Onaltıncı Söz
(Kendinden önce ki sözlerde geçen hakikatların anlaşılması Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine mutevakkıftır. Bu sebeble akla gelen Kudsî mahiyeti nasıldır sualine Onaltıncı Sözle cevab veriliyor.
Onuncu Sözle münasebeti kudret-i İlahiyeye nisbeten bütün insanların halkolunması ve haşredilmesi, birtek insanın halkı ve haşri gibi âsan olduğunu anlamak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Onbirinci Sözle münasebeti kâinatı bir saray gibi yaratan ve kâinatın küçültülmüş bir nümunesini insana derc eden zâtı tanımak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Onikinci Sözle münasebeti kâinatı bir kitab gibi yaratan ve devamlı tazeleyen üstünde yeni manalar derc eden zâtı tanımak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Onüçüncü Sözle münasebeti kâinatı bir ağaç gibi yaratan ve devamlı tazeleyen ve meyveleri adedince hikmetler takan zâtı tanımak noktasında Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Ondördüncü Söz’ün Beş Mes’elesi ile münasebeti
Birinci Mes’ele kâinatı altı günde yaratan ve bir güne, bir seneye ve ömr-ü insana semavat ve arzın hilkati kadar icraatları sığıştıran ve bunu her gün gösteren, zâtın icraatını anlamak noktasında
İkinci Mes’ele her şeyin evvelinde ve ahirinde tarihçe-i hayatını ve programını kader kalemiyle yazan zâtı tanımak noktasında
Üçüncü Mes’ele her şeyin Zâtını takdis ve tesbih ettiği zâtı tanımak noktasında
Dördüncü Mes’ele herşeye herşeyden yakın ve herşeye bizzat tasarrufta bulunan zâtı tanımak noktasında
Beşinci Mes’ele insanı merkeze koyan ve tercihlerine ehemmiyet veren zâtı tanımak noktasında
Ondördüncü Sözün Zeyilleri ile münasebeti insanın tercihlerine kâinatın kızdığı ve anasırın hiddete gelmesi noktasında insana ehemmiyet veren zâtı tanımak için Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Onbeşinci Sözle münasebeti semanın hareketini insanın tercihlerine bağlayan, bir şeyden herşey yapmak gibi bir şeyi her şey ile alakadar yapan; bir şeyin tercihi ile tüm kainatı alakadar eden zâtı tanımak için Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin bilinmesine ihtiyaç vardır.
Onaltıncı Söze kadar geçen hakikatlara tam bir kanaat gelmesi için; Cenab-ı Hakkın mahiyetine ve kudretine dair suallere cevap verilerek nefsin tam tatmin olması gerekiyor. Sualler;
Birinci Şuada; Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetini anlıyoruz. Nasıl bir zattır ve nasıl yapıyor ?
İkinci Şuada; Cenab-ı Hakkı böyle gösterdikten sonra bu meselenin kainattan delilleri gösteriliyor.
Üçüncü Şuada; Böyle Kudsî bir zata nasıl yaklaşabiliriz?
Dördüncü Şuada; Cenab-ı Hakka yaklaşmanın en kısa ve en kolay yolu gösteriliyor.
Zeyl; kainattaki intizam böyle bir zâtın mahiyetini gösterdiği ve delil olduğu gibi zahiren intizamsız görünen yeknesak dışı icraatlarda O zatın iradesini gösteriyor.
Onyedinci Sözle münasebeti madem herşey Onun elinde, madem her şey intizamlı, madem herşeyi rahmeti kaplamış; öyleyse kainatta çirkin şeyler de var, rahmete uygun düşmeyen haller de var (ölüm, ayrılık, hastalık gibi). “Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyeti eşyanın zeval ve fenasına nasıl müsaade eder.” Bunlar rahmete nasıl muvafık olacak? Bu cihette de her şeyin güzel olduğunu ispat ediyor.
Onsekizinci Sözde; Madem herşey güzel. Fakat biz bu güzellikleri göremiyoruz. Görememenin sebebleri üzerinde durulmuş.
Birinci Noktada da enfüsi,
İkinci Noktada afaki engeller gösteriliyor.
Üçüncü Noktada ise bu engelleri ortadan kaldıran ve bunun dersini ve yolunu gösteren risalet hakikatı beyan edilmiş.
Ondokuzuncu Sözde ise bu risaletin hakikatı tafsilatlı bir şekilde ifade ediliyor. )
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭
(Birinci Âyet; Kadir-i Mutlak o derece sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder ki, yalnız sırf bir emir ile icad eder gibi görünüyor, fehmediliyor. (Sadece emir ile yapılıyor değil. Gibi denilmesi bu manayı ifade ediyor. Demek bu ayet müteşabih bir ayettir. Emir ile beraber kudret ve ilmi ile sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder. Demektir.)
(Ve o derece ona kolay ve rahattır ki: اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا ilh… sırrıyla, güya yalnız emreder, yapılır. Nasılki gayet mahir bir san’atkâr; ziyade kolay bir tarzda, elini işe dokundurur dokundurmaz, makina gibi işler. Ve o sür’at ve mehareti ifade için denilir ki: O iş ve san’at, ona o kadar müsahhardır ki; güya emriyle, dokunmasıyla işler oluyor; san’atlar vücuda geliyor. Mektubat – 245)
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
(İkinci Âyet; Her şeyin melekût ciheti yani iç yüzü deyince ne anlayacağız? Elcevab: “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Sözler 627
Hakaik-i eşya esma-i İlahiyeye dayanır. Yani bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet eder. Sözler 667)
(İtminan-ı nefsime medar olacak, zulmeti dağıtacak şu âyetin nurundan dört şuaı göstermekle, kör nefsime bir basiret vermek için yazılmıştır.)
Birinci Şua: Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin Nuraniyeti izah ediliyor. Mes’elenin akla vazıh olması için güneş temsili ile bir tek Zât’ın muhtelif ayineler vasıtasıyla külliyet kesbettiği gösteriliyor. Kalbe nurani olması ve kalbi karartmaması için temessül bahsinden tecelliyat-ı İlahiyeye nazarları çeviriyor. Temessülün de Tecellinin de aslı Nuraniyet sırrına dayanıyor. Mahlukat temessül ederken Cenab-ı Hakk ise temessül etmez tecelli eder. Zira tecelli Cenab-ı Hakk’ın Zâtına mahsustur. Risale-i Nurda bu manaya tecelli-i Zâti terkibiyle işaret edilmiştir.
İkinci Şua: Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin Nurani olduğu, vücüdu eşyadaki ibtida ve mislini iade şeklindeki icraatıyla isbat ediliyor. Zira eşyanın ibtida ve mislini iade şeklindeki yaratılışının nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkat ile olması Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin Nurani olduğu isbat ediliyor.
Üçüncü Şuada İki cihette izahat yapılmıştır.
Birinci cihet: Kudsî mahiyette olan Cenab-ı Hakka nisbeten bizim budiyetimiz.
İkinci cihet: Kudsî mahiyette olan Cenab-ı Hakka yakınlaşmak için yapmamız gerekenleri güneş ve kumandan temsili ile izah ediyor.
Dördüncü Şuada ise Cenab-ı Hakka yakınlaşmanın yolu anlatılıyor. Yaklaşmanın müşahhas yolu Sünnet-i Seniyyedir. Yani akrabiyyet-i İlahiyyenin inkişaf ettirilmesi ve Ubudiyyetin mertebe-i külliyesine çıkılması gerektiği izah edilmiştir. Bu yakınlaşmanın da birinci basamağı sünnet olan cemaatle namaz kılmaktır.
Onaltıncı Sözün Zeylinde ise Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetini, ihtiyar ve iradesini gösteren şuzuzat nev’inden yaptığı icraat ile izah ediyor.
Onaltıncı Sözün fihristi hükmünde şu İ’leme bir bakalım.
İ’lem Eyyühel-Aziz!
Maddî olan bir şey, kesafeti ne kadar fazla olursa o nisbette ince ve gizli şeyleri göremez ve onları idraktan kasırdır. Fakat nur ve nuranî şeyler, ne kadar nuraniyette terakki ederse, o nisbette ince ve gizli şeylere nüfuzu tam ve keskin olur. Ve keza ne kadar latif olursa, o derece maddiyatın içlerini keşfeder (Röntgen şuaı gibi). Mümkinatta mes’ele bu merkezde ise; Vâcib, Vâhid olan Nur-ul Envâr ne derece نَافِذُ الْخَفَايَا عَالِمٌ بِاْلاَسْرَارِ olacağı, bir derece anlaşıldı. Öyle ise azameti, tam manasıyla ihata, nüfuz, şümulü iktiza ve istilzam eder. Mesnevi-i Nuriye 194)
BİRİNCİ ŞUA:
Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin Nuraniyeti izah ediliyor.
Mes’elenin akla vazıh olması için güneş temsili ile bir tek Zât’ın muhtelif ayineler vasıtasıyla külliyet kesbettiği gösteriliyor. Kalbe nurani olması ve kalbi karartmaması için Cenab-ı Hakk için temessül değil tecelli ettiğini diyoruz.
Ey nefs-i nâdan! (Nâdan; cahil, (Dan: alim demektir, Nâ ise kelimeyi olumsuz yaptığından alim değil cahil demektir.)
Diyorsun ki: (Temsilde geçen tüm hususları sualde geçen altı tabire tatbik edebiliriz.)
- “Ehadiyet-i Zât-ı İlahiye ile külliyet-i ef’ali (Güneşin zâtının tek olması ile harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb’asıyla herşeyin üstünde bizzat tasarrufta bulunması)
- Ve Vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyeti (Güneşin zâtının tek olması ile hiçbir şeyin yardımına ihtiyacı olmadan herşeye hararetini, ziyasını ve yedi rengini veriyor olması)
- Ve ferdaniyeti ile şeriksiz şümul-ü tasarrufatı (Güneşin zâtının tek olması ile hiçbir ortağı olmadan herşeye hararetini, ziyasını ve yedi rengini veriyor olması)
- Ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması (Güneşin zâtının eşyanın yanında olmaksızın herşeye hararetini, ziyasını ve yedi rengini veriyor olması)
- Ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması (Güneşin en küçük şeyde olan tasarrufatı, ulviyetine nakısa vermeyip bilakis azametini gösteriyor olması)
- Ve birliği ile her işi bizzât elinde tutması; (Güneşinbirliği ile her işi bizzât yapıyor olması)
Hakaik-i Kur’aniyedendir. Kur’an ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahirî bir münafatı görüyor. Aklı teslime sevkedecek bir izah isterim.”
Elcevab: Madem öyledir, itminan için istersen, biz de Kur’an’ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, çok müşkilâtımızı halletmiş; inşâallah bunu da halleder. Akla vâzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi deriz:
نَه شَبَمْ نَه شَبْ پَرَسْتَمْ مَنْ ٭ غُلاَمِ شَمْسَمْ اَزْ شَمْسْ مِى گُويَمْ خَبَرْ
(Ben gece değilim. Ben geceyi sevenlerden de değilim. Ben güneşin kölesiyim. Ondan haber veriyorum.)
(İmam-ı Rabbanî (R.A.) der ki: Ben hakikatları karartanlardan değilim. Hakikatları karartanları sevenlerden de değilim. Hakikatları güneş gibi gösteren bir Kur’an var ki ben o Kur’anın hizmetkarıyım. Ben size çok hakikatları hem akla vazıh hem kalbe nurani olan Kur’andan çıkarttığım temsilat yolunu ders veriyorum.
Üstadımızda İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi der: Kur’an’ın hakikatlarını aklınıza vazıh ve kalbinize nurani olacak tarzda anlatmak için size Kurandan çıkarttığım teşbih ve temsilleri beyan ediyorum. Bunu yaparken aklınızı ve kalbinizi karanlığa düşürmüyorum. Karanlığa düşürenlere de taraftar değilim.)
Temsil, i’caz-ı Kur’an’ın en parlak bir âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. (Kur’anda teşbihler suretinde geçen temsiller olduğu gibi (Kudret eli ve arşa istiva gibi) âyetin üslubundan çıkartılan temsillerde vardır. Üçüncü Sözdeki âyetten askerlik temsilinin çıkartılması gibi. İbadet ediniz demekle; emir veriyor; emir uslûbunda söylemek ise askerliği hatıra getiriyor.
Kurân’dan Temsil Örnekleri
1. Allah’ın saltanatında ve ulûhiyetinde hiçbir cihetle ortağının olmadığı ve mülkün ve idarenin tek sahibi o olduğu Zümer Suresi 29. ayette, mealen, şu harika temsil ile anlayışa yakınlaştırılır:
“Allah üzerinde (hak sahibi olduklarından) birbirleriyle çekişip duran ortaklar bulunan bir adam (bir köle) ile sadece bir kişiye ait olan bir adamı (bir köleyi) misal getirdi. (Bu ikisi) misalce bir olurlar mı?”
Evet, yerde ve gökte birden fazla ilâh olsa idi âlem fesada uğrardı ve düzen bozulurdu.
2. Kendilerine ne faydası ne de zararı olan ve kendi elleriyle yaptıkları putlardan medet umanların garip hallerini Ra’d suresi 14. ayet çok güzel bir temsil ile ortaya koyar:
“Hak dua ancak O’nadır. O’ndan başka (kendilerine) dua etmekte oldukları şeyler (putlar) ise, kendilerine hiçbir şekilde cevap veremezler; (onlar) ancak ağzına erişsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir; hâlbuki (elini suya doğru açmakla) o ( su, onun ihtiyacını anlayıp da) ona ulaşıcı değildir. Kâfirlerin (kendi putlarına olan) duası da (böyle) sapıklık içinde kalmaktan başka bir şey değildir.”
Acaba bu mesele bundan daha güzel izah edilebilir mi?
3. Ra’d suresi 17 ve 18. ayetlerde imanın fevkalade önemi ve küfrün değersizliği ve hiçliği şu temsil ile anlatılır:
“Allah gökten bir su indirdi de vadiler kendi miktarlarınca aktı; sel de üste çıkan bir köpük yüklendi. Bir ziynet veya bir eşya yapmak için, ateşte üzerini körüklemekte oldukları şeyler (madenlerden) de buna benzer bir köpük meydana gelir. İşte Allah hak ile batıla böyle misal getirir. Ama köpüğe gelince böylece (o) yok olarak gider. Hâlbuki insanlara fayda şeyler ise, artık o yerde (sabit olarak) kalır.”
4. Bakara 264 ve 265. ayetlerde sadakayı başa kakanların durumları ile Allah için verenlerin kazançları şu iki temsille ifade edilir:
“Ey iman edenler! İnsanlara gösteriş için malını sarf eden, Allah’a (cc) ve ahiret gününe iman etmeyen kimse gibi başa kakmak ve (gönül) incitmekle sadakalarınızı boşa çıkarmayın! İşte onun misali, üzerinde biraz toprak bulunan bir kayanın hali gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet etmiş de, onu çıplak bir halde bırakmıştır. (Onlar) kazandıklarından bir şey elde edemezler. Allah kâfirler topluluğunu (inkârlarındaki ısrarları sebebiyle) hidayete erdirmez!”
“Allah’ın rızasını arzulayarak ve (İslâm’ı) gönülden tasdik ederek mallarını sarf edenlerin misali, yüksek bir yerde bulunan güzel bir bahçenin hâli gibidir ki, ona bolca yağmur isabet etmiş de meyvesini iki misli vermiştir! Fakat ona çokça yağmur isabet etmese de, bir çisinti var (ki o bile yeter)! Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görendir.”
5. Dünyanın insanın heveslerine bakan cihetinin akıbeti, Kehf Suresi 45. âyette mealen şu temsille anlatılır:
“(Habibim ya Muhammed!) Onlara dünya hayatına (dair) şöyle misal de getir: (Dünyanın hâli) gökten indirdiğimiz bir su gibidir ki, onunla yeryüzünün bitkileri (yetişip) birbirine karışır; fakat sonunda rüzgarların kendisini savuracağı bir çöp haline gelir. ”)
Şöyle ki:
Bir tek zât, muhtelif meraya vasıtasıyla külliyet kesbeder. Cüz’î-yi hakikî iken, umumî şuunata mâlik bir küllî hükmüne geçer. (Bu cümleler akla vazıh olduğunu gösteren iddia cümlesidir.)
Meselâ: Şems bir cüz’î-yi müşahhas iken, eşya-yı şeffafe vasıtasıyla öyle bir küllî hükmüne geçer ki, (az çok, küçük büyük, uzak yakın bir hükmünde olur.) rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hattâ katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. (Yani her mahlûk aynı seviyede ayînedar olamıyor. Eşya-yı şeffafe için insanı, katarat için hayvanatZühre, katre ve reşha gibi.. Meselâ: Güneş, müşahhas bir cüz’î olduğu halde, parlak eşya vasıtasıyla bir küllî hükmüne geçer. Zemin yüzündeki
- Bütün parlak şeylere, hattâ
- Herbir katre suya
- Ve cam zerreciklerine
birer aksini, birer misalî güneşi, onların kabiliyetine göre verir.
Güneşin hararet ve ziyası ve ziyasındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misali, herbir parlak cisimde bulunur.
Farazâ güneşin ilmi, şuuru bulunsa idi; her âyine onun bir nevi
- Menzili
- Ve tahtı
- Ve iskemlesi
hükmünde olup, her şeyle bizzât temas eder, her zîşuurla âyineleri vasıtasıyla, hattâ gözbebeğiyle birer telefon hükmünde muhabere edebilirdi. Sözler – 610)
Güneşin harareti ve ziyası ve ziyanın içinde olan yedi renkli elvan-ı seb’ası, herbirisi mukabilindeki eşyaya muhit, âmm ve şamil oldukları halde; herbir şeffaf şey dahi güneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb’ayı göz bebeğinde saklıyor. Ve safi kalbini ona bir taht yapıyor. Demek Şems, vâhidiyet haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle herbir şeyde Güneş çok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zâtıyla bulunur.
(Yukarıdaki izah, mes’eleyi akla vazıh hale getirdi ama kalbe nurani olması için temessül bahsine geçildi. Çünkü insan kalben Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetini ışık gibi, güneş gibi bir şey zannedebilir. Bu yüzden temessül bahsine geçilerek kalb nurlanacak.)
Madem temsilden temessül bahsine geçtik. Temessülün çok enva’ından şu meseleye medar olacak üç nev’ine işaret ederiz:
Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, ölüdür. Hüviyet-i suriyesinden başka hiçbir hasiyete mâlik değil. Meselâ sen âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin, ötekiler ölüdürler. Hayat hâssaları onlarda yoktur.
İkincisi: Maddî nuraninin akisleridir.
Şu akis ayn değil, (Aynı olmamasının sebebi mahiyetinin tutmamasıdır. Mesela; ayinedeki güneşte, gökteki güneşte olan azamet ve cazibe yoktur.)
Fakat gayr da değil. (Gayrı olmamasının sebebi o nuraninin ekser hasiyetlerine mâlik olmasıdır. Mesela; gökteki güneşte olan hararet, ziya ve elvan-ı seb’a ayine deki güneşte vardır.) Mahiyeti tutmuyor, fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mâliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. Meselâ: Şems dünyaya girdi. Herbir âyinede aksini gösterdi. O akislerin herbirinde, Güneş’in hâssaları hükmünde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb’a bulunuyor. Eğer faraza Güneş zîşuur olsa idi,
- Harareti ayn-ı kudreti,
- Ziyası ayn-ı ilmi,
- Elvan-ı seb’ası sıfât-ı seb’ası olsa idi;
o vakit o tek ve yekta bir güneş, bir anda herbir âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir çeşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle âyinemiz vasıtasıyla görüşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.
Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem ayndır. Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor. Meselâ: Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, (Dıhyenin kaydı altında temessül ediyor. Çünkü vazifeli bir surette ders vermek için geliyor ve hava zerresine temessülünde Dıhye (R.A.) şeklinde görünüyor. Sahabelerin kaydı değildir. Sahabelerin kaydı şu manada düşünülebilir. Sahabelerin vahiy mertebesinde gelen derse tahammül edebilmesi ve dersin dinlenmesi ve tesiri için Dıhye (R.A.) şeklinde görünüyor.) huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A’zam’ın önünde secdeye gider. (Melaikeleri kanatlarla teçhiz etmek” tabiriyle melaikenin temessülatında derecat bulunduğuna işaret ediyor. Sözler 429)
Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı. (Üç meslekte haktır. Ehl-i keşif ayrı ayrı görmüşler üstad üç keşfiyatı birlikte müşahede etmiştir.
Birinci Meslek: Azrail Aleyhisselâm, kabz-ı ruh vaktinde, insanın mahiyet âyinesine göre temessül eder.
İkinci Meslek Azrail gibi melaike-i izam’ın, kabz-ı ruh vaktinde, enva’-ı mahlukata göre ayrı ayrı aveneleri misalî cesedleriyle temessül eder.
Üçüncü Meslek: Hazret-i Azrail Aleyhisselâm’ın her ferde müteveccih bir yüzü ve bakar bir gözü vardır. Yani ilmi ile nezareti ile orada bulunuyor.)
İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, (Nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammedî’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (A.S.M.) Sözler 566) dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. (Bütün asfiya ile görüşecek, tüm ümmet ile değil.) Birbirisine mani olmaz. Hattâ evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve ebdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş. Aynı zât, ayrı ayrı çok işleri görüyormuş.
(Meselâ, Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda hem Arş’ta, hem huzur-u Nebevîde, hem huzur-u İlahîde bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haşirde bir anda ekser etkıya-ı ümmetiyle görüşmesi ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezahür etmesi ve evliyanın bir nevi garibi olan ebdalların bir vakitte çok yerlerde görünmesi ve avamın rü’yada bazan bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşahede etmesi ve herkesin kalb, ruh, hayal cihetiyle bir anda pekçok yerlerle temas edip alâkadarane bulunması, malûm ve meşhud olduğundan.. Sözler 502)
(Ayinelerin hususiyetleri)
1- Evet nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur.
2- Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhanîler hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler.
(3- Cinniler ise nurani olmadıkları için süratli hareket ederler ama temessül edemezler.)
Madem Güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu’lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cüz’î iken, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Bir anda cüz’î bir ihtiyar ile pek çok işleri yapabilirler.
Acaba, (Cenab-ı Hakkın Kudsî Mahiyeti)
- Maddeden mücerred ve muallâ
- Ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra
- Ve şu umum envâr ve bütün nuraniyat onun envâr-ı Kudsîye-i esmasının bir kesif zılali
- (Cenab-ı Hakkın cemalinin ayineleri)
- Ve umum vücud (varlık âlemindeki her şey)
- Ve bütün hayat
- Ve âlem-i ervah
- Ve âlem-i misal
Nim-şeffaf bir âyine-i cemali
- Ve sıfâtı muhita
- Ve şuunatı külliye olan
bir Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?
Evet nasıl Güneş kayıdsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana, senin göz bebeğinden daha yakın olduğu halde; sen mukayyed olduğun için ondan gayet uzaksın. Ona yanaşmak için, (Nasıl külliyet kesbederiz?)
- Çok kayıdlardan tecerrüd etmek,
- Çok meratib-i külliyeden geçmek lâzım gelir.
- Âdeta manen yer kadar büyüyüp, (Her yerdeki tasarrufunu görmek)
- Kamer kadar yükselip, (Her ismi azami mertebede görmek)
- Sonra doğrudan doğruya Güneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir
- Ve perdesiz görüşebilirsin.
Öyle de: Celil-i Zülcemal, Cemil-i Zülkemal sana gayet yakındır, sen ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa; temsildeki noktaları, hakikata tatbike çalış.
(Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle
Küre-i Arz kadar büyüyüp, (Her yerdeki tüm aynalardaki tecelliyi, tasarrufunu görmek)
Hava gibi ruhen inbisat edip ve (Havanın girmediği bir yer olmadığı gibi; her yerdeki, maddi ve manevi tüm tasarrufu tam olarak görmek, anlamak.)
Kamer kadar yükselip, (Her bir esmanın azami mertebelerini görmek ve anlamak.)
Bedir gibi mukabil geldikten sonra (İsm-i azamı görmek)
Bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin.)
(Kalbinin içinde kendi üst tarfına nazar et! Tâ ki, sen imanınla; nuru halkeden ve nuru nurlandıran ve nuru tasvir eden ve onun envar-ı tecelliyatı herşeyde nüfuz eden bir Nur-ul Envar’ın nurlarını müşahede edesin. Büyük Mesnevî-i Nuriye 580)
İKİNCİ ŞUA:
(Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin Nurani olduğu, vücüdu eşyadaki ibtida ve mislini iade şeklindeki icraatıyla isbat ediliyor. Zira eşyanın ibtida ve mislini iade şeklindeki yaratılışının nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkat ile olması Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetinin Nurani olduğu isbat ediliyor. Sondaki küçük zeyl buranın devamı hükmündedir. Yani intizam dışı gibi görünen icratlar, Kudsî mahiyetine muhalif olmayıp iradesinin var olduğunu gösteriyor. Ayrıca Onyedinci Söz bu küçük zeylin tafsilatı diyebiliriz.)
Ey nefs-i bîhuş!
Diyorsun ki: اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
Birinci Âyet; Kadir-i Mutlak o derece sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder ki, yalnız sırf bir emir ile icad eder gibi görünüyor, fehmediliyor. (Sadece emir ile yapılıyor değil. Gibi denilmesi bu manayı ifade ediyor. Demek bu ayet müteşabih bir âyettir. Emir ile beraber kudret ve ilmi ile sühulet ve sür’atle ve mualecesiz ve mübaşeretsiz eşyayı halkeder.)
hem اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi âyetler, vücud-u eşya, sırf bir emr ile ve def’î olduğunu (Bir sesle hazır olması emrin kuvvetini yani kudreti de tazammun ettiğini ifade ediyor.)
Ve اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ hem صُنْعَ اللّٰهِ الَّذِى اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍ gibi âyetler;
vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir san’atla tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?
Elcevab: Kur’anın feyzine istinaden deriz:
Evvelâ, münafat yoktur. Bir kısım öyledir: İbtidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi… (İbtidadaki icadda intizam, hüsün, kemal, ittikan göründüğü gibi mislini iade şeklinde olan icada ise sühulet görünüyor.
Herşeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemal-i mizan ve intizam ile biçilip hüsn-ü san’at ile tertib edilip, en kısa yolda, en güzel bir surette, en hafif bir tarzda, istimalce en kolay bir şekilde, hem israfsız hikmetli bir tarzda def’aten vücud veriliyor. Zira beşerin icadı, def’i bir surette olamayıp ilk yapılan her zaman son yapılana göre noksan ve kusurlu olmasından tedricen kemale gidiyor.)
Sâniyen: Mevcudatta meşhud olan sühulet ve sür’at (sür’at eşyanın her an yeniden yeniye yaratılmasından ileri geliyor. Zahiren eşya tedricidir ama tedrici faaliyet içinde her an kâinat büyüklüğünde bir icraatın olmasıyla eşya vücuda gelmesi ve vücudda kalmasından anlaşılıyor ki bu icraatlar sür’at ile oluyor.) ve kesret ve vüs’at içinde nihayet intizam, gayet ittikan ve hüsn-ü san’at ve kemal-i hilkat, şu iki kısım âyetlerin vücud-u hakikatlarına kat’iyyen şehadet eder. Öyle ise, şunların hariçte tahakkukları medar-ı bahs olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “sırr-ı hikmeti nedir” denilebilir. Öyle ise, biz dahi bir kıyas-ı temsilî ile şu hikmete işaret ederiz.
(Kâinatın yeniden yeniye yapılmasında verilen temsillerin işaret ettiği hakikatlar;
Kitab teşbihi ile kâinatın ifade ettiği manalar tecdid ediliyor,
Mutfak teşbihi ile ihsanlar tecdid ediliyor,
Elbise teşbihi ile ziynet, hüsün tecdid ediliyor.)
Meselâ: Nasılki terzi gibi bir san’atçı,
Birçok külfetler, meharetlerle musanna’ birşeyi icad eder ve ona bir model yapar.
Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. (Mislini iade)
Hattâ bazan öyle bir derece sühulet peyda eder ki, güya (sadece emir değil kudreti de tazammun ettiği için güya tabiri kullanılmıştır. Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tazammun ettiği için bütün eşya, evamirine gayet müsahhar ve münkad olur ve mübaşeretsiz, mualecesiz halk eder ve sühulet ve sür’at ve vüs’at içinde, sırf bir emirle işler yapar.) emreder yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, (saat gibi) güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler.
Öyle de: Sâni’-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilâtıyla beraber bedî’ bir surette yaptıktan sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir mikdar-ı muayyen vermiştir.
İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa’, taze bir âlemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas ederek, havarik-ı rahmetiyle musanna’, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor.
Hem o Kadîr-i Mutlak,
herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, (zaman itibari ile)
rûy-i zemini, herbir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. (Mekan itibari ile yaptığı tasarrufta)
Vakit-bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim be-mevsim her bağ ve bostanda taze taze mu’cizat-ı kudretini ve hedaya-yı rahmetini gösterir. Yeni birer kitab-ı hikmet-nüma yazıyor. Taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor. Mücedded bir hulle-i san’at-nüma giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor. Lü’lü-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor. Yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.
(Birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fâtır-ı Zülcelal’in halkettiği seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları, nazar-ı şuhuda gösteriyoruz. Evet güya insanlar gibi dünyalar dahi, birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelal’in emriyle âlem dolar, boşanır. Sözler – 163)
İşte şu işleri nihayet hüsn-ü san’at ve kemal-i intizam ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve san’at ile değiştiren Zât; elbette gayet Kadîr ve Hakîm’dir. Nihayet derecede Basîr ve Alîm’dir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte o Zât-ı Zülcelal’dir ki,
şöyle ferman ediyor:
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ
deyip, hem kemal-i kudretini ilân, hem kudretine nisbeten Haşir ve Kıyamet gayet sehl ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. (Sırf bir emir ile icraat yapar ne demektir.
Elcevab:) Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evamirine gayet müsahhar ve münkad olduklarını ve mübaşeretsiz, mualecesiz halkettiği için icadındaki sühulet-i mutlakayı ifade için, sırf bir emirle işler yaptığını, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ile ferman ediyor.
Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler eşyada hususan bidayet-i icadında gayet derecede hüsn-ü san’atı ve nihayet derecede kemal-i hikmeti ilân ediyor. Diğer kısmı; eşyada, hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede sühulet ve sür’atini nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.
ÜÇÜNCÜ ŞUA:
İki noktada izahat yapılmıştır.
Birinci nokta: Kurbiyet-i İlahiyyeye nisbeten bizim budiyetimizi ve
İkinci nokta: Cenab-ı Hakka yakınlaşmak için yapmamız gerekenleri güneş ve kumandan temsili ile izah ediyor.
Ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas! (Burada iki vesvese var; Biri Cenab-ı Hakkın bize olan yakınlığı (tüm mevcudata) Diğeri bizim Ona olan uzaklığımız. (mahiyet itibariyle))
Diyorsun ki:
بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ
(Onsekizinci Pencerede bu âyetin tefsiri yapılmış olup eserden müessire geçerek eşyanın melekûtuna geçmenin yolu gösterilmiştir.)
٭ مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلاَّ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا
(Allah’ın her şeyi iradesi altında tuttuğunu âyet işaret ediyor.)
٭وَ نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ
(Âyet Cenab-ı Hakkın yakınlığını Kayyumiyet derecesinde olduğuna işaret ediyor.)
gibi âyetler, nihayet derecede kurbiyet-i İlahiyeyi gösteriyor.
وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ تَعْرُجُ الْمَلٰئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ
(“Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.” Mearic Suresinin üçüncü ayeti mana itibariyle uzaklığı ifade ediyor.)
Ve hadîste vârid olan: “Cenab-ı Hak yetmiş bin hicab arkasındadır” ve Mi’rac gibi hakikatler, nihayet derecede bu’diyetimizi gösteriyor.
Şu sırr-ı gamızı fehme takrib edecek bir izah isterim.
Elcevab: Öyle ise dinle:
Evvelâ, Birinci Şuaın âhirinde demiştik: Nasılki
Güneş, kayıdsız nuruyla (Nurani olanların nuru kayıd altında olmadığından bir yere tecelli ettiği aynı anda her yere de tecelli eder veya bir anda her yere tecelli eder.)
Ve maddesiz aksi cihetiyle; (Nurani olanların nurunun aksi maddesiz olduğu için bir yere tecelli ettiği aynı anda her yere de tecelli eder. Maddesiz; madde engel olmuyor.)
Sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi (İnsanın iç alemini gösteren ayine ruhudur.) olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun için ondan gayet uzaksın. Onun, yalnız bir kısım akisleriyle, gölgeleriyle temas edebilirsin ve bir nevi cilveleriyle ve cüz’î tecellileriyle görüşebilirsin ve bir sınıf sıfatları hükmünde olan elvanlarına ve bir taife isimleri hükmünde olan şualarına ve mazharlarına yanaşabilirsin. Eğer, Güneşin mertebe-i aslîsine yanaşmak ve bizzât doğrudan doğruya güneşin zâtı ile görüşmek istersen, o vakit pek çok kayıtlardan tecerrüd etmekliğin ve pek çok meratib-i külliyetten geçmekliğin lâzımgelir.
(Mertebe-i asliyye; Azami surette Cenab-ı Hakkı tanımak / Kayıtlardan tecerrüd; her yerdeki tasarrufu görmek, anlamak)
Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle
Birinci Şart: Küre-i Arz kadar büyüyüp, (Her yerdeki tasarrufunu ilmen görmek)
İkinci Şart: Hava gibi ruhen inbisat edip ve (Her yerdeki tasarrufatı ihata etmek veya temessül etmek hava gibi ruhen inbisat etmek teşbihi ile işaret edilmiştir.)
Üçüncü Şart: Kamer kadar yükselip, (Kamer gibi yükselmek her bir esmayı bütün ayinelerde görmeye işarettir.)
Dördüncü Şart: Bedir gibi mukabil geldikten sonra (Bedir gibi mukabil gelmek ism-i a’zamı arşta tecelli ettiği şekliyle birden ihata ederek görmeye işarettir.)
bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin.
Öyle de: O Celil-i Pürkemal, o Cemil-i Bîmisal, o Vâcib-ül Vücud, o Mûcid-i Küll-i Mevcud, o Şems-i Sermed, o Sultan-ı Ezel ve Ebed, sana senden yakındır. (Nasıl yakındır? Kayıtsız nuruyla ve maddeden tecerrüt sırrıyla yakındır. Bu yakınlığı Risale-i Nurda dört ayrı temsille izah edilmiştir. Onaltıncı Sözdeki Güneş temsili, Otuzikinci Sözdeki ağaç temsili, Otuzbirinci Penceredeki ruh temsili ve Yirmiüçüncü Lem’adaki ordu kumandanı temsili…)
Sen, ondan nihayetsiz uzaksın. Kuvvetin varsa, temsildeki dekaikı tatbik et…
(Onaltıncı Söz Üçüncü Şuadaki Güneş temsili ile bütün ayinelerde tecelli eden esmaya yakınlaşmak yani cüziyetten külliyeye çıkmaya işaret edilmiştir.
Kumandan temsilinde ise bütün ayinlerde tecelli eden bir esmaya yakınlaşmak yani zılliyetten asliyete geçmeye işaret edilmiştir. Aynı zamanda cüziyetten külliyeye çıkma ve zılliyetten asliyete geçme hakikatını her iki temsil içinde düşünebiliriz.
Yetmiş bin perdeden geçmek ise cüziyetten külliyeye çıkmak yani birtek isimle tanımaktan bütün isimlerle tanımaya çıkmak ve zılliyetten asliyete geçmek yani herbir ismi hadsiz mertebeleri ile tanımak ve kendinde tecelli eden esmayı bilip o esmanın iktizasına göre hareket etmekle bütün raiyet içinde yüksek bir tabakaya çıkmak demektir.
Cezb ve lütuf ise huzuruna kabul edilmektir. Velayet Kübra mesleği ile şarii düşünerek her an huzurunda olduğunu düşünmek Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın eliyle bize cezb ve lütuf olarak ders verilmiştir.)
Sâniyen: Meselâ: وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Bir padişahın çok isimleri içinde “kumandan” ismi çok mütedâhil dairelerde tezahür eder. Serasker daire-i külliyesinden tut, müşiriyet ve ferikiyet, tâ yüzbaşı, tâ onbaşıya kadar geniş ve dar, küllî ve cüz’î dairelerde de zuhur ve tecellisi vardır. Şimdi, bir nefer hizmet-i askeriyesinde onbaşı makamında tezahür eden cüz’î kumandanlık noktasını merci tutar, kumandan-ı a’zamına şu cüz’î cilve-i ismiyle temas eder ve münasebettar olur. Eğer asıl ismiyle temas etmek, ona o ünvan ile görüşmek istese, onbaşılıktan tâ serasker mertebe-i külliyesine çıkmak lâzımgelir. Demek padişah, o nefere ismiyle, hükmüyle, kanunuyla ve ilmiyle, telefonuyla ve tedbiriyle ve eğer o padişah, evliya-i ebdaliyeden nuranî olsa, bizzât huzuruyla gayet yakındır. Hiçbir şey mani olup, hail olamaz. Halbuki o nefer, gayet uzaktır. Binler mertebeler hail, binler hicablar fâsıldır. Fakat bazan merhamet eder, hilaf-ı âdet; bir neferi huzuruna alır, lütfuna mazhar eder.
Öyle de: Emr-i كُنْ فَيَكُونُ e mâlik; güneşler ve yıldızlar, emirber neferi hükmünde olan Zât-ı Zülcelal, herşeye herşeyden daha ziyade yakın olduğu halde, herşey ondan nihayetsiz uzaktır. Onun huzur-u kibriyasına perdesiz girmek istenilse,
Birinci Şart: zulmanî ve nurani, yani maddî ve ekvanî (yani maddî ve ekvanî perdeler zulmanî oluyor.) ve esmaî ve sıfâtî (yani esmaî ve sıfâtî perdeler nurani oluyor.) yetmiş binler hicabdan geçmek, (“Yetmiş bin perde” tabir olunan berzah-ı esma ve tecelli-i sıfât ve ef’al ve tabakat-ı mevcudatın arkasına kadar kat’-ı meratib edecektir. Sözler – 568)
İkinci Şart: her ismin binler hususî ve küllî derecat-ı tecellisinden çıkmak,
Üçüncü Şart: gayet yüksek tabakat-ı sıfâtında mürur edip tâ ism-i a’zamına mazhar olan arş-ı a’zamına uruc etmek; (arş-ı azam ism-i a’zamın tecelligahıdır.)
Dördüncü Şart: eğer cezb ve lütuf olmazsa, binler seneler çalışmak ve sülûk etmek lâzım gelir.
Meselâ: Sen, ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen; senin hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın hâlıkı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir. Yoksa zılde kalırsın, (Burdaki zıl, diğer yüksek mertebeye geçenlere nisbeten zılde kalırsın.) yalnız cüz’î bir cilveyi bulursun.
(Meselâ: İsm-i Kadîr’e mazhar Hazret-i İsa Aleyhisselâm, hangi semada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile görüştü ise; işte o sema dairesinde Cenab-ı Hak Kadîr ünvanıyla bizzât orada mütecellidir. Meselâ: Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın makamı olan sema dairesinde en ziyade hükümferma, Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın mazhar olduğu “Mütekellim” ünvanıdır. Sözler 564
1- İsa AS insanlık âleminde Kadîr ismine daha ziyade mazhardır. Kudret sıfatının tecelligâhı olan arşta makam sahibidir.
2- Musa AS insanlık âleminde Mütekellim ismine daha ziyade mazhardır. Kelam sıfatının tecelligâhı olan arşta makam sahibidir.
3- Davud AS insanlık âleminde Semi’ ismine daha ziyade mazhardır. Sem’ sıfatının tecelligâhı olan arşta makam sahibidir.
4- Süleyman AS insanlık âleminde Basîr ismine daha ziyade mazhardır. Basar sıfatının tecelligâhı olan arşta makam sahibidir.
5- Adem AS insanlık âleminde Alîm ismine daha ziyade mazhardır. İlim sıfatının tecelligâhı olan arşta makam sahibidir.
6- İbrahim AS insanlık âleminde Murîd ismine daha ziyade mazhardır. İrade sıfatının tecelligâhı olan arşta makam sahibidir.
7- Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam ise Hay ismine daha ziyade mazhardır. Hayat sıfatının tecelligâhı olan arşta makam sahibidir. Burdanda anlaşılıyor ki ism-i â’zam Hay ismidir. Ayrıca bütün esmaya, yedi sıfata ve arş-ı a’zama nihayet derecede mazhariyet Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselama hastır.)
Bir ihtar: Temsildeki padişah, aczi için, kumandanlık isminin meratibinde müşir ve ferik gibi vasıtalar koymuştur. Fakat بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ olan Kadîr-i Mutlak, vasıtalardan müstağnidir. Vasıtalar, sırf zahirîdirler;
perde-i izzet (Vasıtalar ve zahirî sebebler; eşyanın mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî görülen hâlâtı göstermeyen kalın bir perde hükmündedir. Tâ ki izzet ve kemaline münafi haksız şekvalar Âdil-i Mutlak’a gitmesin.)
ve azamettirler. (Vasıtalar ve zahirî sebebler; kâinat ayinesinde tecelli eden esmanın nurani azametini gösteren sinema perdesi gibi gösteren bir perdedir..)
Ubudiyet ve hayret ve acz ve iftikar içinde saltanat-ı rububiyetine dellâldırlar, temaşagerdirler. Muini değiller, şerik-i saltanat-ı rububiyet olamazlar.
DÖRDÜNCÜ ŞUA:
(Peygamber’in (ASM) Cenab-ı Hakka yaklaşmak noktasında açtığı cezb ve lütuf yolu izah edilecektir. Bu yolun Sünnet kabilinden olan cemaatle yapılan ibadetleri dahi, bütün insanların Cenab-ı Hakk’ın emrini bekler gibi bir vaziyette olduğunu ihsas ettirdiğinden rububiyetin insanlık âlemindeki geniş dairesini göstermekle Ubudiyetin külli mertebesine çıkmaya basamak olmasından bu makamda bir derece izahat edilmiştir. Ubudiyetin külli mertebesine çıkmakta sünnet kabilinden olan cemaatle kılınan namaz bu derece ehemmiyetli ise Âyet-ül Kübra nev’inden farz-ı ayn olan tevhid dersleri ile bütün kâinatla beraber Cenab-ı Hakka yaklaşmak, O’nu her isim ve sıfatını farklı bir surette görmek ne derece mertebe-i külliye-i ubudiyete yakınlaştırır kıyas ediniz.)
İşte ey tenbel nefsim! (Birinci Şua’da ey nefs-i nadan demişti. Ey cahil nefis. İkinci Şua’da ey nefs-i bihuş demişti. Üçüncü şua’da ey haddinden tecavüz etmiş nefs-i pürvesvas demişti. Dördüncü Şua’da ey tenbel nefsim demişti. Demek ki; Cenab-ı Hakkın kudsî mahiyetini bilmek noktasında nefsimizde cahillik var. Birinci şuada o anlatıldı. İkinci Şuada Cenab-ı Hakkın kudsî mahiyetinin delili olarak kainattaki tasarrufatı gösterildikten sonra bunu anlamamak bihuşluk akılsızlık olduğu ikinci şuada anlatılıyor. Üçüncü şuada: Cenab-ı Hakkın bize yakınlığını bilmek noktasında nefsimizin vesveseleri olduğu gibi mahiyetimiz itibariyle Cenab-ı Hakkın mahiyetinden nihayetsiz uzaklığımızın varlığını anlamak noktasında da nefsimizin vesveseleri var. Bu vesveseleri giderecek hakikat beyan edilmiş oldu. O zaman Cenab-ı Hakkın huzuruna girmek, O’na muhatab olmak, O’na yaklaşmak noktasında sadece nefsimizin tenbelliği kalmış oluyor. Onun için bir insan Cenab-ı Hakka yakınlaşmaya çalışmaz. Terakki etmeye gayret göstermez. Bundan önce üç tane şuayı, hakikatı anlayan bir kişi, ancak tenbellikten dolayı Cenab-ı Hakka yaklaşmak noktasında geri durur. O zaman onun tenbelliğini giderecek bir hakikat gerekir. Dördüncü Şua’da beyan edilecek. Onun için hitab doğrudan doğruya nefsimizin tenbelliğine oldu.)
Bir nevi Mi’rac hükmünde olan namazın hakikatı; (Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe’nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi’racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun. İşarat-ül İ’caz 43)
sâbık temsilde bir nefer, mahz-ı lütuf olarak huzur-u şâhaneye kabulü gibi; mahz-ı rahmet olarak Zât-ı Celil-i Zülcemal ve Mabud-u Cemil-i Zülcelal’in huzuruna kabulündür. (Allah demek ki, mahz-ı rahmetiyle; (hem burada Celal nazara verilmiş, hem Cemal nazara verilmiş her iki esmada da) nihayetsiz celali, nihayetsiz azameti, kibriyası olan bir Zat. Diğer taraftan da insana kıymet veren, ehemmiyet veren, nihayetsiz cemali olan bir Zat. Bizi huzuruna kabul etmiş oluyor. İnsan da iki cihet var. Hem celale karşı haşyet duyması, onun huzuruna girmesi, hem de cemale karşı iştiyak duyması, O’nun huzuruna koşması. Demek ki namazda iki şey birden var. Bazan celali tecellilere karşı mukabele, bazen de bazı hareketlerimiz ve fiillerimiz cemale karşı bir iştiyak olarak gözüküyor.)
“Allahü Ekber” deyip, (Demek; Allahu Ekber deyip o azameti, o kibriyayı, büyüklüğü Allahu Ekberle ilan edip bütün kainatı yaratan, bütün kainati idare ve terbiye eden bir Zat’ın huzuruna girmiş oluyoruz. O zaman O zatın huzuruna çıkarken iki cihandan geçmek, mekanla kayıtlı olmayan, bütün her yere tasarruf eden bir Zatın huzuruna çıkmak için iki cihanı arkaya atmak, Allahu Ekberin hususan iftitah tekbirinde ellerin havaya kaldırılması adeta iki cihanı arkaya atmak manasındaymış. Ama biz mekanla kayıtlıyız. O zaman iki cihandan geçmemiz nasıl olacak?)
- Manen
- Ve hayalen
- Veya niyeten
iki cihandan geçip, kayd-ı maddiyattan tecerrüd edip
(Maddeden mücerred bir Zâtın huzuruna madde ile çıkılmaz. Manen, hayalen veya niyeten maddeden tecerrüd edip iki cihandan geçerek çıkılır.)
- Bir mertebe-i külliye-i ubudiyete (Cenab-ı Hakkın her yerdeki tasarrufatını görerek, bütün alemde, kainatta tasarruf eden bir Zatın huzurunda olmak.Fatiha ve tahiyyat’a dair bahislerde geçen oradaki kelimelerin ifade ettiği manalarla, içlerini doldurarak (nabudu nüktesi) külli ubudiyete vasıl olmak.)
- Veya küllînin bir gölgesine (Külli ubudiyyete tâbidir. Fakat daha zayıf olduğundan hakikatına eremediğimiz her mertebe bir gölge oluyor.)
- Veya bir suretine çıkıp, (Yani en azından bir suret olarak namaz hareketlerini yapmak.)
(Burada namazın üç mertebesine işaret etmiş oldu.)
Bir nevi huzura müşerref olup, اِيَّاكَ نَعْبُدُ hitabına bir mazhariyet-i azîmedir. (Herkes kabiliyeti nisbetinde huzura müşerref olup, hitabına mazhar oluyor. Zira “İyyake” yalnız sana ibadet ederiz, kelimesi ile marifetimiz miktarınca ibadetimizi takdim etmiş oluyoruz. Yani Cenab-ı Hakkı ne kadar alemlerin rabbi olarak tanımışsak, Rahman ve Rahim olarak ne kadar tanımışsak, din gününün sahibi olarak ne kadar tanımışsak, doğrudan doğruya yalnız o Zât’a ibadet ettiğimizi ifade etmiş oluyoruz. Mesela: Namazda Cenab-ı Hakkın huzurunda elpençe divan durduğumuzda haşmetini anladığımız nisbette azametini ilan ettiğimiz bir Zâtın huzurunda duruyoruz. Fatihada Rabb-ül Âlemin derken, alemlerin Rabbini tanıdığımız nisbette O’na hamd ediyoruz. (Onsekizbin âlemin Rabbi, yirmisekizbin âlemin Rabbi, milyonlar âlemin Rabbi gibi o âlemlerin Rabbinin, kemalatını ne kadar anladık ne kadar şuur ettiysek.) Herkes aynı kelimeleri söylüyor ama orada ifade ettiğimiz manalar, muhatab olduğumuz manalar bizim kabiliyetimiz nisbetinde oluyor.)
(Allahü Ekber’in kesretle tekraratının iki hikmeti
Herkes için Allahı tanımakta mertebeler bulunduğuna işarettir.)
Âdeta, harekât-ı salâtiyede tekrarla “Allahü Ekber” “Allahü Ekber” demekle
- Kat’-ı meratibe (Bir önceki Allah daha büyüktür demekle ifade ettiğimiz mertebeye nisbetle Allah daha büyüktür demekle mertebe kat’etmiş oluyoruz.Marifet cihetiyle olabilir.)
- Ve terakkiyat-ı maneviyeye (Herkes kendi manevi terakkiyatını ifade etmiş oluyor. Sevab cihetiyle olabilir.)
- Ve cüz’iyattan devair-i külliyeye (Cüz’i dairelerden daha külli dairelere çıkmasına işarettir.)
çıkmasına bir işarettir
Ve marifetimiz haricindeki kemalât-ı kibriyasının mücmel bir ünvanıdır. (Bu cümle Allah’ı tanımakta çıkamadığımız mertebelerin var olduğuna işaret ediyor. Zira Cenab-ı Hakk’ın büyüklüğü bizim söylediğimiz, anladığımız kadar olmadığından marifetimiz haricindeki Cenab-ı Hakk’ın kemalat ve kibriyasını mücmel olarak ifade etmiş oluyoruz. Demek ki; bir marifetimiz dahilinde Cenab-ı Hakk’ın kemalat dairesi var. Bir de marifetimiz haricinde Cenab-ı Hakk’ın kemalatının ifadesi, büyüklüğü var. Marifetimiz dahilindekini ilan ediyoruz. Marifetimiz haricindeki, Cenab-ı Hakk’ın kemalatını da sadece Allah’ın büyüklüğü, bu kadar değil, benim marifetim kadar değil. Demekle mücmel olarak ilan etmiş oluyoruz. Hep aynı şeyleri söylüyoruz ama o kelimeler; havuza atılan taş misali sürekli genişleyen, büyüyen daireler gibi genişleyen, büyüyen manaların, marifetimizin ünvanı oluyor. Aynı kelime ama ifade ettiği mana farklı oluyor. Daha külli bir daire olmuş oluyor. Daireler büyüdükçe bu daire daha büyük, bir sonraki daha büyük, bir sonraki daha büyük, daha büyük, daha büyük derken tüm havuzu kaplayan daireyi ifade ediyoruz. “Allahü Ekber” kelimesi de hep aynı kelimeyi söylüyoruz ama bir öncekine göre daha büyük, daha sonra aynı kelimeyi söylediğimizde bir öncekine göre daha da büyük olmuş oluyor.)
Güya herbir “Allahü Ekber” bir basamak-ı mi’raciyeyi kat’ına işarettir. (Mi’racı merdivene teşbih etmekle herbir Allahu Ekber demenin mi’racın basamaklarına basmakla, bir mertebe daha kat’edildiğine işaret ediyor. Yirmialtıncı Mektubta terakkiyat ve tedenniyat minare teşbihiyle ifade ediliyor. Terakkiyat semavata başı temas etmiş pek yüksek bir minareyle ifade etmiş. Tedenniyatı da ta arzın merkezine kadar kazılan bir kuyu ile ifade etmiş. Hadiste kuyunun dibine düşen taş teşbihiyle bu hakikata işaret edilmiştir. Demek ki hadis tedenniyatı; kuyunun basamakları gibi, terakkiyatı da minarenin basamakları gibi ifade ediyor. Mi’racın kelime manası uruc etmek, yükselmek. Demek ki; minarenin basamaklarına basmayı ifade ediyormuş.)
İşte şu hakikat-ı salâttan (Namazın şu hakikatı: Ben Cenab-ı Hakk’ın huzuruna yürüyorum. Nihayetsiz azameti olan, nihayetsiz kibriyası olan (Celal noktasında), Cemal noktasında; esma, sıfat, şuunat cihetiyle nihayetsiz güzellikleri olan bir zatın huzuruna gidiyorum. O’nun kemalatının ve güzelliklerinin nihayeti yok. O kemalatı, o güzellikleri daha büyüktür diye ilan ediyorum. demekle)
- Manen
- Veya niyeten
- Veya tasavvuren
- Veya hayalen
Bir gölgesine, (Öyle bir gölge ki zayıf ve tabi bir mertebesi dahi büyük bir saadettir. Nasıl bir hurma çekirdeğinden, tâ mükemmel bir hurma ağacına kadar ne kadar meratib bulunur. Öyle de: Namazın derecatında da daha fazla meratib bulunabilir. Fakat bütün o meratibde, o hakikat-ı nuraniyenin esası bulunur. Sözler 273)
Bir şuaına mazhariyet dahi, büyük bir saadettir.
İşte hacda pek kesretli “Allahü Ekber” denilmesi, şu sırdandır. Çünki hacc-ı şerif bil’asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir. Nasılki bir nefer, bayram gibi bir yevm-i mahsusta ferik dairesinde bir ferik gibi padişahın bayramına gider ve lütfuna mazhar olur. Öyle de: Bir hacı, ne kadar ami de olsa, kat’-ı meratib etmiş bir veli gibi umum aktar-ı arzın Rabb-ı Azîmi ünvanıyla Rabbine müteveccihtir. Bir ubudiyet-i külliye ile müşerreftir.
(Neden hacc-ı şerif bil’asale herkes için bir mertebe-i külliyede bir ubudiyettir?) Elcevab: Elbette
- Hac miftahıyla açılan meratib-i külliye-i rububiyet ve (Hac, rububiyet-i İlahiyyenin geniş dairesinin “Rabb-ül Arzı ve Rabb-ül Âlemîn” azamet-i ünvanıyla küllî tecellisini anlamımızı sağlayan bir anahtar oluyor.)
- Hac dûrbîniyle nazarına görünen âfâk-ı azamet-i uluhiyet ve (Hac, ibadetin her an her yerde yapılıyor olduğunu gösteren bir dürbin olup azamet-i uluhiyeti anlamımızı sağlıyor.)
- Hac şeairiyle (Yani haccın menasiki denilen şeairden gelen yasaklarla) kalbine ve hayaline gittikçe genişlenen
- Devair-i ubudiyet
- Ve meratib-i kibriya
- Ve ufk-u tecelliyatın
verdiği hararet, hayret ve dehşet ve heybet-i rububiyet “Allahü Ekber” “Allahü Ekber” ile teskin edilebilir ve onunla o meratib-i münkeşife-i meşhude veya mutasavvire ilân edilebilir.
Hacdan sonra şu manayı, ulvî ve küllî muhtelif derecelerde bayram namazında, yağmur namazında, husuf küsuf namazında, cemaatle kılınan namazda bulunur. İşte şeair-i İslâmiyenin velev sünnet kabîlinden dahi olsa ehemmiyeti şu sırdandır.
سُبْحَانَ مَنْ جَعَلَ خَزَائِنُهُ بَيْنَ الْكَافِ وَ النُّونِ
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا ٭ رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
وَصَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى رَسُولِكَ اْلاَكْرَمِ مَظْهَرِ اِسْمِكَ اْلاَعْظَمِ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اِخْوَانِهِ وَ اَتْبَاعِهِ آمِينَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
* * *
Küçük bir zeyl
Cenab-ı Hakkın Kudsî mahiyetini, ihtiyar ve iradesini gösteren şuzuzat nev’inden yaptığı icraat ile izah ediyor. Kadir-i Âlim ve Sani-i Hakîm, Adat-ı Kanuniyye şeklinde kudretini ve hiç bir tesadüf işine karışmadığını gösterdiği gibi; Şuzuzat-ı Kanuniyye ile meşietini, iradetini, fail-i muhtar olduğunu gösteriyor. Meşietini, iradetini ve fail-i muhtar olduğuna dair üç misal veriliyor. Meyveli ağaç, yağmur ve rızkın meşieti ilahisine tabi olduğunu gösteriyor, diğerlerini bunlara kıyas ediniz. Ayrıca Onyedinci Söz bu küçük zeylin tafsilatı diyebiliriz.
Kadîr-i Alîm ve Sâni’-i Hakîm, kanuniyet şeklindeki âdâtının gösterdiği nizam ve intizamla, kudretini ve hikmetini ve hiçbir tesadüf işine karışmadığını izhar ettiği gibi;
Şüzuzat-ı kanuniye ile, âdetinin hârikalarıyla, tegayyürat-ı suriye ile, teşahhusatın ihtilafatıyla, zuhur ve nüzul zamanının tebeddülüyle meşietini, iradetini, fâil-i muhtar olduğunu ve ihtiyarını ve hiçbir kayıd altında olmadığını izhar edip yeknesak perdesini yırtarak ve herşey, her anda, her şe’nde, her şeyinde ona muhtaç ve rububiyetine münkad olduğunu i’lam etmekle gafleti dağıtıp, ins ve cinnin nazarlarını esbabdan Müsebbib-ül Esbab’a çevirir. Kur’anın beyanatı şu esasa bakıyor. (Yağmurun nuzül vaktinin bilinmemesi gibi. Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymetdar mahiyet; nur, vücud ve hayat ve rahmettir ki, bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya kudret-i İlahiye ve meşiet-i hâssa-i İlahiyeye bakar. Sair masnuatta zahirî esbab, kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Ve muttarid kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete hicab oluyor. Fakat vücud, hayat ve nur ve rahmette o perdeler konulmamış. Lem’alar 110)
Meselâ: Ekser yerlerde bir kısım meyvedar ağaçlar bir sene meyve verir, yani rahmet hazinesinden ellerine verilir, o da verir. Öbür sene, bütün esbab-ı zahiriye hazırken meyveyi alıp vermiyor.
Hem meselâ: Sair umûr-u lâzımeye muhalif olarak yağmurun evkat-ı nüzulü o kadar mütehavvildir ki, mugayyebat-ı hamsede dâhil olmuştur. Çünki vücudda en mühim mevki, hayat ve rahmetindir. Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek. Belki doğrudan doğruya Cenab-ı Mün’im-i Muhyî ve Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.
Hem meselâ: Rızık vermek (Manevi rızıkları da düşünebiliriz.) ve muayyen bir sîma vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi ummadığı tarzda olması; ne kadar güzel bir surette meşiet ve ihtiyar-ı Rabbaniyeyi gösteriyor. Daha tasrif-i hava (Maddi havayı temizlediği gibi manevi havayı da tasaffi etmesi) ve teshir-i sehab (Şimşek çakar gibi manevi alemde intibah halleri olabiliyor.) gibi şuunat-ı İlahiyeyi bunlara kıyas et…
* * *