LEM’ALARDAKİ MÜNASEBETLER
(Otuzbirinci Mektub olan Lem’alar Mecmuasının Otuzuncu Mektub ile olan münasebeti; Otuzuncu Mektub olan İşarat-ül İ’caz tefsirinde Kur’anın surelerinin âyetlerinin, kelâmlarının, hattâ kelimelerinin öncesi ve sonrası ile münasebetleri tedkik edilmiştir. Otuzbirinci Mektub olan Lem’alar Mecmuasında ise bir kısım ayetlerin tafsilli bir surette tefsiri yapılmıştır.)
BİRİNCİ LEM’A Otuzbirinci Mektub’un birinci kısmında; her zaman, hususan mağrib ve işa’ ortasında otuzüçer defa okunması çok faziletli bulunan insanın karanlıkta kalmış vaziyetlerini hatırlattırıp o karanlık vaziyetten kurtulmanın çaresini gösteren kelimat-ı mübarekenin tafsilli bir surette tefsiri yapılmıştır. Bu Birinci Lem’adaki münacat ile Müsebbib-ül Esbab’dan başka bir melce’ olamadığı gösterilmiştir.
Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatının en azîm bir münacat ve en mühim bir vesile-i icabe-i dua olmasının sırrını Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhuresi ile izah ediliyor. Ta ki bu sır ve icabe-i vesilenin sebebleri anlaşılsın. Biz de her vakit bu şekilde dua edebilelim.
Şu münacatın sırr-ı azîmi itikad noktasında esbabın hiç bir tesiri olmadığını bilmektir. Yani umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica etmektir.
Şu münacatın vesile-i icabe-i dua olmasının sebebi ise sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği içindir. Yani Cenab-ı Hakkın hazır ve nazır olduğunu bilmekle bize olan ehadiyet noktasında yakınlığını marifet kesbetmekle beraber bizim için karanlıklı olan vaziyetleri tevhid nuru ile görüp o vaziyette tecelli eden esmanın dairesi içinde o ünvan ve esmayla dua edip istemektir.
Âyetin bize verdiği ders ise kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri esma-ül hüsna tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Bize düşen ise o güzellikleri görmektir. Eğer bu güzellikleri göremiyorsak “Kusurun bizden olduğunu bilmekle, fakr ve aczimi anlayarak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmemiz gerekmektedir.”
İKİNCİ LEM’A Birinci Lem’ada Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın münacatının en azîm bir münacat ve en mühim bir vesile-i icabe-i dua olmasının sırrı âyetten tefsir edildiği gibi İkinci Lem’ada da sabır kahramanı Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm’ın münacatının hem mücerreb, hem tesirli olmasının sırrı âyettin tefsir yapılarak izah edilecektir.
Duanın tesirli olma sırrı; hâlis ve sâfi, garazsız, lillah için olmasındandır. İşte bu Lem’ada “Beş Nükte” var.
Birinci Nükte: Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. Bu Nüktede iki Nokta vardır.
Birinci Nokta: Günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor.
İkinci Nokta: Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor.
İkinci Nükte: Günah isabet edip kalbi kararttığı gibi hastalık ve musibetlerin bize isabet etmesi de kadere imandaki zaafımızdan dolayı kalbimizi karartıp rahmeti inkâra kadar bizi götürebiliyor. Musibet ve hastalıklarda insanların şekvaya üç vecihle hakkı yoktur.
Birinci Vecih: Yirmialtıncı Söz’de geçtiği gibi “Mülk sahibi mülkünde istediği gibi tasarruf ettiği için şekvaya hakkımız yoktur. (Dördüncü Deva’ya da bakınız.)
İkinci Vecih: Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi ettiği için şekvaya hakkımız yoktur. (Ondokuzuncu Deva’ya da bakınız.)
Üçüncü Vecih: Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihan ve dâr-ı hizmet olduğu için şekvaya hakkımız yoktur. Hem ibadet iki kısımdır. (İkinci Deva’ya da bakınız.)
Üçüncü Nükte: Elemin zevali, lezzettir. (Altıncı Deva’ya da bakınız.)
“Musibet zamanı uzundur.” Çünkü uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur. (Birinci Deva’ya da bakınız.)
Dördüncü Nükte: Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği sabır kuvvetini insan evham yolunda dağıtmazsa, her musibete karşı kâfi gelebilir. (Onbirinci Deva’ya da bakınız.)
Beşinci Nükte: Üç mes’eledir.
Birinci Mes’ele: Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.
Rivayette vardır ki: “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.” (Sekizinci Deva’ya da bakınız.)
Musibete giriftar olan adamın, itirazkârane şekva ve merakla onu karşılaması musibeti ikileştiriyor. (Onsekizinci Deva’ya da bakınız.)
İkinci Mes’ele: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. (Yirminci Deva’ya da bakınız.)
Üçüncü Mes’ele: Bazı zamanda ve bazı eşhasta bela, bela değil, belki bir lütf-u İlahîdir. (Beşinci Deva’ya da bakınız.)
HÂTİME Cenab-ı Hakk, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyic ve muharrik ârızalar ile mahiyet-i insaniyede münderic olan acz ve za’f ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisan ile değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdad vaziyeti verir.
Bu kıssadan bizim alacağımız ders; dinin hakikatlarını anlamak, yaşamak ve anlatmaktaki manevi engellerimizin asıl musibet olduğunu, dine gelen musibetten her vakit Allah’a iltica etmemiz gerektiğini maddi musibetlerde ise niçin verildiğini bilmek, mükafatını düşünerek sabır istemek gerektiği üzerine durulmuştur.
ÜÇÜNCÜ LEM’A Bu Lem’a insanın gayr-i meşru olarak kâinata kalben bağlanmasıyla oluşan manevi yaralarını hakiki mahbub olan Bâkî-i Zülcelal’in bekasını âyetten tefsir ederek gösterek tedavi ediyor. Bu Lem’ada beka hissi insana niçin verilmiş olduğu ve bekaya mazhar olmanın yolunun ne olduğu üzerine durulmuştur.
Birinci Nükte: Yâ baki entel baki; yâ baki entel baki şu iki kelimenin ilki kalbi masivadan kesiyor. Eşya üzerindeki fena damgasını gösteriyor. Bu ilk ameliyattan sonra kalp alaka peyda ettiği fanilerden kalbini ayırmazsa azap çekmeye devam edeceğini ifade ediyor. İkinci kelimesi baki-i hakiki olan Cenab-ı hakkın bekası ile her şeyin beka bulabileceğini ifade ediyor.
İkinci Nükte: İnsanda ihtiyac-ı fitrî şeklinde görülen aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka vardır. Baki-i Zülcelal, o şedit sarsılmaz fıtri arzuyu, o tesirli umumi beka duasını kabul etmiştir ki, fani insanlar için baki bir alemi halk etmiştir.
Üçüncü Nükte: Şu alemde zamanın fena ve zeval-i eşya üzerindeki tesiratı muhteliftir. Zeval ve fenadan kurtulup bekaya mazhar olmanın yolu cismani hayat mertebesinden kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkmaktır. Hayat-ı kalbi ve ruhiye medar olan marifet-i İlahiyye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fani ömür, baki bir ömrü intaç eder ve baki ve layemut bir ömür hükmüne geçer. Leyle-i Kadir, zaman-ı Miraç, bast-ı zaman ve rüya aleminde bir an görünen mananın şehadet aleminde çok zaman olması bu hakikata işaret eder.
DÖRDÜNCÜ LEM’A: Sünnetin yolu ilk üç lem’ada gösterilmiştir. Dördüncü Lem’ada ise sünnet yolunun insanlık âlemine tebliğ edilmesinde mühim bir esas olan Resul-ü Ekrem’in ASM şefkatinin kemali gösterilmiş hem cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiş hem imamet mes’elesi üzerine durulmuş hemde sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir.
Dördüncü Lem’anın ilk üç Lem’a ile münasebeti nedir?
Elcevab: Sünnetin yolu ilk üç lem’ada gösterilmiştir. Dördüncü Lem’ada ise sünnet yolunun insanlık âlemine tebliğ edilmesinde mühim bir esas olan Resul-ü Ekrem’in ASM şefkatinin kemali gösterilmiş hem cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiş hem imamet mes’elesi üzerine durulmuş hemde sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir.
Birinci Lem’a: Yunus AS kıssası içinde Cenab-ı Hakkı kâinatta, küre-i arzda ve insanın iç âlemindeki yapmış olduğu tasarrufatla tam tanıması ve bu tanımanın neticesinde marifet ve huzur hali ile insanın kendi kusurunu görüp münacat etmesi sünnetin yolu olarak gösterilmiştir.
İkinci Lem’a: Eyüb AS kıssası içinde dinin hakikatlarını anlamak, yaşamak ve anlatmaktaki manevi engellerimizin asıl musibet olduğunu, dine gelen musibetten her vakit Allaha iltica etmemiz gerektiğini maddi musibetlerde ise niçin verildiğini bilmek, mükâfatını düşünerek sabır istemek sünnetin yolu olarak gösterilmiştir.
Üçüncü Lem’a: Fena ve zeval bulan eşyadan yüz çevirip Baki-i Zülcelal’e müteveccih olmak sünnetin yolu olarak gösterilmiştir. Beka hissi insana niçin verilmiş olduğu ve bekaya mazhar olmanın yolunun ne olduğu üzerine durulmuştur.
Birinci Nükte: Ye baki entel baki; ye baki entel baki şu iki kelimenin ilki kalbi masivadan kesiyor. Eşya üzerindeki fena damgasını gösteriyor. Bu ilk ameliyattan sonra kalp alaka peyda ettiği fanilerden kalbini ayırmazsa azap çekmeye devam edeceğini… ikincisi baki-i hakiki olan Cenab-ı hakkın bekası ile her şeyin beka bulabileceğini…
İkinci Nükte: İnsanda ihtiyac-ı fıtri şeklinde görülen aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka vardır. Baki-i Zülcelal, o şedit sarsılmaz fıtri arzuyu, o tesirli umumi beka duasını kabul etmiştir ki, fani insanlar için baki bir alemi halk etmiştir.
Üçüncü Nükte: Şu alemde zamanın fena ve zeval-i eşya üzerindeki tesiratı muhteliftir. Zeval ve fenadan kurtulup bekaya mazhar olmanın yolu cismani hayat mertebesinden kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkmaktır. Hayat-ı kalbi ve ruhiye medar olan marifet-i İlahiyye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fani ömür, baki bir ömrü intaç eder ve baki ve layemut bir ömür hükmüne geçer. Leyle-i Kadir, zaman-ı Miraç, bast-ı zaman ve rüya aleminde bir an görünen mananın şehadet aleminde çok zaman olması bu hakikata işaret eder.
Dördüncü Lem’a: Bu Lem’ada sünnet yolunun insanlık âlemine tebliğ edilmesinde mühim bir esas olan Resul-ü Ekrem’in ASM şefkatinin kemali gösterilmiş hem cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiş hem imamet mes’elesi üzerine durulmuş hemde sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir.
Birinci Nükte: Resul-i Ekrem’in ASM insanlık aleminde Sünnetin yolunu tebliğ etmesindeki şefkati gösterilmiş. Şefkatin kemalini gösteren dört külli delil üzerine durulmuştur. Netice olarak bu şefkatli Zata, hürmet ve ittiba etmek gerektiği izah edilmiştir.
İkinci Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiştir. Şöyleki Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvetin hademeleri olan aktab ve eimme-i verese ve mehdilerin fevkalâde ehemmiyetli hizmetlerine mükâfaten o silsilenin ucu ve mümessili olan Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in başlarını öpmüştür.
Üçüncü Nükte: İmamet mes’elesi üzerine durulmuştur. “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet za’fa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-ı mütesanide lâzım ki, Âlem-i İslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.
Dördüncü Nükte: Sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir. Bunların davalarına getirdikleri dört delilleri çürütülmüştür.
1- Hazret-i Ali (R.A.) hakkında vârid ehadîs-i Nebeviye gösteriyor ki hilafet en evvel onun hakkı idi sualinin cevabı şöyledir. Hz. Ali (R.A.) bakan hadislerdeki senalar övgüler, Hz. Ali’nin (R.A.) Resul-i Ekrem’in ASM manevi şahsiyetini temsil etmesi cihetindendir.
2- Hazret-i Ali’nin (R.A.) “Şah-ı Velayet “ünvanıyla ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tarîklerin mercii olması gösteriyor ki hilafet en evvel onun hakkı idi sualinin cevabı şöyledir; Hazret-i Aliye şiddet-i muhabbetleri neticesinde Hulefa-i Raşidîn’i tenkis etmeleri kendilerini haklı çıkarmaz.
3- İlim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları gösteriyor ki hilafet en evvel onun hakkı idi sualinin cevabı şöyledir. Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in (R.A.) ve Faruk-u A’zam’ın (R.A.) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlahîden ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakıyetleri ile Hazret-i Ali’nin (R.A.) hilafet zamanındaki dâhilî bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû’-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri karşılaştırıldığında Hazret-i Sıddık’ın (R.A.) veyahut Faruk’un (R.A.) veyahut Zinnureyn’in (R.A.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.
4- Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; en efdal odur, daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasbedildi. Denilse cevab olarak şöyle denir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’nin (R.A.) zâtında temessül eden şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) noktasında şiddet-i alâka gösteriyor. Çünki orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sırr-ı azîmi var.
Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.
BEŞİNCİ LEM’A “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayetinin tefsiridir. Beşinci Lem’a daha sonra Dördüncü Şua olarak telif edilmiştir. Dördüncü Şuada Onatlı başlık altında ayet tefsir edilmiştir.
ALTINCI LEM’A “Havl ve Kuvveti olmadan bizim havl ve kuvvetimiz yoktur.” Âyetinin tefsiridir. Külliyatta dağınık bir vaziyette birçok yerde vardır.
YEDİNCİ LEM’A İlk altı Lem’ada her zaman, hususan mağrib ve işa’ ortasında otuzüçer defa okunan âyetlerin tefsiri yapılmıştı. Yedinci Lem’ada ise Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın on vücuh-u külliye-i i’caziyesinden ihbar-ı bilgayb vechine misal olarak Sure-i Feth’in âhirindeki üç âyetin tefsiri yapılarak yedi nevi ihbar-ı gaybî gösterilmiştir. Hatimesinde ise Kur’an-ı Hakîm’in tevafuk cihetinden tezahür eden i’cazî nükteleri gösterilmiştir.
Birincisi: Feth-i Mekke’yi vukuundan evvel kat’iyyetle haber veriyor. İki sene sonra haber verdiği tarzda vukubulmuştur.
İkincisi: Sulh-u Hudeybiye, manevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor. Sulh-u Hudeybiyede inad ve taasubları kırmanın usulü gösterilmiştir. “Dini çirkin görenlere dinin güzelliklerini göster ve onlara hakikatı beyan et” Bakara Suresi 256. Âyetini maddeten tefsir edilmiştir. Şöyle ki; Dinin güzelliklerini, hak ve hakikatını insanlara götürmekte takvayı esas tutup gayret etmek gerektiğini bunun neticesinde insanların taraftarlığını kazanabiliriz. Önce askeriye dairesinden sonra siyaset dairesinden taraftarlar bulunarak müsbet hareket edilmesi gerektiğini usül olarak gösteriyor.
Üçüncüsü: “Sizler emniyet-i mutlaka içinde Kâ’beyi tavaf edeceksiniz.”
Dördüncüsü: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği din, umum dinlere galebe çalacak.” (Yani islamiyetin getirdiği hak ve hakikat, tahrifata uğrayan diğer semavi dinlere galib olduğu gibi hakikatın tafsilatı, bütün delillerini ortaya koyması noktasında da galib geliyor.) (Bu ayet altmışüç harf olduğundan ömr-ü nebeviyeye işaret ediyor. Barla Lahikası 273)
Beşincisi: (Bu ayette üç ihbar var
A- Sahabelerin üstün sıfatları nelerdir.
1- Sahabeler her zaman Peygamberin ASM gayelerinin maksadının yanında bulunurlar. Bizde Peygamberin ASM gaye ve makasıdına muvafık hareket ettiğimiz nisbetde yanında bulunuyoruz.
2- Düşmana karşı şiddetlidirler (Bu asırda hizmeti kâfirlere ulaştırmakta çok gayretli olmak şeklinde tefsir edilir.)
3- Birbirimize karşı şefkatlidirler.
4- Çok ibadet eder ve Cenab-ı Hakk’ın rızasını ararlar.
B- Sahabelerin tabakalarının sıfatlarını haber veriyor.
1- Peygamberin yanında olmakla Allah’ın rızasını kazanan Ehl-i Biat-ı Rıdvana bakıyor.
2- Ashab-ı Suffa’ya bakıyor.
3- Tevratın haber verdiği vasıflar, ulema ve fukaha tabakatındaki sahabelere bakıyor.
4- İncilde geçen vasıflar, Ashab-ı Huneyn ve Feth, Uhud ve Bedir’deki Sahabelerin namdar yiğitlerine işaret ediyor.
C- Halifelerin tertib sırasını haber veriyor.
1- Ebu Bekir’in (RA) ikinin ikincisi olacağına bakıyor.
2- Hz Ömer’in (RA) önce manevi sonra maddi fütühat yapacağına bakıyor.
3- Hz Osman’ın (RA) kan dökülmemesi içim kendini feda edeceğine bakıyor.
4- Hz Ali (RA) ibadette ve şecaatte en ileri olacağına bakıyor.
D- Ayrıca bu dört halifenin sırası İslam devletlerinin sırasınada bakıyor. Şöyle ki;
1- Hz Ebu Bekir (RA) Emeviler dönemine bakıyor.
2- Hz Ömer (RA) Abbasiler dönemine bakıyor.
3- Hz Osman (RA) Osmanlı İmparatorluğu dönemine bakıyor.
4- Hz Ali (RA) Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarına bakıyor.
5- Hz Hasan (RA) Hz Hüseyin (RA) ise Risale-i Nurun devrine tam bakıyor.
E- (Barla Lahikasında 260 sahabe ismi ile ayetteki harf sayısı tevafuk ediyor)
Altıncısı: İki cihet ile ihbar-ı gaybîdir.
Birinci cihet Tevrat’taki evsaf-ı Sahabeyi haber veriyor.
İkinci cihet İstikbalde sahabelerin alacağı vaziyeti önceden haber veriyor.
Yedincisi: İki cihet ile ihbar-ı gaybîdir.
Birincisi: İncil’in Sahabeler hakkındaki ihbarını ihbardır.
İkincisi: Hakikatı anlayan ve yaşayan ve yaşatan insanların vazifesini yapmasıyla islamiyet kuvvetlenecek, yükselecek ve ihtişam gösterecektir.
Şu ihbarda hafî bir îma daha var ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak.
BİR TETİMME “İki Nükte” ye işaret edeceğiz.
Birinci Nükte: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanın hurufatında ve mana-yı sarihinden başka, işaratında çok ulûm-u mühimme vardır.
İkinci Nükte: Bu âyet-i kerime sırat-ı müstakimin ehli ve hakikî niam-ı İlahiyeye mazhar, nev’-i beşerdeki beş kısım taifeye ve o taifenin baştaki rüesalarına ve o taifelerin istikbaldeki reislerinin vaziyetlerini bir vecihle tayin ediyor.
BU TETİMMEYE İKİNCİ BİR İZAH Sure-i Feth’in âhirindeki halifelerin tertib sırasını ihbar eden işaret-i gaybiyeyi teyid eden Nisa Suresinin 69’uncu ayeti hakkında bir izahtır. “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, Sıddıklarla, Şehidlerle, İyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”
Hâtime Kur’an-ı Hakîm’in tevafuk cihetinden tezahür eden i’cazî nüktelerinden ikisi izah edilmiştir.
Bu hatimenin önceki manalarla ne alakası vardır?
Şöyle ki; Yedinci Lem’ada görülen hakikatlara bu hatimedeki tevafuk nevinden bakıldığında bu hadiselerin hepsinin tevafuk ettiği asırların var olduğuna bir işarettir. İstikbalde hem zaman itibari ile hemde şahıslar itibari ile hemde mekan itibari ile çok tevafuklar görülecektir.
SEKİZİNCİ LEM’A Keramet-i Gavsiye Risalesidir. Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında ve teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir. (Yedinci Lem’a ile alakası; Yedinci Lem’ada izah edilen hakikatlara onüçüncü asırda hem şahıslar itibari ile hemde mekan itibari ile çok tevafuklar görüleceğini Gavs-ı Âzam’ın haber vermesidir.)
DOKUZUNCU LEM’A Teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir. (Daha sonradan bir kısım mektubları Barla Lahikasına alınmıştır. Yedinci Lem’a ile alakası; Yedinci Lem’ada izah edilen hakikatlara Dokuzuncu Lem’ada onüçüncü asırda masadak olan başta Hulusi abi gibi seyyidler ile beraber manevi âli beytten olan Nur talebelerinden bahisler vardır.)
Birinci Suâliniz: Cedlerinizden birisinin imzası “es-Seyyid Muhammed” e dair mahrem sualiniz var.
Senin İkinci Sualinin Hülâsası: Muhyiddin-i Arabî demiş: “Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir.”
Üçüncü Sualiniz: İlm-i cifre anahtar olacak bir ders istiyorsunuz.
Dördüncü sualiniz: Yani sizin değil, İmam Ömer Efendinin suali ki, bedbaht bir doktor, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın pederi varmış diye, dîvânecesine bir te’vil ile bir âyetten kendine güya şâhit gösteriyor…
Ömer Efendinin o doktora dâir ikinci suali: Hınzır eti yenilmesine dairdir.
Muhyiddin-i Arabî (RA) hakkındaki vahdetü’l-vücud meselesine dair sualin cevabına zeyldir.
ONUNCU LEM’A Yedinci Lem’anın Onuncu Lem’a ile münasebeti; Onuncu Lem’adaki şefkat tokatları Yedinci Lem’adaki sahabelerin mağfiret edilmesi kabilindendir. Üstad ve talebelerinin pek çok mükâfat ve ikramlara mazhar olmalarıyla beraber hizmette edilen kusurlarına binaen gelen şefkat tokatlarından dolayı afedileceğine işaret ediyor.
İnsan kötü amellerinin neticelerini görmekle o kötü amellerinden kaçmak isteyecektir. Bu şefkat tokatlarında kötü amelin neticeleri gösterilerek bizleri nihayetsiz rahmetiyle sakındırıyor. Cenab-ı Hak Nur talebelerini âhirette günahların dehşetinden kurtarmak için ve dünyada günahlardan sakındırmak için şefkat tokatları ile ikaz ediyor.
Şefkat Tokatları Risalesi Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir:
Birinci nev’i: O hizmeti ihzar etmek ve hâdimlerini o hizmete sevketmek cihetidir.
İkinci kısım: Manileri bertaraf etmek ve muzırların şerrini def’edip, onları tokatlamaktır.
Üçüncü kısım şudur ki: Hizmette hâlisen çalışanlara fütur geldiği vakit, şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısım hâdiseden onüç, ondördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecr tokatı görmüşler. (Her bir tokatta ehl-i imanın gadab-ı İlahiyi celb eden yanlış davranışları gösterilmiştir.)
Birincisi: Bu bîçare Said’dir.
(1- Önce kendimize dikkat etmemiz. Daha sonra başkalarına gelen tokattan kendimize ders çıkarmak için takib etmeliyiz.)
2- Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususî nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim.
2-Tokadın cinsi hizmete sevk edilmek için nefy edilmek şeklindedir.)
İkincisi: Abdülmecid Abidir.
(3- Dünyevi bir menfaati elden kaçırmamak için hizmetin devam etmesi niyetindedir.
3- Tokadın cinsi dünyevi menfaati elden kaçırmak şeklindedir.)
Üçüncüsü: Hulusi Beydir.
(4- Dünyayı güzel görüp Kur’an hizmetini aksatmaktır.
4-Tokadın cinsi ehl-i dünyadan tazyik görmek şeklindedir.)
Dördüncüsü: Muhacir Hâfız Ahmed’dir.
(5- Kişinin şahsi kemalatını düşünmesi ve mes’eleyi Üstadla (yani şimdiki zamanda şahs-ı manevi ile) istişare etmiyerek hizmet-i Kur’aniyeye muvakkaten fütur getirmektir.)
5- Tokadın cinsi Hastalanmak şeklindedir.)
Beşincisi: Hakkı Efendi’dir.
(6- İhtiyat ediyorum diye hizmet-i Kur’aniyeyi muvakkaten terk etmektir.
6-Tokadın cinsi dünyevî tehdit altında kalmak şeklindedir.)
(7- Kudsî, safi hizmet-i Kur’aniye, gayet temiz kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor. Gayet temiz Nur talebelerinin gayr-ı meşru bir yolda kazanç elde etmesini hizmet-i Kur’aniye istemiyor.
7- Tokadın cinsi gayr-ı meşru yoldan alıkoymak şeklindedir.)
Altıncısı: Bekir Efendi’dir.
(8- Hizmete ait olabilecek maddî ihtiyaçları karşılamakta gevşeklik göstermektir.
8- Tokadın cinsi maddi zarara uğramak şeklindedir.
Aşağıdaki külli düsturlar Ali Fuad Abi’nin maddî yardım teklifine binaen yazılmış Emirdağ Lahikasından çıkarılmıştır.
1- İstiğna düsturu esastır, istememek gerektir.
2- Yardım edecek kişi hariçten birisi olmaz. Has dairesinden biri olmalıdır.
3- Yardım etmeyi kişi kendisi taleb edecek.
4- Mesele istişareye sunulacak.
5- Karşılık olarak istediği verilecek.)
Yedincisi: Şamlı Hâfız Tevfik’tir.
(9- Kur’anın lafzından ziyade manasının üstün tutulması
10- Sair arkadaşlara tefevvuk etmek düşüncesinin olmaması gerekiyor. Tefani sırrı bir esastır.
11- Üstadın tavsiyelerini dinlememek)
(Bu üç kusura binaen gelen tokat ise maksudunun aksine olarak en geriye düşmek şeklindedir.)
(12- O hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Nur talebesini zulmette bırakan vaziyetler, farklı farlı olabilir ama netice olarak Risalelerden istifade edilemiyor.)
Sekizincisi: Seyranî’dir.
(13- Şahs-ı maneviyi, şahs-ı manevinin kat’î bildiği bir hakikattan vazgeçirmeye çalışmakla beraber iştirak etmemektir.
13-Tokatın cinsi hizmetten muvakkaten uzak kalmak şeklindedir.)
Dokuzuncusu: Büyük Hâfız Zühdü’dür.
(14- Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid’alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emelinde bulunmaktır.
14- Tokatın cinsi hanedanının şerefini zîr ü zeber edecek bir vaziyete düşmektir.)
(15- Hiç tokada istihkakı yokken, o elîm hâdise ona da temas etti. Meselâ; Masum çocuklara gelen hastalıklar çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına medar olacak büyüklerdeki keffaret-üz zünub yerine, manevî ve ileride veyahud âhirette terakkiyat-ı maneviyesine medar şırıngalar hükmündedir. Lemalar – 219)
15- Onun kalbini dünyadan kurtarıp tamamıyla Kur’ana vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia hükmüne geçer.)
Onuncusu: Hâfız Ahmed (R.H.) namında bir adamdır. (Dördüncü tokat ta geçen Ahmed Abi değil başka birisidir.)
(16- Ehl-i dünyaya temas etti. Mesnevi-i Nuriye sayfa 126’da geçtiği gibi Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.
16- Dar maişeti ve perişaniyeti arttı ve şerefi zîr ü zeber oldu.)
Onbirincisi: Belki rızası yok diye yazılmadı…
(17- Demek: Kişinin razı olmayacağı amellerinden bahis açmamak gerektir.)
Onikincisi: Muallim Galib’dir (R.H.).
(18- Risaleleri neşrettiği için kendisine adavet edecek resmî birkaç düşman bulmak düşüncesi ile risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmemek.
18- Tokatın cinsi zalim insafsız çok düşmanları bulup bir kısım dostlarını kaybetmekti.)
Onüçüncüsü: Hâfız Hâlid’dir (R.H.).
(19- Hizmete mani olacak bir vazifeyi (İmamlık gibi bir vazife dahi olsa) kabul etmek.
19- Aksül amel nevi’inden maksudunun zıddıyla ceza çekmek.)
Ondördüncüsü: Üç Mustafa’nın küçücük “üç tokat” yemeleridir.
Birincisi: Mustafa Çavuş’dur (R.H.)
(20- Ehl-i dalalet bazen olur ki şeairin terk edilmesi için talebelerden veya ehl-i imandan dostları vasıta ederek desise veriyor. Buna vasıta olmak şefkat tokadını celb eder.
20- Cenab-ı Hakk bazen kişiyi hayırlı amellerde muvaffak etmeyerek tokat vuruyor. Hatta istese de önüne maniler çıkararak men ediyor.)
İkinci Mustafalar: Kuleönündeki kıymetdar, çalışkan mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sadık ve fedakâr arkadaşı Hâfız Mustafa’dır. (R.H.)
(21- İhtiyat yapmamak ve emredildiği halde uymamak şefkat tokadını celb etmiştir.
21- Hayat şartları zorlaşır.)
Sual: Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
Cevab: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. (Hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçen noktalar Hücumat-ı Sitte Risalesinde altı başlıkta toplanmıştır. Bu Altıncı Risale olan Altıncı Kısım [Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.] Mektubat – 412)
ONBİRİNCİ LEM’A: Onuncu Lem’a ile Onbirinci Lem’anın birbirine münasebeti; Onuncu Lem’ada Cenab-ı Hakkın gadabını celb eden halat anlatılmıştır. Onbirinci Lem’ada ise Cenab-ı Hakkın rızasını kazandıracak basamaklar gösterilmiştir. Yani manayı münafisi ile birbirine münasebeti vardır.
Ayrıca Onbirinci Lem’ayı Tiryak-ı Maraz-ı Bid’a ismi ile düşündüğümüzde Onuncu Lem’ada bid’aya vesile olan veya kalbi istemesede muvakkaten o bid’anın içerisinde bulunanların marazına birer tiryak olarak Sünnet-i Seniyye ders verilmiştir.
Mirkat-üs Sünneti ve Tiryaku Maraz-ıl Bid’a Risalesi
Birinci Nükte: (Kuvvetli bir iman ve takva sahibi olmak Sünnetin en birinci basamağıdır.)
“Fesad-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir.”İşte bu sırra binaen Sünnet-i Seniyeye ittibaı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.
İkinci Nükte: (İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (R.A.) seyr-i ruhanîde kat’-ı meratib ederken Sünnet-i Seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz eden iman-ı kâmil ve takva dairesinde ami bir evliyayı sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görmüştür.)
İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (R.A.) seyr-i ruhanîde kat’-ı meratib ederken gördüğü bir hakikattır. O hakikat ise Sünnet-i Seniyeye ittiba etmekle Habibullah’ın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhar olmaktır.
Üçüncü Nükte: (Üstad Hazretleri Sünnet-i Seniyyeyi iman-ı kâmil ve takva dairesinde tatbik etmekle görünen iki neticeyi izah etmiştir. Şöyle ki İnsan, tecelli eden esmayı görüp ona göre hareket ettiği zaman zulümatlı yollar aydınlanır ve dünyevi ağırlıklardan kurtulur. Göremediği zamanlar da ise sükutda kalıyor.)
Üstadın, Eski Saidden çıkmaya çalıştığı zamanda seyahat-ı ruhiyede gördüğü bir hakikattır. O hakikat ise Sünnet-i Seniyeye ittibaı etmekle ve teslimiyetle hadsiz zararlı, zulümatlı yollara düşmekten, ağırlıklardan, tereddüdlerden, vesveselerden ve endişelerden kurtulunabilinir.
Dördüncü Nükte: (Her hadisede tecelli eden esmayı görüp ona göre hareket etmeye misal olarak ölüm hakikatı nazara verilmiştir.)
İnsan, Küre-i Arz ve Kâinat mezaristanında eşyanın zeval ve fenasını görmekten gelen dehşete mukabil فَاِنْتَوَلَّوْا ilââhir.. âyetinin mana-yı işarîsinden gelen teselli ile o üç müdhiş cenaze, başka şekil aldılar. Yani: Hem Hakîm, hem Rahîm, hem Âdil, hem Kadîr bir Zât-ı Zülcelal’in taht-ı tedbir ve rububiyetinde ve hikmet ve rahmeti içinde hikmet-nüma bir seyeran, ibret-nüma bir cevelan, vazifedarane bir seyahat suretinde bir seyr ü seferdir, bir terhis ve tavziftir ki, böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor!..
Beşinci Nükte: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur.” âyet-i azîmesi, ittiba-ı Sünnet ne kadar mühim ve lâzım olduğunu mantığın kıyas-ı istisnaî kısmıyla izah ediyor.
Altıncı Nükte: Sünnet-i Seniyenin meratibi var.
Birinci Mertebe; Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez.
İkinci Mertebe; Bir kısmı da, nevafil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır.
Üçüncü Mertebe; Şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir.
Yedinci Nükte: Sünnet-i Seniye, edebdir. Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır. Hem “Allâm-ül Guyub’a karşı edeb ve hicab nasıl olabilir ve ne demektir?” sualine karşı, güzel bir cevabdır.
Sekizinci Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetine karşı ümmetinin Onun sünnetine ittiba etmeleri üstlerinde hakkıdır. Hem mesail-i şeriatla sünnet-i seniye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi’ birer devadır.
Dokuzuncu Nükte: Sünnet-i Seniyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil olmasa da, binniyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir. Çünkü Sünnet-i Seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemalâtın madeni ve menbaıdır. Ehl-i tarîkatın ezkâr ve evrad ve meşrebleri, esasat-ı Sünnete muhalefet etmemek şartıyla bid’ata dâhil olmadığını, olsa olsa bid’a-i hasene olduğunu beyan eder.
Onuncu Nükte: Muhabbet-i İlahiyeye ve o muhabbetin neticesinde Sünnet-i Seniyenin ittibaına dair olan âyetin nassı gösteriyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. O matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır. Bu makamda “Üç Nokta” isbat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.
Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlık’ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır.
İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı istilzam eder.
Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakk’ın kendisini sevdirmesine sevmek ile mukabele etmek insan için en âlî bir maksad olduğundan Cenab-ı Hakk’ın sevdiği zatın Sünnet-i Seniyesine ittiba etmek en mühim bir vazife-i beşeriyedir.
Onbirinci Nükte: “Üç Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir.
Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.
İkinci Mes’ele: “Kur’anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev’-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyıktır.
Üçüncü Mes’ele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halkedildiğinden, harekât ve sekenatı, itidal ve istikamet (kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviyenin itidal ve istikameti olan hikmet, şecaat-ı kudsiye ve iffet) üzerine gitmiştir.
ONİKİNCİ LEM’A İlk Onbir Lem’ada Kur’an-ı Kerîmden bazı âyetlerin tefsiri yapılıp bu asra bakan masadakları gösterilmişti. Bu onikinci Lem’ada ise iki sual münasebetiyle Kur’anın iki nüktesi izah edilecektir.
Onbirinci Lem’a ile Onikinci Lem’a arasındaki münasebet: Manevi rızıklar Zât-ı Ahmediyenin (A,S.M.) eliyle sünnet-i seniyyesine tebaiyetle Cenab-ı Hakk tarafından verildiği gibi Maddi rızıklar da Küre-i Arz fabrikasından esbab-ı zahiyenin eliyle yine Cenab-ı Hakk tarafından veriliyor. Onbirinci Lem’ada manevi rızkın taahhüd-ü Rabbani altında olduğu izah edildiği gibi Onikinci Lem’a Birinci Noktada da maddi rızkın taahhüd-ü Rabbani altında olduğu izah ediliyor.
İki sual münasebetiyle iki nükte-i Kur’aniyenin beyanına dairdir. Ehl-i fen, fenlerin kısacık kanunlarıyla ve daracık düsturlarıyla ve küçücük mizanlarıyla Kur’anın manalarını keşfedemeyip âyeti tenkid, belki inkârına kadar gittiklerinden ilmî ve küllî bir surette, iki âyet-i kerimeye dair iki nükte icmalen beyan edilecek.
Birinci Sual Münasebetiyle Birinci Nükte: “İki Nokta”dır.
Birinci Nokta: Herbir zîhayatın rızkı, taahhüd-ü Rabbanî altında olduğundan, açlıktan ölmek, olmadığına hemde rızık, iktidar ve ihtiyar ile makusen mütenasib olduğuna dairdir.
İkinci Nokta: Açlıktan ölmemenin âdeten mümkün olduğunu imkânın enva’ıyla isbat etmiştir. Şöyle ki; İmkânın, imkân-ı aklî, imkân-ı örfî, imkân-ı âdi gibi kısımları vardır.
Bir hâdise, eğer imkân-ı aklî dairesinde olmazsa, reddedilir;
İmkân-ı örfî dairesinde olmazsa dahi, mu’cize olur fakat kolayca keramet olamaz.
Eğer örfen ve kaideten naziri bulunmazsa, şuhud derecesinde bir bürhan-ı kat’î ile ancak kabul edilir.
İkinci Sual Münasebetiyle İkinci Nükte: “İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele-i Mühimme: Semavat gibi arzın da yedi tabaka olmasına dairdir. Buna dair muhtasaran birkaç işaret yazacağız.
Birincisi:
Evvelâ: Âyetin manası ayrıdır ve o manaların efradı ve mâsadakları ayrıdır. O küllî mananın müteaddid efradından bir ferdi bulunmazsa, o mana inkâr edilmez.
Sâniyen: Âyetin sarahatında “Arzı da o seb’a semavat gibi halketmiş ve mahlukatına mesken ittihaz etmiş.” demiş. Misliyet ise mahlukıyet ve mahlukata meskeniyet cihetiyle bir teşbihtir.
İkincisi: Yedi nevi ile yedi tarzda, arzın yedi tabakası, iklimi, kıt’ası, küllî unsuru ve yedi kat âlemleri mevcud olduğu tahakkuk ediyor.
Üçüncüsü: Küre-i Arzımıza benzeyen yedi küre-i uhra dahi bulunmasına, zîhayata makarr ve mesken olmasına işaret eden ikinci işaretin ahirki manasının izahatı yapılmıştır. Şöyle ki; o Hakîm-i Zülkemal, o Sâni’-i Bîzeval, Küre-i Arzımızın merkezinden tut, tâ meskenimiz ve merkezimiz olan bu kışr-ı zahirîye kadar birbirine muttasıl yedi küllî tabakayı ve geniş meydanlarını ve âlemlerini ve mağaralarını boş ve hâli bırakmaz.
Dördüncüsü: Onsekizinci Mektub’da izah edilen hakikatın hulasası; Küre-i Arz âlem-i şehadette çekirdek ve âlem-i misaliye ve berzahiyede dal budak sarmış bir ağaç olabilir. Madem Küre-i Arzın zahiren ehemmiyetsiz bir tabakasının böyle başka âlemde azametli tezahüratı var;
Elbette yedi kat semavata mukabil yedi kat denilebilir ve mezkûr noktaları ihtar için îcaz ile i’cazkârane bir tarzda âyât-ı Kur’aniye, semavatın yedi tabakasına karşı bu küçücük arzı mukabil göstermekle işaret ediyor.
İkinci Mes’ele-i Mühimme: Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde, Arş ve Kürsi yedi semavat ile beraber kabul edip ifrat etmiştiler. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, semavatın vücudunu inkâr edip tefrit ediyorlar.
Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.”
İşte bu hakikat-ı Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.
İkincisi: Ecram-ı ulviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.
Üçüncüsü: Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir.
Dördüncüsü: Ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var.
Beşincisi: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur.
Altıncısı: Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delalet ederler.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u Arabîde kesreti ifade ettiği için, o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları havi olabilir.
Elhasıl: Âyât-ı Kur’aniyenin herbir tabakaya bakan vechi var. İşte bu sırra binaen, “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler.
1- Hava-yı nesimînin tabakatını fehmeder.
2- Elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder.
3- Küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder.
4- Manzume-i Şemsiye’nin yedi tabakaya ayrılmasını, hem Manzume-i Şemsiye’mizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder.
5- Madde-i esîriyenin teşekkülâtı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder.
6- Yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder.
7- Semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avalim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.
Elhasıl: Kıraat-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cinn ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler.
ONÜÇÜNCÜ LEM’A Şeytandan istiaze sırrına dair Kur’an-ı Kerimdeki onüç âyetten ibaret olan Muavvezeteyn ayetlerinin tefsiri “Onüç İşaret” te yapılmıştır.
Birinci İşaret: İki sualdir.
Birinci Sual: Hizb-üş şeytanın çok defa galebe etmesinin hikmeti nedir?
İkinci Sual: Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenab-ı Hakk’a sığınmasının sırrı nedir?
Elcevab:
Birinci Suale Cevab: “Et-tahribü eshel” bu sırdandır ki: Ehl-i dalalet, hakikaten zaîf bir kuvvet ile pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galib olduğu için her vakit şeytandan Cenab-ı Hakka istiaze etmeye ihtiyaç vardır.
İkinci Suale Cevab: (Cinnî ve insî şeytanlar ve şerirler bu noktaya (“Et-tahribü eshel” olmasına) istinaden gayet zaîf bir kuvvetle hadsiz bir kuvvete karşı dayanıp, ehl-i hak ve hakikatı Cenab-ı Hakk’ın dergâhına ilticaya ve kaçmaya her vakit mecbur eder. Şualar 258)
Ehl-i hakkın muhkem kal’ası ise, şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ve sünnet-i Ahmediyedir (A.S.M.).
İkinci İşaret: İki sualdir.
Birinci Sual: Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitlerinin hikmeti nedir?
İkinci Sual: Onların yüzünden çok insanlar küfre girip Cehennem’e girmelerine Cemil-i Alelıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bil-Hakk’ın rahmet ve cemali, nasıl müsaade ediyor ve nasıl cevaz gösteriyor?
Birinci Suale Cevab: Şeytanın vücudunda cüz’î şerler ile beraber bir çok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır.
İkinci Suale Cevab: Çendan şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz.
Ey ehl-i iman! Bu müdhiş düşmanlarınıza karşı zırhınız: Kur’an tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperiniz, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesidir. Ve silâhınız, istiaze ve istiğfar ve hıfz-ı İlahiyeye ilticadır.
Üçüncü İşaret: Sual: Kur’an-ı Hakîm’de ehl-i dalalete karşı azîm şekvaları ve kesretli tahşidatı ve çok şiddetli tehdidatının sırrı ve hikmeti nedir?
Elcevab: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalalete sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapıp çok mahlûkatın semere-i sa’ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve ibtaline sebebiyet verdiği için Sultan-ı Ezel ve Ebed bütün raiyetinin hesabına azîm şikâyetler edip dehşetli tehdid ediyor.
Dördüncü İşaret: Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğuna dair iki kaidedir.
Birinci Kaide: Bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve inhidamı, bir rüknün ademiyle hasıl olur.
İkinci Kaide: Vücud, her halde mevcud bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî birşey, madum birşeye illet olur.
İşte bu sır, Mecusilerde inkişaf etmediği içindir ki; kâinatta “Yezdan” namıyla bir hâlık-ı hayır, diğeri “Ehriman” namıyla bir hâlık-ı şerr itikad etmişlerdir.
Beşinci İşaret: Cenab-ı Hak, Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı şu Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem gibi dehşetli mücazatı göstermekle beraber çok irşad, ikaz, ihtar, tehdid ve teşvik ettiği halde; ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken hizb-üş şeytanın mükâfatsız çirkin zaîf desiselerine karşı mağlub olmaları imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden olmadığını anladım. Çünki şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.
Altıncı İşaret: Şeytanın en tehlikeli bir desisesi şudur ki: Bazı hassas ve safi-kalb insanlara
1- Tahayyül-ü küfrîyi tasdik-i küfürle iltibas ettiriyor.
2- Tasavvur-u dalaleti, dalaletin tasdiki suretinde gösteriyor.
3- Ve mukaddes zâtlar ve münezzeh şeyler hakkında gayet çirkin hatıraları hayaline gösteriyor.
4- Ve imkân-ı zâtîyi, imkân-ı aklî şeklinde gösterip imandaki yakînine münafî bir şekk tarzını veriyor.
Şeytanın bu desisesinin mahiyeti ne kadar esassız olduğunu isbat eden kaideler;
1- Tahayyül-ü şetm, şetm olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür dahi, küfür değil ve
2- Tasavvur-u dalalet de dalalet değil.
3- İmkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münafî değil ve o yakîni bozmaz.
4- Yani: “Bir emareden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe verip, ehemmiyeti olsun.”
Yedinci İşaret: Sual: Mu’tezile imamlarının iki yanlış hükmü izah edilmiştir.
1- “Beşer kendi ef’alinin hâlıkıdır” diye dalalete gidiyorlar.
2- Hem derler: “Bir günah-ı kebireyi işleyen bir mü’minin imanı gider.
Birinci şıkkın cevabı şudur ki: Halk-ı şerr, şerr değil; belki kesb-i şerr, şerdir.
İkinci şıkkın cevabı şudur ki: Kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.
Birinci İşaretteki İkinci Sualin Cevabı burada tam verilmiştir. Şöyle ki: Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenab-ı Hakk’a sığınmasının sırrı nedir?
Şeytanlar tahribat cihetinde sevkettikleri için, az bir amel ile çok şerleri yaparlar. Onun için tarîk-ı hakta ve hidayette gidenler, pek çok ihtiyat ve şiddetli sakınmaya ve mükerrer ihtarata ve kesretli muavenete muhtaç olduklarındandır ki, Cenab-ı Hak o tekrarat cihetinde binbir ismi ile ehl-i imana muavenetini takdim ediyor ve binler merhamet ellerini imdadına uzatıyor. Şerefini kırmıyor, belki vikaye ediyor. İnsanın kıymetini küçük düşürtmüyor, belki şeytanın şerrini büyük gösteriyor.
Sekizinci İşaret:
Birinci Sual: Küfür ve dalalet yolu nasıl hem kolay hemde müşkilâtlı olabilir.
Birinci Suale Cevab: Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer’î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. İkinci kısım ise, amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Hükmünü isbat etmekle davasını kabul ettirebilir. Ademin isbatı elbette kolay değildir.
Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?
Elcevab: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar ve çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle müteselli oluyorlar.
Sual: Dalalette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki; kâfir, değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor.
Elcevab: Küfr-ü meşkük ile yaşar. Yani tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden ise ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz.
Dokuzuncu İşaret:
Birinci Sual: Hizbullah olan ehl-i hidayet, neden çok defa hizb-üş şeytan olan ehl-i dalalete mağlub olmuşlar?
İkinci Sual: Medine münafıklarının dalalette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?
Birinci Suale Cevab: Hâlık-ı Zülcelal, kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı gibi; insan nev’ininde terakkiyatına medar olmak için kanun-u mübarezeye tabi’ kılmıştır. İşte bu yüzden hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş. İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalalete karşı mağlub oluyor.
Şeytana verilen cihazat ise ehl-i dalaletin mesleğinin (4) esasıdır; (1) adem ve terk, (2) tahrib, (3) tecavüz ve (4) insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerini tahrik edip vazifelerinden vazgeçirmektir.
İkinci Suale Cevab: Ehl-i hidayetin meslek-i kudsîsinin sekiz esasatına karşı Medine münafıkları, yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dafiaya kapılıp, dalalette kalmışlar.
Ehl-i hidayetin meslek-i kudsîsinin (8) esasatı; (1) vücudî, (2) sübutî, (3) tamir, (4) hareket, (5) hududda istikamet, (6) akibeti düşünmek, (7) ubudiyet ve (8) nefs-i emmarenin firavuniyetini, serbestliğini kırmaktır.
Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nasıl oluyor Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlub oluyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev’-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderildiğini tamamıyla hikmet-i İlahiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatı ile göstermiştir.
Onuncu İşaret:
İblis’in en mühim bir desisesi: Kendini, kendine tâbi’ olanlara inkâr ettirmektir.
Şeytanın bu desisesine karşı bir-iki söz söyleyeceğiz. Şöyle ki:
Evvela: Cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.
Sâniyen: Yirmidokuzuncu Söz’de yüzer delil-i kat’î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu isbat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler.
Sâlisen: Umûr-u şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umûrdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habise ve şeytaniye bulunması, ittifak-ı edyan ile sabit ve hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir.
Râbian: İnsanda kalbin bir köşesinde bulunan lümme-i şeytaniye ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla insanın ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket etmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir.
Onbirinci İşaret:
Sual: Ne için böyle ehemmiyetsiz insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları, kâinatın, (anasır-ı külliyenin ve umum mevcudatın) hiddetini celbediyor?
Elcevab: Enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.
Onikinci İşaret: Dört sual ve cevabdır.
Birinci Sual: Mahdud bir hayatta, mahdud günahlara mukabil, hadsiz bir azab ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?
Elcevab: Küfür ve dalalet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.
İkinci Sual: “Cehennem ceza-yı ameldir, fakat Cennet fazl-ı İlahî iledir.” Bunun sırr-ı hikmeti nedir?
Elcevab: Seyyiatta sebeb, nefistir; mücazata bizzât müstehaktır. Hasenatta ise sebeb Hak’tandır, illet de Hak’tandır. Yalnız insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir. “Mükâfatını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.
Üçüncü Sual: Neden seyyie bir yazılır, hasene on ve bazan bin yazılır?
Elcevab: Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve cemal-i rahîmiyetini o suretle gösteriyor.
Dördüncü Sual: Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakıyet gösteriyor ki; ya ehl-i hidayette za’f var, ya onlarda bir hakikat var?
Elcevab: Hâşâ… Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta za’f vardır.
Beşinci Sual: Eğer o ehl-i hakka mukabil galibane gelen ehl-i dalaletin hakikî bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasaydı bu derece galibiyet ve muvaffakıyet olmamak lâzım gelecekti?”
Elcevab: Hâşâ… Ne onların bir kuvveti ve dayandığı bir nokta-i istinadı var, ne ehl-i hakta bir nokta-i istinadsızlık ve bir za’f vardır. O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor,
Belki (Ehl-i dalaletin istimal ettiği şeytanî desiseler;)
1- Fesaddan
2- Ve alçaklıktan
3- Ve tahribden
4- Ve ehl-i hakkın ihtilafından istifade etmesinden
5- Ve içlerine ihtilaf atmaktan
6- Ve zaîf damarları tutmaktan
7- Ve aşılamaktan
8- Ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağraz-ı şahsiyeyi tahrik etmekten ve
9- Ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidadları işlettirmekten
10- Ve şan ü şeref namıyla riyakârane nefsin firavuniyetini okşamaktan
11- Ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor.
Onüçüncü İşaret: “Üç Nokta”dır.
Birinci Nokta: Şeytanın en büyük bir desisesi: (Hayat-ı diniye itibariyledir. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırmakla itikadına zarar verir. Şeytan bu desise ile şahsın dini hayatını bitirir.)
Şeytanın bu desisesini susturan sır: “Allahü Ekber”dir.
İkinci Nokta: Şeytanın mühim bir desisesi: Hayat-ı içtimaiye itibariyledir. İki kısma ayrılır.
1- İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu kapasın. (Çare-i necat istiğfar ve istiaze etmektir.)
2- Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, tâ ki nefis kendini avukat gibi müdafaa etsin; âdeta taksirattan takdis etsin. (Çare-i necat nefsini ittiham etmek, kusurunu görüp itiraf etmektir.)
Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye şudur ki: Bir mü’minin bir tek seyyiesiyle, bütün hasenatını örter.
(Çare-i necat Cenab-ı Hakkın haşirdeki adalet-i mutlakası noktasında muamele etmektir. )
1- Hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler.
2- Bazan bir tek hasene ile çok seyyiatını örter.
Şeytanın bu desisesine benzer diğer bir desisesi hakaik-i imaniyeye karşı sıhhat-ı muhakemeyi bozmak ve istikamet-i fikriyeyi ihlâl etmektir. Şöyle ki;
Bir hakikat-ı imaniyeye dair yüzer delail-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delalet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki kaide-i mukarreredir ki: “Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor.” Bir davaya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere racih olur.
İşte ey şeytanın desiselerine mübtela olan bîçare insan! Hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiyenin selâmetini dilersen ve sıhhat-ı fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb istersen; muhkemat-ı Kur’aniyenin mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniyenin terazileriyle a’mal ve hatıratını tart ve Kur’anı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap ve
” اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ” de, Cenab-ı Hakk’a ilticada bulun.
ONDÖRDÜNCÜ LEM’A İki Makamdır. Birinci Makamı iki sualin cevabıdır.
Birinci Sual: “Hocalar diyorlar: Arz, öküz ve balık üstünde duruyor. Halbuki Arz, muallakta bir yıldız gibi gezdiğini Coğrafya görüyor. Ne öküz var ve ne de balık?”
Elcevab: Ehadîs-i Nebeviyeye dair yapılan muhtelif tevilata dair gelen evhamı def’edecek mühim üç esas ve suale cevab olarak üç vecih söylenecek.
Birinci Esas: Benî İsrail ülemasının bir kısmı müslüman olduktan sonra, eski malûmatları dahi onlarla beraber müslüman olmuş, İslâmiyete malolmuş. Halbuki o eski malûmatlarında yanlışlar var. O yanlışlar, elbette onlara aittir, İslâmiyete ait değildir.
İkinci Esas: Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telakki edilir. İşte Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i latif-i kudsî ile ve manidar bir işaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvî lisan-ı nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikata inkılab etmiş, âdeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar.
Üçüncü Esas: Nasılki Kur’anın müteşabihatı var; gayet derin mes’eleleri temsilât ile ve teşbihatla avama ders veriyor. Öyle de: Hadîsin müteşabihatı var; gayet derin hakikatları me’nus teşbihatla ifade eder.
Şimdi birinci sualin cevabına dair “üç vecih” söylenecek.
Birincisi: Cenab-ı Hak arzı su ve toprak olarak iki kısımda yarattığı gibi Küre-i Arz’a hem kumandan, hem nâzır olan müekkel meleği dahi, su ve toprak unsuruna münasebettar surette âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hut suretinde temessülleri vardır.
Hem nass-ı hadîsle Küre-i Arz, bir sefine-i Rabbaniye ve âhiretin bir mezraası olduğundan, o gemiye kaptanlık eden melaikeye “Hut” namı ve o tarlaya nezaret eden melaikeye “Sevr” ismi verilmiştir.
İkinci Vecih: Devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi; Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor demekle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev’-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikatı, iki kelime ile ders vermiştir.
Üçüncü Vecih: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, istikbalde anlaşılacak Küre-i Arz’ın vazifesindeki hareketine ve seyahatına imaen ve hakikî işleyen burçlar ise, Küre-i Arz’ın medar-ı senevîsinde bulunduğuna remzen işaret etmiştir.
Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve haric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilâttır veya bazı muhaddislerin tevilâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadîs zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a isnad edilmiş.
İkinci Sual: Âl-i Abâ hakkındadır. Şöyle ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle dua etmesinin hikmeti nedir?
Elcevab: Vazife-i risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki:
1- Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve
2- Hazret-i Hüseyn’i (R.A.) ta’ziye ve teselli etmek ve
3- Hazret-i Hasan’ı (R.A.) tebrik etmek ve musalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faidesini ilân etmek ve
4- Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tahir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine lâyık olacaklarını ilân etmek için
O dört şahsa kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.
ONDÖRDÜNCÜ LEM’ANIN İKİNCİ MAKAMI بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in binler esrarından rahmet noktasında altı sırrına dairdir. “Ey insan!” dediğim vakit nefsimi murad ediyorum. Bu ders kendi nefsime has iken, ruhan benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zâtlara belki medar-ı istifade olur niyetiyle yazılmıştır. Bu ders akıldan ziyade kalbe bakar, delilden ziyade zevke nâzırdır. Bunun içinde çok sırlar vardır.
Birinci Sır: Bismillahirrahmanirrahîm kâinatta, küre-i arzda ve insanda tecelli eden bütün isimlerin unvanıdır. Kâinatın heyet-i mecmuasındaki eczaların bir Mabud’un evamirine itaatlerinde ve ibadet denilen bir gaye ve maksad için yaptıkları fıtri vazifelerinde Uluhiyyet Hakikatı görünüyor. Küre-i Arz sîmasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübra-i Rahmaniyettir ki, “Bismillahirrahman” ona bakıyor. Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letaif-i re’fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaat-ı merhamet-i İlahiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i Rahîmiyettir ki, “Bismillahirrahmanirrahîm” deki “Errahîm”ona bakıyor.
İkinci Sır: İnsanın mahiyet âyinesinde bütün isimlerin cilvelerini irae eden “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Kâinat ağacının meyvesi küre-i arz dersek çekirdeği de insandır. Ağaçta olan her şeyin çekirdekte de bulunması sırrıyla kâinatta tecelli eden binbir esma insanda da tecelli eder. Bismillahirrahmanirrahîm binbir ismi ile Cenab-ı Hakkı tanımamız için Rahmet tarafından bize verilen bir hediyedir. Yoksa insan kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edemez. Ancak kendinde tecelli eden bütün esmayı görüp sair mahlûkatta görünen bütün esmalarla birleştirmekle kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edebilir.
Üçüncü Sır: Rahmet Şuunatı
Kâinatta; Şems ve Kamer’i, anasır ve maadini, nebatat ve hayvanatı; bir nakş-ı a’zamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şualarıyla tanzim etmesi ve hayata hâdim etmesi ve nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedakârane şefkatleriyle şefkatini göstermesi ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye müsahhar etmesi ve ondan rububiyet-i İlahiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı a’zamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar etmesi ile o Rahman-ı Zülcemalin Rahmet Şuaatı biliniyor.
Küre-i Arzda; zeminde dörtyüzbin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare etmesi ile Rahmet Şuaatı biliniyor.
İnsanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında akıl, kalb ve ruh gibi cihazlar vermesi ile maddi simasında da bir teşahhusatı vechi vermesiyle Rahmet Şuaatı biliniyor.
İnsan bu Rahmetin Şuaatını göremiyorsa Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine baksın.
Dördüncü Sır: Rahmete mukabele tarzı
Kur’an-ı Hakîm, cüz’iyatta ve nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad’i mülahaza ettirmek için kâinatın daire-i a’zamından meselâ semavat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder.
Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet üstünde rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur.
Ve bize hakiki hitaba muhatablık makamında elimize Kur’anın mücmel bir hülâsası olan Fatiha’yı ve Fatiha’nın fihristesi olan Bismillahirrahmanirrahîm’i vermiştir.
Beşinci Sır: Besmelenin hadîs-i şerifte ki tefsiri
Hadîs-i Şerifin çok makasıdından birisi şudur ki: İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. İnsanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir. “İnsanda suret-i Rahman var” vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir.
Altıncı Sır: Rahmetin hazinesinin vesileleri; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünneti ve ona edilen salâvatlar olduğu gibi bir diğeri de Bismillahirrahmanirrahîmdir.
O Zât-ı Akdes’e ve o Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.
O Rahmet hazinesini bulmanın çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salâvattır.
ONBEŞİNCİ LEM’A Risale-i Nur Külliyatının Sözler, Mektubat ve Ondördüncü Lem’aya kadar olan kısmının fihristesi olup Fihrist Risalesinin birinci kısmıdır. İkinci kısım ise Onuncu Şua olup ağabeyler yazmıştır.
ONALTINCI LEM’A Meraklı ve medar-ı sual olmuş “Dört Küçük Mes’ele”dir.
(Kur’an hizmetine dair dört sual ve hatimesinde ise tesanüd ve uhuvvete dair bir düstur gösterilmiştir.)
Birincisi: Ehl-i keşiften rivayeten bu geçen Ramazanda Ehl-i Sünnet ve Cemaat için bir ferec, bir fütuhat olacağını haber verdikleri halde zuhur etmedi. Böyle ehl-i velayet ve keşif, neden hilaf-ı vaki’ haber veriyorlar?
Elcevab: Hadîs-i şerifte vârid olmuştur ki: “Bazan bela nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” Şu hadîsin sırrı gösteriyor ki; ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat Levh-i Ezelî’ gibi mutlak değildir. Ancak Levh-i Mahv-İsbat’ta yazılan muallak mukadderattır. Muallak mukadderat bazı şeraitle vukua gelirken şerait vücuda gelmezse geri kalır.
Elhasıl Ramazan-ı Şerifte bid’aların ref’ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid’alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi.
İkinci Meraklı Sual: “Sana işkence eden bu mübtedi’ ve kısmen münafık baştaki insanların takib ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki ilişmiyorsun?”
Elcevab: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir.
Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.
Üçüncü Meraklı Sual: İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu münafık hükûmete ilişmesine neden taraftar olmadın?
Elcevab: Biz, ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıncı ile değil. Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lâzım değil.
Hem harb belası ise hizmet-i Kur’aniyemize mühim bir zarardır. Kadir-i Küll-i Şey, baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.
Dördüncü Meraklı Sual: Neden arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Çok nurlu risaleleri halklara gösterilmesini men’ediyorsunuz?
Elcevab: Başlardaki başların aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tama’ veyahud havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar.
HÂTİME Lihye-i Şerife hakkındadır. Lihye-i Saadet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın saç ve sakalından ibarettir. Hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saç ve sakallarıda muhafaza etmişler. Velevki her saç Hazret-i Risalet’in saçı olmasa dahi madem ümmetçe öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’î sened ile o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter.
SENİRKENT’Lİ ABİLERİN ÜÇ MES’ELEYE DAİR SORULARIDIR (Ahir zamanda yapılacak Kur’ani seddin hususiyetleri, Âhir zaman da yapılacak seyahat ve hicret manası, Âhir zamanda İsa A.S. nüzul etmesi ve Âhir zamanda yapılacak olan hizmetin ne zaman ve kimler tarafından yapılacak olduğunun bilinememesi üzerine sorulmuştur.)
Âyât-ı Kur’aniye, üslûb-u Arabiye üzerine ve zahir nazara göre umumun anlayacağı bir tarzda ifade ettiği için, çok defa teşbih ve temsil suretinde beyan ediyor.
Birincisi: Âyetin ifade ettiği zahir manasına göre: Güneş’in, hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş, diyor.
Elcevab: Bu mes’elede iki nazar vardır.
Zülkarneyn’in nazarı; Bahr-i Muhit-i Garbî’ye çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş.
Kur’anın nazarı ise Kur’an, semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz’ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazan bir beşik, bazan bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.
İkincisi: Sedd-i Zülkarneyn nerededir?
Elcevab: Bu mes’elenin yalnız iki üç nüktesine gayet muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ehl-i tahkikin beyanına göre, Zülkarneyn yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim’in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır’dan ders almış.
Tefsirlerde eskiden beri İskender namıyla iştiharının sebebi ise Zülkarneyn olan İskender-i Kebir’in nübüvvetkârane irşadatıyla akvam-ı zalime ile milel-i mazlume ortasında hail ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur sedd-i Çin’in binasını kurmasıdır.
Hâlbuki âyât-ı Kur’aniyenin zikrettiği hâdisat-ı cüz’iyeler; küllî hâdisatın uçları olduğu cihetle: çapulcu garetgir akvam-ı vahşiyenin ve garetkâr milletlerin hücumunu durdurmak için ya bizzât maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve tedbirleriyle sedler kuran Zülkarneyn-misal çok şahıslar gelmiş ve gelecektir.
Hem Kur’an-ı Hakîm, münasebat-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Sedd’in harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur’anın haber vermesi cihetinde iki nükte vardır:
Birincisi; bu sed nasıl harab olacak, öyle de dünya harab olacaktır.
İkincisi; fıtrî ve İlahî sedler olan dağlar metindir, ancak kıyametin kopmasıyla harab olurlar; İnkılabat-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir.
Üçüncüsü: Âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) geleceğine ve Deccal’ı öldüreceğine dairdir.
Elcevab: Bu mes’eleye dair hem Birinci Mektub’da ve hem Onbeşinci Mektub’da gayet muhtasar ve bize kâfi bir cevab vardır.
ONALTINCI LEM’ANIN DEVAMI “Mugayyebat-ı Hamse”ye dairdir. (Ahir zamanda yapılacak Kur’ani seddin hususiyetleri, Âhir zaman da yapılacak seyahat ve hicret manası, Âhir zamanda İsa A.S. nüzul etmesi ve Âhir zamanda yapılacak olan hizmetin ne zaman ve kimler tarafından yapılacak olduğunun bilinememesi üzerine durulmuştur.)
“Mugayyebat-ı Hamse”ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında ehl-i ilhadın tenkid suretinde “yağmurun gelmek vaktine ve rahm-ı maderdeki ceninin keyfiyetine ıttıla kabildir?” diyerek yaptıkları itiraza iki noktayla cevap verilmiştir.
Elcevab:
Birinci Nokta: Yağmurun vakt-i nüzulüne dair yapılan itiraza cevaptır. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değildir. Belki gaibi bilmek, âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hâssa ile rahmet-i hâssadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmektir ki, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.
İkinci Nokta: Rahm-ı maderdeki ceninin keyfiyetine dair yapılan itiraza cevaptır. Röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmek, gaibi bilmek değildir. Belki gaibi bilmek, rahm-ı maderdeki çocuğun zükûret ve ünûset keyfiyetini bilmek ile beraber o çocuğun acib istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hattâ sîmasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyeti bilmektir ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.
Elhasıl: Cenab-ı Hakk’ın rahm-ı maderdeki çocukların sîma-yı maddî ve manevîlerinde hem delil-i vahdaniyet, hem ihtiyar ve irade-i İlahiyenin hücceti olarak iki cilvesi var.
ONYEDİNCİ LEM’A Zühre’den gelmiş “Onbeş Nota”dan ibarettir.
Bir hatırlatma ve nükte: Bu ONYEDİNCİ LEM’A’nın tamamı Arapça Mesnevî-i Nuriyede olup tercümesi yapılmayan kısımlar tam 19 parçadır.
(Ahir zamana bakan hizmetteki hakikatlar ve bu hakikatların akla bakan kalbe bakan ne tür neticeleri var olduğu üzerine durulmuştur. Bu Onyedinci Lem’a için Âhir zamandaki hizmetin küçük bir fihristesidir diyebiliriz. Onsekizinci Lem’a da ise Âhir zamandaki hizmetin mümessilleri ve şahs-ı manevisi üzerine durulacaktır.)
Mukaddime Oniki sene evvel Hicri 1340, Miladi 1921 senelerinde inayet-i Rabbaniye ile, Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud suretinde gördüğü bazı lemaat-ı tevhidiyeyi kısmen izahlı ve kısmen kısa bir mealini Türkçe olarak Notalar suretinde yazıldı
Birinci Nota: Şu âlemin fenasından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden müfarakat eden bir şeye kalbini bağlama ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevalinden kederlenme! Fâtır-ı Hakîm’in emrine muti’ olan duygularının ve latifelerinin sultanına itaat et, kurtul!..
İkinci Nota: Bir düstur-u Kur’anî olan tevazuyu emir ve tekebbürden men’eder. Hem de Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme diyerek izzet ve şehamet-i imaniye dersi verir.
Üçüncü Nota: Mevtin hakikatını, güzel ve ayn-ı hakikat bir ayna temsili ile açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Harici âlemin bir derece sabit olmasına aldanarak kendisini lâyemut ve daimi gören insana; hayat ve ömür ayinesinin her vakit kırılabileceğini ihtar eder.
Dördüncü Nota: Muttarid bir kanun-u âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iade edilip tazelenmesi isbat eder ki, şecere-i kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynıyla, cismiyle, ismiyle, resmiyle iade edilecektir.
Beşinci Nota: Sağ elinde sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinde sefih ve muzır bir medeniyeti tutan İsevî dininden uzaklaşmış Avrupayı hüda-yı, Kur’anî ile müvazene suretiyle açar, arasındaki farkları gösterir.
Evvela: İkinci bozuk Avrupanın çürük esaslarının bir kısmını gösteriyor. Şöyleki;
“Hayat bir cidaldir” deyip Hâlık-ı Kerim’in kerem düsturlarından olan ve erkân-ı kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstur-u teavünü görmüyor.
“Herşey kendi nefsine mâliktir” deyip kör dehasına güveniyor. Halbuki! İnsanın elinde bulunan nefis ve malın insanın mülkün değil, belki insana emanettir.
Saniyen: İki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu gösteriyor.
Salisen: Felsefe-i sakîmenin şakirdleriyle Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını müvazene ediyor.
Rabian: İki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarının kıyası yapılıyor.
Altıncı Nota: Kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından dolayı telaşa düşen ve itikadını bozan bîçare insanları küfrün kuvvet ve ehemmiyeti olmadığını göstererek vesveseden kurtaran bir derstir. Gökteki hilâl-i Ramazanı yevm-i şekte isbatına dair bir temsil ile o vesveseyi kökünden keser. Şöyleki kâfirlerin nefiy sırrıyla ittifakları kuvvetsizdir. Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değildir. Çünki nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, davaları da ayrı ayrı olur.
Yedinci Nota: Fâsıkların kesretine bakıp aldanarak irtidada yüz tutan veyahud mertebe-i fıska inen ehl-i imanı, dünyaya şiddetle teşvik eden ve san’at ve terakkiyat-ı ecnebiyeye cebr ile sevkeden sahtekâr hamiyetfüruşları ikaz eden bir derstir. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin terakkiyat ve asayişinin temin edilmesi ancak ehl-i imanın mesaîlerini tanzim eden ve mabeynlerindeki emniyeti tesis eden ve teavün düsturunu teshil eden dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.
Sekizinci Nota: Cenab-ı Hakkın zerrat ve mevcudat, hatta cemadatın hizmetlerinin mükâfatını, hizmetleri içinde dercettiğinin delilleri sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tenbel insanlara gösterilmiştir.
· Zât-ı Zülcelal’in isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine olan mevcudatın yüksek makam almaları mevcudatın vazifeleri içinde lezzet dahi aldıklarına delildir.
· İnsanın beka-i şahsî ve beka-i nev’î için ettiği hizmetleri, vazife içinde lezzet bulunduğuna enfüsi bir delildir.
· Vazife içinde lezzet bulunduğunun âfaki delilleri;
1. Hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdane vaziyetleridir.
2. Nebatat ve eşcar, bir şevk u lezzeti ihsas eden bir tavır ile Fâtır-ı Zülcelal’in emirlerini imtisal etmeleri nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delildir. Bu şevk u lezzeti ihsas eden tavırlar ise dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celbedecek zînetlerle süslenmeleri ve sünbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleridir.
3. Mevcudatın istidad ve kabiliyetlerinin bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde gösterdikleri tavırlar lezzet aldıklarına delildir.
Hem güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlarından tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ü hareket, kanun-u kader-i İlahî üzerine cereyan ediyor.
Hem herbir şey, bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:
Biri: Tâkatının binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîr’in vücuduna şehadet eder.
İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle, o Alîm-i Kadîr’e şehadet eder.
Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin’in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin’in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.
İşte eğer bu Sekizinci Nota’yı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ile وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ nin bir sırrı; Cenab-ı Hakkın zerrat ve mevcudat, hatta cemadatın hizmetlerinin mükâfatını, hizmetleri içinde dercetmesi rahmetinin vüsatini gösterir.
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatı; Hem herbir zerre, mebde’-i hareketlerinde lisan-ı hal ile tesbih ettikleri gibi netice-i hareketlerinde hamd ettiklerini gösterir.
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturu; Güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlarından tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ü hareket, kanun-u kader-i İlahînin düsturu üzerine cereyan ettiğini gösterir.
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nun bir nüktesini anlarsın. Yâni kâinatta zerreden şemse kadar herşey bir vazife ile mükellef olup, bütün sa’y ü hareketleri kanun-u kader ile cereyan ettiğini; ve Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet dercettiğini isbat ve izah ile.. mevcudatın en mükemmeli ve zîhayatın reisi ve Arz’ın halifesi olan insan, tenbellik edip gaflete düşerse; cemadattan daha camid, sinekten çekirgeden daha kansız olacağını ikaz ve inzar ile, insanları vazife-i fıtriyelerine sevkedip, uluhiyet-i mutlakayı isbat eder.
Dokuzuncu Nota: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle, en büyük şeyi en küçük şeyde dercettiği cihetle; kâinattaki hayır ve kemalâtı, şecere-i kâinatın meyvesi ve çekirdeği olan, nev’-i insanın hakikatını taşıyan Nebilerde gösterdiğini; ve Nebilere intisab eden, hayır ve kemalâta, nura ve sürura çıkacağı gibi, ubudiyet cihetiyle de, bir zerre gibi küçük bir mahluk olan insanın, fihristiyet ve o intisab cihetiyle, ağzından çıkan “Allahü Ekber” sadâsı, Küre-i Arz’ın büyük bir “Allahü Ekber”i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn bir beyan ile, hakkın saadetini, imanın hüsn-ü kemalini bilbedahe izhar edip.. dalalet, şer, hasaret; dinin muhalifinde olduğunu kat’î isbat eder. Nübüvvettin ders verdiği din ve imanın binler mehasininden yalnız ubudiyetteki mehasini, muvahhidînin kalblerini bir araya getiren cemaatle kılınan namazlarda göstermekle külli ubudiyet ders verilmiştir.
Onuncu Nota: Marifetullahın delillerinin farklı farklı olduğunu bilmemekten dolayı hâsıl olan şüpheleri def ediyor. Marifetullahın şahidleri, bürhanları üç çeşittir.
Bir kısmı: Su gibidir; aklen görünebilen ve kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı, Yirmiikinci ve Otuzüçüncü Söz gibi risalelerdir.
İkinci kısım: Hava gibidir; aklen görünmeyen fakat kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak aklen tam görünmeyip kalben hissedilebilen, İkinci Şua gibi risalelerdir.
Üçüncü kısım: Nur gibidir; aklen görünebilen fakat kalben hissedilmeyen marifetullah delillerini maddi mizanlarla tartmamak gerektir. Misal olarak Yirmiüçüncü Lem’a verilebilir.
Onbirinci Nota: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ifadesindeki şefkat ve merhameti cumhur-u avamın kolaylıkla okuyabildiği semavat ve arzın hilkati gibi görünen âyetleri ders vererek hem üslûb-u Kur’anîdeki cezalet ve selaset ve fıtrîliği Nakkaş-ı Ezelî’nin şuunatını ve fiillerini Sure-i Ammede olduğu gibi izah ederek gösteriyor. Böylelikle Kur’anın hakaikına gelebilecek şüpheleri def ediyor.
Onikinci Nota: مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا kavl-i şerifine imtisalen, كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla mevtin ve kabrin mahiyetini gösterip, serkeş nefs-i emmarenin dizginini çeker. Hem kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevab, “imanın takviyesine medar Risale-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak” olduğunu beyan eden ve ehl-i ilim ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattır.
Onüçüncü Nota: Medar-ı iltibas olmuş olan beş mes’eledir.
Birincisi: Tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenab-ı Hakk’a ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Halbuki insanın elindeki cüz’-i ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenab-ı Hakk’a ait netaici düşünmemek gerektir. Ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlık’ınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız!
İkinci Mes’ele: Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı Hak’tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen semereler, zaîfler için müşevvik ve müreccih hükmüne geçtiğinden ubudiyete münafî olmaz.. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler; o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa; o ubudiyeti kısmen ibtal eder, netice vermez.
Üçüncü Mes’ele: Ubudiyetin esası, acz ve fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı uluhiyete karşı secde etmek iken, naz ve fahr suretinde gidenler; katre gibi makamını, deniz gibi evliyanın makamatıyla iltibas eder. Kendini o büyük makamata yakıştırmak ve o makamda kendini muhafaza etmek için tasannuata, tekellüfata, manasız hodfüruşluğa ve birçok müşkilâta düşer insanlara riyakârlık gibi. Hâlbuki medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı.
Dördüncü Mes’ele: Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Hem esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, “iktiran” tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hâlbuki iki şeyin illeti de rahmet-i İlahiyedir.
Beşinci Mes’ele: Cemaatın sa’yleriyle hasıl olan bir neticeyi veya cemaatın haseneleriyle terettüb eden bir şerefi, bir fazileti üstaddan bilmemek gerektir. Belki üstadın mazhar ve ma’kes olduğunu bilmek lâzımdır.. Eğer cemaat, üstaddan bilse bir nevi şirk-i hafîye yol açar. Eğer üstad kendinden bilse o şeref ve fazilet onun enaniyetini okşar, onu gurura sevkeder. Her ikisi içinde zarardır.
Ondördüncü Nota: Tevhide dair dört küçük remizdir.
Birinci Remiz: İnsanın maddi ve manevi cevherlerinin kainatın aktarından toplanması ve ihtiyaçlarının ezelden ebede kadar kainatın her yerine dağılmış olması gösteriyor ki insanın mabudu ve melcei ve halaskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir.
İkinci Remiz: İnsanın fıtrat ve kalb ayinesinde bulunan şedid muhabbet-i beka, insanın kalb ve hüviyet ve mahiyeti için değil, Bâki-i Zülcelal’in cilvesine karşı muhabbet içindir.
Üçüncü Remiz: Fâtır-ı Hakîm’in insanın mahiyetine koyduğu manevî cihazat ve latifeler gaflet ve dalaletten gelen küçük bir halete dayanamıyor. Hattâ bazan söner ve ölür. Madem öyledir. Yediğin lokmaya, söylediğin kelimeye, bir daneye, bir anlık görünen nefsani, şehvani lem’aya ve nefsani, şehvani istekleri uyandıran bir işarete ve öpüp kalbine koyduğun gayr-ı meşru muhabbetlere hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork, dünyayı yutan büyük letaiflerini onlarda batırma.
Dördüncü Remiz: Hakikatça dar olan insanın dünyası gaflet ve vehm ü hayaliyle genişlemiş. Ne vakit bir musibetin tahrikiyle gaflet kaçsa o geniş zannolunan dünyanın kabirden daha dar olduğu görülür. Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir.
Onbeşinci Nota: Üç mes’eledir.
Birinci Mes’ele: İsm-i Hafîz’in tecelli-i etemmini Kitab-ı Mübin’in üstünde yazılan şu kâinat kitabının sahifelerinden olan ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarında gösterip haşirdeki hafîziyetin tecelli-i ekberine delil yapıyor.
Onbeşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Mes’eleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmidördüncü Lem’a olmuştur. Lem’alar 195
Onbeşinci Nota’nın Üçüncü Mes’elesi Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücudun, cismin, a’zaların, malın ve hayvanatın ibahedir, temlik değildir. Barla Lahikası 327
Onaltıncı Nota iken, ehemmiyetine binaen Yirmiüçüncü Lem’a olmuştur.
Onyedinci Nota Yedi Mes’eledir.
Onyedinci Notanın Birinci Mes’elesi yazdırılmadı.
Onyedinci Notanın İkinci Mes’elesi Beş Noktadır.
Onyedinci Notanın İkinci Mes’elesinin Birinci Noktası ehemmiyetine binaen Yirminci Lem’a oldu.
Onyedinci Notanın Üçüncü Mes’elesi iken suallerinin şiddet ve şümulüne ve cevablarının kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuzbirinci Mektub’un Yirmiikinci Lem’ası olarak Lemaat’a karıştı.
Onyedinci Notanın Dördüncü Mes’elesi iken ihlas münasebetiyle Yirminci Lem’anın İkinci Nokta’sı oldu. Nuraniyetine binaen Yirmibirinci Lem’a olarak Lemaat’a girdi.
ONSEKİZİNCİ LEM’A Teksir Lem’alar ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında neşredilmiştir. Ercüze de Risale-i Nur şakirtlerine işaret eden Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir keramet-i gaybiyesidir. (Onyedinci Lem’a için Âhir zamandaki hizmetin küçük bir fihristesidir diyebiliriz. Onsekizinci Lem’a da ise Âhir zamandaki hizmeti mümessilleri ve şahs-ı manevisi üzerine durulacaktır.)
ONDOKUZUNCU LEM’A İktisad Risalesi İktisad ve kanaate, israf ve tebzire dair Yedi Nüktedir.
Birinci Nükte: İktisadın altı cihetle kısa bir tarifi yapılmıştır.
1. Hem bir şükr-ü manevî,
2. Hem nimetlerdeki rahmet-i İlahiyeye karşı bir hürmet,
3. Hem kat’î bir surette sebeb-i bereket,
4. Hem bedene perhiz gibi bir medar-ı sıhhat,
5. Hem manevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet,
6. Hem nimet içindeki lezzeti hissetmesine ve zahiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti tatmasına kuvvetli bir sebebdir.
İkinci Nükte: İktisadın yedinci bir tarifidir. İktisad ve kanaat, hikmet-i İlahiyeye tevfik-i harekettir. Şöyle ki Maddi cesedin idaresi noktasında mide, bir efendi ve bir hâkim iken ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır. Kuvve-i zaikayı okşamak noktasında yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkan israf eder. Hemde tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştiha-yı kâzibe ile yemek yediğinden iştiha-yı hakikîyi kaybeder ve mideyi karıştırıp hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.
Üçüncü Nükte: Manevi cesedin idaresi noktasında kalbe, ruha, akla bakan cihetle kuvve-i zaika rahmet-i İlahiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Bu cihetle midenin fevkınde hükmü ve makamı vardır. Kuvve-i zaika, maddî cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından, israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takib edilebileceğini; ve bu hakikat, hârika kuvve-i kudsiye sahibi Şah-ı Geylanî (K.S.) Hazretlerinin ihya-yı emvat keramet-i azîmesiyle izah edilerek; ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükrün münteha derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder.
Dördüncü Nükte: İktisad, kat’î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğu gibi iktisad etmemek, zillete ve manen dilenciliğe ve sefalete düşmeğe sebebdir. İktisad edip hacat-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasredilse herkes âyetin taahhüd ettiği ummadığı tarzda yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünki rızık ikidir. Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. İkincisi: Rızk-ı mecazîdir ki, sû’-i istimalât ile hacat-ı gayr-ı zaruriye hacat-ı zaruriye hükmüne getirdiğinden bu rızkı tahsil etmek için bazen izzetini feda edip zilleti kabul etmeyi bazan de hayat-ı ebediyenin nuru olan mukaddesat-ı diniyeyi feda etmeyi gerektir. Hem vicdanı olan bir insan bu fakr u zaruret zamanında yüz aç adamın huzurunda, kemal-i lezzet ile fazla yiyemez. Böyle acib bir zamanda, şübheli mallarda, zaruret derecesinde iktifa etmek lâzımdır. İktisad, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna bir oduncu ihtiyarın Hâtem-i Tâîden istiğnasını zikrederek, iktisadın kıymet ve izzetini, sehavetin fevkine çıkarır.
Beşinci Nükte: İktisad, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahirî merdane keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikatı, bu risalenin te’lifi senesinde Isparta’da Üstadın hücresinde cereyan eden bal vakıası teyid etmektedir. İktisad Allah için olursa izzet ve cömertliktir. Yoksa hısset ve zillettir.
Altıncı Nükte: İktisad ile hıssetin arasındaki fark; iktisad kalbin şefkatinden, aklın ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Hısset ise sefillik ve bahillik ve tama’kârlık ve hırsdan ileri gelir. Müstehak olanlara hayırda ve ihsanda bulunmak Allah için olursa cömertliktir. Yoksa hıssettir. İktisad, kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlahiye muvafakattır. Hem kendinden ziyade başkalarını düşünmek aklın kemalini gösterir. Müsaveme, alış-verişin esası ve ruhu olan emniyet ve sadakatı muhafaza eden bir halettir.
Yedinci Nükte: İsraf, hırsı intac eder. Hırs, üç neticeyi verir.
Birincisi: Kanaatsızlıktır. Kanaatsızlık sa’ye, şevki kırar ve gayr-ı meşru, külfetsiz bir malı arattırır.
İkincisi: Haybet ve hasarettir. Maksudunu kaçırmak ve istiskale maruz kalıp, teshilât ve muavenetten mahrum kalmaktır. Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyara göre olmadığına zîhayat âleminden altı misal verilmiştir.
Üçüncüsü: Hırslı insan teveccüh-ü nâsı istediğinden ihlası kırılır, riyaya girer.
Evet zekat vermek ve iktisad etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi; israf etmek ile zekat vermemek, sebeb-i ref’-i bereket olduğuna hadsiz vakıattan biri Üstadımızın Burdur daki müşahedesidir.
İbn-i Sina, tıb noktasında iktisadı şöyle izah etmiş; Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört-beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin mikdarı ye. Nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.
YİRMİNCİ LEM’A İhlas hakkındadır. (Ahir zamana bakan Risale-i Nur hizmetindeki en birinci düstur olan ihlasın geniş dairede diğer Kur’an hizmetkarları ile olan münasebetlerimize bakan tatbiki hakkındadır.)
Ayet ve hadisin işaretiyle ihlas ne kadar İslâmiyette mühim bir esas olduğunu gösteren”Beş Nokta”dır.
Birinci Nokta: Ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde; ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarîkatın rekabetli ihtilaf etmelerinin pek çok esbabından, yedi sebebi beyan edilmiştir.
Birincisi: Ehl-i hakkın herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi muaccel ücretleri de taayyün ve tahassus etmeyip bir makama çoklar namzed olduğundan müzahame ve rekabet tevellüd edip; vifakı nifaka, ittifakı ihtilafa tebdil eder. Ehl-i gafletin ise hayat-ı içtimaiyedeki vazifeleri taayyün edip ayrıldığı gibi o vezaif mukabilindeki alacakları maddî, manevi ücret dahi taayyün edip ayrıldığından birbirleri ile ittifak edebilirler. Yoksa ehl-i hakkın ihtilafı hakikatsızlıktan gelmediği gibi, Ehl-i gafletin dahi ittifakları hakikatdarlıktan değildir. Bu müdhiş marazın merhemi, ilâcı; hizmet-i diniyenin mukabilindeki ücreti yalnız Allah’tan bekleyip nâstan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmekle beraber hüsn-ü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakk’ın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dâhil olmadığını bilmektir.
İkinci Sebeb: Ehl-i dalalet hak ve hakikata istinad etmediklerinden zillete düşmemek için başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Amma ehl-i hidayet ise tarîk-ı hakta yalnız Rabbisinin tevfikine itimad ettiklerinden zahir meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Halbuki Cenab-ı Hakkın tevfiki ittifak edenlerle beraberdir. İşte bu ittifakın yegâne çaresi, “dokuz emirdir.”
1. Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek.
2. Daire-i İslâmiyet içindeki meşreplerle çok rabıta-i vahdeti bulunduğunu düşünüp ittifak etmek
3. Her meslek sahibi yalnız kendi mesleğini haklı görüp başkasını haksız görmemek.
4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…
5. Ehl-i hak tesanüd ederek ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp ehl-i dalaletin müdhiş şahs-ı manevîsine karşı, hakkaniyeti muhafaza etmek.
6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için…
7. Nefsini ve enaniyetini
8. Ve yanlış düşündüğü izzetini
9. Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder.
Üçüncü Sebeb: Ehl-i hakkın ihtilafı, himmetsizlikten ve aşağılıktan ve ehl-i dalaletin ittifakı, ulüvv-ü himmetten değildir. Belki ehl-i hidayetin ihtilafı, ulüvv-ü himmetini sû’-i istimale sebebiyet veren hıs-ı sevab ve rekabet etmekdendir. Ehl-i dalaletin ittifakı ise, himmetsizlikten gelen za’f ve aczdendir. Bu müdhiş maraz-ı ruhînin ilâcı; ulüvv-ü himmetin sû’-i istimali ile vazife-i uhreviyede kanaatsızlık cihetinden gelen hırsla karşısındaki hakikî kardeşine rekabet yerine kesret-i etba’ ile fazla muvaffakiyetin vazife-i İlahiye olduğunu bilip Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır.
Dördüncü Sebeb: Ehl-i hidayetin rekabetkârane ihtilafı, akibeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan değil akibeti düşünmekle beraber enaniyeti terketmeyip tarîk-ı hakta gidenlere rekabet etmekdendir. Ehl-i dalaletin samimane ittifakları ise, akibet-endişlikten ve yüksek nazardan değil belki dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında toplandıklarından dolayı samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı: “El-hubbu fillah” sırrıyla Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip tâbiiyeti dahi sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbuiyete tercih etmektir.
Beşinci Sebeb: Ehl-i hidayetin ihtilafı ve adem-i ittifakı za’flarından olmadığı gibi; ehl-i dalaletin kuvvetli ittifakı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidayetin ittifaksızlığı, iman-ı kâmilden gelen nokta-i istinad ve nokta-i istinaddan neş’et eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin ittifakları, kalben nokta-i istinad bulmadıkları itibariyle za’f ve aczlerinden ileri gelmiştir. Bu haksız ihtilaf marazının merhemi ve ilâcı; ihtilafın İslâmiyete ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebesini ne derece teshil ettiğini düşünüp, kemal-i za’f ve acz ile, o ehl-i hakkın kafilesine fedakârane, samimane iltihak etmektir.
Altıncı Sebeb: Ehl-i hak ekseriyetle âhirete ait olan faideleri düşünüp vaktini bir mes’eleye sarfetmediği için, meslekdaşlarıyla ittifakı muhkemleşmiyor. Gafletli ehl-i dünya ise, yalnız hayat-ı dünyeviyeyi düşündüklerinden, bütün hissiyatıyla ve ruh u kalbiyle şiddetli bir surette hayat-ı dünyeviyeye ait mes’elelere sarılır. Ve o mes’elede ona yardım edene kuvvetli yapışır. Bu müdhiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, haricî düşmanın hücumunda dâhilî münakaşatı terkedip ihtilafa düşmeyiniz. Aranızdaki uhuvveti temin etmek yerine şahsi kemalatınızı düşünüp birbirinizden çekilerek, ittifakı zaîfleştirmeyiniz.
Yedinci Sebeb: Ehl-i hak ve hakikatın ihtilaf ve rekabetleri, kıskançlıktan ve hırs-ı dünyadan gelmediği gibi; ehl-i dünyanın ve ehl-i gafletin ittifakları dahi, civanmerdlikten ve ulüvv-ü cenabdan değildir. Ehl-i hak ve hakikat âhiretteki makam hadsiz olduğundan a’mal-i sâlihada rekabet ve kıskançlık etmez. Kıskançlık eden ya riyakârdır, a’mal-i sâliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor veyahud sadık cahildir ki, a’mal-i sâliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mal-i sâlihanın ruhu, esası ihlas olduğunu derketmiyor.
Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak.
YİRMİBİRİNCİ LEM’A İhlas hakkındadır. (Ahir zamana bakan Risale-i Nur hizmetindeki en birinci düstur olan ihlasın dar dairede diğer Nur Talebeleri ile olan münasebetlerimize bakan tatbiki hakkındadır.)
İhlasın ve zamanın tarifi yapılmıştır. Ve bu zamanda hizmet-i Kur’aniyede bulunanlar için ihlasın ehemmiyeti, ihlas kazanılmazsa neticeleri ve ihlası kıran sebebler izah edilmiştir. Bu risalede ihlası kazanmak ve muhafaza etmek ve manileri defetmek için, düsturlar beyan edildiğinden lâakal her onbeş günde bir defa okunmalıdır.
Birinci Düsturunuz: Amelinizde rıza-yı İlahî olmalı. Yani Allah namına vermeli, Allah namına almalı, Allah namına başlamalı, Allah namına işlemeli. Vesselâm
Her amelde rıza-yı İlahîyi takib etmek daire-i Rububiyete ubudiyetle mukabele etmekle olur. Yani herbir esmanın dairesi içinde o esmaya muvafık surette hareket etmekle ihlas kazanılır.
İkinci Düsturunuz: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemekle ihlas kazanılır. İhlası kazanmak neticesinde sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tesanüd elde edilir. Böyle bir tesanüd ve ittihad-ı hakikîden şahs-ı manevî teşekkül eder. Şahs-ı maneviye dâhil olan herbir Nur Talebesi eşyaya ve hadisata kardeşleri adedince gözle bakar, akılla düşünür, kulakla işitir, elle çalışır bir tarzda külliyet kesbederek sarsılmaz bir itikad ile istikamet dairesinde hizmet edebilir. Böyle büyük bir manevî kıymet ve kuvveti kazanmakla beraber iştirak-i a’mal-i uhreviye düsturuyla herbir şakird derecesine göre umum kardeşlerinin manevî kazançlarına ve dualarına hissedar olmakla sevab cihetinde yaşar, yalnız günah cihetinde ölür.
Üçüncü Düsturunuz: Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde hatta menfaat-ı maneviye ve uhreviyede tercih etmek sırrıyla ihlas-ı tâmmı kazanınız. Böyle bir ihlastaki manevi kuvvet binler maddi kuvvetlerle edilen hizmetten fazla muvaffakıyet gösterir. Bu muvaffakıyetin bir sebebide Hazret-i Ali (R.A.) ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (K.S.) gibi manevî kahramanların arkamızda zahîr, başımızda üstad olmalarıdır.
Dördüncü Düsturunuz: Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Yani, birbirinde fâni olmaktır ki buna tefani denir. Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder.
İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Yani zaman-ı hazırdan istikbale fikren giderek, nazaran bakarak kısa ömür ağacının başındaki tek meyvesi olan kendi cenazesine gördükten sonra bir parça öbür tarafa gitse, asrının ölümünü de görür; daha bir parça öbür tarafa gitse, dünyanın ölümünü de müşahede eder, ihlas-ı etemme yol açar.
İkinci Sebeb: İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sâni’i netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemaat ile bir nevi huzur kazanıp, Hâlık-ı Rahîm’in hazır nâzır olduğunu düşünüp, ondan başkasının teveccühünü aramayarak; huzurunda başkalarına bakmak, meded aramak o huzurun edebine muhalif olduğunu düşünmek ile o riyadan kurtulup ihlası kazanır.
İhlası kıran ve riyaya sevkeden pek çok esbabdan iki-üçünü muhtasaran beyan edeceğiz:
İhlası kıran birinci mani: Menfaat-ı maddiyeyi arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmare hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlası zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder. Ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder.
Hakikî kardeşlerin içinde sırr-ı ihlası ve samimî ittifakı kuvvetleştirecek iki misal:
Birinci Misal: İştirak-i emval düsturu gaz lambası temsili ile izah edilmiştir. Emval-i uhreviyede sırr-ı ihlas ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı ittihad ile teşrik-ül mesaî.. o iştirak-i a’malden hasıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i a’maline bitamamiha girer.
İkinci Misal: Ehl-i san’at, netice-i san’atı ziyade kazanmak için, iştirak-i san’at cihetinde mühim bir servet elde ettiğini dikiş iğneleri yapılması misali ile izah edilmiştir.
İhlası kıran ikinci mani: Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi “şirk-i hafî” tabir edilen riyakârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlası zedeler. Kur’an-ı Hakîm’in hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu için hubb-u câhtan gelen rekabet tesir etmez. Çünkü Nur talebeleri hakikatın etrafında toplandığından o hakikatın altına giren kuvvetli elleri gördükçe memnun olur. Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritir.
Üçüncü Mani: Korku ve tama’dır.
Sair evradı Risale-i Nurla meşguliyete tercih eden kardeşlere hususî bir mektubdur Risale-i Nurla meşguliyetin beş cihetle ibadet olduğuna işaret eden iki hadîs-i şerifin bir nüktesine dairdir.
Birincisi: Mahşerde ülema-i hakikatın sarfettikleri mürekkeb, şehidlerin kanıyla müvazene edilir; o kıymette olur.
İkincisi: Bid’aların ve dalaletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyeye ve hakikat-ı Kur’aniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir.
Hadîsteki “âlim” tabirine bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan mazhar olduğu gibi, anlamayarak okusa dahi Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine dahil olduktan sonra yine bu zamanın bir âlimi olabilir.
YİRMİİKİNCİ LEM’A En mahrem ve en has ve hâlis kardeşlere mahsus olarak yazılan bu Lem’a İhlas risalesinde bahsi geçen insanı ihlassızlığa sevk eden halklardan hürmet görmek ve makam-ı içtimaîde nüfuz temin etmek ve teveccüh-ü nası istemek gibi halattan Üstadımızın şiddetle kaçınmasına rağmen zahir nazarla Üstadımızın hayatında ihlas düsturlarına muhalif görünen halatın hikmetini anlatır. O hikmet ise Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti esnasında ve hakaik-i imaniyenin dersi vaktinde o hakaik hesabına ve Kur’an şerefine o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-ı ilmiyeyi muhafaza edip, başını ehl-i dalalete eğmemesidir. Bu Mes’ele “Üç İşaret”tir.
Birinci İşaret: Şahsıma ve Risale-i Nur’a ait mühim bir sual. Sen, ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, her fırsatta onlar senin âhiretine karışıyorlar. Halbuki hiçbir hükûmetin kanunu, târik-üd dünya ve münzevilere karışmıyor?
Bu suale cevab verecek, Isparta vilayetinin hükûmetidir ve şu vilayetin milletidir. Çünki Isparta vilayetinde, imanın kuvveti lâkaydlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını ve umum vilayetlerin fevkınde bir meziyet-i dindaraneyi Risale-i Nur bu vilayete kazandırdığından, elbette bu vilayetteki umum insanlar, hattâ faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur’u müdafaaya mecburdur.
İkinci İşaret: Tenkidkârane bir suale cevabdır. Bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu, bizim bir kanun-u esasîmiz hükmüne geçtiği halde; sen kâh hocalık, kâh zâhidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celbederek, hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zahir halin ve eski zamandaki macera-yı hayatının delaletiyle anlaşılıyor.
Elcevab: Nev’-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev’-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. İmanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdad da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek, faziletsizliktir. Ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nâs ve hüsn-ü kabul-ü halk dahi, mühim bir sırra binaen benim menfurumdur; onlardan kaçıyorum.
Üçüncü İşaret: Mağlatalı divanecesine bir sual. Sen neden vazifesiz olduğun halde halk beni dinlesin diye hodfüruşane bir vaziyet takınıyorsun? Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin!
Elcevab: Kanunu tatbik edenler evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbikini isteyebilirler. Manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden imanın ders ve takviye edilme vazifesini gören ehl-i marifet, kendine verilen nimet-i İlahiyeyi ve fazilet-i imaniyeyi hiçe saymakla kendine edilen hürmet ve makam ve teveccüh-ü nası reddedebilir.
Hâtime Eski zamanda gayet büyük, kudsî bir imamın bize karşı gaybî kerametiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takva ve ihlasları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde -ben bilmeyerek- nefsim müftehirane, güya müteşekkirane perdesi altında riyakârane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hattâ riyakârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vasıta-i ihlas oldu.
YİRMİÜÇÜNCÜ LEM’A (Ahir zamana bakan Risale-i Nur hizmetindeki en birinci düstur olan ihlası Nur Talebelerine kazandıracak Risale-i Nurdaki tevhide dair mevzuların hülasasıdır.)
Tabiat Risalesi Onyedinci Lem’anın Onaltıncı Notası iken, ehemmiyetine binaen Yirmiüçüncü Lem’a olmuştur. Bu Lem’a Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor; küfrün temel taşını zîr ü zeber ediyor.
İhtar Şu notada herbir muhalin ucunda, Tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu beyan edilir. Hem Kur’an-ı Hakîm, “Cenab-ı Hak hakkında şekk olmaz ve olmamalı” âyet-i kerimesinin manayı münafisi ile vücud ve vahdaniyet-i İlahiyenin bedahet derecesinde olduğunu gösteriyor.
Mukaddime insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var. Ehl-i iman, bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz:
Birinci Kelime: “Evcedethü-l esbab” Yani, “esbab bu şey’i icad ediyor.” Pek çok muhalatından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.
Birinci Muhal: “Her hangi bir zîhayatın icadı Vâhid-i Ehad’e verilmeyip, esbabdan taleb edilse; bir eczahane-i kübrada mevcud kavanozların içindeki maddelerin garib bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması” temsiliyle gösterilen vücud-u eşyayı esbaba vermek itikadının hadsiz muhaliyetini, beyan eder. Şu eczahane-i kübra-yı âlemde, Hakîm-i Ezelî’nin mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şamil bir irade ile vücud bulabilir. O mevadd-ı hayatiyenin vücud bulması kör, sağır, hududsuz, sel gibi akan küllî anasır ve tabayi’ ve esbabın işidir denilse yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıl bir hezeyan olur.
İkinci Muhal: Sinek temsili ile izah edilmiştir. Bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anasır ve esbabı ile alâkadar ve hülâsası olduğundan eğer, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse, belki esbaba isnad edilse lâzım gelir ki; âlemin pek çok ve muhtelif ve birbirine zıd, mübayin anasır ve esbabı, kemal-i intizam ile gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifak ile, herbir zîhayatın vücudunda müdahalesi bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.
Üçüncü Muhal: “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudûr edebilir.” kaide-i mukarreresiyle muntazam ve mevzun ve hayat ile kesrete vâhdet verilen mevcudat gayet Kadîr, Hakîm olan bir vâhidden sudur edebilir. Eğer hadsiz ve camid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, kör, sağır esbaba isnad edilse lâzım gelir ki; hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilat ile o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde; o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır. Hem esbab-ı maddiye zîhayatın zahirine bile tam temas edemedikleri halde san’atça daha acib, hilkatça daha bedî’ olan bâtınına temas edemez ki o zîhayat vücud bulabilsin.
İkinci Kelime: “Teşekkele binefsihi” Yani, “kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”
Birinci Muhal: İnsanın vücudu daima teceddüdde olarak gayet muntazam bir makine ve hârika ve daima tahavvülde bir saray suretinde yaratılmıştır. İnsanın vücudunda çalışan zerreler rızık münasebetiyle ve beka-i nev’i itibariyle kâinatla alakadardır. Eğer zerrelerin harekatı, Kadîr-i Ezelî’nin kanunuyla olduğu kabul edilmezse zerrenin zatına verilse her bir zerreye öyle bir göz lâzım ki, insanın mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebetdar olduğu bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün mazi ve müstakbel ve nesil ve aslı ve anasırının menbalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak yüz dâhî kadar bir aklı olduğunu kabul etmek lâzım geliyor. Bu ise her bir zerreye bin Eflatun kadar bir ilim ve şuur vermekle kabul edilebilir.
İkinci Muhal: İnsanın vücud sarayındaki herbir âza, bir kubbeli menzile benzer. Herbir azadaki zerreler o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemal-i müvazene ve intizam ile başbaşa verip hareket ediyorlar. Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi’ birer memur olmasalar; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem her birisine misil hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcib-ül Vücud’a mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyed hem gayet mutlak bir surette olduğunu kabul etmek lazım gelir. Zerre kadar şuuru olan, bunun pek zahir bir muhal belki yüz muhal olduğunu derkeder.
Üçüncü Muhal: İnsanın vücudu, zerrat adedince hurufat bulunan bir mektuba benzer. Eğer o vücud Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kalemiyle mektub olmazsa ve tabiata, esbaba mensub matbu’ farz edilse, o vakit insanın vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misillü, binler mürekkebat adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri ve hattâ bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar ve bu fabrikaların inşası için, keza fabrikaların vücudu lâzım gelir. Hem öyle kalıblar ki herbir kalıbın içinde küçük kalem ile bir sahife -ince hatla- yazılmış. Eğer bu kalıb Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelî’nin kudretiyle ilmiyle olmazsa ve tabiata, esbaba mensub tesadüfi farz edilse, o vakit hurufat kalıbları adedince ilahlar olması lazım gelir. Ve hâkeza müteselsilen gittikçe gidecek…
Üçüncü Kelime: “İktezathü-t tabiat” Yani, “tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.”
Birinci Muhal: Herbir mevcudatta, hususan zîhayatta görünen basîrane, hakîmane olan san’at ve icad, güneşin hasiyetlerine mâlik, zahiren küçük, manen çok derin bir zerrecik cam parçasına benzer. Eğer o san’at ve icad Şems-i Ezelî’nin cilve-i esmasına verilmezse, herbir mevcudda, hususan herbir zîhayatta hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, âdeta bir ilahı içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhalatın en bâtılı, en hurafesidir.
İkinci Muhal: Herbir parça toprak içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine bakıldığında o bir parça toprakta, menşe’ ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudat; nihayetsiz Kadîr, Hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki; herbir parça toprakta, manen Avrupa kadar, manevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları içinde bulundursun. Tabiiyyunların bu fikr-i küfrîlerinin ne derece daire-i akıldan hariç olduğunu kıyas ediniz.
Eğer desen: Mevcudat, tabiata isnad edilse böyle acib muhaller olur, imtina’ derecesinde müşkilât olur; acaba Zât-ı Ehad u Samed’e verildiği vakit, o müşkilât nasıl kalkıyor? Ve o suubetli imtina, o sühuletli vücuba nasıl inkılab eder?
Birinci muhalde nasılki güneşin cilve-i in’ikası, kemal-i sühuletle, külfetsiz en küçük zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse; o vakit herbir zerrecikte, tabiî ve bizzât bir güneşin haricî vücudu imtina derecesinde bir suubetle olabilmesi, kabul edilmek lâzım gelir. Öyle de; Herbir mevcud, doğrudan doğruya Zât-ı Ehad u Samed’e verilse; vücub derecesinde bir sühulet, bir kolaylık ile ve bir intisab ve cilve ile, herbir mevcuda lâzım herbir şey, ona yetiştirilebilir. Eğer o intisab kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina’ derecesinde yüzbin müşkilât ve suubetle sinek gibi bir zîhayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan gayet hârika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farzetmek lâzım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.
Elhasıl: Nasılki Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un şerik ve naziri mümteni’ ve muhaldir. Öyle de: rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâtî gibi mümteni’ ve muhaldir.
Üçüncü Kelimenin İkinci Muhalindeki Müşkilâta Cevab: Bütün eşya Vâhid-i Ehad’e verilse; bütün eşya, bir tek şey gibi sühuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, bir tek şey, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğu, bir adamın bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisab etmesi, karıncanın o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harab etmesi, sineğin o intisab ile, Nemrud’u gebertmesi temsilleri ile izah ediliyor.
Hakikatında ise buğday tanesi gibi bir çam çekirdeğinden, koca çam ağacının bütün cihazatının yetiştirilmesi ancak ordu kuvveti ile işaret edilen kudretle ve fabrika ile işaret edilen ilmin bir ünvanı olan kaderin tanzimi ile olabilir.
Elhasıl: Vâcib-ül Vücud’a her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir sühuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtina’ derecesinde müşkil ve haric-i daire-i akliyedir.
Üçüncü Muhal: Bu muhali izah edecek bazı risalelerde beyan edilen iki misal:
Birinci Misal: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâlî bir sahrada kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşi bir adam girse, hem farzetse ki bu saray, kat’iyyen hariçten gelme hiç bir fâilin eseri değil. Sonra içindeki eşya-yı muntazamaya sebeb ararken tanziminin kavaninini câmi’ bir defter bulsa, onu ma’kes-i şuur olduğundan, bir fâil, bir illet-i ızdırarî kabul eder. Hâlbuki muhaldir ki elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki o sarayı teşkil ve tezyin etsin.
İşte aynen bu misal gibi; gayet muntazam, hadsiz derece mükemmel ve bütün etrafı mu’cizane hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı uluhiyete giden tabiiyyun fikrini taşıyan vahşi bir insan girse; şu saray-ı âlemin, daire-i mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un eser-i san’atı olduğunu düşünmeyerek ve ondan i’raz ederek, gözsüz, şuursuz, kudretsiz “Tabiat” bunu yapmış dese ne derece büyük bir ahmaklıktır, anlarsın.
İkinci Misal: Muhteşem bir kışlaya ve Ayasofya gibi gayet muazzam bir câmiye gayet vahşi bir adam girer. O ordunun ve cemaat-ı müslimînin devletin nizamatıyla ve kanun-u padişahî ile ve şeriat sahibinin emirlerinden gelen manevî düsturları ile yaptıkları harekâtını anlamayıp maddi iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül ederek en vahşi insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider. Aynı bu misal gibi; Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mabud-u Ezelî’nin muntazam bir mescidi olan şu kâinata; mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın manevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek, kudret-i İlahiyenin yerine, Tabiatı ikame etmek ve eline icad vermek, misaldeki vahşiden bin defa aşağı bir vahşettir!..
Elhasıl: Tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsız tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir san’at olabilir, Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.
Elhasıl: Madem mevcudat var. Madem mevcudun vücuduna, taksim-i aklî ile dört yoldan başka yol tahayyül edilmez. O dört cihetten üçünün -herbirinin üç zahir muhaller ile butlanı, kat’î bir surette isbat edildi. Elbette bizzarure ve bilbedahe dördüncü yol olan her şey doğrudan doğruya dest-i kudretinden çıktığını ve Semavat ve Arz kabza-i tasarrufunda bulunduğu gösteren vahdet yolu, kat’î bir surette isbat olunuyor.
Ey esbabperest ve tabiata tapan bîçare adam! Madem herşeyin tabiatı, herşey gibi mahluktur; çünki san’atlıdır ve yeni oluyor. Hem her müsebbeb gibi, zahirî sebebi dahi masnu’dur. Ve madem herşeyin vücudu, pek çok cihazat ve âletlere muhtaçtır. O halde, o tabiatı icad eden ve o sebebi halkeden bir Kadîr-i Mutlak var. Ve o Kadîr-i Mutlak’ın ne ihtiyacı var ki âciz vesaiti, rububiyetine ve icadına teşrik etsin.
Hâşâ! Belki doğrudan doğruya müsebbebi, sebeb ile beraber halkederek, cilve-i esmasını ve hikmetini göstermek için, bir tertib ve tanzim ile zahirî bir sebebiyet, bir mukarenet vermekle, eşyadaki zahirî kusurlara, merhametsizliklere ve noksaniyetlere merci’ olmak için, esbab ve tabiatı dest-i kudretine perde etmiş; izzetini o suretle muhafaza etmiş.
Acaba bir saatçi, saatin çarklarını yapsın; sonra saati çarklarla tertib edip tanzim etsin, daha mı kolaydır? Yoksa hârika bir makineyi, o çarklar içinde yapsın; sonra saatin yapılmasını o makinenin camid ellerine versin, tâ saati yapsın, daha mı kolaydır?
Veyahud bir kâtib; mürekkeb, kalem, kâğıdı getirdi. Onunla kendi bizzât o kitabı yazsa, daha mı kolaydır? Yoksa o kâğıd, mürekkeb, kalem içinde o kitabdan daha san’atlı, daha zahmetli, yalnız o tek kitaba mahsus olarak bir yazı makinesi icad etsin; sonra o şuursuz makineye “Haydi sen yaz” desin de kendi karışmasın, daha mı kolaydır?
Eğer desen: Evet bir kitabı yazan makinenin icadı, o kitabdan yüz defa daha müşkildir. Fakat o makine, aynı kitabın bir çok nüshalarını yazmasına vasıta olmak cihetiyle, belki bir kolaylık var?
Elcevab: Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle nihayetsiz cilve-i esmasını her vakit tazelendirmekle, ayrı ayrı şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususî sîmaları öyle bir surette halketmiştir ki; hiçbir mektub-u Samedanî ve hiçbir kitab-ı Rabbanî, diğer kitabların aynı aynına olamıyor. Alâküllihal, ayrı manaları ifade etmek için, ayrı bir sîması bulunacak. Bunun için herbir sîma, ayrı bir kitabdır. Yalnız san’atın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertib ve te’lif ister. Bununla beraber bir zîhayatın cismindeki maddeleri, aktar-ı âlemden mizan-ı mahsusla ve has bir intizamla icad etmek ve getirmek ve matbaa eline vermek için, yine o matbaayı icad eden Kadîr-i Mutlak’ın kudret ve iradesine muhtaçtır. Demek bu matbaalık ihtimali ve farzı, bütün bütün manasız bir hurafedir.
İşte bu saat ve kitab misalleri gibi; Sâni’-i Zülcelal, Kadir-i Külli Şey’, esbabı halketmiş; müsebbebatı da halkediyor. Hikmetiyle, müsebbebatı esbaba bağlıyor. Kâinatın harekâtının tanzimine dair kavanin-i âdetullahtan ibaret olan şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyenin bir cilvesini ve eşyadaki o cilvesine yalnız bir âyine ve bir ma’kes olan tabiat-ı eşyayı, iradesiyle tayin etmiştir. Ve o tabiatın vücud-u haricîye mazhar olan vechini, kudretiyle icad etmiş ve eşyayı o tabiat üzerinde halketmiş, birbirine mezcetmiş.
Münkir ve tabiatperest diyor ki: Bir şübhem var. Cenab-ı Hakk’ın Hâlık olduğunu kabul ediyorum; fakat bazı cüz’î esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü sena kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir?
Elcevab: Hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi, bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men’etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklaliyetini nihayet taassubla muhafazaya çalışmayı gör, sonra hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde ve âmiriyet-i mutlaka uluhiyet derecesinde ve istiklaliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde ve istiğna-yı mutlak kadiriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelal’de, bu redd-i müdahale ve men’-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcib bir muktezası olduğunu kıyas edebilirsen et.
İkinci şık şübhen ki: Bazı esbab, bazı cüz’iyatın bazı ubudiyetlerine merci’ olsa, o Mabud-u Mutlak olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’a müteveccih zerrattan seyyarata kadar mahlukatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?”
Elcevab: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîm’i kâinat ağacının en câmi’ zîşuur meyvesi olan insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadetlerini; hem hikmetine zıd olarak, hem rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, hem kâinattaki makasıd-ı âliyesine muhalif bir surette başkalara vermeye rıza göstermez.
Tabiatperestlikten vazgeçen arkadaş diyor: Elhamdülillah, bu iki şübhem hallolmakla beraber, vahdaniyet-i İlahiyeye dair ve Mabud-u Bilhak o olduğuna ve ondan başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr etmek, Güneş’i ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir.
HÂTİME Tabiat fikr-i küfrîsini terkeden ve imana gelen zât diyor ki: Elhamdülillah, benim şübhelerim kalmadı; yalnız merakımı mûcib olan birkaç sualim var.
Birinci Sual: Cenab-ı Hakk’ın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’anda çok şiddet ve ısrar ile ibadeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdid ediyor. İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’aniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?
Elcevab: Evet Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın. İbadet ise, manevî yaralarına tiryaklar hükmündedir.
Amma Kur’anın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukunu muhafaza etmek içindir. Zira gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamıyla zıd ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.
Hem o târik-üs salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdid eder.
Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terkettiğinden, hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.
Hem kâinatın kemalâtını inkâr olduğundan hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikatı ifade etmek için, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mu’cizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.
İkinci Sual: Her mevcud, her cihette, her işinde ve her şeyinde ve her şe’ninde meşiet-i İlahiyeye ve kudret-i Rabbaniyeye tâbi’ olması, hem nass-ı Kur’an ile beyan edilen, hem de sâbık bürhanlarla tahakkuk eden vahdet yolundaki hilkat ve icad-ı eşyadaki nihayet derecede kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?
Elcevab: Bütün mevcudat, Sâni’-i Vâhid’e isnad edildiği vakit, bir tek mevcud hükmünde kolaylaşır. Eğer Vâhid-i Ehad’e verilmezse; bir tek mahlukun icadı, bütün mevcudat kadar müşkilleşir ve bir çekirdek, bir ağaç kadar suubetli olur. Eğer Sâni’-i Hakikî’sine verilse, kâinat bir ağaç gibi ve ağaç bir çekirdek gibi ve Cennet bir bahar gibi ve bahar bir çiçek gibi kolaylaşıp sühulet peyda ettiğini gösteren yüzer delillerinden bir ikisine muhtasar bir işaret ederiz.
Meselâ: Nasılki yüz nefer, bir zabitin idaresine verilse; bir neferin, yüz zabitin idarelerine verilmesinden yüz derece daha kolay olduğu gibi, bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi; bir merkez, bir kanun, bir fabrika ve bir padişahın emrine verildiği vakit, âdeta kemmiyeten bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır.
Hem bir ağacın sırr-ı vahdet cihetiyle, bir kökte, bir merkezde, bir kanun ile mevadd-ı hayatiyesi verildiğinden; binler meyve veren o ağaç, bir meyve kadar sühuletli olduğu bilmüşahede görünür.
Vahdette, nihayet derecede sühuletle vücuda gelen binler mevcud, şirkte ve kesrette, bir tek mevcuddan daha ziyade sühuletli ve kolay olduğunun ilim ve kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniye nokta-i nazarında gayet mühim bir sırrını beyan edeceğiz. Şöyle ki:
Birincisi: Kudret noktasında hadsiz bir sühulet vardır. Şöyle ki: Sen bir mevcudsun. Eğer Kadîr-i Ezelî’ye kendini versen; bir kibrit çakar gibi, hiçten, yoktan, bir emirle, hadsiz kudretiyle, seni bir anda halkeder.
İkincisi: İlim noktasında hadsiz bir sühulet vardır. Şöyle ki: Kader, ilmin bir nev’idir ki, herşeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder.
Üçüncü Sual: “Hiçten hiçbirşey icad edilmiyor ve hiçbirşey i’dam edilmiyor; yalnız bir terkib bir tahlildir ki, kâinat fabrikasını işlettiriyor.”
Elcevab: Nur-u Kur’an ile mevcudata bakmayan feylesofların en ileri gidenleri bakmışlar ki, tabiat ve esbab vasıtasıyla bu mevcudatın teşekkülât ve vücudlarını -sâbıkan isbat ettiğimiz tarzda- imtina’ derecesinde müşkilâtlı gördüklerinden, iki kısma ayrıldılar.
Bir kısmı Sofestaî olup, insanın hâssası olan akıldan istifa ederek, ahmak hayvanlardan daha aşağı düşerek, kâinatın vücudunu inkâr etmeyi; hattâ kendilerinin vücudlarını dahi inkâr etmesini; dalalet mesleğinde esbab ve tabiatın icad sahibi olmalarından daha ziyade kolay gördüklerinden hem kendilerini, hem kâinatı inkâr edip, cehl-i mutlaka düşmüşler.
İkinci güruh bakmışlar ki; dalalette, esbab ve tabiat mûcid olmak noktasında, bir sinek ve bir çekirdeğin icadı, hadsiz müşkilâtı var ve tavr-ı aklın haricinde bir iktidar iktiza ediyor. Onun için bilmecburiye icadı inkâr ediyorlar, “yoktan var olmaz” diyorlar ve i’damı da muhal görüyorlar, “var yok olmaz” hükmediyorlar. Yalnız harekât-ı zerrat ile, tesadüf rüzgârlarıyla bir terkib ve tahlil ve dağılmak ve toplanmak suretinde bir vaziyet-i itibariye tahayyül ediyorlar.
Acaba her senede, dörtyüz bin enva’ı birden zemin yüzünde icad eden ve semavat ve arzı altı günde halkeden ve altı haftada, her baharda, kâinattan daha san’atlı, hikmetli zîhayat bir kâinatı inşa eden bir kudret-i ezeliye, bir ilm-i ezelînin dairesinde, plânları ve mikdarları taayyün eden mevcudat-ı ilmiyeyi göze göstermeyen bir ecza ile yazılan ve görünmeyen bir yazıyı göstermek için sürülen bir ecza misillü, gayet kolay o madumat-ı hariciye olan mevcudat-ı ilmiyeye vücud-u haricî vermeyi o kudret-i ezeliyeden uzak görmek ve icadı inkâr etmek; evvelki güruh olan Sofestaîlerden daha ziyade ahmakane ve cahilanedir.
Evet Kadîr-i Zülcelal’in iki tarzda icadı var. Biri; ihtira’ ve ibda’ iledir. Yani hiçten, yoktan vücud veriyor ve ona lâzım her şeyi de hiçten icad edip eline veriyor. Diğeri; inşa ile, san’at iledir. Yani kemal-i hikmetini ve çok esmasının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın anasırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor. Her emrine tâbi’ olan zerratları ve maddeleri, rezzakıyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.
Evet Kadir-i Mutlak’ın iki tarzda, hem ibda’ hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay en sühuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva’-ı zîhayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, “Yoğu var edemez!” diyen adam, yok olmalı!..
YİRMİDÖRDÜNCÜ LEM’A Tesettür hakkındadır. (Onbeşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Mes’eleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmidördüncü Lem’a olmuştur.)
Sual: Kur’an tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’anın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü, fıtrî görmüyor, “bir esarettir” diyor.
Elcevab: Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam fıtrî olduğuna ve muhalifi gayr-ı fıtrî olduğuna delalet eden çok hikmetlerinden, yalnız “dört hikmet”ini beyan ederiz.
Birinci Hikmet:
1. Tesettür, kadınlar için fıtrîdir ve fıtratları iktiza ediyor. Çünki kadınlar hilkaten zaîf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var.
2. Hem kadınların on adedden altı-yedisi ya ihtiyardır, ya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar, taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler.
3. Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve seri-üt teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır.
4. Hem kadınlarda, ecnebi erkeklere karşı fıtraten korkaklık, tahavvüf var. Tahavvüf ise, fıtraten tesettürü iktiza ediyor.
Demek medeniyetin ref’-i tesettürü, hilaf-ı fıtrattır. Kur’an’ın tesettür emri fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymetdar birer refika-i ebediye olabilen kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve manevî esaretten ve sefaletten kurtarıyor.
İkinci Hikmet: Kadın ve erkek ortasında gayet esaslı ve şiddetli münasebet, muhabbet ve alâka; hayat-ı ebediyede dahi birlikte olmak fikrinden ileri geliyor. Madem öyledir. Elbette kadın, ebedî arkadaşı ve dostu olan kocasının nazarından gayrı başkasının nazarını kendi mehasinine celbetmemek ve onu darıltmamak ve kıskandırmamak lâzım gelir.
Hem de Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani birbirine münasib olmalı. Bu küfüv ve denk olmak, en mühimmi diyanet noktasındadır. Ta ki hayat-ı ebediyede dahi bir birine refika-i hayat olabilsinler.
Üçüncü Hikmet: Bir ailenin saadet-i hayatiyesi; koca ve karı mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve açık-saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Hattâ mahremlerin dahi çıplak bacakla görünmesi, süflî nefisli insanlarda hayvanî bir nazar-ı süfli uyandırarak emniyeti kırar.
Dördüncü Hikmet: Hiçbir millet ve hükûmet yoktur ki, kesret-i tenasüle tarafdar olmasın. Hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “İzdivaç ediniz; çoğalınız. Ben kıyamette, sizin kesretinizle iftihar edeceğim.” Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip, çok azaltıyor.
Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Bunun üç sebebi vardır.
1. Avrupada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık-saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir.
2. Memalik-i bâride olan Avrupa’daki tabiatlar, o memleket gibi bârid ve camid olduğundan açık-saçıklık, belki çok sû’-i istimalata ve israfata medar olmaz.
3. Şehirliler; köylülere, bedevilere bakıp tesettürü kaldıramaz.
Ehl-i iman âhiret hemşirelerim olan kadınlar taifesi ile bir muhaveredir
Hanımlar taifesine rehber olacak “Üç Nükte” ile gayet muhtasar bazı lüzumlu maddelerdir.
Birinci Nükte: Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar.
Şefkatteki kahramanlığın inkişaf edilmesinin iki neticesi vardır.
1. Çocuğun dünyasından ziyade ahiretini düşünmekle kendisinin ve çocuğunun hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini kurtarabilir. Zira şefkatle verilen terbiye-i İslamiye çocuğa tesir eder.
2. Kadınların şefkat cihetiyle hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu evlatlarının ahireti için feda ettiklerinden hakikî ihlasa mazhar olur.
İkinci Nükte: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur. Refika-i hayatına karşı daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyet mizanıyla muamele edildiğinin iki delili:
1. Refika-i hayatının suretine değil siretine muhabbetini bina etmektir.
2. Refika-i ebediyesini kaybetmemek için mütedeyyin olup takvaya girmektir.
Aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsızlık görse, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da, kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa her cihetle zarar eder.
Mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için; serseri, ahlâksız, firenkmeşreb bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisad ve kanaatla, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nev’inden kendinizi idareye çalışınız, satmağa çalışmayınız.
Üçüncü Nükte: Daire-i meşruanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde; on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu Küçük Sözlerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi gösterdiği için daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Zira bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i sâlihanın her birisinde bir manevî lezzet var. Ve dalalet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler vardır.
YİRMİBEŞİNCİ LEM’A Yirmibeş devadır (Musibetzede ve hastalara hakikî bir teselli ve nâfi’ bir merhem, bir teselli, manevî bir reçete, bir iyadet-ül mariz ve geçmiş olsun makamında yazılmış yirmibeş devadır.)
Birinci Deva: Hastalığın dert değil, belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermayesi sıhhat ve âfiyet ve istiğnadan gelen bir gafletle zayi’ olduğundan, hastalık, ömür sermayeni rahat ve gafletin elinden kurtardığından büyük kârlarla meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir gayet güzel bir devadır.
İkinci Deva: Hastalık, musibetzedeye, aczini, za’fını hissettirdiğinden Hâlık-ı Rahîm’ine iltica ettirerek ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirtebilir. Ve bu hastalıkların, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü’min için bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini ve bazı kâmillerin hastalıklarının bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiğini rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabit olduğunu bildirir gayet mühim bir devadır.
Üçüncü Deva: Hastalık, ömür sermayesinin dünyada keyf sürmek ve lezzet almak için verilmediğini ikaz edip geçmiş lezzetleri ve gelecek belaları düşündürmek vasıtasıyla, kabri ve ahireti hatırlatıp hastayı ebedî daimî bir hayatın saadetine çalıştırır, hiç aldatmaz bir vaiz ve bir mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübarek devadır.
Dördüncü Deva: Sâni’-i Zülcelal, mülkün sahibi olduğundan insana göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassa’ olarak giydirdiği cisim gömleğini, esma-i hüsnasının ayrı ayrı hikmetli ve rahmetli nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde çevirir ve çok vaziyetlerde değiştirir. Madem mülk onundur istediği gibi tasarruf eder. İnsanın hakkı ise şekva değil şükür ve sabır olduğunu haber veriyor.
Beşinci Deva: Hastalık, âhiretini düşünen, gençlik sarhoşluğu ve gaflet içindeki hayvanî hevesattan bir derece kendini kurtaran, kabri ve daha arkasındaki uhrevî menzilleri görür gibi davranan gençler için bir ihsan-ı İlahî, bir hediye-i Rahmanî olduğunu haber verir gayet şirin bir devadır.
Altıncı Deva: Muvakkat bir günlük hastalıkla gelen elem, çok günler manevî lezzet-i sevabla beraber, zevalindeki halâs ve kurtulmaktan gelen manevî lezzeti, şekva yerine şükredenlere kazandırır. Çünki “Elemin zevali lezzettir” diye, o elemli musibetler, zeval ile ruhta bir lezzet irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devadır.
Altıncı Deva: Hastalık, hastaya gururu bıraktırıp aczini anlattırır dünya bizi bırakmadan dünya sevgisinden kalbi terk ettirir, hastaya mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya ne için geldiğini öğren!” der, ikaz eder.
Yedinci Deva: Hastalık, sıhhatteki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünki bir şey devam etse tesirini kaybeder. Fâtır-ı Hakîm’in, şu kâinatta çeşit çeşit hadsiz enva’-ı nimeti tadacak tanıyacak derecede gayet çok cihazat ile insanı techiz etmesi gösteriyor ki; sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi; hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir.
Sekizinci Deva: Maddi hastalıklar, sabun gibi, günahların kirlerini yıkayıp, temizlemekle beraber yırttığı gaflet perdesinin altında hastaya gösterdiği aczin ve za’fın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini ve rahmetini tanıttırdığından iman ilâcını elde ettirerek itikadını düzeltirir. Bu iman ilâcını elde etmekten gelen manevî sürur ve şifa ve lezzet altında, cüz’î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.
Dokuzuncu Deva: Ölüm, nazar-ı gaflet ve zahirî cihetinde dehşetli olduğundan, ona vesile olabilen hastalıklar korkutuyor, telaş veriyor.
Evvelâ bil ve kat’î iman et ki: “Ecel mukadderdir, tegayyür etmez.”
Sâniyen: Ehl-i iman için ölüm, rahmet kapısıdır. Ehl-i dalalet için, zulümat-ı ebediye kuyusudur.
Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir.
Onuncu Deva: Merak, bir dirhem maddî hastalık ile beraber dokuz dirhem manevî hastalığı kalbe verdiğinden hastalığı ikileştirdiği gibi, hikmet-i İlahiyeyi ittiham ve rahmet-i İlahiyeyi tenkid ve Hâlık-ı Rahîm’inden şekva hükmünde olduğu için, aks-i maksadıyla tokat yer, hastalığını ziyadeleştirir. Merak hastalığın ilâcı, Hâlık-ı Rahîm’e teslimiyetle, rıza ile beraber hastalığın hikmetini, faidelerini, sevabını ve çabuk geçeceğini düşünmektir.
Onbirinci Deva: Hastalığın, hazır bir elemi vermesiyle beraber; evvelki hastalıkdan bugüne kadar o hastalığın zevalindeki bir lezzet-i maneviyeyi ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiyeyi vermesinin şartı sabır kuvvetini geçmişe ve geleceğe dağıtmamaktır.
Onikinci Deva: Hastalık, sabır ve tevekkül ile farzlarını yerine getiren müttaki bir mü’mine, hastalık sebebiyle yapamadığı hem daimî virdin hem de sair sünnetlerin sevabını, hâlis bir surette, kazandırır. Hem hastalık, insandaki aczini, za’fını ihsas ettirdiğinden o aczin lisanıyla ve za’fın diliyle halen ve kalen insanın hikmet-i hilkatı ve sebeb-i kıymeti olan samimî dua ve niyazı, ettirir.
Onüçüncü Deva: Ecel vakti muayyen olmayıp her vakit ecel gelebilir. Bunun için hastalık, gafleti dağıtıp, âhireti düşündürüp, ölümü tahattur ettirip, her vakit havf u reca ortasında bulundurup öylece hazırlandırdığından ehemmiyetli bir definedir, gayet kıymetdar bir hediye-i İlahiyedir. Bu hastalıktır ki; İlama’lı Sabri Abi ile, İslâmköy’lü Vezirzade Mustafa Abiyi talebeler içinde genç ve kalemsiz oldukları halde, samimiyette ve iman hizmetinde en ileri safa çıkararak en mühim bir takva ve en kıymetdar bir hizmette ve âhirete nâfi’ bir vaziyette bulundurduğundan yirmi senede kazanılamayan bir mertebeyi yirmi günde onlara kazandırıyor.
Ondördüncü Deva: İmanı kuvvetli, salahatı şiddetli bir mü’minin gözüne perde çekilse ve gözü kapalı kabre girse, kabrinde derecesine göre Cennet bağlarını sinema gibi görüp temaşa ederek ehl-i kuburdan çok ziyade o âlem-i nuru temaşa edebilir. An şart ki: Kur’an-ı Hakîm’in reçetelerine uyup şikayet etmeyip her haline şükür ile sabretsin.
Onbeşinci Deva: Hastalığın suretine bakıp şekva etme! Manasına bak şükret. Hastalığın manası şudur ki: eğer hastalık ölümle neticelense, manevî şehid hükmünde şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir. Hem hastalık, dünya aşkını ve alâkasını hafifleştirdiğinden, vefat ile dünyadan, ehl-i dünya için gayet elîm ve acı olan müfarakatı tahfif eder; bazan da sevdirir.
Onaltıncı Deva: Hastalık, insanı vahşete ve merhametsizliğe sevkeden istiğnadan kurtardığından hayat-ı içtimaiye-i insaniyede en mühim ve gayet güzel bir esas olan hürmet ve merhameti telkin eder.
Onyedinci Deva: Hastalık, mütemadiyen hastaya ve Lillah için hastaya bakıcılara sevab kazandırmakla beraber, duanın makbuliyetine en mühim bir vesiledir. Hastaların keyfini sormak fakat hastayı sıkmamak şartıyla ziyaret etmek keffaret-üz zünub olduğu gibi hastaya teselli vermek de mühim bir sadaka hükmüne geçer. Hastaların, hastalık sırrıyla hulusiyet kazanan, hususan za’f u aczden ve tezellül ve ihtiyaçtan gelen duasını alınız, onların duası makbuldür.
Onsekizinci Deva: Hastalıkda ve musibette herkesin hakkı, kendinden hastalık ve musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki şükretsin. Nimette ise hiç kimsenin kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hakkı yoktur. Zira şekva bir haktan gelir. İnsanın ise bir hakkı zayi’ olmamış ki şekva etsin. Sabırsızlık göstermekle rububiyet-i İlahiyeyi tenkid etmek maddî hastalıktan daha musibetli, manevî bir hastalıktır.
Ondokuzuncu Deva: Hastalığın, kıymetdar hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenetdarane müteveccih ettirmek ve Sâni’-i Hakîm’in esma-ül hüsnasının güzel nakışlarını göstermek gibi vazifeleri olduğundan hayatı, yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi ademî haletlerden kurtarır.
Yirminci Deva: Hastalık iki kısımdır. Bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmîdir. Hakikî kısmı ise Şâfî-i Hakîm-i Zülcelal, küre-i arz olan eczahane-i kübrasında, her derde bir derman halketmiştir. Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Amma vehmî hastalık kısmı ise; onun en müessir ilâcı, ehemmiyet vermemektir. Bu vehmî hastalık çok devam etse, hakikata inkılab eder.
Yirmibirinci Deva: Hastalıkda maddî elemin tesirini izale edecek ehemmiyetli beş kısım manevî lezzet vardır. Hastalık, tanıdık tanımadık tüm insanları rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye itibariyle şefkatle, muhabbetdarane, merhametkârane, hastanın etrafına celbetmekle beraber çok meşakkatli hizmetlerden paydos ettirdiğinden hastayı istirahat etttirir.
Yirmiikinci Deva: Nüzul gibi ağır hastalıklar, hastaya yarı vücudunun sıhhatini kaybettirdiğinden dünyanın zevalini ve insanın fâni olduğunu ihtar edip, hayat-ı ebediyesine ciddi çalıştırdığı gibi nefs-i emmarenin hevesat-ı rezilesinden ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtarır. Ehl-i velayet bu neticeye ulaşmak için rabıta-i mevt ve çillelere ihtiyaren girmişler.
Yirmiüçüncü Deva: Hastalık, gurbette, kimsesizlikte kalan hastayı iman ve teslimiyetle Hâlık-ı Rahîm’ine intisab ettirip hastalığın lisan-ı acziyle niyaz ettirdiğinden, Rahman-ur Rahîm’in nazar-ı rahmetini celbeder.
Yirmidördüncü Deva: Masum çocukların hastalıkları, o nazik vücudlara bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbaniye gibi, çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber çocuğa kazandırdığı sevabla da çocuğun hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına veyahud âhirette terakkiyat-ı maneviyesine medar bir şırınga hükmündedir. Bu sevab, çocuğa hizmet eden hasta bakıcıların, peder ve vâlidelerinin sahife-i hasenatına da girer.
Peder ve vâlide ile beraber ehl-i iman ihtiyarlara bakmak ise; azîm sevab almakla beraber, hem bu dünyadaki saadete, hem âhiretin saadetine medardır.
Yirmibeşinci Deva: Gaflet ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua hastalığından kurtulmanın çaresi tövbe ve istiğfar ile ve namaz ve ubudiyetle, o tiryak-ı kudsî olan imanı ve imandan gelen ilâcı istimal etmektir. Ehl-i gafletin zeval ve firak darbeleriyle yaralanan manevî büyük dünyalarının tedavisi ise, kudsî bir tiryak olan imanın şifa vermesiyle olduğunu gayet kat’î bir surette izah ve isbat eder.
TEVAFUKAT-I LATİFE: “Bu kitab her derde dermandır.” Cümlesinin cifir ebced hesabı olan 114 sayısı, hem hastalar risalesinin satır başlarına gelen eliflerin sayısına, hem Lam iki sayılsa bu risalenin müellifinin Said ismine hemde suver-i Kur’aniyenin 114 adedine tevafuk ettiği görülmüştür.
YİRMİBEŞİNCİ LEM’ANIN ZEYLİ Onyedinci Mektub olup, Mektubat Mecmuasına idhal edildiğinden buraya dercedilmedi.
YİRMİALTINCI LEM’A İhtiyarlar Lem’ası (Yirmialtı rica ve ziya-yı teselliyi câmi’dir.)
Birinci Rica: İhtiyarlık zamanında bulduğum ricaların ve o ricalardaki teselli nurunun ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi; imandır. Herşeyden evvel, o kudsî, münezzeh, muallâ nuru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyan eden kıymetli, îcazlı bir ricadır.
İkinci Rica: İhtiyarlığa girdiğim zaman; bir gün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Dört nev’i ihtiyarlık içinde Hâlık-ı Rahîm’imizin nihayetsiz rahmetinin dört delilini gördüm. Anladım ki Hâlık-ı Rahîm‘imizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmete iman ve intisab ve itaatla mazharı olunacağını tebşir eden nur-efşan bir hakikattır.
Üçüncü Rica: Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım; Gördüm ki Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm‘ın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Hem sevkiyat-ı berzahiye ve inkılabat-ı uhreviyede, Sünnet-i Seniyesine ittiba ile selâmet ve necat bulunacağını beyan eder. Bu ricada Rahmet-i İlahiye itibari ile Peygamber Efendimizin beş cihette tarifi yapılmakla beraber şahsiyet-i maneviyesinin büyüklüğünü gösteren dokuz delil gösterilmiştir.
Dördüncü Rica: Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımda gençlik sersemliğiyle zayi’ ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini; bütün günahlar, hatiatlar gördüm. Birden Semavat ve Arz’ın Hâlık-ı Zülcelal’inin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i uluhiyeti cihetinden ve ihata-i rahmeti canibinden gelen kelâmı, fermanı; ve maden-i rahmeti olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan imdada yetişti. Bu ebedî hazine-i rahmetin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır. Bu ricada Kur’anın, bütün kelimat-ı İlahiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu gösteren üç delil gösterilmiştir.
Beşinci Rica: Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbul’un boğaz tarafındaki Yuşa Tepesi’nde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Sevdiklerimden ve alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir manevî teessürat içinde iken birden, âhirete iman nuru imdada yetişti. Bu ricada enbiyanın icma’ ve tevatürü, evliyanın şehadeti, Sâni’-i Hakîm’inin bütün esması, Cenab-ı Hakkın her sene baharda haşre nümune olan icraatlarıyla görülen kudret-i ezeliye ve hikmet-i ebediyenin delaletiyle ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez enva’-ı zînet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daimenin delaletiyle ve insandaki şedid, sarsılmaz, daimî olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, delaletiyle bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet var olduğu isbat edilmiştir.
Altıncı Rica: Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında Çam Dağı’nın tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Vatanımdan garib, sevdiklerimden ayrı olmak ve bütün dünyadan birden müfarakat zamanımın yakınlaşmasından gelen hazîn ve elîm vaziyetten kurtulmak için bir rica, bir nur aradım. Birden iman-ı billah imdada yetişti. Mevcudat adedince vücudunun delillerini ve nimetler adedince Rahmetin delillerini gördüğümüz Rahîm, Kerim, Enîs, Vedud olan Hâlık’ımızın, Sâni’imizin, Hâmi’mizin dergâhında en makbul bir şefaatçı, ihtiyarlık vaktindeki acz ve za’f olduğunu gösterdi.
Yedinci Rica: Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye de altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve me’yusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın semasında parlayan iman nurları imdada yetişti. O iman nuru, geçmiş, gelecek ve hazır zamanı, ömür meyvesini, dünyanın vaziyetini ve kabrin arkasını tenvir edip ışıklandırdığı gibi o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz’-i ihtiyarî yerine, verdiği iman vesikası ile gayr-ı mütenahî bir kudrete istinad ve hadsiz bir rahmete intisab ettirmekle beşyüz sene genişliğinde bir Cennet’i kazandırır. (Bu Yedinci Rica mücahid bir ricadır. Lem’alar 419)
Sekizinci Rica: Gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran beş halet içinde dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede gördüğüm bir zamanda İstanbul’un Bayezid câmi-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte, ihlaslı hâfızları dinlemeye gittim. Cenab-ı Hak, kemal-i keremiyle ve nihayetsiz re’fet ve şefkatıyla ve Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve ihtiyarlığın alemeti olan beyaz kılların ihtarıyla beni nisyan-ı mutlaktan kurtardı. Ve iman dahi gözümü açmasıyla ölümün yüzüne, gençliğime ve dünyaya baktım. İhtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum.
Dokuzuncu Rica: Harb-i Umumî’de esarette, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, Kosturma vilayetinde Volga Nehri’nin kenarında Tatar câmiindeki o uzun karanlıklı gurbet gecesinde, hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir me’yusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi. O halette iken Kur’an-ı Hakîm’den imdad geldi; Kur’an-ı Hakîm’in verdiği ders ile gördüm ki sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, za’f u acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da caridir. İşte madem Rahmet-i İlahiye Kur’an-ı Hakîm de beş surette ihtiyar peder ve vâlideye karşı hürmete ve şefkate evlâdları davet ediyor. Madem İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. Madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor. Elbette biz ihtiyarlar, bu ihtiyarlığımızı, yüz gençliğe değişmemeliyiz.
Onuncu Rica: Eyüb Sultan kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde âfâka ve kabristana baktım. Düşündüm ki: Ben odacıkta, istanbulda ve dünyada üç cihette misafirim; Misafir, yolunu düşünmeli. Ve bu öyle bir yol ki başta sevdiklerim kabristana göçmüşler. Kalan ahbablarda oraya gidecekler. En nihayet bende gideceğim. Ve gidilecek yolun hakikatını Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette isbat etmiştir ki görüyor gibi inanmak gerektir. Çünki bu dünyayı hadsiz enva’-ı lütuf ve ihsanıyla böyle tezyin edip mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz’î şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni’-i Kerim ve Rahîm; bu kadar ehemmiyet verdiği insanı i’dam etmez, ebedi bir âlemi onun için ihzar etmiştir. Madem öyledir; ihtiyarlık da hoştur, hastalık da hoştur, vefat da hoştur. Nâhoş birşey varsa; o da günahtır, sefahettir, bid’atlardır, dalalettir.
Onbirinci Rica: Hayat-ı dünyeviye itibariyle altı cihet de en mes’ud bir vaziyette iken fâni şeylerin fâniliğini ve kendimi de nihayet-i aczde gördüm. Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım.” diyerek taharriye başladım. Tâ Kur’an-ı Hakîm’den gelen ve “Lâ İlahe İlla Hu” cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Bu ricada Tevhidin binler bürhanından birtek bürhanı beyan edilmiştir.
Sual: En cüz’î, en küçük bir şey’i de Allah’tan istemek ve Allah’a yalvarmak ne demektir?
Elcevab: En cüz’î ve en küçük şey; en büyük şey gibi, doğrudan doğruya bütün bu kâinat Hâlık’ının azamet-i kudretinden ve ihata-i ilminden gelir ve hazinesinden çıkar. Buna dair delil, eşyanın icadında görülen hârikulâde sühulet ve kolaylıktır. Zira esbab-ı maddiye zerratı toplayamaz, durduramaz ve çalıştıramaz.. Demek sahib-i hakikîleri başkadır.
Onikinci Rica: Bir zaman Barla nahiyesinde iken; Abdurrahman’ın vefat haberiyle bâki kalan öteki yarı dünyam da vefat etti gördüm. Eğer arasıra Kur’anın nurundan gelen teselli teskin etmeseydi, benim için dayanmak mümkün olamayacaktı.
Birden كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyenin sırrı inkişaf etti. Bana “Ya Bâki Ente-l Bâki! (Mahbubat fânidirler, Sen Bâkisin. Gidenler baki âleme gidiyor.) Ya Bâki Ente-l Bâki!” (Senin Bekanla mevcudat beka bulur. Giden gitsin yerine gelen var.) dedirtti. Gidenler onun bâki mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vaki’ bir hakikatla gösterip, ekseriyetle iftirak ve hasrete mübtela olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülcelal’e çeviren, zulmeti nura tebdil eden, kalblere iman nuru bahşeden elektrik-misal bir ricadır. Bu ricada üç müdhiş dehşetli cenaze başındaki karanlıklı vaziyetlerin Kur’anın âyetlerinden inkişaf eden tevhid nuruyla nasıl aydınlandığı gösterilmiştir. Üç müdhiş dehşetli cenaze cesed-i insani, nev’-i benî-Âdem ve dünya cenazeleridir.
Onüçüncü Rica: Harb-i Umumî’de, Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki üç sene Dâr-ül Hikmet’te hizmet-i diniyede bulunup Dâüssıla” tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi ile Van’a gittim. Herşeyden evvel, Van’da Horhor denilen medresemin ziyaretine gittim. Baktım ki; sair Van haneleri gibi onu da Rus istilâsında Ermeniler yakmışlardı. O hanelerdeki adamların çoğu ile dost ve ahbab idim. Kısm-ı a’zamı Allah rahmet etsin muhaceret ile vefat etmişler, gurbette perişan olmuşlardı. O vaziyet, dünyanın tam fâni olduğunu ve insanlar da içinde misafir bulunduğunu bilbedahe gösterdi. Ruhum, düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan imdada yetişti. Düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı iman-ı billahtan gelen nur, öyle bir nokta-i istinad verdi ki; herşey şu memleketin Mâlik-i Hakikî’sinin emrine müsahhar olduğu gibi herşeyin dizgini onun elinde olduğunu gösterdi. Hem hadsiz arzulara karşı iman-ı bil’âhiretten gelen nur, öyle bir nokta-i istimdad verdi ki; ebed-ül âbâdda, âlem-i bekada, saadet-i ebediyede sekiz daimî Cennet’i hadsiz bir zamanda, hadsiz enva’-ı nimetiyle doldurup ibadına ihzar eden bir Rahmanurrahîm’in rahmetini iman ile müjde verdi. Hem imanın ziyasından gelen nur öyle parlak bir surette tecelli etti ki; o zulümatlı olan cihat-ı sitteyi gündüz gibi aydınlattırdı.
Ondördüncü Rica: Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile teselli için kalbime baktım ve ruhumu aradım. Kalb ve ruhumdaki gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Bendeki bu beka yangınını müdhiş bir fena söndürürken birden “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayeti imdadıma geldi. Pek çok kıymetdar envârından altı mertebe-i nuriye-i hasbiye bana inkişaf etti.
Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Bendeki aşk-ı beka; bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcelal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu. حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzeti ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna, tasdik ve imanımda ve iz’anımda vardır. Bunun edillesi, zevil-ehsası hayrette bırakacak gayet derin ve dakik oniki hemhemler ve şuur-u imanlar ile Risale-i Hasbiye’de beyan edilmiştir.
İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda acizliğime nokta-i istinad elde etmek için “Hasbünallahü ve ni’melvekil” âyetine müracaat ettim. (Bu mertebede insanın aczine binaen kudreti nihayetsiz kemalde olan Kadir-i Mutlak’ın nokta-i istinad olduğunu birincisi cihazların verilmesi ikincisi cihazların tazelenmesi üçüncüsü rızıkların hulasalar şeklinde verilmesi dördüncüsü ise rızıkların tohum ve çekirdekler ile muhafaza edilerek gelecek senelere taşınması ile gösteriliyor.)
Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: İnsan gurbet ve hastalık ve mazlumiyetin tazyikinden ancak bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduğunu bilmek ile kurtulabilir. Bu mertebede insanın ebedi bir saadete namzet olduğuna dair iki nokta yazılmıştır. Birinci nokta da kudretin faaliyeti ikinci noktada zahiren ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti izah edilmiştir.
Birinci Noktanın Delili: Kudretin nihayetsizliğini, bütün hayvanat ve nebatat cemaatinin bütün ferdlerinin şerait-i hayatiyelerinin tekeffül edilmesi, cihazatlarının gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halkedilmesi ve beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları gösteriyor. İşte hayvanat ve nebatat Hasbüna ile böyle bir Kadir-i Mutlaka dayanıyor.
İkinci Noktada İnsana Kıymet ve Ehemmiyet Verildiğinin Delili: Yaratılışında verilen maddi ve manevi cihazlar, duygu ve hasseler ve o cihazların kâinatla münasebettar bir surette olmasıdır.
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Âdemden kurtulup beka vermek makamında Allah bize yeter. Ademi ihtar eden dört şey; ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyettir. Bu makamda insanın hem kendi hemde alakadar olduğu mahlukatın vücudları ademe gitmediğini gösteren dört delil üzerinde durulmuştur.
1. Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi olması cihetiyle Allah bize yeter.
2. Nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile olması cihetiyle Allah bize yeter.
3. Kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve bir vücud-u surîyi kaybedip yüzer vücud-u manevî ve ilmî kazanmamız cihetiyle ikinci derecede devam eden vücudları veren Allah, bize yeter.
4. Mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu bilmemiz cihetiyle Allah bize yeter.
Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ömrün çabuk geçmesi ve kısa olması noktasında Allah bize yettiği gibi ömrün kıymetlenmesi ve binbir esma-i İlahiyye adedince neticedar olması noktasında da Allah bize yeter. Bu mertebede hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri dört mes’ele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek. Birinci Mes’ele: Hayatın mahiyeti ve hakikatı beş vecih ile Hayy-u Kayyum’a bakıyor.
İkinci Mes’ele: Hayatın hakikî hukukuna beş vecih ile bakıyor.
Üçüncü Mes’ele: Hayatım, hayatın Hâlıkına üç vecihle âyinedarlık ediyor:
Birinci Vecih: Zıddiyet itibari ile ayinedar olmaktır. Böylelikle esmanın dereceleri bilinir.
İkinci Vecih: Nümuneler itibari ile ayinedar olmaktır. Böylelikle esmayı tanıyoruz.
Üçüncü Vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır.
Dördüncü Mes’ele: Hayatın hakikî lezzet ve saadetine medar üç hakikat izah edilmiştir.
Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Kâinatın zeval ve fenasına karşı muhabbet hissimi tam tatmin eden cemal ve kemal sahibi olan Allah bize yeter. Bu makamda cemal ve dolaylı olarak da kemalin delilleri üzerine durulacaktır. Şöyle ki; Mevcudatın hiç durmayarak gelip gitmeleri, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsini ve güzellik sahibinin farklı farklı güzellikleri olduğunu ve güzelliğin aynadan olmadığını göstermek içindir. Burada bu hakikatın bürhanlarından üç tanesine kısaca işaret edilecek:
Birinci Bürhan: Eserden Zatın cemaline baktırıyor. Güzellikler Allah’tandır. Bize düşen vazife ise iman şuuru ile güzellik sahibi zâta intisab etmektir.
İkinci Bürhan’ın beş noktası var: Esmanın tecellisi ile eserde görünen güzelliğe baktırıyor.
Birinci Nokta: Bütün ehl-i hakikatın reislerinin hükmünce bütün mevcudattaki hüsn ü cemal, (Esma noktasında) bir Zât-ı Vâcib-ül Vücudu gösteriyor.
İkinci Nokta: Bütün güzel mahlûklar, kafile kafile arkasında durmayarak gitmeleri ile (Esma noktasında) sermedî bir cemali gösteriyor.
Üçüncü Nokta: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler, o güzellikleri veren güzelin (Esma noktasında) cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta: Bütün maddî güzellikler, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Güzelliklerin enva’ını insan ve esma cihetiyle düşünebiliriz. İnsana bakan cihetiyle olsa gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı güzellikler, esmaya bakan cihetiyle olsa adaletin, nezafetin, rahmetin güzelliği ve hakeza. Esmaya bakan cihetiyle güzelliklere yedi misal verilmiştir.
Beşinci Nokta: Onbirinci Sözün bir cihette hülasasıdır. Cenab-ı Hakkın cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iktizasındandır. Zira nihayetsiz derece cemal ve kemal görünmezse nihayetsiz noksanlık olur. Öyle ise herbir cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemalini göstermesi iktiza eder.
Üçüncü Bürhan’ın üç nüktesi var: Eserden Rahmet ve Muhabbet Şuunatının cemaline baktırıyor.
Birinci Nükte: 32. Söz deki kemalat hakikatının cemal noktasında bir hülasasıdır. Niye eşya zinetli ve güzel bir surette yaratılıyor? Sualine dört basamak sonunda cevab olarak Rahmet ve Muhabbet Şuunatının iktizasıdır, diyor.
İkinci Nükte: Nev’-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, (Şuunat noktasında) bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder.
Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Ehl-i akıl ve ehl-i kalbin ittifakıyla Rahmet ve Muhabbet Şuunatının iktizasıyla eşya ademden vücuda çıkartılıyor.
Onbeşinci Rica: Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma bir menzilde âdeta bir haps-i münferid ve bana çok ağır gelen tarassudlar ve tahakkümler ile bana işkence vermelerinden hayattan usanmış vaziyette iken birden inayet-i İlahiyye imdada yetişti. İnsanların ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlahînin hissesini altı farklı hadisede göstermekle teselli ve rica kapısını açmıştır.
Birinci Hadise: Bu rica Denizli hapsinden sonra, (1943 senesinde dokuz ay on gün hapis neticesinde çekilen sıkıntıların içindeki teselliler, nurlar, ricalar şöyledir.) Nurların teksirle basılarak intişarı üzerine, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemeyen gizli düşman münafıklar; türlü desise ve iftiralarla, hükûmeti aleyhe çevirerek, Nur Risalelerini müsadere ettirip, tedkik edilmesi neticesinde;
Birinci Teselli: Değil tenkid edip düşmanlık göstermek, belki tedkik eden memurların kalblerini de fethederek, tenkid yerine takdir ettirdiğini..
İkinci Teselli: Ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebeb olduğunu..
İkinci Hadise: Ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli günlerinde Üstadımızı tevkif ettirerek; büyük, gayet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini (Afyon Hapsinde altmış kişilik koğuşta merdum girizlik hastalığı ile beraber camların buz tuttuğu bir soğukta çektiği sıkıntılar içinde bulduğu teselliler)
Birinci Teselli: Ve bu hapiste inayet-i İlahiye ile bir hakikat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve haricinde intişar ve fütuhatından dolayı binlerce şükrettiğini
İkinci Teselli: Ve ruhuna “Sen onların zulmü yüzünden hem sevab,
Üçüncü Teselli: Hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi,
Dördüncü Teselli: Hem manevî lezzetleri,
Beşinci Teselli: Hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun.” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “Elhamdülillah” diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir.
Bu ricanın sonunda, Risale-i Nur talebeleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle, (İman-ı tahkikinin neticesi uhreviyedir. Fakat burada dünyevi neticeleri anlatılarak çekilen zorluklara karşı birer teselli veriyor.)
Birinci Teselli: Bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu,
İkinci Teselli: Umumî emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini..
Üçüncü Teselli: Ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiç birisinin emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarının bulunmadığını..
Dördüncü Teselli: Ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkikî ile nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.” diye olan itiraflarını.. (Tarihçe-i Hayat sayfa 658’de buna misal olarak şöyle denilmiştir. Kanun, zabıta ve savcı, suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten sonra, namus pâyimal olup adam öldükten sonra. Daha evvel tedbir almağa kanunen imkân yok; fakat dinen buna imkân var: Allah korkusu ve din. Bu korku sayesinde her türlü rezaletin önü alınabileceğini bildiriyor.)
Beşinci Teselli: Ve türlü isnad ve iftiralarla, Kur’an ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın “Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vaz geçmeyecekler inşâallah!” dediğini beyan etmektedir. (Kur’an ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, hakikat-ı Kur’aniyeden ve vazife-i kudsiyeden vaz geçmeyerek muhafaza etmekten gelen lezzet ve izzetten dolayı gelen teselidir.)
Onaltıncı Rica: Kastamonu vilayetinde, Denizli ve Afyon hapishanesinde çekilen sıkıntı ve zahmetlerle me’yusiyette iken, altı farklı hadisede inayet-i İlahiye imdadıma yetişti. Hem Nur talebelerinin bu üç Medrese-i Yusufiyeye girmelerindeki üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faide gösterildi. Hem bu çilehanelerin Üstadımıza mahsus bir letafeti ve hazîn fakat tatlı bir vaziyeti ise gençlik zamanında memleketinde gördüğü eski medresesinin aynı vaziyetini hatırlatmasına dair gayet güzel bir ricadır.
Birinci Hadise: Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyan’a ve Nur’un kerametlerine dair olan risaleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde.. bir aramada, o risaleler bulunduğu yerden çıkarılmış ve Üstadımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü.. Ve Üstadımız müteellim ve Nur’lara gelen zarardan müteessir iken, birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek,
Birinci Teselli: Mahrem risaleleri okuyan resmî dairelerin, bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip risaleleri takdirle karşıladıklarını
İkinci Hadise: Ve yine Denizli hapsinde ihtiyarlık, hastalık ve masum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inayet-i Rabbaniye yetişerek,
İkinci Teselli: Hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip, bir Medrese-i Yusufiye (A.S.) olduğunu isbat ederek Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişara başlamasını..
Üçüncü Hadise: Ve gizli düşmanların Üstadımızı nasıl zehirlediklerini.. ve onun yerine merhum Hâfız Ali’nin şehid olarak Berzah âlemine seyahat eylemesi üzerine; hepsi müteellim ve müteessir bir halde iken, yine birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek,
Birinci Teselli: Üstadımızdan zehir tehlikesinin geçmesi (dualarla zehrin şiddetinin geçmesinden gelen bir tesellidir.)
İkinci Teselli: Ve merhum şehidin kabirde Nurlarla meşgul olarak, sual meleklerine Nurlarla cevab vermesi..
Üçüncü Teselli: Ve onun bedeline Denizli Kahramanı Hasan Feyzi Rahmetullahi Aleyh ve arkadaşlarının hizmete girmesi.. (Hafız Ali Abinin hatıralarında geçiyor. Kendisinin Üstad yerine şehit olması için dua edip diğer abilere amin dedirtiyor.
Emirdağ Lahikası 1 sayfa 187’de şöyle geçiyor: İşte bu hal işaret eder ki: Nasıl Hâfız Ali gitti, Denizli onun yerine geldi, acısını unutturdu; öyle de bir Hasan Feyzi gitti, yerine bir dâr-ül fünun gelecek, inşâallah acısını unutturacak.)
Dördüncü Teselli: Ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emarelerle, inayet-i Rabbaniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra,
Dördüncü Hadise: Gençliğinde âhir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukabil;
Birinci Teselli: Bu mağaraların hapishanelere, inzivalara, çilehanelere, mutlak tecrid hücrelerine çevrilip, Yusufiye medreseleri olarak Kur’an ve imanın hakikatlarına mücahidane bir surette hizmet ettirdiğini..
İkinci Teselli: Ve o çileli hapislerde, üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyan eden ehemmiyetli bir ricadır.
Eskişehir hapishanesinde onbir ay içinde 27. 28. 29. 30. Lem’alar 1. ve 2. Şualar yazdırılmıştır. Hatta 2. Şua abilerin tahliyesinden sonra Üstadın kendi hattı ile yazdırılmıştır. Üstadın kendi hattı ile yazılan bir diğer risalede Küçük Sözler ve El hüccet-üz Zehradır. Üstad ilk Barlaya geldiğinde insanların ondan çekinmeleri neticesinde yazacak kimseyi bulamamış kendisi yazmıştır.)
YİRMİALTINCI LEM’ANIN ZEYLİ Yirmibirinci Mektub olup, Mektubat Mecmuasına idhal edildiğinden buraya dercedilmedi.
YİRMİYEDİNCİ LEM’A Eskişehir Mahkeme Müdafaası olup, teksir Lem’alar mecmuasında ve kısmen de Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiştir.
YİRMİSEKİZİNCİ LEM’A [Bazı kısımları buraya dercedilen bu risalenin tamamı, teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir. Bu Yirmisekizinci Lem’a Yirmisekiz Nükte’dir.]
İkinci Nükte “Ben sizi ibadet için halketmişim; bana rızk vermek ve it’am etmek için değil.” âyetinin feyzinden gelen gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan edeceğiz.
Birincisi: Cenab-ı Hak, Resulüne ait olabilecek bazı halleri, Resulünü tekrim ve teşrif noktasında bazan kendine isnad eder. Resule isnad edilen mana “Resulüm size vazife-i risalet ve tebliğ-i ubudiyet hizmetine mukabil sizden bir ecr ve ücret ve mükâfat, bir it’am istemez.”
İkinci Vecih: İlm-i Belâgat’ta bir kaide-i mukarreredir ki: Bir kelâmın manası malûm ve bedihî ise, o mana murad değil, onun bir lâzımı, bir tâbii muraddır. Âyetten murad mana “Rezzak benim. Sizin müteallikatınız olan ibadımın rızkını ben veriyorum. Siz bunu bahane edip ubudiyeti terketmeyiniz.”
Üçüncü Vecih: Âyetin zahir manası malûm ve bedihî olduğundan, o mananın bir lâzımı muraddır. Yani: “rızk ve it’am kabiliyeti olan eşya, ilah ve mabud olamazlar” manasındadır.
قَائِلُونَ âyet-i celilesindeki قَائِلُونَ kelimesine dair bir nüktedir. Uyku üç nevidir:
Birincisi: Gayluledir ki, fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. Bu uyku, rızkın noksaniyetine ve bereketsizliğine hadîsçe sebebiyet verdiği için, hilaf-ı sünnettir.
İkincisi: Feyluledir ki, ikindi namazından sonra mağribe kadardır. Bu uyku maddeten ve manen ömrün noksaniyetine sebebdir.
Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır. Yarım saat kaylule, iki saat gece uykusuna muadil geldiğinden gece kıyamına sebebiyet verir.
“Bu da güzeldir” Namaz tesbihatında okunan salavattan inkişaf eden latif bir nüktedir. O Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) ubudiyeti cihetiyle -halktan Hakk’a teveccühü hasebiyle- rahmet manasındaki salâtı ister. Risaleti cihetiyle -Hak’tan halka elçiliği haysiyetiyle- selâm ister. Nasılki cinn ve ins adedince selâma lâyık ve cinn ve ins adedince umumî tecdid-i biatı takdim ediyoruz. Öyle de, semavat ehli adedince, hazine-i rahmetten herbirinin namına bir salâta lâyıktır.
Vahdet-ül vücuda dair bir nüktedir. Vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:
Birincisi: Kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.
İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebinin esası, masiva-yı İlahînin rububiyetini reddetmek hatta masivayı da inkâr etmek iken âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare kendini küçük birer firavun görür, âdeta nefsini mabud ittihaz eder.
Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Şöyle ki; kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören insan kâinatı o kadar âlî görür ki, onun sâni’i onun içindedir veya o o olmuş der.
Bir Suale Cevab olarak izah edilen Vahdet-ül vücud mes’elesine dair dördüncü bir zarardır. Vahdet-ül vücud mes’elesi gibi Muhyiddin’in Ehl-i Sünnete muhalefet eden mes’eleleri, dinde teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr fikir sahiblerinin eline geçse bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif edebilir.
Yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesine dair bir nüktedir. 1935 yılında gayet şaşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden nev’-i beşerin ağlanacak gülmelerine bakarken, birden elli sene sonraki vaziyetleri nazar-ı hayalime göründü. Gördüm ki; bu kemal-i neş’e ile gülen ve eğlenen zavallılardan, elliden beşi, beli bükülmüş yetmiş yaşlı ihtiyarlar oldukları gibi; kırkbeşi de, mezaristanda çürümüş bulunacaklar.
“Senin en zararlı düşmanın nefsindir.” hadîsinin bir nüktesidir. Nefs-i emmare sahibi insan kendini beğenir ve kusursuz görür. Nefsini medh ü sena ederek âdeta tenzih ve takdis eder. Amel-i uhrevîde ihlası kaybeder, riyayı karıştırır. Lezzet-i hazıraya mübtela olan hisse ve heva-yı nefse mağlub olup; Kur’andan aldığı hakikat dersine muhalif hareket eder.
Nefsi emmareye uymanın zaraları
Nefsini beğenen başkasını sevemez.
Kendini başkalarına beğendirmek ister.
Kendisini kusursuz göstermek ister.
İnsanlar içinde aksülamelle muamele görür.
Riyakarlık neticesinde amelleri ibtal olur.
خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا Âyetinin bir nüktesidir. Bir dakika küfür, binbir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar.
163. Madde ve Risale-i Nur’un 115 parça kitabına dair manidar bir tevafuk-u latifedir.
163 mebusun dini eğitime tarafdar olmasına karşılık 163. madde ile dine hizmet eden Nur Talebelerinin suçlu sayılması
Risale-i Nur’un 128 parçası, 115 parça kitab ediyor. 115 gün mahpus kalan 115 suçlu gösterilen eşhasın adedine tam tamına tevafuk ediyor.
Şefik Abinin Risale-i Nur’un iki kerametine dair bir nüktesidir. Hem Risale-i Nur’a, Elmas Cevher Nur ismini takmasına dair bir parçadır. Nur, Risale-i Nur’u okumaktır. Elmas Risale-i Nur’u yazmaktır. Cevher ise Risale-i Nur’dan alınan imandır.”
Zekâi’nin Rü’yasıdır.
Tarafgirane ve Risale-i Nur’a rakibane söylenen sözlere mukabil Halil İbrahim’in manzumesidir. Risale-i Nur’un yüksekliğini ve makbuliyetini ifade eden manzum bir kasidedir.
Yirmisekizinci Lem’anın Yirmisekizinci Nüktesi Cinn ve şeytanın şahablarla recm ve men’edildiğine dair âyetler münasebetiyle gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevabdır.
1. Sual: Cüz’î ve bazan şahsî bir hâdise-i gaybiyeyi de haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi; hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitecek, getirecek diye bir manayı akıl ve hikmet kabul etmiyor.
Elcevab: Kâinat, mütedâhil ve birbiri içinde bulunan daireler gibi, binler âlemleri ihtiva ediyor. Onlarda cereyan eden ahvalin ve hâdiselerin küllî ve cüz’iyeti ve hususiyeti ve azameti cihetiyle medar-ı nazar olur, yani o cüz’ler, cüz’î ve yakın yerlerde ve küllî ve azametliler küllî ve büyük makamlarda görülür. Fakat bazan cüz’î ve hususî bir hâdise, büyük bir âlemi istila eder. Hangi köşede dinlenilse, o hâdise işitilir. Ve bazan da büyük tahşidat, düşmanın kuvvetine karşı değil, belki izhar-ı haşmet için yapılır.
2. Sual: Hem nass-ı âyetle, semavatın üstünde bulunan Cennet’in meyvelerini bazı ehl-i risalet ve ehl-i keramet, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Bazan yakından Cennet’i temaşa ediyormuş diye nihayet uzaklık nihayet yakınlık içinde bir mes’eledir ki, bu asrın aklına sığmaz?
Elcevab: Bu âlem-i fâni ve âlem-i şehadet ise âlem-i gayba ve dâr-ı bekaya bir perdedir. Cennet’in merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, Cennet’in bu âlem-i fânide bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir.
3. Sual: Hem cüz’î bir şahsın cüz’î bir ahvali; küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lâ’nın medar-ı bahsi olması, gayet hakîmane olan tedvir-i kâinatın hikmetine muvafık gelmiyor? Halbuki bu üç mes’ele de hakaik-i İslâmiyeden sayılıyor?
Elcevab: Semavat memleketinin payitahtı olan Arş’a gidip o cüz’î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümulü bulunan semavat memleketinin karakol haneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde Arz memleketi ile münasebetdarlık oluyor; cüz’î hâdiseler için, o cüz’î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar.
Hem kalb-i Muhammedî’den (A.S.M.) tâ daire-i Arş’a varıncaya kadar hiçbir cihetle müdahale imkânı olmadığını mu’cizane ilân eder ve gösterir.
YİRMİDOKUZUNCU LEM’A Yirmi sene evvel Eskişehir Hapsi’nde tecrid-i mutlakta iken yazılan bir lem’adır.
İfade-i Meram Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan âyetleriyle tefekkür mesleğine teşvik ettiği gibi hadîs-i şerifde bazan bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip, tefekküre azîm teşvikat yaptığından Üstadımız aklına ve kalbine tezahür eden büyük nurlara ve uzun hakikatlara işaret eden bu arabi risaleyi silsile-i tefekkürat nev’inden “yedi bab” üstünde yazdı. Bu Lem’anın diğer altı babı, teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir. Otuzüç mertebesinden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı, Yirminci Mektub’un İkinci Makamında ve Otuzikinci Söz’ün İkinci Mevkıfının âhirinde ve Üçüncü Mevkıfının evvelinde izah edilmiştir. Şu mertebelerin hakikatını anlamak isteyenler, o iki Söze müracaat etsinler. Bu tefekkürname çok ehemmiyetlidir. İmam-ı Ali’nin (R.A.) ona bir vecihte Âyet-ül Kübra namını vermesi, tam kıymetini gösteriyor. Namaz tesbihatında aynelyakîn derecesinde kalbe gelmiş, çok risaleleri netice vermiş, otuz sene akıl ve fikrin gıda ve ilâcı olmuş bir marifetnamedir.
OTUZUNCU LEM’A Otuzbirinci Mektub’un Otuzuncu Lem’ası ve Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i a’zamı ve ism-i a’zamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden “Altı Nükte”dir. Bu risalede bahs-i geçen herbir esmanın bizden istediği bir vazifede vardır.
Birinci Nükte Şaban-ı Şerif’in âhirinde yazılan İsm-i Kuddüs’ün bir nüktesine dairdir. Bu Kuddüs Nüktesi, Otuzuncu Söz’ün Zeylinin Zeyli olması münasibdir. Kâinatta cereyan eden evamir-i tanzifiyeyi yıldızlar, zerreler, berrler, bahrlar, unsurlar, madenler, nebatlar, hayvanlar ve beden-i insani dinleyerek “Kuddüs” isminin bir cilvesini kâinatın daire-i a’zamında gösteriyorlar. İsm-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i nev’iyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi; esma-i hüsnanın ekserisinin, belki binbir esmanın herbirinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir.
Eğer tanzif fiili kâinat Hâlık’ına verilmezse, o vakit ehl-i dalaletin o meslek-i küfrîsinde lâzım gelir ki: Ya tanzif ile alâkadar zerreden, sinekten tut tâ unsurlara, yıldızlara kadar bütün mahlukatın her biri koca kâinatın tezyinini ve tevzinini ve tanzimini ve tanzifini bilecek, düşünecek ve ona göre davranacak bir kabiliyette olacak.. veyahud Hâlık-ı Âlem’in sıfât-ı kudsiyesi kendisinde bulunacak.. veyahud bu kâinatın tezyinat ve tanzifatı ve vâridat ve masarıfının müvazenelerini tanzim etmek için, kâinat büyüklüğünde bir meclis-i meşveret bulundurulacak ve hadsiz zerreler, sinekler, yıldızlar o meclisin âzaları olacak ve hâkeza.. bunlar gibi hurafeli, safsatalı yüzer muhaller bulunacak. Tâ ki, her tarafta görünen ve müşahede olunan umumî ve ihatalı ulvî tezyin ve tathir ve tanzif vücud bulabilsin. Bu ise bir muhal değil, belki yüzbin muhal ortaya girer.
Kuddüs ismi bizden maddi manevi temizliğe riayet etmemizi iktiza ediyor, istiyor.
İkinci Nükte Eskişehir Hapishanesinde yazılan İsm-i Adl’in bir nüktesine dairdir. “Adl” isminin cilvesi kâinatta, oniki seyyarede, küre-i arzda, zeminin yüzünde, hadsiz milletlerde ve her ferd-i hayvanîde devamlı bir surette cereyan ettiğine delil; Kâinatta görünen tahrib ve tamir, harb ve hicret, mevt ve hayat, tevellüdat ve vefiyat, vâridat ve sarfiyat ve tahavvülâtın o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilmesidir. O derece ince ve hassas ve hârika müvazeneler, bilbedahe isbat eder ki: Herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mani olmuyor.. umum eşyayı bir tek şey gibi kolayca idare eden bir tek Hâlık-ı Adl ü Hakîm’in mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. Haşrin mahkeme-i kübrasında mizan-ı azîm-i adaletinde cinn ve insin müvazene-i a’mallerini istib’ad edip inanmayan, bu dünyada gözüyle gördüğü bu müvazene-i ekbere dikkat etse, elbette istib’adı kalmaz.
Kâinatta ve umum mevcudatta hükümferma olan rahmet, inayet, adalet, hikmet, iktisad ve nezafet gibi pek kuvvetli ihatalı hakikatlar; haşrin ademiyle ve âhiretin gelmemesiyle merhametsizliğe, zulme, hikmetsizliğe, israfa, nezafetsizliğe, abesiyete inkılab etsinler? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ!
Adl ismi bizden Hukukullah ve Hukuk-u ibadullaha riayet etmemizi iktiza ediyor, istiyor.
Üçüncü Nükte Ramazan-ı Şerif’de yazılan Hâkim ve Hakîm isimlerini tazammun eden İsm-i Hakem’e dair beş noktadır.
Birinci Nokta: Senin Rabbinin yoluna, kâinat kitabını okutturarak hikmetle çağır.
İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab-ı kebir hükmüne getirmiştir ki; o kitab-ı kebirin zemin yüzü, bir sahifesi; ve her müzeyyen bahçe, bir satırı; ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi suretinde halketmiştir. Öyle bir kitab-ı kebir ki kendi vücudundan yüz derece daha ziyade kâtibinin vücudunu ve vahdetini isbat eder. Evet bu Kur’an-ı Azîm-i Kâinat’ın herbir âyet-i tekviniyesi, o âyetin noktaları ve hurufu adedince mu’cizeler gösterdiklerinden; elbette serseri tesadüf, kör kuvvet, gayesiz, mizansız, şuursuz tabiat hiçbir cihetle o hakîmane, basîrane olan has mizana ve gayet ince intizama karışamazlar. Eğer karışsaydılar, elbette karışık eseri görünecekti. Halbuki hiçbir cihette intizamsızlık müşahede olunmuyor.
İkinci Noktası: “İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, elbette kendini görmek ve göstermek, teşhir etmek istemesi sırrınca; Zât-ı Hâkim-i Hakem-i Hakîm-i Zülcelali Velcemal, kendini tanıttırmak ve kemalâtını bildirmek ve cemalini göstermek ve kendisini sevdirmek hikmetiyle kâinatı kitab hükmünde yaratmıştır. Bu kudsi hikmete karşı iman ile Onu tanımakla ve ubudiyetle kendini Ona sevdirmekle mukabele etmemiz gerekir.
İkinci Mes’ele: Bu kâinatın Sâni’-i Kadîr ve Hakîm’inin mülkünde iştirak yeri yoktur. Çünki herşeyde nihayet derecede intizam bulunduğundan, şirki kabul edemez. Zira Cenab-ı Hakkın kudsi maksatlarındaki takip ettiği hikmet, kâinattaki intizam-ı mükemmeli netice vermiştir. Kâinattaki intizam-ı mükemmelin devam ediyor olması devamlı surette ihtiyar ve iradesini o noktada kullanan bir zatın var olduğunu ve O zatın İhtiyar ve iradesini reddeden bir şirke izin vermediğini gösterir. Kâinatta görünen intizamın mükemmeliyeti nispetinde hikmet ve kudretini gösteren bir zata şirk ve küfür ile acz isnad etmek kâinat büyüklüğünde bir hatadır. Demek intizam, vahdeti ve hâkimiyet, infiradı iktiza eder. Eğer zerre kadar müdahale olsaydı, intizam bozulacaktı. Halbuki bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki; en küçük şeyi yaratmak için en büyük şeyi yaratabilecek bir kudret lazımdır. Çünkü her şey birbiriyle alakadardır. Bu notada kâinatta görünen intizam ve hikmete tevhid ile iman etmek, ne kadar doğru hak ve hakikatlı bir mukabele olduğunu bildiriyor.
Üçüncü Nokta: Kâinatta takip edilen hikmetlerin ucu insana takıldığına delil yüzer fenlerdir. Sâni’-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîm’iyle en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı, rızıkta zevk vasıtasıyla arayışa sevk edip Hakem isminin tecellilerini kâinatta gören insana yüzer fenni keşfettirmiştir. Tıb, Kimya, Makine, Ziraat, Ticaret, İaşe, Rızık, Askeriye ve Elektrik gibi keşf olunan yüzer fennin herbirisinin kat’î şehadetiyle, noksansız bir intizam-ı ekmel içinde hadsiz hikmetler, maslahatlarla bu kâinat tezyin edilmiştir. Ve malûm ve bedihîdir ki; intizam ile gayeleri ve hikmetleri ve faideleri takib etmek; ihtiyar ile, irade ile, kasd ile, meşiet ile olabilir; başka olamaz. İhtiyarsız, iradesiz, kasıdsız, şuursuz esbab ve tabiatın işi olmadığı gibi, müdahaleleri dahi olamaz.
Dördüncü Nokta: Hakem nüktesi ile Haşrin münasebeti kuruluyor. Haşrin en kuvvetli delili kainatta görünen hikmettir. Dördüncü noktada iki şey üzerinde duruluyor.
Cenab-ı Hak hakîm-i mutlaktır. Saray temsili ile haşir damının da yapılacağını yani bütün takip ettiği hikmetleri beyhude harab etmeyeceğini izah ediyor.
Bir zat yaptığı icraatında çok gayeler takip edipte mesela bir çekirdeğe bir dağ kadar hikmetler takıpta bir ağaca bir çekirdek kadar netice takmaz.
Bir şeydeki intizamın varlığı intizamı koyan zatı gösterdiği gibi bir şeydeki intizamın kuvveti de o intizamla takip edilen gayenin büyüklüğünü gösterir.
Kâinat sarayının herbir mevcudatına yüzer hikmet takan ve yüzer vazife ile teçhiz eden, hattâ herbir ağaca meyveleri adedince hikmetler ve çiçekleri adedince vazifeler veren bir Sâni’-i Hakîm, kıyameti getirmemekle ve haşri yapmamakla, bütün hadd ü hesaba gelmeyen hikmetleri ve nihayetsiz vazifeleri manasız, abes, boş, faidesiz zayi’ etmez. Eğer etse, kâinatta herkese görünen hikmet, rahmet, adaleti inkâr etmek gerektir. Bu ise, en acib bir muhaldir ki; hadsiz bâtıl şeyler, içinde bulunur.
Beşinci Nokta: “İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Sâni’-i Zülcelal, İsm-i Hakîm’in muktezasıyla, herşeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takib ettiği gösteriyor ki; israf, abesiyet, faidesizlik, fıtratta yoktur. İsraf ise, İsm-i Hakîm’in zıddı olduğu gibi; iktisad, onun lâzımıdır ve düstur-u esasıdır.
İkinci Mes’ele: İsm-i Hakem ve Hakîm, bedahet derecesinde Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ettiği gibi esma-i hüsnadan Allah, Rahman, Rahîm, Vedud, Mün’im, Kerim, Cemil, Rab gibi çok isimlerin herbiri, kâinatta görünen bir cilve-i a’zamla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ederler.
Hakem ismi bizden kâinatın yaratılışındaki kudsi hikmetleri anlamamızı ve o hikmetlere muvafık mukabeleyi yapmamızı iktiza ediyor, istiyor.
Dördüncü Nükte Şevval-i Şerif’te yazılan Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden “Ferd” ism-i a’zamının tecelli-i a’zamına dair tevhid-i hakikîyi gösteren “Yedi İşaret”tir. Ferd ismi herşeyi bir şey etrafında topluyor.
Birinci İşaret: İsm-i Ferd’in kâinat heyet-i mecmuasında koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeye işaret eder.
Birinci Sikke: Ferd ismi herşeyi birinin imdadına göndermekle tecelliyatını gösteriyor.
Kâinatın mevcudatında ve enva’larında görünen ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan “teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk” sikkesi içinde binbir ismin tasarrufatı ve tecelliyatı vardır. Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaması Ferd isminin kâinattaki sikkesidir.
İkinci Sikke: Zeminin yüzünde her bahar mevsiminde müşahede edilen, dört yüz bin nebatî ve hayvanî enva’ın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i vahdaniyettir. Küre-i Arz’ın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zât, icad cihetinde hiçbir şeye karışmaması Ferd isminin zemin yüzündeki sikkesidir.
Üçüncü Sikke: Hazret-i Âdem’den tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların sîmalarındaki aza-yı esasîde birlik ile herbirine karşı o tek yüzde birer alâmet-i farika koyması Ferd isminin beşeriyet âlemindeki sikkesidir. Bu sikke gösteriyor ki; bütün efrad-ı insaniye, insanın yüzüne o sikkeyi koyan zâtın nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ve o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini gösterir.
İkinci İşaret: İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, bütün kâinattaki âlemleri, enva’ları ve unsurları birbiri içine girift olarak bir vahdet içine almış ki; kâinatın heyet-i mecmuasında aynı maksada ve gayeye hizmet etmekteki vazifede birlik görülüyor.
Üçüncü İşaret: İsm-i Ferd tecelli-i a’zamıyla kâinatı birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirmiştir. Herbir şey, umum eşyayı bir tek Hâlık’a isnad edip, a’zamî bir tevhide işaret etmesinde İsm-i Ferd’in tecelliyatını gösteriyor. Mesala mümaselet sikkesi ile dokunan sarı çiçekler ferd olarak birbirinin emsali olduğu gibi müşabehet sikkesi ile de dokunan çiçekler birbirinden nev’ olarak farklı da olsa aynı fabrikada dokunuyor olması İsm-i Ferd’in cilvesini gösteriyor.
Dördüncü İşaret: Ferd isminin zıttı olan şirkin mümkün olmadığı gösterilmiştir. İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı vücub derecesinde bir makuliyet ve hadsiz bir kolaylıkla kabul edilebilirken o cilvenin muhalifi ve zıddı olan şirk, nihayet derecede müşkil ve akıldan gayet derecede uzak, belki muhal ve mümteni derecesinde olduğunu isbat eden “Üç Nokta”dır. Ferd ismi olmaksızın kâinatın olamayacağı isbat edilecek.
Birinci Nokta: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şey’in icadı, en küçük birşey gibi kolay olduğunu ordunun teçhizatını tek bir kumandana ve tek bir merkeze verilmesindeki kolaylık temsiliyle izah ediyor. Zira kâinatta en küçük şeyin icadı için gerekli olan kudret ne ise en büyük şeyin icadı içinde gerekli olan kudretin aynı olmasında ferd isminin tecelliyatı görülüyor. Evet kainattaki bütün suhulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet Vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.
Hem herşeyin o Zât-ı Vâhid’e intisabıyla ve istinad etmesiyle binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebildiğini bir neferin bir şahı esir etmesi, bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı o intisab kuvvetiyle mağlub etmesi; nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdeğin dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıması temsiliyle izah ediyor. Bu temsilin hakikatı ise ağacın icadı için gerekli ilim, irade ve kudretin çekirdekte bulunduğunu farzetmekle olur. Çekirdeğin kendi gücünün üstünde bir kuvvetle işler görmesinden kendi namıyla hareket etmediğini ve arkasında büyük bir Zatın ilim, irade ve kudreti olduğunu gösteriyor. Eğer Ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.
İkinci Nokta: Kâinattaki mevcudat, bir kibrit çakar gibi, nihayet derecede külfetsiz olarak ve sühuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i Ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelal’in san’atı olduğunu isbat ediyor. Mevcudat iki vecihle icad ediliyor. Biri; “ibda’ ve ihtira'” tabir edilen hiçten icaddır. Diğeri; “inşa ve terkib” tabir edilen mevcud olan anasır ve eşyadan toplamak suretiyle ona vücud vermektir. Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi gayet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir. Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse, bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anasırından gayet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san’atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıb, belki âzaları adedince kalıblar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir.
Üçüncü Nokta: Eğer bütün eşyanın icadı bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, bir tek şey gibi kolay olduğunu; ve eğer esbaba ve tabiata havale edilse, bir tek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkilâtlı olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder.
Birinci Temsil:
Bin nefere ait bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zabite havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğu gibi bir neferin idaresinin ne kadar müşkilâtlı olduğunu anlarsın. Çünkü bir işe çok el karışsa karıştıracak. Hem idare eden Zât, idare edilenle aynı mertebede olamaz.
İkinci Temsil: Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğu gibi bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu anlarsın. Çünkü bir san’atı yapan Sâni’ san’atla aynı mahiyette olmaz.
Üçüncü Temsil: Küre-i Arz, Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hasıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gayet sühuletle husulü- vahdetteki kolaylığı gösterdiği gibi; şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsal etmek için, Küre-i Arz’dan milyonlar defa büyük, hadsiz hesabsız cirmleri hududsuz bir mesafede Küre-i Arz’ın etrafında, hem Küre-i Arz’ın mihver-i yevmîsi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir defa; hem mihver-i senevîsi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi suubet ve müşkilâtın en dehşetlisi olan bir vaziyetini kabul etmek lâzım geldiğini anlarsın. Bir şeyde çok hikmetler takib edilmesini bir tek ele vermek çok kolay iken bir çok ele vermekte hadsiz zorluk vardır.
Ve esbab ve tabiata icad verenler “kitab, saat, fabrika ve saray misalleriyle” echeliyetlerin en antikasını irtikâb ettiklerini izah eder. Zira eşyanın icad edildikten sonra idaresini bir tek ele vermek çok kolay iken idareyi bir çok ele vermekte hadsiz zorluk vardır. Bu dört temsil, Sâni’-i kâinatın kâinatta tasarrufunun her an devam etmesindeki sühuleti ve hikmeti isbat ediyor.
Beşinci İşaret: Müdahale-i gayrı şiddetle reddeden; hâkimiyet-i İlahiyedir. Zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu müvazene-i mevcudat, İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder.
Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahlûk, kâinatın bir misal-i musaggarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahib çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zât olabilir.
Hem ism-i Ferd’in tecellisiyle kâinatın enva’ları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma bakması ve kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir. Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz’e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz’, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.
Altıncı İşaret: İkinci şuaın özetidir. Tevhid hakikatının kıymetini gösteren üç meyvedir.
1. Bütün kemalâtın medarı ve esası; ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i ilahiye iledir. (Bütün kemalatın medarı ve esası esma-i ilahiyeye dayandığından eğer bütün kâinattaki kemalât ve cemalin sahibi olan sâni’i Vâhid-i Ehad bilinmezse, esbaba tesir verilirse o Sâni’-i Vâhid’de bulunan kudsî kemalât ve cemaller gizlenir.)
2. Ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksadların menşei ve madeni; ferdiyet-i İlahiye ve vahdet-i Rabbaniye iledir. (Kâinatın hilkati ferdiyet-i İlahiyeye ve vahdet-i Rabbaniye verilmeyip eşya adedince ilahlara verilse eşya adedince kâinatın hilkatinde hikmetler ve maksadlar ortaya çıkacağından kâinatın hilkatinde hikmetler ve maksadlar gizlenir.)
3. Ve zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metalib ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesi, Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye olmasıdır. (Bütün zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metalib ve arzularının menbaında beka hissi vardır. Eğer bu metalib ve arzuların temin edilmesi ferdiyet-i İlahiyeye ve vahdet-i Rabbaniye verilmezse bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zât insanın bütün makasıd ve arzularının esası olan bekayı getiremez.)
Yedinci İşaret: Kâinat ağacının her dalında yaprağında meyvesinde Cenab-ı Hakkın birlik delillerini görüp göstererek tevhid-i hakikiyi ders veren Risalet-i Ahmediye bütün delilleri de içine alıyor olması Ferd isminin birlik mührü görülüyor. Çünkü tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder denilebilir.
Tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en ekmel bir surette ders verip isbat eden ve ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti, o tevhidin kat’iyyeti derecesinde sabit olduğunu izahla beraber; Şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i ehemmiyet ve ulviyetine şehadet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder.
Birincisi: اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir misli defter-i hasenatına geçmekle ve hususan her günde umum ümmetin ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle; o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyenin (A.S.M.) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşılır. (Bütün ümmetinin hasenatını bir tek yerde toplayarak şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyenin (A.S.M.) defter-i hasenatına yazılmasında Ferd isminin birlik mührü görüldüğü gibi umum ümmetin ettikleri salâvat dualarının bir zatta toplanmasıyla da ferd isminin birlik mührü görülüyor.)
İkincisi: Ferd isminin tecelliyatıyla Mahiyet-i Muhammediye (A.S.M.) âlem-i İslâmiyetin şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olduğundan, fevkalhad istidad ve cihazatıyla âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşündürüp, habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O Zâtın (A.S.M.) hadd ü nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini bildirir. (Bütün âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı bir tek yerde toplamakla habibiyet derecesine çıkardığı ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayetinde Ferd isminin birlik mührü görülür.)
Üçüncüsü: Zât-ı Ferd-i Zülcemal bütün nev’-i beşer namına, belki umum kâinat hesabına Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı kendine muhatab ittihaz etmekle; elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar ettiğini ve şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, kâinatın manevî bir güneşi ve bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası ve o Furkan-ı A’zam’ın ve ism-i a’zamın ve ism-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesi olduğunu ders verir. (Zât-ı Ferd-i Zülcemal, kâinatı yaratmasındaki kudsî maksadlarına nev’-i beşeri muhatab ettiği gibi bir tek insan olan Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı mi’rac ile ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar edip kendine muhatab etmesinde Ferd isminin birlik mührü görülür.)
Ferd isminin tecellisi ile kâinat bir ağaç suretinde yaratılmıştır. Ağacın dal, budak, meyve ve çekirdeğine kadar her yerine birlik sikkeleri koyarak birbirinin imdadına koşturmuştur. Ferd ismi bizden birlik beraberlik birbirinin imdadına koşmak hakikatını şahsi hayatımızda, aile hayatımızda, cemaat hayatımızda, âlem-i islam olarak ittihad manasını göstermemizi iktiza ediyor, istiyor. İhlas risalesi cemaat hayatındaki ferd tecelisinin nasıl olması gerektiğini gösterir.
Beşinci Nükte Şevval-i Şerif’te yazılan İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın iki ziyasından bir ziyası veya altı nurundan bir nuru olan İsm-i Hayy’ın tecelli-i a’zamı “Beş Remiz” içinde gösterilmiştir. Bu risalenin hülâsası, Nur Çeşmesi’nin bir zeyli olmuştur. Hayy: Zatının hayatdar olmasıdır. Muhyi ise hayat veren demektir.
Birinci Remiz: İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, Hayat’ın fihristevari, yirmi dokuz mertebede tarifi edilmiştir. Hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
İkinci Remiz: Hayatın yirmi dokuz hâssasından yirmi üçüncü hâssasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye esbab-ı zahiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor. Şöyle ki: hayatın hem zahirî, hem bâtınî, hem mülk, hem melekût vecihleri kirsiz, noksansız, kusursuz olduğundan doğrudan doğruya perdesiz olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un “ihya edici, hayat verici, diriltici” isminin eline teslim edilmişlerdir. Hayatın mülk ve melekût yüzü şeffaf ve parlaktır. Mülk yüzünde zahiri çirkin görünen şeylerinde hakikatında güzel olduğunu sır olarak gösteriyor. Hayat, vücud ve vücuda vesile olan rızık, şifa ve yağmur şeffaf birer perdedir.
Üçüncü Remiz: Yirmidokuzuncu hâssasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Zira hayatı veren kimse hayatın gayelerini belirleyen de O dur. Evet bu kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u hayat ve rızk ve şifa ve yağmur gibi hadsiz enva’-ı nimetiyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirdiğine mukabil, elbette zîhayatlardan o nimetlere karşı teşekkür ve sevdirmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına mukabil medh ü sena etmelerini ve evamir-i Rabbaniyesine karşı itaat ve ubudiyetle mukabele etmelerini ister.
Dördüncü Remiz: Hayatın yirmisekizinci hâssasında beyan edilmiştir ki; Hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor.
A. Hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î isbat ediyor. Zira insan cihazlarının çokluğu ve ekseriyetle keyfiyeti noktasında en yüksek bir mertebede yaratılmışken dünya hayatında lezzet almada hayvana yetişememesi gösteriyor ki ebedi bir dâr-ı saadette hayat onu bekliyor.
Hem insanın basit cüzi cihazlarından midenin sesini iştip hikmet inayet ve rahmetiyle cevap veren Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette insanın ulvi cihazlarının seslerini iştir ve o cihazlar için âhireti getirecektir.
Hem hayatın en cüz’îsinin mide gibi sesini iştip büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapan Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette hayatın en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar sesini iştir ve o hayatın beka duasını ve nazını ve niyazını nazara alır. Öyle ise Kainatın yaratılışının bir neticesi olan hayat için ebedi ve baki olan âhiret hayatını getirecektir.
Hem Cenabı Hakk, kendisine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu sevipte sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini göstersinde sonra hayatı ve ruhu ademe atsın. Elbette hiç bir cihette akıl bunu kabul etmez. Öyle ise âhireti getirecektir.
B. Hayatın, Allah’a iman rüknünü isbat ettiğine dair iki delil gösterilmiştir.
Birinci Delil: Zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermesi hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet eder.
İkinci Delil: Yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar.
C. Hayat, Melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Zira
a) Vücud varsa vücudun hizmet ettiği bir hayat vardır. Bütün vücud mertebeleri hayata hizmet eder. (Yaşanılan yerin keyfiyeti ise yaşayan kişinin vücudun keyfiyetini gösteriyor.)
b) Her şeyin yaratılma neticesi hayattır. Öyle ise semavatta da kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen zihayatlar olacaktır.
c) Cenab-ı Hakk’ın hitabı kusurdan münezzeh olduğu için bütün vücut mertebelerinde hitabına muhatab olacak mahlûkatın var olmasını hikmeti iktiza ediyor.
D. Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, “irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb” rüknüne bakıp remzen isbat eder. Hayatı sermediye resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle bilinir. Zira o hayat-ı ezeliyenin konuşması hükmünde olan şuaatı, hitabatı hükmünde celevatı, emr veya nehy ederek bizim ile olan münasebatı “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” ile bilinir.
E. Hayat, iman-i Bilkader rüknüne bakıyor, remzen isbat eder. Bir tek çekirdeğin veya bir bahardaki bütün tohumların intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmaları gösteriyor ki herşeyin vücud-u ilmîleri, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhar olan elvah-ı kaderiyeden alınır.
F. İşte “kadere ve kazaya iman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; (âlem-i ervah ve âlem-i berzah) Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.
Hayat sahiblerini gördükçe iman hakikatlarının hatırlanması ile zahirden hakikata geçilir.
Beşinci Remiz: Hem hayatın onaltıncı hâssasında denilmiş ki: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirir; cüz’ ise küll gibi (dal ağaç), cüz’îye dahi küllî gibi (çekirdek ağaç) bir câmiiyet verir. Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir.
Yani hayat en büyük bir küll kadar küçük bir cüz’ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir san’at-ı İlahiyedir.
Hem hâtimesinde, ism-i a’zam bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor. Herkes kendi rengi ile mazhar olduğu esmaya göre ism-i a’zamı farklı bir surette görür. Mesela İmamı A’zam: Adl ve Hakem.. İmamı Rabbani: Kayyum.. Gavsı Geylani: Hay.. İmamı Ali: Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Küddüs.
Hayy ismi bizden hayatın gayesini anlayıp ona göre yaşamamızı ister. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
Altıncı Nükte Zilkade ayında yazılan İsm-i A’zam veyahud İsm-i A’zam’ın iki ziyasından ikinci ziyası veya altı nurundan bir nuru olan Kayyum isminin bir cilve-i a’zamı, “ Beş Şua” içinde gösterilmiştir.
Birinci Şua: Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un en has hâssası:
· Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i Kayyum’dur. Yani bizâtihî kaimdir, daimdir, bâkidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyumiyet kesilse, kâinat mahvolur.
· Hem o Zât-ı Hayy-u Kayyum-u Zülcelal’in hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki, veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir.
Ehl-i dalalet hem maddiyyun ve cahillerin isnad ettikleri:
· Ehl-i dalalet insanların bir kısmı, Zât-ı Akdes’in kâinat safahatında ve tabakat-ı mevcudatında tecelli eden bir kısım cilvelerini ayn-ı Zât-ı Akdes tevehhüm ederek o Zât-ı Zülcelal’in bazı eserlerini tabiata isnad etmişler
· Hem maddiyyun denilen bir kısım ehl-i dalalet, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm ederek, zerrelere ve hareketlerine âsâr-ı İlahiyeyi isnad etmeye başlamışlar. Evet bu herifler vahdet-i mutlakadan vazgeçtikleri için, hadsiz ve nihayetsiz bir kesret-i mutlakaya düşmüşler; yani bir tek ilahı kabul etmedikleri için, nihayetsiz camid zerrelerin ezeliyetlerini, belki uluhiyetlerini kabul etmeye mecbur oluyorlar.
İşte sen gel, echeliyetin nihayetsiz derecesine bak! Evet zerrelerdeki Kayyumiyetin cilvesi; zerreler taifesini Vâcib-ül Vücud’un havliyle, kudretiyle, emriyle muntazam ve muhteşem bir ordu hükmüne getirmiştir. Eğer bir sâniye o Kumandan-ı A’zam’ın emri ve kuvveti geri alınsa, o çok kesretli camid, şuursuz taife, başıbozuklar hükmüne gelecekler; belki bütün bütün mahvolacaklar.
· Hem insanların bir kısmı cahilane bir dalaletle Sâni’-i Zülcelal’in gayet latif, nazenin, muti’, müsahhar bir sahife-i icraatı ve emirlerinin bir vasıta-i nakliyatı olan “esîr” maddesine, herşeyde herşeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve bir iktidar ile vücud bulan fiilleri, eserleri isnad etmek, masdar ve fâil tevehhüm etmek esîrin zerreleri adedince yanlıştır.
Sırr-ı Kayyumiyetle en cüz’î fiil, iki cihetle Hâlık-ı Külli Şey’e has olduğunu gösteren bir sırr-ı a’zamı taşıyor. Evet meselâ bir arının icadına teveccüh eden bir fiil, iki cihetle Hâlık-ı Kâinat’a hususiyetini gösteriyor.
Birincisi: O arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki: Bu cüz’î ve hususî fiil ise, ihatalı rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz’î fiil dahi onundur.
İkinci cihet: Bu hazır arının hilkatine teveccüh eden fiilin fâili olmak için, o arının şerait-i hayatiyesini ve cihazatını ve kâinatla münasebatını temin edecek ve bilecek kadar pek büyük bir iktidar ve ihtiyar lâzım geldiğinden, o cüz’î fiili yapan zâtın, ekser kâinata hükmü geçmekle ancak o fiili öyle mükemmel yapabilir.
İkinci Şua: “İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Şu kâinattaki ecram-ı semaviyenin kıyamları, devamları, bekaları; sırr-ı Kayyumiyetle bağlıdır. Eğer o cilve-i Kayyumiyet bir dakikada yüzünü çevirse, bir kısmı Küre-i Arz’dan bin defa büyük milyonlarla küreler, feza-yı gayr-ı mütenahî boşluğunda dağılacak, birbirine çarpacak, ademe dökülecekler. O Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in madde-i esîriye içinde hadsiz ecram-ı semaviyeye nihayet derecede intizam ve mizan içinde sırr-ı kayyumiyetle bir kıyam, bir beka, bir devam vererek, İsm-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir mevcudun zerreleri dahi, yıldızlar gibi sırr-ı kayyumiyetle kaim ve o sır ile beka ve devam ediyorlar.
İkinci Mes’ele: Eşyanın sırr-ı Kayyumiyetle münasebetdar faide ve hikmetlerine işaret eden pek çok enva’ından üç nev’ine işaret eder.
Birinci nevi, kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.
İkinci nevi, herşey, umum zîşuur mütalaa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelal’in cilve-i esmasını bildirecek birer âyet, birer mektub, birer kitab, birer kaside hükmünde olarak yaratılmasındaki manalarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.
Üçüncü nevi ise, Sâni’-i Zülcelal’in kendi acaib-i san’atını kendisi temaşa etmesine ve kendi cilve-i esmasına, kendi masnuatında bakmasına aittir.
Tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cihetinde eşyanın sırr-ı kayyumiyetle münasebetdar hikmetleri ve faideleri:
Birinci Hikmetine Dair Sual: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar? Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir?”
Elcevab: Herşey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir, bir ilânname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur.
İkinci Hikmetine Dair Sual: Zîhayatlarda bulunan çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı san’atı, hadsiz zîşuurların mahdud mütalaası anlamaya kâfi gelmediği halde bu kadar dekaik-ı san’at ne içindir?
Elcevab: Zîhayatların en mühim netice-i hilkatı ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir ki o büyük masarıfa kâfi gelir.
Üçüncü Hikmetine Dair Sual: Mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-ı san’atın devam etmemesinin sebebi olan “tılsım-ı kâinat” ve “muamma-yı hilkat” nedir?
Elcevab: Herşeyin vücudunu iktiza eden kayyumiyete dair bu sırrın, Üçüncü Şua’da mukaddemesi yapılıp Dördüncü Şua’da tamamen izah edilecek.
Evet sırr-ı kayyumiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki; bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada durdurup, kıyam ve beka verdiği gibi, mevcudatın keyfiyat ve ahvalinide sırr-ı kayyumiyetin tecellisine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinad olmazsa; hiçbir şey kendi başıyla durmaz. Hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edeceği gibi mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir.
Üçüncü Şua: Hallakıyet-i İlahiye ve faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı kayyumiyetin bir derece inkişafına, bir iki mukaddeme ile işaret edeceğiz.
Birincisi: Faaliyet-i Rabbaniyenin ve bu hallakıyet-i İlahiyenin bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktezisi ve bir sebeb-i dâîsi, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.
O hikmetin birinci şubesi şudur ki: Her bir mevcudatın kabiliyetinin inkişafına, istidadının tezahür etmesine, kemalâtının tezahürüne vesile olan faaliyette, ona mahsus sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır. Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır ve faaliyet dahi, bir kemaldir ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş’et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan zâtın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasib o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak hadsiz derecede (tabirde hata olmasın) bir aşk-ı lahutî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.
Sırr-ı kayyumiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlahiyedeki hikmetin ikinci şubesi: Esma-i İlahiyeye bakar. Malûmdur ki herbir cemal sahibi, kendi cemalini görmek ve göstermek istemesi kaidesince Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal, binbir esma-i hüsnasından herbir isminin, hadsiz güzelliklerini nihayetli mahdud olan mevcudat âyinelerinde görmek ve zîruh ve zîşuur mahlûkatın nazar-ı mütalaasına göstermek için o aşk-ı mukaddes-i İlahîye istinaden ve o sırr-ı kayyumiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.
Dördüncü Şua: Kâinattaki hayret-nüma faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki: Kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan eden merhamet, şefkat, muhabbet, âlîcenablık ve adaletli olmak gibi kaidelerin esma-i İlahiyede cereyan ettiklerini alicenab gemi sahibi, fonoğraf işlettiren mahir bir san’atkâr ve adaletli olan bir hükümdar-ı âdil misalleri ile gösterilmiştir. Esma-i hüsnanın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler.
Mühim bir suale kat’î bir cevab: Ehl-i dalaletten bir kısmı diyorlar ki: “Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir.”
Elcevab: Kâinatın tegayyürü, onun tegayyürüne değil, belki adem-i tegayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünki müteaddid şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zât, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir.
Hem tegayyür ve tebeddül; hudûstan ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdes ise hem kadîm, hem her cihetçe kemal-i mutlakta, hem istiğna-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcib-ül Vücud olduğundan; elbette tegayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.
Beşinci Şua: İki mes’eledir:
Birinci Mes’elesi: İsm-i Kayyum’un cilvesiyle, zîhayat mahlukat-ı Arziyenin herbirinin zerrat-ı vücudiyeleri, seyyar yıldızlar gibi, mevlevîvari iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.
İsm-i a’zamın altı ismine baktıran bir hülâsat-ül hülâsa:
1. İsm-i Kayyum; bütün kâinatın mevcudatını durdurup, beka ve kıyam veriyor.
2. İsm-i Hayy; bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şu’lelendirmiş, kâinatı nurlandırmış.
3. İsm-i Ferd; bütün kâinatı enva’ıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıp yüzlerine birer hâtem-i ehadiyet basıyor.
4. İsm-i Hakem; bütün mevcudatın herbirisini, herbirine lâyık ve münasib olarak meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış.
5. İsm-i Adl; bütün kâinatı mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder.
6. İsm-i Kuddüs; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir.
Beşinci Şua’nın İkinci Mes’elesi: Kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyumiyet, ehadiyet ve cemal noktasında kâinata bir direktir. Zât-ı Hayy-u Kayyum, bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva’-ı ihsanatını tattırmak için insana mide, hayat, insaniyet ve İslamiyeti vermiştir. İnsan, câmiiyet-i tâmme ile hadsiz nimet sofralarından bütün esma-i İlahiyeyi anlar, zevkeder.
İsm-i Kayyum’un mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:
Birincisi: Kâinatta münteşir bütün enva’-ı nimeti insanla tanzim ederek, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.
İkinci Vazifesi: Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hitabatına, insan câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatab olmak ve hayretkârane san’atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdarane teşekküratın bütün enva’ıyla, bütün enva’-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsanatına şükür ve hamd ü sena etmektir.
Üçüncü Vazifesi: Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a ve şuunatına ve sıfât-ı muhitasına âyinedarlık etmektir.
Birinci Vecih: İnsan, kendindeki noksan sıfatlarıyla Hâlık’ının evsaf-ı kemalinin derecatını ve mertebelerini hisseder.
İkinci Vecih: İnsan, cüz’î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zahirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san’atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nisbetinde anlar, âyinedarlık eder.
Üçüncü Vecih’teki âyinedarlığın iki yüzü var:
Birisi, esma-i İlahiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir.
İkinci yüzü, insan hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, manalar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-u Kayyum’un şuunat-ı kudsiyesine âyinedarlık eder.
İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır.
İşte insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var.
Cemal-i bâkiye âyinedir,
Kemal-i sermedîye dellâl-ı mazhardır ve
Rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir.
Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler;
Elbette o cemal-i bâkinin âyine-i müştakı ve o kemal-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için, bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebed-ül âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. Ve insanın kıymetini ve vazifelerini ve kemalâtını bildiren rehber-i a’zam ve insan-ı ekmel olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, insana dair beyan ettiğimiz bütün kemalâtı ve vazifeleri en ekmel bir surette kendinde ve dininde göstermesiyle gösteriyor ki: Nasıl kâinat insan için yaratılmış ve kâinattan maksud ve müntehab insandır; öyle de, insandan dahi en büyük maksud ve en kıymetdar müntehab ve en parlak âyine-i Ehad ve Samed, elbette Ahmed-i Muhammed’dir. (ASM) Hem nasılki kâinat insan için yaratılmıştır. İnsan da kayyumiyetin cilvesi mezkûr vazifelerin yerine getirilmesi ile anlaşılır. Bu vazifeleri en kemal noktada yerine getiren elbette Ahmed-i Muhammed’dir. (ASM)
OTUZBİRİNCİ LEM’A Şualara inkısam etmiş olup, Şuaların onüçü te’lif edilmiş, bir kısmı henüz te’lif edilmemiştir. “Şualar” namı altında müstakil bir mecmua halinde neşredilecektir. {(*): Bilâhere Üstadımızın tensibi ile Ondördüncü Şua Afyon Mahkemesi Müdafaası ve mektubları ve Onbeşinci Şua ise “Elhüccetüzzehra” olarak tesmiye edilmiş ve neşredilmiştir. Bediüzzaman’ın Hizmetkârları}
OTUZİKİNCİ LEM’A Eski Said’in en son te’lifi ve yirmi gün Ramazanda te’lif edilen, kendi kendine manzum gelen “Lemaat” risalesidir. Aynı zamanda “Otuzikinci Mektub” olup, Sözler Mecmuasının âhirinde neşredilmiştir.
OTUZÜÇÜNCÜ LEM’A Yeni Said’in en evvel hakikattan şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şu’le ve onların zeyillerinden ibarettir. “Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i Nuriye” ismi altında intişar etmiştir.
MÜNACAT RİSALESİ
Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye olan Münacat Risalesi;
1- Vücub-u vücuda ve
2- Vahdaniyete delalet ettiği gibi,
3- Hem delail-i kat’iyye ile rububiyetin ihatasına ve
4- Kudretinin azametine delalet eder.
5- Hem hâkimiyetinin ihatasına ve
6- Rahmetinin şümulüne dahi delalet ve isbat eder.
7- Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve
8- İlminin şümulünü isbat eder.
Elhasıl:
· Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyenin herbir mukaddimesinin sekiz neticesi var.
· Sekiz mukaddimelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki;
· Bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyede yüksek meziyetler vardır.
Yâ İlahî ve yâ Rabbî! Ben, imanın gözüyle ve Kur’anın talimiyle ve nuruyla ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın dersiyle ve İsm-i Hakîm’in göstermesiyle görüyorum ki:
Birinci Mukaddime: Semavatta hiçbir deveran ve hareket yoktur ki; böyle intizamıyla, senin mevcudiyetine; sükûtuyla, direksiz durmalarıyla, rububiyetine ve vahdetine; mevzun hilkatıyla, muntazam vaziyetiyle haşmet-i uluhiyetine ve vahdaniyetine; hikmetli hareketiyle ve itaatli müsahhariyetiyle saltanat-ı uluhiyetine; heyet-i mecmuasıyla vücub-u vücuduna; saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle rububiyetinin haşmetine ve herşeyi icad eden kudretinin azametine ve hâkimiyetine rahmetine ve ilminin herşeye ihatasına ve hikmetinin her işe şümulüne fezasındaki yıldızlar vaziyetiyle saltanat-ı uluhiyetine; işaret ve delalet etmesin.
Semavatın Haşre Delaleti: Ve o ordunun efradından bir yıldız olan Güneş’imizin seyyarelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delalet ve ihtarıyla, Güneş’in sair arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâki olan âlemlerin güneşleridirler.
Birinci Münacat Bi-lisan-ı Semavat: Ey Vâcib-ül Vücud! Ey Vâhid-i Ehad! Bu hârika yıldızlar, bu acib Güneşler, Aylar; senin mülkünde, senin semavatında, senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve senin idare ve tedbirin ile teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Hâlık’a tesbih ederler; tekbir ederler; lisan-ı hal ile “Sübhanallah, Allahü Ekber” derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla, seni takdis ederim.
İkinci Mukaddime: Cevv-i sema bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler. Evet bulut rahmetine; yağmur hikmetine; şimşek kudretine; ra’dat rububiyetine; rüzgârlar faaliyet-i kudretine; rahmet mevzun, muntazam katreleriyle vüs’at-i rahmetine ve geniş şefkatine; heyet-i mecmuasıyla vahdetine ve birliğine ve rububiyetinin haşmetine ve kudretinin azametine; havanın vazifeleri bulut ve yağmurun faideleri ilim ve hikmetine şehadet ederler.
Cevv-i Fezanın Haşre Delaleti: Ey Fa’alün Limâ Yürid! Cevv-i fezadaki faaliyetinle her vakit bir nümune-i haşir ve kıyamet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunatta bulunan kudretin; dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunat-ı sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.
İkinci Münacat Bi-lisan-ı Cevv-i Feza: Ey Kadîr-i Zülcelal! Cevv-i fezadaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra’d; senin mülkünde, senin emrin ve havlin ile, senin kuvvet ve kudretinle müsahhar ve vazifedardırlar. Mahiyetçe birbirinden uzak olan bu feza mahlukatı, gayet sür’atli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdis ederek, rahmetini medh ü sena ederler.
Üçüncü Mukaddime: Arz bütün mahlûkatıyla ve ahvaliyle Senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudatı adedince şehadetler ve işaretler ederler. Evet zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarında hiçbir tebeddül intizamıyla, senin vücuduna ve vahdetine; hiçbir hayvan rahîmane rızkıyla ve cihazatın hakîmane verilmesiyle varlığına ve birliğine; nebatat ve hayvanat san’at-ı acibesiyle seni bildirmesin. Yumurta ve habbe alâmet-i farikalı olarak yaratılışlarıyla vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine; unsurlar mükemmel vazifeleri görmesiyle ve meyveler ve mahsuller hazine-i gaybdan gelmesiyle birliğine ve varlığına; Arz, bütün sekenesine bakan rububiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde vahdetine ve ehadiyetine; nebatat ve hayvanat cihazatları muntazaman verilmesiyle rububiyetinin haşmetine ve kudretinin herşeye yetişmesine; zîhayatın ayrı ayrı rızıkları rahîmane, kerimane verilmesiyle ve zîhayatın evamir-i Rabbaniyeye itaat etmesiyle, rahmetinin herşeye şümulüne ve hâkimiyetinin herşeye ihatasına; mahlukat kafilelerinin mevt ve hayat münavebeleri idare ve tedbirleri ihata-i ilmine ve hikmetine delalet eder.
Arz’ın Haşre Delaleti: Hem zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidad ve manevî cihazat ile techiz edilen ve zemin mevcudatına tasarruf eden insan için, bu talimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde; bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyat-ı rububiyet, bu hadsiz hitabat-ı Sübhaniye ve bu gayetsiz ihsanat-ı İlahiye, elbette ve herhalde bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belalı ve fâni dünyaya sığışmaz. Belki ancak başka ve ebedî bir ömür ve bâki bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekada bulunan ihsanat-ı uhreviyeye işaret, belki şehadet eder.
Üçüncü Münacat Bi-lisan-ı Arz: Hem zemin bütün sekenesiyle beraber, lisan-ı kalden daha zahir hadsiz lisanlarla Hâlık’ını takdis ve tesbih ve nihayetsiz nimetlerinin lisan-ı halleriyle Rezzak-ı Zülcelal’inin hamd ve medh ü senasını ediyorlar.
Dördüncü Mukaddime: Bahrler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, senin vücub-u vücuduna ve vahdetine bedahet derecesinde şehadet ederler. Evet denizlerdeki mevcudat ve su vücuduyla, intizamıyla, menfaatıyla ve vaziyetiyle Hâlık’ına; rızıkları mükemmel bir surette verilen ve hilkatları gayet muntazam olan hayvanat-ı bahriye yaratanına ve Rezzak’ına; cevherler güzel hilkatıyla ve cazibedar fıtratıyla ve menfaatlı hasiyetiyle vücuduna; Heyet-i mecmuasıyla, varlığına ve Vâcib-ül Vücud olduğuna ve saltanat-ı rububiyetinin haşmetine ve kudretinin azametine ve rahmetine ve hâkimiyetine ve intizamatıyla ve hikmetleriyle ve mevzuniyetleriyle, muhit ilmine ve herşeye şamil hikmetine işaret ederler.
Bahrler, Nehirler ve Çeşmeler ve Irmaklar’ın Haşre Delaleti: Ve senin, bu misafirhane-i dünyada, yolcular için böyle rahmet havuzları bulunması ve insanın seyr ü seyahatına ve gemisine ve istifadesine müsahhar olması işaret eder ki; yolda yapılmış bir handa, bir gece misafirlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden zât, elbette makarr-ı saltanat-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fâni ve küçük nümuneleridirler.
Dördüncü Münacat Bi-lisan-ı Bahr: İşte denizlerin böyle gayet hârika bir tarzda Arz’ın etrafında vaziyet-i acibesiyle bulunması ve denizlerin mahlukatı dahi gayet muntazam idare ve terbiye edilmesi bilbedahe gösterir ki, yalnız senin kuvvetin ve kudretin ile ve senin irade ve tedbirin ile, senin mülkünde, senin emrine müsahhardırlar. Ve lisan-ı halleriyle Hâlık’ını takdis edip “Allahü Ekber” derler. (Bizde takdis ve tekbir ve ta’zim ederiz.)
Beşinci Mukaddime: Dağlar dahi, zelzele tesiratından zeminin sükûnetine ve içindeki dâhilî inkılabat fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilasından kurtulmasına ve havanın gazat-ı muzırradan tasfiyesine ve suyun muhafaza ve iddiharlarına ve zîhayatlara lâzım olan madenlerin hazinedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar. Evet dağlardaki taşların enva’ı, madeniyatın ecnası, nebatatın esnafı hikmetleriyle, intizamıyla, hüsn-ü hilkatıyla, faideleriyle, tadlarının şiddet-i muhalefetiyle nihayetsiz Kadîr nihayetsiz Hakîm, nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahetle şehadet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idare ve vahdet-i tedbir ve menşe’ ve mesken ve hilkat ve san’atça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, Sâni’in vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.
Dağlar’ın Haşre Delaleti: Hem bu dünya hanında misafir yolcular için, koca dağları levazımatlarına ve istikbaldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazat anbarı ve hayata lüzumu olan çok definelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delalet, belki şehadet eder ki; bu kadar Kerim ve misafirperver ve bu kadar Hakîm ve şefkatperver ve bu kadar Kadîr ve rububiyetperver bir Sâni’in, elbette ve herhalde, çok sevdiği o misafirleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsanatının ebedî hazineleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.
Beşinci Münacat Bi-lisan-ı Cibal: Ey Kadir-i Külli Şey! Dağlar ve içindeki mahluklar senin mülkünde ve senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle müsahhar ve müddehardırlar. Onları bu tarzda tavzif ve teshir eden Hâlık’ını takdis ve tesbih ederler. Umum eşcarın ve nebatatın yapraklarının çiçeklerinin meyvelerinin nizamlı, mizanlı, zînetli, nakışları, kokuları ve tatlarıyla nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâni’in vücub-u vücuduna şehadet ettikleri gibi heyet-i mecmuasıyla Vâcib-ül Vücud Sâni’in bilbedahe vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler.
Altıncı Mukaddime: Zemindeki bütün ağaç ve nebatat, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, seni bedahet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar. Evet umum eşcarın ve nebatatın yapraklarında ve çiçeklerinde ve meyvelerinde bulunan hârika san’at nihayetsiz Rahîm ve Kerim bir Sâni’in vücub-u vücuduna bedahet derecesinde şehadet ettikleri gibi, Heyet-i mecmuasıyla, vahdetine ve ehadiyetine şehadet ederler. Hem hadsiz efradın yüzbinler tarzda iaşe ve idareleri rububiyetinin vahdaniyetteki haşmetine; kudretinin azametine; herşeye taallukuna; rahmetinin hadsiz genişliğine; hâkimiyetinin hadsiz vüs’atine; hem maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla ilminin her şeye ihatasına ve hikmetinin herşeye şümulüne; delalet ve işaret ederler.
Zemindeki Bütün Ağaç ve Nebatat’ın Haşre Delaleti: Hem bu muvakkat handa ve fâni misafirhanede ve kısa bir zamanda ve az bir ömürde, eşcar ve nebatatın elleriyle, bu kadar kıymetdar ihsanlar ve nimetler ve bu kadar fevkalâde masraflar ve ikramlar işaret belki şehadet eder ki: Misafirlerine burada böyle merhametler yapan kudretli, keremkâr Zât-ı Rahîm, bütün ettiği masrafı ve ihsanı, kendini sevdirmek ve tanıttırmak neticesinin aksiyle, yani bütün mahlûkat tarafından “Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi i’dam etti” dememek ve dedirmemek ve saltanat-ı uluhiyetini iskat etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve her halde ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacağı abdlerine, ebedî rahmet hazinelerinden, ebedî Cennetlerinde, ebedî ve Cennet’e lâyık bir surette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için nümunelerdir.
Altıncı Münacat Bi-lisan-ı Eşcar ve Nebatat: Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriya-yı azametinden tesettür etmiş olan Sâni’-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm! Bütün eşcar ve nebatatın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ederek hamd ü sena ederim.
Yedinci Mukaddime: Zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki, cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî âzalarıyla; ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faideler ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gayet san’atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir müvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin.
İnsan ve Hayvanat’ın Haşre Delaleti: O çok seven ve sevilen ve mahbub ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle, ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adavetle gücendirmek olamaz ve kabil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mes’udane yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecelli eden isimlerin, bu fâni ve kısa hayattaki cilveleriyle âlem-i bekada onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler.
Yedinci Münacat Bi-lisan-ı İnsan ve Hayvanat: Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından perdelenmiş olan Zât-ı Akdes! Bütün zîruhların tesbihatıyla, seni takdis etmek niyet edip سُبْحَانَكَ يَا مَنْ جَعَلَ مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَىٍّ
diyorum.
Sekizinci Mukaddime: Kâinatın hülâsası olan zîhayat ve zîhayatın hülâsası olan insan ve insanın hülâsası olan enbiya, evliya, asfiyanın hülâsası olan kalblerin ve akılların müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatla, yüzer icma’ ve yüzer tevatür kuvvetinde bir kat’iyyetle senin vücub-u vücuduna ve senin vahdaniyet ve ehadiyetine şehadet edip, ihbar ediyorlar. Mu’cizat ve keramat ve yakînî bürhanlarıyla, haberlerini isbat ediyorlar. Kalblerdeki hatırat-ı gaybiye, ilhamat-ı sadıka, itikad-ı yakîne, nuranî kalb ve münevver akıllar senin vücub-u vücuduna ve sıfât-ı kudsiyene ve senin vahdetine ve ehadiyetine ve esma-i hüsnana şehadet eder.
Enbiya, Evliya, Asfiya’nın Haşre Delaleti:
· Hem bu dünyada nümuneleri görülen celalî ve cemalî isimlerinin tecellileri, daha parlak bir surette ebed-ül âbâdda devam edeceğine; ve bu fâni âlemde nümuneleri müşahede edilen ihsanatının daha şaşaalı bir surette dâr-ı saadette istimrarına ve bekasına; ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refakatlarına ve beraber bulunmalarına bil’icma’, bil’ittifak şehadet ve delalet ve işaret ederler.
· Hem yüzer mu’cizat-ı bahiresine ve âyât-ı katıasına istinaden, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak, bütün ervah-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-ü nuraniye aktabı olan evliyalar ve ukûl-ü münevvere erbabı olan asfiyalar; bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede, senin çok tekrar ile ettiğin va’dlerine ve tehdidlerine istinaden; ve senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemalin gibi kudsî sıfatlarına ve şe’nlerine ve izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden ve keşfiyat ve müşahedat ve ilmelyakîn itikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cinn ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalalet için Cehennem bulunduğunu haber verip ilân ediyorlar ve iman edip şehadet ediyorlar.
Sekizinci Münacat Bi-lisan-ı Enbiya, Evliya, Asfiya: Yâ Rabbî ve yâ Rabb-es Semavati Ve-l Aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana müsahhar eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kıl! Kur’ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver. Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları müsahhar kıl!.. Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl! Âmîn, Âmîn, Âmîn.
* * *