri olduğunu ve insanda tezahür eden kâinatın kalbindeki ciddi bir incizab-ı aşkî bir Maşuk-u Lâyezalî’yi gösterdiğini ve kâinatın sînesinde çok suretlerde tezahür eden incizablar, cezbeler, cazibeler bir hakikat-ı cazibedarın cezbiyle olduğunu ve mahlukatın en hassas ve nuranî taifesi olan ehl-i keşf ve velayetin ittifakıyla, zevk-i şuhudîye istinad ederek bir Cemil-i Zülcelal’in kendini tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttali’ olduklarını müttefikan haber verdiklerini gayet kuvvetli ve nuranî bir hüccet-i vahdaniyet ve marifetullaha karşı hususî fakat üç renkli bir ziyayı neşreden bir penceredir.

            Yirmiyedinci Pencere: اَللّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ âyetinin bir hakikatı, kâinatın hiçbir sebeb hiçbir müsebbebin icadına eli yetişmediği gibi, müsebbebin gayelerini düşünmek ve irade etmek kabiliyetinde olmamasını ve müsebbebdeki san’at-ı hârikaya hiçbir cihette kabil olmadığı cihette doğrudan doğruya her müsebbeb sebebden değil, belki Müsebbib-ül Esbab olan Vâcib-ül Vücud’un kudretinden çıktığı cihetle gayet câmi’ belki müsebbebat adedince delaletleri tazammun eden bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Yirmisekizinci Pencere:

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فِى ذلِكَ لَآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ

âyetinin bir hakikatını, kâinatın heyet-i mecmuasındaki intizamında ve erkân-ı külliyesindeki hikmetli tezyinat ve harekâtında ve hayvanat ve nebatatın tedbir ve terbiyelerinde, hattâ hüceyrat-ı bedeniyenin mizan intizam dairesindeki vaziyetlerinden kâinatın silsilesi kuvvetinde bir hüccet-i vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Yirmidokuzuncu Pencere: وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ âyetinin bir hakikatını, bahar mevsiminde garibane bir seyahat zamanında inkişaf eden şöyle bir nur-u tevhid ile, yani her bir şey hususan zîhayat, hususan çiçekler meyveler birer mektub-u Samedanî’nin birer mührü, belki herbir mektubun hadsiz mühürleri olduğunu ve herbir mühür ile hadsiz mektubatı mühürlendirdiğini, yani herbir şey bütün eşyayı kendi sahibinin mektubu ve mülkü olduğunu gösterdiği cihetle tefsir edip gayet latîf ve kuvvetli ve vâzıh marifetullaha karşı pencereler açıyor.

            Otuzuncu Pencere:

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّهُ لَفَسَدَتَا ۞ كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin hakaikından imkân ve hudûsa dair bir hakikatı, İlm-i Kelâm’ın cadde-i kübraları içinde imkân ve hudûs noktasında gayet kuvvetli bir bürhan-ı vahdaniyeti göstermekle tefsir ediyor.

            Otuzbirinci Pencere:

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ۞ وَ فِى اْلاَرْضِ آيَاتٌ لِلْمُوقِنِينَ وَ فِى اَنْفُسِكُمْ اَفَلاَ تُبْصِرُونَ

âyetlerinin insanın mahiyeti noktasında ve enfüsî cihetine bakan bir hakikatını, insan üç cihetle Sâni-i Zülcelal’in esmasına âyine olmasıyla yani acz ve fakrıyla, naks ve kusuruyla Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, gınasını, kemalini bildirdiği gibi.. cüz’î ilim ve cüz’î kudret ve cüz’î basar ve cüz’î sem’ ve cüz’î mâlikiyetle yine Sâni’in ilm-i mutlakına, sem’ u basarına mâlikiyet-i mutlakasına âyinedarlık edip gösterdiği.. ve hem insan üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye o nakışlar cihetiyle âyinedarlık ederek esmada bir ism-i a’zam olduğu gibi, esmanın nukuşunda dahi insan bir nakş-ı a’zam bulunduğunu göstermekle gayet kuvvetli bir delil-i vahdaniyeti insanın mahiyetinde izhar edip üç cihetle marifetullaha pencereler açar. لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ in bir hakikatını tefsir ediyor.

            Otuzikinci Pencere:

هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ اْلحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّهِ شَهِيدًا۞

قُلْ يَا اَيّهَا النّاسُ اِنِّى رَسُولُ اللّهِ اِلَيْكُمْ جَمِيعًا

âyetlerinin bir hakikatını, sema-i risaletin bir güneşi olan Zât-ı Ahmediye’ye dair Ondokuzuncu Mektub, Ondokuzuncu Söz, Otuzbirinci Söz ile tefsir edip, bu pencere ile o tefsire işaret ediyor.

            Otuzüçüncü Pencere: اَلْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى اَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا âyetinin Kur’ana dair bir hakikatını, Kur’anın her bir âyeti birer pencere ve belki ekser âyetinde marifetullaha karşı çok pencereler bulunan ve Kur’anın heyet-i mecmuası umum pencereler kuvvetini tazammun eden gayet parlak ve vazıh ve câmi’ diğer bir pencere daha açmakla gayet kat’î ve yakînî ve şübhesiz bir hüccet-i vahdaniyet gösterdiğini ve i’caz-ı Kur’ana dair Yirmibeşinci Söz’le tefsir ediyor bu pencere ile o tefsire işaret ediyor.

اَللّهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْآنَ لَنَا فِى الدُّنْيَا قَرِينًا وَ فِى الْقَبْرِ مُونِسًا وَ فِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا وَ عَلَى الصِّرَاطِ نُورًا وَ مِنَ النَّارِ سِتْرًا وَ حِجَابًا

وَ فِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا وَ اِلَى الْخَيْرَاتِ كُلِّهَا دَلِيلاً وَ اِمَامًا ۞ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

71                   750           481         51

Bu güzel        fihriste      tamam   oldu.

            İşte makam-ı ebcedi tarih-i te’lifini gösterip 1353 bu zamanın tarihine tevafuk etmiştir. O keçel kâtibin haberi yokken ve hesab-ı ebcedi bilmezken kitabın hitamında gelişi güzel “O güzel fihriste tamam oldu.” yazmış. Ben tashihde hesab ettim, bu latîf tevafuk çıktı. Demek bu fihriste güzeldir ki, o güzel tevafuku gösterdi.

            Latîf bir tevafuktur ki, fihristede bahsedilen risale ve zeyillerinin küçük büyük parçaları 119 adedine, fihristenin bu dördüncü kısmı sahife başında kendi kendine gelen 19 sahifede tevafuku gösteren elifler 119 adediyle, ikinci kısmın âhirlerindeki ‎19 kısmının latîf sırrını ihtar ederek tevafuk etmesi şâyan-ı temaşadır. Bu işte kimsenin ‎ihtiyarı karışmamış. Demek alâmet-i makbuliyettir. (Mektubat’ın en küçüğü ikisi bir sayılır. En ‎küçük Sözler’in ikisi bir sayılır.)‎

            Şâyan-ı hayrettir ki, birinci müstensihin nüshasında sahifeler başındaki 119 elif gelmesiyle ‎resailin 119 parçasına tevafuk ettiği gibi, ikinci müstensih sahifeleri ayrı, satırları bütün bütün ayrı ‎ve müsvedde-i ûlâdan istinsah edildiği halde ve kat’iyyen elifleri düşünmeyerek 119 elif gelmesi Risale-i Nur parçalarının adedine tevafuk etmesi elbette tesadüfî ‎olamaz. Belki bir cilve-i inayetten gelen bir tanzim karıştığını kanaat veriyor.‎

‌اَللّٰهُمَّ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ يَا قَيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ بِحَقِّ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ اجْعَلْ فِهْرِسْتَةَ اْلاَعْمَالِ الصَّالِحَةِ لِكَاتِبِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ مَجْمُوعِ دَقَائِقِ عُمْرِهِ وَاجْعَلْ كُلِّيَّاتِ فِهْرِسْتَةِ حَسَنَاتِهِ بِعَدَدِ حُرُوفِ رِسَالَةِ هٰذِهِ الْفِهْرِسْتَةِ وَاجْعَلْهُ وَ رُفَقَائَهُ مِنْ اَوْلِيَائِكَ الَّذِينَ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَهُمْ يَحْزَنُونَ اٰمين اٰمين اٰمين‌

* * *

[1] (Haşiye): Bu temsilin mealiyle mühim bir mecliste Ankara’da 13 sene evvel Ziya Gökalp gibi müdhiş bir mülhid şakk-ı şefe etmeyecek derecede ilzam oldu.

[2] (Haşiye): Bu temsilin mealiyle 25 meb’us ve içinde mühim kumandanlar bulunduğu halde teslime mecbur oldular.

[3] (Haşiye): Yirmidokuzuncu Söz’de göz ile görünen bir kerameti var. O kerameti gösterir nüshalar yazılmıştır. O kerameti göstermeyen hatt-ı hakikîsine rastgelmemiş. Ezcümle, onaltıncı sahifesinde ihtiyarsız, tasannu’suz her sahifenin satırlarının başlarında onaltı elif gelmesidir.

[4] (Haşiye): Bu Otuzuncu Söz çıktığı zaman, kalbini kaybetmiş bir adam okuyup ehemmiyet vermeyerek, yatarken yastığının altına koymuş. Üç defa birbiri üstüne o adamı boğmak için boğazını sıkmışlar. Uyanıp yatar. Aynı hal. Rü’yada ona denilmiş: “Ne için başının altına bunu bırakıyorsun? Hürmetsizlik ettin.” O adam da temerrüdü terkedip kemal-i hürmetle o risaleyi alıp rafa bırakır. Sonra yatar. Sabahleyin rastgeldiklerine hikâye eder.

                Hem hizmet-i Kur’aniyede mühim bir rükün olan Hüsrev, o risalenin kendisine tesliminden mukaddem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’la münasebettar bir rü’ya görmüş. Bu Söz, gördüğü rü’yanın hakikatlarını tabir ettiğini bu Söz’ün o gün eline geçmesiyle görmüş ve bu rü’ya onun için bir keramet-i kat’iyye hükmüne geçmekle, tamamıyla hizmete teslim olmuş ve Nur’un kahramanı olmuştur.

[5] (Haşiye): Bu mevkıfın birinci müstensih, tevafuktan hiç haberimiz yok iken, acele bazan gece vaktinde yazdığı bir nüshada hârika bir tevafuku gördük. Bazan bir sahifede otuz tevafukat bulunuyor. O ihtiyarsız tevafukat o mevkıfın bir sırr-ı kerametini telakki ettik.

[6] (Haşiye): Bu mektubun mesailini bir derece ihsas etmek arzu edildiğinden; fihristiyet ihtisarı muhafaza edilmedi, uzun oldu.

[7] (Haşiye): O mukaddes iki kelimenin i’cazî tevafuklarından bahsi ayn-ı hakikat olduğuna delil, ondördüncü risalede bütün o iki kelimenin tevafuk etmesidir. Herbir âyet ayrı ve satır başından yazılmasından, umum o iki mukaddes kelimeler tevafuk etmişler.

[8] (Haşiye): Bu kudsî mes’ele Zülfikar’da izahatı var.

[9] (Haşiye): Fakat Eski Said’in Eski Arabî ve Türkî eserleri bu Otuzikinci Mektub’un yerine girdiler. Tâ o yazılıncaya kadar kalacaklar.

[10] (Haşiye): İşte o sırra binaendir ki, kısacık pencereler herbiri birer risale gibi fihristede bahsedildi. Otuzüçüncü Mektub kıymet noktasında tam hakkını aldı. Cirmi noktasında fihristede pek ziyade mevki’ zabtetti. Onun kardeşleri ona helâl olsun demeli.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*