Fihrist
BİRİNCİ LEM’A: 5
Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın münacat-ı meşhuresi olan فَنَادَى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ âyetinin bir sırr-ı mühimmini ve bir hakikat-ı azîmesini beyan ederek; herbir insan, bu dünyada, Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın bulunduğu vaziyette -fakat büyük mikyasta- olduğunu beyan eder. Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a “hut, deniz, gece” ne ise; her insan için nefsi, dünyası, istikbali de odur.
Şu münacatın sırr-ı azîmi itikad noktasında esbabın hiç bir tesiri olmadığını bilmektir. Yani umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica etmektir.
Şu münacatın vesile-i icabe-i dua olmasının sebebi ise sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği içindir. Yani Cenab-ı Hakkın hazır ve nazır olduğunu bilmekle bize olan ehadiyet noktasında yakınlığını marifet kesbetmekle beraber bizim için karanlıklı olan vaziyetleri tevhid nuru ile görüp o vaziyette tecelli eden esmanın dairesi içinde o ünvan ve esmayla dua edip istemektir.
İKİNCİ LEM’A: 8
Hazret-i Eyüb Aleyhisselâm’ın münacat-ı meşhuresini beyan eder. اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakikatını “Beş Nükte” ile tefsir edip, bütün musibetzedelere manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir ilâç hükmünde bir risaledir. Bu risale, maddî musibetleri, ehl-i iman için musibetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir.
Duanın tesirli olma sırrı; hâlis ve sâfi, garazsız, lillah için olmasındandır. Bu kıssadan bizim alacağımız ders; dinin hakikatlarını anlamak, yaşamak ve anlatmaktaki manevi engellerimizin asıl musibet olduğunu, dine gelen musibetten her vakit Allaha iltica etmemiz gerektiğini maddi musibetlerde ise niçin verildiğini bilmek, mükafatını düşünerek sabır istemek gerektiği üzerine durulmuştur.
ÜÇÜNCÜ LEM’A: 14
كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
âyetinin mühim iki hakikatını, يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى ٭ يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakikat-ı mühimme ile tefsir ediyor. Beka için halkedilen ve bekaya âşık olan ruh-u insanî, Bâki-i Zülcelal’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder. Sâniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelal’i tanımayan ruh-u insanın seneleri, sâniyeler hükmünde olduğunu beyan edip isbat eden kıymetdar bir risaledir. Fenayı fena gören ve bekayı merak edenler, bu risaleyi merakla okumalı.
Birinci Nükte: Ye baki entel baki; ye baki entel baki şu iki kelimenin ilki kalbi masivadan kesiyor. İkincisi baki-i hakiki olan Cenab-ı hakkın bekası ile her şeyin beka bulabileceğini ifade ediyor.
İkinci Nükte: İnsanda ihtiyac-ı fıtri şeklinde görülen aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka vardır. Baki-i Zülcelal, o şedit sarsılmaz fıtri arzuyu, o tesirli umumi beka duasını kabul etmiştir ki, fani insanlar için baki bir âlemi halk etmiştir.
Üçüncü Nükte: Şu alemde zamanın fena ve zeval-i eşya üzerindeki tesiratı muhteliftir. Zeval ve fenadan kurtulup bekaya mazhar olmanın yolu ise cismani hayat mertebesinden kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkmaktır. Hayat-ı kalbi ve ruhiye medar olan marifet-i İlahiyye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fani ömür, baki bir ömrü intaç eder ve baki ve layemut bir ömür hükmüne geçer. Leyle-i Kadir, zaman-ı Miraç, bast-ı zaman ve rüya aleminde bir an görünen mananın şehadet aleminde çok zaman olması bu hakikata işaret eder.
DÖRDÜNCÜ LEM’A: 19
Minhac-üs Sünne namında gayet mühim bir risaledir. Ehl-i Şîa ve Ehl-i Sünnet mabeyninde en mühim bir mes’ele-i ihtilafiye olan mes’ele-i imameti gayet vâzıh ve kat’î bir surette hall ü fasleder.
لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ ٭ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ ٭ قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى
âyât-ı azîmenin çok hakaik-i azîmesinden iki büyük hakikatını “Dört Nükte” ile tefsir ediyor. Bu risale, Ehl-i Sünnet ve Cemaata, hem Alevîlere gayet kıymetdar ve menfaatdardır; hakikaten Minhac-üs Sünne’dir. Sünnet-i Seniyenin yolunu, o mes’elede tam beyan eder.
Sünnetin yolu ilk üç lem’ada gösterilmiştir. Dördüncü Lem’ada ise sünnet yolunun insanlık âlemine tebliğ edilmesinde mühim bir esas olan Resul-ü Ekrem’in ASM şefkatinin kemali gösterilmiş hem cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiş hem imamet mes’elesi üzerinedurulmuş hemde sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir.
Birinci Nükte: Resul-i Ekrem’in ASM insanlık aleminde Sünnetin yolunu tebliğ etmesindeki şefkati gösterilmiş. Şefkatin kemalini gösteren dört külli delil üzerine durulmuştur. Netice olarak bu şefkatli Zata hürmet ve ittiba etmek gerektiği izah edilmiştir.
İkinci Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiştir. Şöyleki Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvetin hademeleri olan aktab ve eimme-i verese ve mehdilerin fevkalâde ehemmiyetli hizmetlerine mükâfaten o silsilenin ucu ve mümessili olan Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in başlarını öpmüştür.
Üçüncü Nükte: İmamet mes’elesi üzerine durulmuştur. “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet za’fa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-ı mütesanide lâzım ki, Âlem-i İslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.
Dördüncü Nükte: Sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir. Bunların davalarına getirdikleri dört delilleri çürütülmüştür.
1- Hazret-i Ali (R.A.) hakkında vârid ehadîs-i Nebeviye gösteriyor ki hilafet en evvel onun hakkı idi sualinin cevabı şöyledir. Hz Ali RA bakan hadislerdeki senalar övgüler, Hz Ali’nin RA Resul-iEkrem’in ASM manevi şahsiyetini temsil etmesi noktasına bakıyor.
2- Hazret-i Ali’nin (R.A.) “Şah-ı Velayet “ünvanıyla ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tarîklerin mercii olması gösteriyor ki hilafet en evvel onun hakkı idi sualinin cevabı şöyledir; Hazret-i Aliye şiddet-i muhabbetleri neticesinde Hulefa-i Raşidîn’i tenkis etmeleri kendilerini haklı çıkarmaz.
3- İlim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları gösteriyor ki hilafet en evvel onun hakkı idi sualinin cevabı şöyledir. Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in (R.A.) ve Faruk-u A’zam’ın (R.A.) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlahîden ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakıyetleri ile Hazret-i Ali’nin (R.A.) hilafet zamanındaki dâhilî bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû’-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri karşılaştırıldığında Hazret-i Sıddık’ın (R.A.) veyahut Faruk’un (R.A.) veyahut Zinnureyn’in (R.A.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.
4- Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; en efdal odur, daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasbedildi. Denilse cevab olarak şöyle denir. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Ali’nin (R.A.) zâtında temessül eden şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) noktasında şiddet-i alâka gösteriyor. Çünki orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sırr-ı azîmi var.
Elhasıl: Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.
BEŞİNCİ LEM’A: 27 “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayetinin tefsiridir. Beşinci Lem’a daha sonra Dördüncü Şua olarak telif edilmiştir. Dördüncü Şuada Onatlı başlık altında ayet tefsir edilmiştir.
Te’lif edilmemiştir. Bak sahife 27’ye.
ALTINCI LEM’A: 27 “Havl ve Kuvveti olmadan bizim havl ve kuvvetimiz yoktur.” Ayetinin tefsiridir. Külliyatta dağınık bir vaziyette birçok yerde vardır.
Te’lif edilmemiştir. Bak sahife 27’ye.
YEDİNCİ LEM’A: 28
Sure-i Feth’in âhirinde
لَقَدْ صَدَقَ اللّٰهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ
اِنْ شَاءَ اللّٰهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُسَكُمْ وَ مُقَصِّرِينَ لاَ تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا ٭ هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَ كَفَى بِاللّٰهِ شَهِيدًا ٭ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَ رِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ ذلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ وَ مَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ كَزَرْعٍ اَخْرَجَ شَطْاَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللّٰهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَ اَجْرًا عَظِيمًا
mütedavil derkenar Mushaflarda Lafzullah’ın tevafukat-ı latife-i i’caziyesinden birisi şudur ki: Sahifenin âhirki satırının yukarı kısmında bütün Kur’anda seksen ve aşağı kısmında yine Lafza-i Celal birbiri üstünde seksen olup tevafuk ederek gelmesi ve sahifeler arkasında tam muvafakatla birbirini göstermesi, âdeta seksen adedden bir tek Lafza-i Celal tezahür etmesi.. hem âhirki satırın tam ortasında ellibeş ve başında yirmibeş, beraber yine seksen ederek; bu seksen, o iki seksene seksenlikte tevafuk ettikleri gibi, iki yüz kırk tevafukat-ı latife yalnız sahifenin âhirki satırlarında bulunması gösteriyor ki; Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hem âyâtı, hem kelimatı, hem hurufatı herbiri, ayrı ayrı medar-ı i’caz oldukları gibi, kelimatın nakışları ve hatları dahi ayrı bir şu’le-i i’caza mazhar olduğunu beyan eder.
Sure-i Feth’in âhirindeki âyetin yedi nevi ihbar-ı gaybîsine dairdir.
Birincisi: Feth-i Mekke’yi vukuundan evvel kat’iyyetle haber veriyor. İki sene sonra haber verdiği tarzda vukubulmuştur.
İkincisi: Sulh-u Hudeybiye, manevî büyük bir fetih hükmünde olacak ve sair fütuhatın da anahtarı olacak diye ihbar ediyor.
Üçüncüsü: “Sizler emniyet-i mutlaka içinde Kâ’beyi tavaf edeceksiniz.”
Dördüncüsü: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği din, umum dinlere galebe çalacak.”
Beşincisi: Bu ayette sahabelerin üstün sıfatlarını, tabakalarını ve halifelerin tertib sırasını haber veriyor
Altıncısı: iki cihet ile ihbar-ı gaybîdir.
Birinci cihet Tevrat’taki evsaf-ı Sahabeyi haber veriyor.
İkinci cihet İstikbalde sahabelerin alacağı vaziyeti önceden haber veriyor.
Yedincisi: iki cihet ile ihbar-ı gaybîdir.
Birincisi: İncil’in Sahabeler hakkındaki ihbarını ihbardır.
İkincisi: Hakikatı anlayan ve yaşayan ve yaşatan insanların vazifesini yapmasıyla islamiyet kuvvetlenecek, yükselecek ve ihtişam gösterecektir.
Şu ihbarda hafî bir îma daha var ki: İstikbalde Sahabeler içinde fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak.
BİR TETİMME “İki Nükte”ye işaret edeceğiz.
Birinci Nükte: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanın hurufatında ve mana-yı sarihinden başka, işaratında çok ulûm-u mühimme vardır.
İkinci Nükte: Bu âyet-i kerime sırat-ı müstakimin ehli ve hakikîniam-ı İlahiyeye mazhar, nev’-i beşerdeki beş kısım taifeye ve o taifenin baştaki rüesalarınave o taifelerin istikbaldeki reislerinin vaziyetlerini bir vecihle tayin ediyor.
BU TETİMMEYE İKİNCİ BİR İZAH Sure-i Feth’in âhirindeki halifelerin tertib sırasını ihbar eden işaret-i gaybiyeyi teyid eden Nisa Suresinin 69’uncu ayeti hakkında bir izahtır. “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehidlerle, iyilerle birliktedir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”
Hâtime Kur’an-ı Hakîm’in tevafuk cihetinden tezahür eden i’cazî nüktelerinden ikisi izah edilmiştir.
SEKİZİNCİ LEM’A: 39
Keramet-i Gavsiye Risalesidir. Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında ve teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.
Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.
DOKUZUNCU LEM’A: 39
Teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.
Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi.
ONUNCU LEM’A: 40
يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ اَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ وَاللّٰهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ
âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor.
Evet bu risale, iki kısım olarak yazılmış. Birinci kısımda; has ve sadık Kur’an hizmetkârlarının sehiv ve hataları neticesinde yedikleri tenbihkârane şefkat tokatları.. ikinci kısımda; zahirî dost ve kalbi muarız olanların bilerek verdikleri zarara mukabil, zecirkârane yedikleri tokatlarından bahsedilecekti. Fakat lüzumsuz bazıların hatırlarını rencide etmemek için, yüzer hâdisattan birinci kısmın yalnız onbeş adedinden bahsedildi. İkinci Kısım şimdilik yazılmadı. Tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazmıştır. Ben beş tokat yedim, yazdım. Nefsim gibi telakki ettiğim Abdülmecid ile Hulusi’ye vekaleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı, hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Nümune nev’inden olarak onlarla iktifa ettik. Yoksa hâdisat çoktur. Bununla kat’iyyen kanaatımız gelmiştir ki; bu hizmetimizde başıboş değiliz. Mühim bir nazar altındayız ve dikkatli bir inayet nazarındayız ve kuvvetli hıfz u himayet tahtındayız. O risalenin âhirinde, اَلظُّلْمُ لاَ يَدُومُ وَالْكُفْرُ يَدُومُ sırrına dair mühim bir hakikat beyan edilerek, hizmetimize zulüm nev’inden ilişen mülhidler, bu dünyada tokadını yiyecekler ve kısmen yediklerini; ve zındıka ve dalalet hesabına ilişenler çabuk tokat yemeyip te’hir edildiğinin sebeb ve hikmetini beyan ediyor.
Şefkat Tokatları Risalesi Bu hizmet-i kudsiyenin kerameti üç nevidir:
Birinci nev’i: O hizmeti ihzar etmek ve hâdimlerini o hizmete sevketmek cihetidir.
İkinci kısım: Manileri bertaraf etmek ve muzırların şerrini def’edip, onları tokatlamaktır.
Üçüncü kısım şudur ki: Hizmette hâlisen çalışanlara fütur geldiği vakit, şefkatli bir tokat yerler, intibaha gelerek yine o hizmete girerler. Bu kısım hâdiseden onüçondördü şefkatli tokat yemişler, altı yedisi zecr tokatı görmüşler. (Her bir tokatta ehl-i imanın gadab-ı ilahiyi celb eden yanlış davranışları gösterilmiştir.)
Birincisi: Bu bîçare Said’dir.
(1- Önce kendimize dikkat etmemiz. Daha sonra başkalarına gelen tokattan kendine ders çıkarmak için takib edilmeli
2- Her ne vakit hizmete fütur verir, “neme lâzım” deyip hususî nefsime ait işlerle meşgul olduğum zaman tokat yemişim.
2-Tokadın cinsi hizmete sevk edilmek için nefy edilmek şeklindedir.)
İkincisi: Abdülmecidabidir.
(3- Dünyevi bir menfaati elden kaçırmamak için hizmetin devam etmesi niyeti
3- Tokadın cinsi dünyevi menfaati elden kaçırmak şeklindedir.)
Üçüncüsü: Hulusi Beydir.
(4- Dünyayı güzel görüp Kur’an hizmetini aksatmaktır.
4-Tokadın cinsi ehl-i dünyadan tazyik görmek şeklindedir.)
Dördüncüsü: Muhacir Hâfız Ahmed’dir.
(5- Kişinin şahsi kemalatını düşünmesi ve mes’eleyi Üstadla (yani şimdiki zamanda şahs-ı manevi ile) istişare etmiyerek hizmet-i Kur’aniyeye muvakkaten fütur getirmektir.)
5- Tokadın cinsi Hastalanmak şeklindedir.)
Beşincisi: Hakkı Efendi’dir.
(6- İhtiyat ediyorum diye hizmet-i Kur’aniyeyi muvakkaten terk etmektir.
6-Tokadın cinsi dünyevi tehdit altında kalmak şeklindedir.)
(7- Kudsî, safi hizmet-i Kur’aniye, gayet temiz kendine mahsus parmakları başka işe karıştırmak istemiyor. Gayet temiz Nur talebelerinin gayr-ı meşru bir yolda kazanç elde etmesini hizmet-i Kur’aniye istemiyor.
7- Tokadın cinsi gayr-ı meşru yoldan alıkoymak şeklindedir.)
Altıncısı: Bekir Efendi’dir.
(8- Hizmete ait olabilecek maddi ihtiyaçları karşılamakta gevşeklik göstermektir.
8- Tokadın cinsi maddi zarara uğramak şeklindedir.)
Yedincisi: Şamlı Hâfız Tevfik’tir.
(9- Kur’anın lafzından ziyade manasının üstün tutulmaması
10- sair arkadaşlara tefevvuk etmek düşüncesinin olmaması gerekiyor. Tefani sırrı bir esastır.
11- Üstadın tavsiyelerini dinlememek)
(Bu üç kusura binaen gelen tokat ise maksudunun aksine olarak en geriye düşmek şeklindedir.)
(12- O hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Nur talebesini zulmette bırakan vaziyetleri farklı farlı olabilir ama sonuç olarak Risalelerden istifade edememeyi netice veriyor.)
Sekizincisi: Seyranî’dir.
(13- Şahs-ı maneviyi, şahs-ı manevinin kat’î bildiği bir hakikattan vazgeçirmek istemekle beraber iştirak etmemektir.
13-Tokatın cinsi hizmetten muvakkaten uzak kalmak şeklindedir.)
Dokuzuncusu: Büyük Hâfız Zühdü’dür.
(14- Sünnet-i Seniyeye ittiba ve bid’alardan içtinabı meslek ittihaz eden talebelerin manevî şerefini kâfi görmeyerek ve ehl-i dünyanın nazarında bir mevki kazanmak emelinde bulunmaktır.
14- Tokatın cinsi hanedanının şerefini zîr ü zeber edecek)
(15- Hiç tokada istihkakı yokken, o elîm hâdise ona da temas etti.
15- Onun kalbini dünyadan kurtarıp tamamıyla Kur’ana vermek için bir ameliyat-ı cerrahiye-i nâfia hükmüne geçer.)
Onuncusu: Hâfız Ahmed (R.H.) namında bir adamdır. (Dördüncü tokatda geçen Ahmet abi değil başka birisidir.)
(16- Ehl-i dünyaya temas etti.
16- Dar maişeti ve perişaniyeti arttı ve şerefi zîr ü zeber oldu.)
Onbirincisi: Belki rızası yok diye yazılmadı…
(17- Kişinin razı olmayacağı amellerinden bahis açmamak gerektir.)
Onikincisi: Muallim Galib’dir (R.H.).
(18- Risalelerin neşrettiği için kendisine adavet edecek resmî birkaç düşman bulmak düşüncesi ile risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmemek.
18- Tokatın cinsi zalim insafsız çok düşmanları bulup bir kısım dostlarını kaybetmekti.)
Onüçüncüsü: Hâfız Hâlid’dir (R.H.).
(19- Hizmete mani olacak bir vazifeyi (İmamlık gibi bir vazife dahi olsa) kabul etmek.
19- Aksül amel nevi’inden maksudunun zıddıyla ceza çekmek)
Ondördüncüsü: Üç Mustafa’nın küçücük “üç tokat” yemeleridir.
Birincisi: Mustafa Çavuş’dur (R.H.)
(20- Ehl-i dalalet bazen olur ki şeairin terk edilmesi için talebelerden veya ehl-i imandan dostları vasıta ederek desise veriyor. Buna vasıta olmak şefkat tokadını celb eder.
20- Cenab-ı Hakk bazen kişiyi hayırlı amellerde muvaffak etmeyerek tokat vuruyor. Hatta istesede önüne maniler çıkararak men ediyor.)
İkinci Mustafalar: Kuleönündeki kıymetdar, çalışkan mühim bir talebem olan Mustafa ile, onun çok sadık ve fedakâr arkadaşı Hâfız Mustafa’dır. (R.H.)
(21- İhtiyat yapmamak ve emredildiği halde uymamak şefkat tokadını celb etmiştir.
21- Hayat şartları zorlaşır.)
Sual: Neden dosta tokat vuruluyor, düşmana ilişilmiyor?
Cevab: Dostların hataları, hizmetimizde bir nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor.
ONBİRİNCİ LEM’A: 49
“Mirkat-üs Sünne ve Tiryaku Maraz-ıl Bid’a” namıyla gayet mühim bir risaledir.
لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ ٭ قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ
فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ
âyetlerinin gayet mühim iki hakikatını “Onbir Nükte” ile tefsir ediyor.
BİRİNCİ NÜKTE
مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهِيدٍ hadîs-i şerifinin sırrını beyan ediyor.
İKİNCİ NÜKTE: İmam-ı Rabbanî (R.A.), “Sünnet-i Seniyenin ittibaı; en haşmetli, en letafetli, en emniyetli tarîkattır.” demesine dairdir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin ehemmiyeti hakkında İmam-ı Rabbanî’nin hükmünü tasdik ettiğini beyan ediyor. Sünnet-i Seniyeye ittiba ile zulumatlı yollar aydınlanır ve endişelerden korkulardan kurtulunur.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: اَلْمَوْتُ حَقٌّ hakikatının kapısıyla, gayet acib bir âlem-i manevîye ait bir seyahat-ı ruhiyeyi beyan ediyor.
(Her hadisede tecelli eden esmayı görüp ona göre hareket etmeye misal olarak ölüm hakikatı nazara verilmiştir.)
İnsan, Küre-i Arz ve Kâinat mezaristanında eşyanın zeval ve fenasını görmekten gelen dehşete mukabil فَاِنْتَوَلَّوْاilââhir.. âyetinin mana-yı işarîsinden gelen teselli ile o üç müdhiş cenaze, başka şekil aldılar. Yani: Hem Hakîm, hem Rahîm, hem Âdil, hem Kadîr bir Zât-ı Zülcelal’in taht-ı tedbir ve rububiyetinde ve hikmet ve rahmeti içinde hikmet-nüma bir seyeran, ibret-nüma bir cevelan, vazifedarane bir seyahat suretinde bir seyr ü seferdir, bir terhis ve tavziftir ki, böylece kâinat çalkalanıyor, gidiyor, geliyor!..)
BEŞİNCİ NÜKTE: قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki: Allah’a muhabbetiniz yoktur.” âyetinin sarahatıyla: Muhabbetullah, kat’î bir kıyas-ı mantıkî ile, Sünnet-i Seniyenin ittibaını intaç ettiğine dairdir.
ALTINCI NÜKTE: كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ hadîsinin mühim bir sırrını ve اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ âyetinin bir hakikatını tefsir ediyor. Sünnet-i Seniyenin meratibi var.
Birinci Mertebe; Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez.
İkinci Mertebe; Bir kısmı da, nevafil nev’indendir. Nevafil kısmı da, iki kısımdır.
Üçüncü Mertebe; Şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir.
YEDİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin herbir mes’elesi altında bir edeb bulunduğunu beyan eder. Evet, Sünnet-i Seniyedeki edeb, o Sâni’-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır. Hem “Allâm-ül Guyub’a karşı edeb ve hicab nasıl olabilir ve ne demektir?” sualine karşı, güzel bir cevabdır.
SEKİZİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin bir kısmı şefkat-i Ahmediyenin (A.S.M.) tereşşuhatı olduğu gibi, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nasıl bir maden-i şefkat olduğunu gösteriyor. Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve nihayet re’fetine karşı ümmetinin Onun sünnetine ittiba etmeleri üstlerinde hakkıdır. Hem mesail-i şeriatla sünnet-i seniye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi’ birer devadır.
DOKUZUNCU NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin herbir nev’ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa mahsus olduğu halde; herkes niyeti ile ve kasd ile ve tarafdarane ve iltizamkârane ve takdirkârane talib olmakla, o ittiba-ı tâmmeden tam hissedar olabilir. Ehl-i tarîkatın ezkâr ve evrad ve meşrebleri, esasat-ı Sünnete muhalefet etmemek şartıyla bid’ata dâhil olmadığını, olsa olsa bid’a-i hasene olduğunu beyan eder.
ONUNCU NÜKTE: قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ Muhabbet-i İlahiyeye ve o muhabbetin neticesinde Süñnet-i Seniyenin ittibaına dair, üç nokta ile, gayet merak-aver ve mühim ve güzel beyanat var. Hattâ kitabın nakşında şu Onuncu Nükte’nin bir şua-ı kerametini, tevafukla nazara gösteriyor. İnsan için en mühim âlî maksad, Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. O matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır. Bu makamda “Üç Nokta” isbat edilse, mezkûr hakikat tamamıyla tezahür eder.
Birinci Nokta: Beşer, fıtraten şu kâinatın Hâlık’ına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır.
İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı istilzam eder.
Üçüncü Nokta: Cenab-ı Hakk’ın kendisini sevdirmesine sevmek ile mukabele etmek insan için en âlî bir maksad olduğundan Cenab-ı Hakk’ın sevdiği zatın Sünnet-i Seniyesine ittiba etmek en mühim bir vazife-i beşeriyedir.
ONBİRİNCİ NÜKTE: Zât-ı Ahmediyenin Sünnet-i Seniyesinin menbaı; hem akvali, hem ahvali, hem ef’ali olduğunu ve herbirisi hem farz, hem nevafil, hem âdât aksamına inkısam ettiğini ve Kur’anda وَاِنَّكَ لَعَلَى خُلُقٍ عَظِيمٍ sırrıyla, nev’-i beşer içinde manen ve ruhen olduğu gibi, mizac-ı cismanîsinin cihetiyle dahi en mutedil noktasında ve kuva-yı cismaniye ve nefsiyede nokta-i itidalin vasatında ve kemalinde bulunan ferd-i ferîd, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu isbat ediyor. Bu risale dahi, başta denildiği gibi, bir tiryak-ı enfa’ ve bir iksir-i a’zamdır.
Bu risale “Üç Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir.
Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir.
İkinci Mes’ele: “Kur’anın beyan ettiği mehasin-i ahlâkın misali, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev’-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyıktır.
Üçüncü Mes’ele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halkedildiğinden, harekât ve sekenatı, itidal ve istikamet (kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviyenin itidal ve istikameti olan hikmet, şecaat-ı kudsiye ve iffet) üzerine gitmiştir.
ONİKİNCİ LEM’A: 62 İki sual münasebetiyle iki nükte-i Kur’aniyenin beyanına dairdir.
اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ٭
اَللّٰهُ الَّذِى خَلَقَ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَمِنَ اْلاَرْضِ
مِثْلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ اْلاَمْرُ بَيْنَهُنَّ لِتَعْلَمُوا اَنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
وَ اَنَّ اللّهَ قَدْ اَحَاطَ بِكُلِّ شَيْءٍ عِلْمًا
âyetlerinin, ehl-i Fennin ve şimdiki Coğrafyacı ve Kozmoğrafyacıların medar-ı tenkidleri olmuş iki hakikatını, “İki Nükte” ile tefsir ediyor.
BİRİNCİ NÜKTE: Umum rızk doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelal’in elinde olduğunu ve hazine-i rahmetinden çıktığını beyan ederek, rızıksızlıktan ölmek olmadığını isbat eder.
İKİNCİ NÜKTE: Küre-i Arz’ın, münkir Coğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ve semavat dahi, Kozmoğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu isbat eder. Bu risale, öyle geveze mülhidlere bir licamdır, yani gemdir.
ONÜÇÜNCÜ LEM’A: 70
“Hikmet-ül İstiaze” namıyla maruf, gayet kıymetdar ve kuvvetli ve hakikatlı bir risaledir. قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ مَلِكِ النَّاسِ اِلهِ النَّاسِ مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ الَّذِى يُوَسْوِسُ فِى صُدُورِ النَّاسِ مِنَ الْجِنَّةِ وَ النَّاسِ
Suresinin en mühim bir hakikatını, وَقُلْ رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ ٭ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
âyetinin mühim bir hikmetini ve اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ in en mühim bir sırrını “Onüç İşaret” ile tefsir ederek, onüç anahtarla قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ ın kal’a-i hasinine girmek için kapı açar, tahassüngâhı gösterir.
BİRİNCİ İŞARET: “Şeytanların kâinatta icad cihetinde hiç medhalleri olmadığı ve dalaletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalaleti tenfir ettikleri halde ve Cenab-ı Hak rahmet ve inayetiyle ehl-i hakka tarafdar olduğu ve hak ve hakikatın cazibedar güzellikleri, ehl-i hakkı müeyyid ve müşevvik bulunduğu halde; hizb-üş şeytanın çok defa hizbullaha galebe etmesinin hikmeti nedir?” diye suale karşı gayet kat’î ve vâzıh bir cevabdır.
Elcevab: “Et-tahribü eshel” bu sırdandır ki: Ehl-i dalalet, hakikaten zaîf bir kuvvet ile pek kuvvetli ehl-i hakka bazan galib oluyor.
İKİNCİ İŞARET: “Şerr-i mahz olan şeytanların icadı ve ehl-i imana taslitleri ve onların yüzünden çok insanların küfre girip Cehenneme girmelerine, Cemil-i Alelıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahman-ı Bilhakk’ın rahmet ve cemali, bu hadsiz çirkinliğin ve bu dehşetli musibetin husulüne nasıl müsaade ediyor ve ne için cevaz gösteriyor?” diye sualine karşı gayet kuvvetli ve mukni’ bir cevabdır.
Elcevab: Şeytanın vücudunda cüz’î şerler ile beraber bir çok makasıd-ı hayriye-i külliye ve kemalât-ı insaniye vardır. Hem şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar, kemmiyete az bakar veya bakmaz.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: “Kur’an-ı Hakîm’de, ehl-i dalalete karşı azîm şekvalar ve kesretli tahşidat ve çok şiddetli tehdidat; aklın zahirine göre, adaletli ve münasebetli belâgatına ve üslûbundaki itidaline ve istikametine münasib düşmüyor? Âdeta âciz bir adama karşı orduları tahşid ediyor; ve müflis ve mülkte hissesiz âciz bir adama, kuvvetli bir şerik mevkii verir gibi ondan şekvalar etmenin sırrı ve hikmeti nedir?” diye sualine karşı, gayet kat’î ve ehemmiyetli bir cevabdır.
Elcevab: Şeytanlar ve şeytanlara uyanlar, dalalete sülûk ettikleri için, küçük bir hareketle çok tahribat yapıp çok mahlûkatın semere-i sa’ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve ibtaline sebebiyet verdiği için Sultan-ı Ezel ve Ebed bütün raiyetinin hesabına azîm şikayetler edip dehşetli tehdid ediyor.
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğundan; mehasin ve kemalât vücuda ve şerler ve musibetler ademe istinad ettiğini ve ondan neş’et ettiğini beyan ediyor. İki kaide ile isbat ediyor.
Biri: Bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve inhidamı, bir rüknün ademiyle hasıl olur.
Diğeri: Vücud, her halde mevcud bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî birşey, madum birşeye illet olur.
BEŞİNCİ İŞARET: Cenab-ı Hak Kütüb-ü Semaviyede beşere karşı Cennet gibi azîm bir mükâfatı ve Cehennem gibi dehşetli bir mücazatı göstermekle beraber, çok irşad ve mükerrer ikaz ve defaatla ihtar ve müteaddid tehdid ve teşvik ettiği halde, hizb-üş şeytanın çirkin ve mükâfatsız ve zaîf desiselerine karşı, ehl-i imanın mağlub olmalarının sırrı nedir?” diye müdhiş suale karşı mukni’ bir cevabdır.
Elcevab: Mağlub olmaları imansızlıktan ve imanın zaîfliğinden değildir. Çünki şeytan cüz’î bir emr-i ademî ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Kuvve-i şeheviye ve gazabiye ise, şeytan desiselerine hem kâbile, hem nâkile iki cihaz hükmündedirler.
ALTINCI İŞARET: Şeytanların en tehlikeli ve kesretli bir desisesi olan “tasavvur-u küfrî”yi “tasdik-i küfür” suretinde, “tasavvur-u dalalet”i “tasdik-i dalalet” tarzında göstermesiyle, hassas ve safi-kalb insanları tehlikelere atmasına mukabil, ilmî ve mantıkî ve hakikatlı bir cevabdır.
Şeytanın bu desisesinin mahiyeti ne kadar esassız olduğunu isbat eden kaideler;
- Tahayyül-ü şetm, şetm olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür dahi, küfür değil ve
- Tasavvur-u dalalet de dalalet değil.
- İmkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münafî değil ve o yakîni bozmaz.
- Yani: “Bir emareden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe verip, ehemmiyeti olsun.”
YEDİNCİ İŞARET: Mu’tezile imamları, şerrin icadını şerr telakki ettikleri için, küfür ve dalaletin icadını Allah’a vermeyip, güya onunla Allah’ı takdis ediyorlar. Mu’tezilenin bu mühim mes’elelerine ve Mecusilerin hâlık-ı şerri ayrı telakki etmelerine karşı gayet kuvvetli ve mantıkî bir cevab-ı müskit.. hem “Günah-ı kebireyi işleyen, mü’min kalamaz!” diyen Mu’tezile ve bir kısım Haricîlere karşı gayet makbul ve mukni bir cevabdır.
Elcevab: Halk-ı şerr, şerr değil; belki kesb-i şerr, şerdir. Hem kebairi işlemek, imansızlıktan gelmiyor, belki hiss ve hevesin ve vehmin galebesiyle akıl ve kalbin mağlubiyetinden ileri gelir.
SEKİZİNCİ İŞARET: “Bazı risalelerde kat’î delillerle isbat edilmiş ki; küfür ve dalalet yolu o kadar müşkilâtlı ve suubetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değildir. İman ve hidayet yolu o kadar zahir ve kolaydır ki, herkes ona girmeli idi, dediğiniz halde; bu Hikmet-ül İstiaze’de, dalaletli yolun kolay ve tahrib ve tecavüz olduğu için çoklar o yola sülûk ettiğini beyanın, birbirine muhalif oluyor, vech-i tevfiki nedir?” sualine karşı gayet merak-aver ve mantıkî ve kat’î bir cevab olmakla beraber, Küfür ve dalalet iki kısımdır. Bir kısmı amelî ve fer’î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalalet kolaydır. İkinci kısım ise, amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Hükmünü isbat etmekle davasını kabul ettirebilir. Ademin isbatı elbette kolay değildir.
Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl ekser insanlar gidiyorlar?
Elcevab: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar ve çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle müteselli oluyorlar.
“Dalalette o kadar dehşetli bir elem ve korku var ki, kâfir değil hayatından lezzet alması, belki hiç yaşamaması lâzım gelirken, ehl-i imandan ziyade kendini hayatta mes’ud görmesinin sırrı nedir?” diye sualine karşı gayet güzel bir temsil ile tam kanaat getirir bir cevabdır.
Elcevab: Deve kuşu misali gibi küfr-ü meşkük ile yaşar. Yani tekâlif-i diniyenin zahmetinden ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden ise ihtimal-i imanî cihetiyle kendi üzerine almaz.
DOKUZUNCU İŞARET: “Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem, o kadar inayat-ı İlahiyeye ve imdadat-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden hizb-üş şeytana karşı bazan mağlub olmuşlar.
Elcevab: Hâlık-ı Zülcelal, kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı gibi; insan nev’ininde terakkiyatına medar olmak için kanun-u mübarezeye tabi’ kılmıştır. İşte bu yüzden hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş. İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalalete karşı mağlub oluyor.
Hem Hâtem-ül Enbiya’nın güneş gibi parlak nübüvveti ve risaletinin komşuluğunda bulunan Medine münafıklarının dalalette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?” diye suale karşı herkesi alâkadar edecek güzel ve kuvvetli bir cevabdır.
Elcevab: Ehl-i hidayetin vücudî, sübutî, tamir, hareket, hududda istikamet, akibeti düşünmek, ubudiyet ve nefs-i emmarenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak meslek-i kudsîsine karşı Medine münafıkları, yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dafiaya kapılıp, dalalette kalmışlar.
ONUNCU İŞARET: İblis’in kendini kendine tâbi’ olanlara inkâr ettirmek suretindeki desise maskesini yırtarak, (İblis’in) pis ve mülevves yüzünü gösterip, vücudunu isbat eder. Dört kısımda isbat eder.
Evvela; Cinnî şeytanın vücuduna kat’î bir delili, insî şeytanın vücududur.
Sâniyen: Yirmidokuzuncu Söz’de yüzer delil-i kat’î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu isbat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler.
Sâlisen: Şerriyenin mümessilleri ve mübaşirleri ve o umûrdaki kavaninin medarları olan ervah-ı habise ve şeytaniye bulunması, ittifak-ı edyan ile sabit ve hikmet ve hakikat noktasında kat’îdir.
Râbian: İnsanda kalbin bir köşesinde bulunan lümme-i şeytaniye ve kuvve-i vâhimenin telkinatıyla insanın ihtiyarına zıd ve arzusuna muhalif hareket etmesi, âlemde büyük şeytanların vücuduna kat’î bir delildir.
ONBİRİNCİ İŞARET: Ehl-i dalaletin şerrinden kâinat kızdıklarını ve anasır-ı külliye hiddet ettiklerini ve umum mevcudat manen galeyana geldiklerini, Kur’an-ı Hakîm mu’cizane ifade ettiğine dair merak-aver bir beyandır.
Elcevab: Enva’-ı dalalet derecatına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i Rabbaniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhaniyeye zarar verdiği için, ehl-i isyana ve ehl-i dalalete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlukat öfkeleniyor.
ONİKİNCİ İŞARET: Dört sual ve cevabdır. “Mahdud bir hayatta mahdud günahlara mukabil hadsiz bir azab ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adalet olur?”
Elcevab: Küfür ve dalalet cinayeti, nihayetsiz bir cinayettir ve hadsiz bir hukuka tecavüzdür.
Hem “Şeriatta denilmiştir ki: Cehennem, ceza-yı ameldir; fakat Cennet, fazl-ı İlahî iledir. Bunun hikmeti nedir?”
Elcevab: Seyyiatta sebeb, nefistir; mücazata bizzât müstehaktır. Hasenatta ise sebeb Hak’tandır, illet de Hak’tandır. Yalnız, insan iman ile tesahub eder. “Mükâfatını isterim” diyemez, “Fazlını beklerim” diyebilir.
Hem “Seyyiat intişar ve tecavüz ettiğinden, bir seyyie bin yazılmak, hasene bir yazılmak lâzım gelirken; seyyienin bir, hasenenin on yazılmasının sırrı nedir?”
Elcevab: Cenab-ı Hak, kemal-i rahmet ve cemal-i rahîmiyetini o suretle gösteriyor.
Hem “Ehl-i dalaletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet, ehl-i hidayette bir za’f ve hakikatsızlık olduğundan mıdır?” diye dört suale gayet kısa ve kuvvetli dört cevabdır.
Elcevab: Hâşâ… Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta za’f vardır. Ne onların bir kuvveti ve dayandığı bir nokta-i istinadı var, ne ehl-i hakta bir nokta-i istinadsızlık ve bir za’f vardır. O galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor,
ONÜÇÜNCÜ İŞARET: “Üç Nokta”dır.
Birincisi: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde, dar kalbli ve kısa akıllı ve kasır fikirli insanları aldatmasına mukabil, tamamıyla şeytan-ı cinnî ve insîyi de susturacak bir cevabdır.
Şeytanın bu desisesini susturan sır: “Allahü Ekber”dir.
İkinci Nokta: Şeytanın hayat-ı içtimaiye dair mühim bir desisesidir. İki kısma ayrılır.
Biri: Şeytan, kusurlu insana kusurunu itiraf etmemek ile istiğfar ve istiaze yolunu kapayıp, enaniyeti tahrik ederek, avukat gibi, nefsini müdafaa ettirir. Âdeta nefsini taksirattan takdis ettirmesine mukabil, herkesi ikna’ edecek bir cevabdır.
Diğeri: Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusur bulunduğunu ve kusurunu görmek, kusuru kusurluktan çıkarmak olduğunu beyan eder.
Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden en mühim bir desise-i şeytaniye; “mü’minin bir tek seyyiesiyle hasenatını örtmek” ile o mü’mine karşı adavet ettirmeye mukabil, mizan-ı ekberde adalet-i mutlaka-i İlahiyenin tecellisindeki düstur ile; herkese lüzumlu, hususan hadîd-ül mizac ve müşkilpesend insanlara, kıymetdar ve haklı ve kuvvetli bir cevabdır.
İşte şu risale onüç işaret ile şeytan-ı insî ve cinnînin onüç hücum yollarını kapadığı gibi; قُلْ اَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ Suresinin kal’a-i metininde tahassun etmek için onüç anahtar olup, onüç kapıyı ehl-i imana açar.
Şu Hikmet-ül İstiaze Risalesi’nin iki mühim kardeşi var. Birisi Yirmidokuzuncu Mektub’un Altıncı Risalesi olan “Hücumat-ı Sitte”, mühim bir kal’a olduğu gibi; ikinci bir kardeşi olan Yirmialtıncı Mektub’un “Hüccet-ül Kur’an Aleşşeytan Ve Hizbihi” namındaki risalesi dahi bir hısn-ı hasindir. Bu üç risale birbiriyle münasebetdardır. Ve ehl-i imana bu zamanda çok lüzumlu olduğunu ihtar ediyorum. Fakat şu risaleler tamamıyla Kur’ana sadık olanların ellerine verilebilir. Bid’a ve dalalete tarafdar veya siyasetçiliğe mübtela olanların ellerine vermemek gerektir. Bilhâssa “Hücumat-ı Sitte”, içerisinde Eski Said’in şiddetli lisanı karıştığı için, en has ve en sadık kardeşlerime mahsustur. Şimdilik hakkı dinlemek ve kabul etmek istidadında olmayanlara gösterilmemesini tavsiye ediyorum. Hem de “İşarat-ı Seb’a”, “Hücumat-ı Sitte” gibi şimdilik havassa mahsustur.
ONDÖRDÜNCÜ LEM’A: 90
“İki Makam”dır.
BİRİNCİ MAKAM: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan sorulmuş ki: “Arz ne üstünde duruyor?” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: عَلَى الثَّوْرِ وَالْحُوتِ Yani “Öküz ve balık üstünde duruyor.” Şu hadîse dair çok münakaşat vardır. Coğrafyacılar, hâşâ bu hadîsi inkâr ediyorlar.
İşte bu hadîsin hakikî manasını üç vecihle, bu risalenin Birinci Makamı öyle bir tarzda beyan ediyor ki; münkirlerin zerre mikdar insafı varsa ve Coğrafyacıların hakka karşı zerre mikdar iz’anları bulunsa, bu hadîsi, bahir bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) sayacaklardır. Çünki o üç cevab hem hakikî ve kat’î, hem manidardırlar.
Birinci Suale Cevab: Ehadîs-i Nebeviyeye dair yapılan muhtelif tevilata dair gelen evhamı def’edecek mühim üç esas ve suale cevab olarak üç vecih söylenecek.
Birinci Esas: Benî İsrail ülemasının bir kısmı müslüman olduktan sonra, eski malûmatları dahi onlarla beraber müslüman olmuş, İslâmiyete malolmuş. Halbuki o eski malûmatlarında yanlışlar var. O yanlışlar, elbette onlara aittir, İslâmiyete ait değildir.
İkinci Esas: Teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yani ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telakki edilir. İşte Sevr ve Hut namıyla iki büyük melek, bir teşbih-i latif-i kudsî ile ve manidar bir işaretle Sevr ve Hut namıyla tesmiye edilmişler. Kudsî, ulvî lisan-ı nübüvvetten umumun lisanına girdikçe, o teşbih hakikata inkılab etmiş, âdeta gayet büyük bir öküz ve dehşetli bir balık suretini almışlar.
Üçüncü Esas: Nasılki Kur’anın müteşabihatı var; gayet derin mes’eleleri temsilât ile ve teşbihatla avama ders veriyor. Öyle de: Hadîsin müteşabihatı var; gayet derin hakikatları me’nus teşbihatla ifade eder.
Şimdi birinci sualin cevabına dair “üç vecih” söylenecek.
Birincisi: Cenab-ı Hak arzı su ve toprak olarak iki kısımda yarattığı gibi Küre-i Arz’a hem kumandan, hem nâzır olan müekkel meleği dahi, su ve toprak unsuruna münasebettar surette âlem-i melekût ve âlem-i misalde sevr ve hut suretinde temessülleri vardır.
Hem nass-ı hadîsle Küre-i Arz, bir sefine-i Rabbaniye ve âhiretin bir mezraası olduğundan, o gemiye kaptanlık eden melaikeye “Hut” namı ve o tarlaya nezaret eden melaikeye “Sevr” ismi verilmiştir.
İkinci Vecih: Devlet, seyf ve kalem üstünde durduğu gibi; Küre-i Arz da, öküz ve balık üstünde duruyor demekle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev’-i insanînin hayatı, ne kadar cins-i hayvanînin hayatıyla alâkadar olduğuna dair geniş bir hakikatı, iki kelime ile ders vermiş.
Üçüncü Vecih: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, istikbalde anlaşılacak Küre-i Arz’ın vazifesindeki hareketine ve seyahatına imaen ve hakikî işleyen burçlar ise, Küre-i Arz’ın medar-ı senevîsinde bulunduğuna remzen işaret etmiştir.
Bazı kütüb-ü İslâmiyede sevr ve huta dair acib ve haric-i akıl hikâyeler, ya İsrailiyattır veya temsilâttır veya bazı muhaddislerin tevilâtıdır ki, bazı dikkatsizler tarafından hadîs zannedilerek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a isnad edilmiş.
İkinci Sual: Âl-i Abâ hakkındadır. Şöyle ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, giydiği mübarek abâsını, üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle dua etmesinin hikmeti nedir?
Elcevab: Vazife-i risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki:
- Hazret-i Ali’yi (R.A.) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve
- Hazret-i Hüseyn’i (R.A.) ta’ziye ve teselli etmek ve
- Hazret-i Hasan’ı(R.A.) tebrik etmek ve musalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faidesini ilân etmek ve
- Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tahir ve müşerref olacağınıve Ehl-i Beyt ünvan-ı âlîsine lâyık olacaklarını ilân etmek için
O dört şahsa kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” ünvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.
İKİNCİ MAKAM:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in en mühim beş-altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Kur’anın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi; Arş’tan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nuranî olmakla beraber, saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyiz ve bereket veren bir menba’-ı envâr olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan “Birinci Söz”e bakar. Âdeta, Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup; müntehası ibtidasına بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ hatt-ı mübarekiyle ittihad ediyor. Ve bu makamda “Altı Sır” yerine otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır, fakat gayet büyük hakaikı tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan; بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ne kadar kıymetdar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.
Birinci Sır: Bismillahirrahmanirrahîm kâinatta, küre-i arzda ve insanda tecelli eden bütün isimlerin unvanıdır. Kâinatın heyet-i mecmuasındaki eczaların bir Mabud’un evamirine itaatlerinde ve ibadet denilen bir gaye ve maksad için yaptıkları fıtri vazifelerinde Uluhiyyet Hakikatı görünüyor. Küre-i Arz sîmasında nebatat ve hayvanatın tedbir ve terbiye ve idaresindeki teşabüh, tenasüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezahür eden sikke-i kübra-i Rahmaniyettir ki, “Bismillahirrahman” ona bakıyor. Sonra insanın mahiyet-i câmiasının sîmasındaki letaif-i re’fet ve dekaik-ı şefkat ve şuaat-ı merhamet-i İlahiyeden tezahür eden sikke-i ulya-i Rahîmiyettir ki, “Bismillahirrahmanirrahîm” deki “Errahîm”ona bakıyor.
İkinci Sır: İnsanın mahiyet âyinesinde bütün isimlerin cilvelerini irae eden “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Kâinat ağacının meyvesi küre-i arz dersek çekirdeği de insandır. Ağaçta olan her şeyin çekirdekte de bulunması sırrıyla kâinatta tecelli eden binbir esma insanda da tecelli eder. Bismillahirrahmanirrahîm binbir ismi ile Cenab-ı Hakkı tanımamız için Rahmet tarafından bize verilen bir hediyedir. Yoksa insan kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edemez. Ancak kendinde tecelli eden bütün esmayı görüp sair mahlûkatta görünen bütün esmalarla birleştirmekle kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edebilir.
Üçüncü Sır: Rahmet Şuunatı
Kâinatta; Şems ve Kamer’i, anasır ve maadini, nebatat ve hayvanatı; bir nakş-ı a’zamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şualarıyla tanzim etmesi ve hayata hâdim etmesi ve nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedakârane şefkatleriyle şefkatini göstermesi ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye müsahhar etmesi ve ondan rububiyet-i İlahiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı a’zamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar etmesi ile o Rahman-ı Zülcemalin Rahmet Şuaatı biliniyor.
Küre-i Arzda; zeminde dörtyüzbin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare etmesi ile Rahmet Şuaatı biliniyor.
İnsanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında akıl, kalb ve ruh gibi cihazlar vermesi ile maddi simasında da bir teşahhusatı vechi vermesiyle Rahmet Şuaatı biliniyor.
İnsan bu Rahmetin Şuaatını göremiyorsa Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine baksın.
Dördüncü Sır: Rahmete mukabele tarzı
Kur’an-ı Hakîm, cüz’iyatta ve nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad’i mülahaza ettirmek için kâinatın daire-i a’zamından meselâ semavat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder.
Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet üstünde rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur.
Ve bize hakiki hitaba muhatablık makamında elimize Kur’anın mücmel bir hülâsası olan Fatiha’yı ve Fatiha’nın fihristesi olan Bismillahirrahmanirrahîm’i vermiştir.
Beşinci Sır: Besmelenin hadîs-i şerifte ki tefsiri
Hadîs-i Şerifin çok makasıdından birisi şudur ki: İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. İnsanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir. “İnsanda suret-i Rahman var” vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir.
Altıncı Sır: Rahmetin hazinesinin vesileleri; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünneti ve ona edilen salâvatlar olduğu gibi bir diğeri de Bismillahirrahmanirrahîmdir.
O Zât-ı Akdes’e ve o Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.
O Rahmet hazinesini bulmanın çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salâvattır.
ONBEŞİNCİ LEM’A: 103
Risale-i Nur Külliyatının Sözler, Mektubat ve Ondördüncü Lem’aya kadar olan kısmının fihristesidir. Her kısmın fihristesi, yani Sözler kısmının fihristesi, Sözler Mecmuasında bulunduğundan, Mektubat ve Lem’aların da kendilerine ait fihristeleri o mecmuaların âhirlerine ilhak edildiğinden burada yazılmadı.
ONALTINCI LEM’A: 103
(Kur’an hizmetine dair dört sual ve hatimesinde ise tesanüd ve uhuvvete dair bir düstur gösterilmiştir.)
Mesail-i mühimmeden bazı mesail hakkında sorulan suallerin cevablarını muhtevidir. Şöyle ki; en başta, merak-aver “Dört Sual”e cevabdır.
BİRİNCİSİ: “Ehl-i Sünnet Ve Cemaat hakkında bir ferec ve bir fütuhat olacağı hakkında ehl-i keşfin verdiği haberlerin zuhur etmemesi nedendir?” diye sorulmasına mukabil, gayet güzel bir cevabdır.
Elcevab: Hadîs-i şerifte vârid olmuştur ki: “Bazan bela nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” Şu hadîsin sırrı gösteriyor ki; ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat Levh-i Ezelî’ gibi mutlak değildir. Ancak Levh-i Mahv-İsbat’ta yazılan muallak mukadderattır. Muallak mukadderat bazı şeraitle vukua gelirken şerait vücuda gelmezse geri kalır.
Elhasıl Ramazan-ı Şerifte bid’aların ref’ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid’alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi.
İKİNCİSİ: “Risale-i Nur’un müellifi, kendisini şiddetli tazyikat altında tutan ehl-i dünyanın aleyhinde bulunması lâzım gelirken, onlara maddeten ilişmemesinin sebebi nedir?” sualine gayet latif bir cevabdır.
Elcevab: Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir.
Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun.
ÜÇÜNCÜSÜ: “İngiliz ve İtalyan gibi hükûmetlerin bu hükûmetle muharebe etmek istemelerine karşı, neden şiddetli bir surette harb aleyhinde bulunuyorsunuz? Halbuki bu gibi hâdiseler, milletin kuvve-i maneviyesinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyic etmekle, şeair-i İslâmiyenin ihyasına ve bid’aların ref’ine bir derece medar olur.” diye vaki’ sualine verilen pek letafetli bir cevabdır.
Elcevab: Biz, ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıncı ile değil. Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin; kılınçlarından gelen faide bize lâzım değil.
Hem harb belası ise hizmet-i Kur’aniyemize mühim bir zarardır. Kadir-i Küll-i Şey, baştakilerin başlarına akıl ve kalblerine iman versin, yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.
DÖRDÜNCÜSÜ: “Neden elinizdeki nurlu risaleleri herkese göstermemek için, arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz? Ve neden halkları bu nurların feyizlerinden mahrum ediyorsunuz?” sualine verilen pek hoş, pek güzel bir cevabdır.
Elcevab: Başlardaki başların aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tama’ veyahud havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar.
Hâtime’sinde, Lihye-i Saadet hakkında sorulan bir suale karşı şübheleri izale eden gayet mukni’ bir cevabdır.
Lihye-i Saadet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın saç ve sakalından ibarettir. Hiçbir şeyini kaybetmeyen Sahabeler, o nurlu ve mübarek ve daimî yaşayacak saç ve sakallarıda muhafaza etmişler. Velevki her saç Hazret-i Risalet’in saçı olmasa dahi madem ümmet öyle telakki edilmiş ve o vesilelik vazifesini yapıyor ve hürmete ve teveccühe ve salavata vesile oluyor; kat’î sened ile o saçın zâtını teşhis ve tayin lâzım değildir. Yalnız, aksine kat’î delil olmasın, yeter.
Daha sonra, eskiden beri mülhidlerin iliştikleri üç mes’eleye dair sorulan suallere verilen üç cevabdır.
BİRİNCİ SUAL: حَتَّى اِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِى عَيْنٍ حَمِئَةٍ âyet-i kerimesinin meali olan: “Zülkarneyn, Güneş’i hararetli ve çamurlu bir çeşme suyunda gurub ettiğini görmüş?”
Elcevab: Bu mes’elede iki nazar vardır.
Zülkarneyn’in nazarı; Bahr-i Muhit-i Garbî’ye çamurlu bir çeşme tabiri, Zülkarneyn’e nisbeten uzaklık noktasında o büyük denizi bir çeşme gibi görmüş.
Kur’anın nazarı ise Kur’an, semavata bakarak geldiğinden Küre-i Arz’ı kâh bir meydan, kâh bir saray, bazan bir beşik, bazan bir sahife gibi gördüğünden; sisli, buharlı koca Bahr-i Muhit-i Atlas-ı Garbî’yi bir çeşme tabir etmesi, azamet-i ulviyetini gösteriyor.
İKİNCİ SUAL: Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ve Ye’cüc ve Me’cüc kimlerdir?
Elcevab: Bu mes’elenin yalnız iki üç nüktesine gayet muhtasar bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Ehl-i tahkikin beyanına göre, Zülkarneyn yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim’in zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır’dan ders almış.
Tefsirlerde eskiden beri İskender namıyla iştiharının sebebi ise Zülkarneyn olan İskender-i Kebir’in nübüvvetkârane irşadatıyla akvam-ı zalime ile milel-i mazlume ortasında hail ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur sedd-i Çin’in binasını kurmasıdır.
Hâlbuki âyât-ı Kur’aniyenin zikrettiği hâdisat-ı cüz’iyeler; küllî hâdisatın uçları olduğu cihetle: çapulcu garetgir akvam-ı vahşiyenin ve garetkâr milletlerin hücumunu durdurmak için ya bizzât maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve tedbirleriyle sedler kuran Zülkarneyn-misal çok şahıslar gelmiş ve gelecektir.
Hem Kur’an-ı Hakîm, münasebat-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden uzak bir hâdiseye intikal eder. Sedd’in harabiyetinden kıyametin kopmasını Kur’anın haber vermesi cihetinde iki nükte vardır:
Birincisi; bu sed nasıl harab olacak, öyle de dünya harab olacaktır.
İkincisi; fıtrî ve İlahî sedler olan dağlar metindir, ancak kıyametin kopmasıyla harab olurlar; İnkılabat-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir.
ÜÇÜNCÜ SUAL: Hazret-i İsa Aleyhisselâm, âhirzamanda gelip Deccal’ı öldüreceğine dair suallere o kadar ulvî cevablar verilmiş ki; hem ehl-i imanın imanlarını takviye eder, hem belâgatıyla edibleri susturur, hem de mülhidleri ilzam ederek tokatlar.
Elcevab: Bu mes’eleye dair hem Birinci Mektub’da ve hem Onbeşinci Mektub’da gayet muhtasar ve size kâfi bir cevab vardır.
Nihayetinde, Mugayyebat-ı Hamse’den yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suale ehemmiyetli bir cevabdır.
Birinci Nokta; Yağmurun vakt-i nüzulüne dair yapılan itiraza cevaptır. Rasadhanelerdeki âletle, bir yağmurun mukaddematını hissedip vaktini tayin etmek, gaibi bilmek değildir. Belki gaibi bilmek, âlem-i şehadete ayak basmayan ve meşiet-i hâssa ile rahmet-i hâssadan çıkmayan yağmurun vakt-i nüzulünü bilmektir ki, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.
İkinci Nokta; Rahm-ı maderdeki ceninin keyfiyetine dair yapılan itiraza cevaptır. Röntgen şuaıyla rahm-ı maderdeki çocuğun erkek veya dişi olduğunu bilmek, gaibi bilmek değildir. Belki gaibi bilmek, rahm-ı maderdeki çocuğun zükûret ve ünûset keyfiyetini bilmek ile beraber o çocuğun acib istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin mebadileri, hattâ sîmasındaki gayet acib olan sikke-i Samediyeti bilmektir ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâm-ül Guyub’a mahsustur.
Elhasıl: Cenab-ı Hakk’ın rahm-ı maderdeki çocukların sîma-yı maddî ve manevîlerinde hem delil-i vahdaniyet, hem ihtiyar ve irade-i İlahiyenin hücceti olarak iki cilvesi var.
Rüşdü
ONYEDİNCİ LEM’A: 113
(Ahir zamana bakan hizmetteki hakikatlar ve bu hakikatların akla bakan kalbe bakan ne tür neticeleri var olduğu üzerine durulmuştur. Bu Onyedinci Lem’a için Âhir zamandaki hizmetin küçük bir fihristesidir diyebiliriz. Onsekizinci Lem’a da ise Âhir zamandaki hizmetin mümessilleri ve şahs-ı manevisi üzerine durulacaktır.)
Zühre’den gelmiş “Onbeş Nota”dan ibarettir.
BİRİNCİ NOTA: Nefs-i insaniyetin mübtela olduğu âfil ve nâfil şeylerin, etvar-ı âlem üzerinde hakikatlarını gösterip, kalbin rabıtasını kesip, yüzünü beka ve âhirete çevirir.
İKİNCİ NOTA: Bir düstur-u Kur’anî olan tevazuu emir ve tekebbürden men’eder. Hem de Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiçbir şeyi ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme diyerek izzet ve şehamet-i imaniye dersi verir.
ÜÇÜNCÜ NOTA: كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ sırrıyla; mevtin hakikatını, güzel ve ayn-ı hakikat bir ayna temsili ile açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Hayy u Kayyum u Bâki u Daim ve Biyedih-il Hayr’a her umûru teslim eder. Harici âlemin bir derece sabit olmasına aldanarak kendisini lâyemut ve daimi gören insana; hayat ve ömür ayinesinin her vakit kırılabileceğini ihtar eder.
DÖRDÜNCÜ NOTA: Muttarid bir kanun-u âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iade ve tazelenmesiyle, şecere-i kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynen iade edileceğini, kat’iyyen isbat eder.
BEŞİNCİ NOTA: Şu asr-ı felâket ve helâketin en büyük musibeti olan ve dinsizliğe giden medeniyet-i sakîmenin içyüzünü ve yüzündeki peçeyi ve cehennem-nümun mahiyetini, hüda-yı Kur’anî ile müvazene suretiyle açar, gösterir. Ehl-i imanı ona temayülden şiddetli tenfir ettirip, sâri bir vebayı teşhis ile, eczahane-i Kur’aniyeden zemzem-i tiryakı içirir.
Evvela; İkinci bozuk Avrupanın çürük esaslarının bir kısmını gösteriyor. Şöyleki;
“Hayat bir cidaldir” deyip Hâlık-ı Kerim’in kerem düsturlarından olan ve erkân-ı kâinatta kemal-i itaatla imtisal edilen düstur-u teavünü görmüyor.
“Herşey kendi nefsine mâliktir” deyip kör dehasına güveniyor. Halbuki! İnsanın elinde bulunan nefis ve malın insanın mülkün değil, belki insana emanettir.
Saniyen; İki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu gösteriyor.
Salisen; Felsefe-i sakîmenin şakirdleriyle Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını müvazene ediyor.
Rabian; İki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarının kıyası yapılıyor.
ALTINCI NOTA: Nefis ve şeytanın en büyük hile ve desiselerinden olan; kâfirlerin çokluklarını ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarını vesvese suretiyle göstererek, şübheleri ve dine karşı lâkaydlığı, ayn-ı hak ve hakikat bir temsil ile kökünden kesen ve Tûbâ-i Cennet olan iman ağacını yetiştiren mücerreb bir iksir-i nuranîdir. Gökteki hilâl-i Ramazanı yevm-i şekte isbatına dair bir temsil ile o vesveseyi kökünden keser. Şöyleki kâfirlerin nefiy sırrıyla ittifakları kuvvetsizdir. Kıymet ve ehemmiyet, kemmiyette ve aded çokluğunda değildir. Çünki nefyedenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, davaları da ayrı ayrı olur.
YEDİNCİ NOTA: Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin muzır bir mikrobu olan ve terakkiyat-ı ecnebiyede saadet zannedilen, zulümlü ve zulmetli ihtirasat-ı dünyevîye ehl-i imanı sevkeden sahtekâr hamiyetfüruşları, Kur’anın elmas kılıncıyla öldürerek, irtidada yüz tutan veyahud mertebe-i fıska inen ehl-i imanı, Kur’an-ı Hakîm’in hastahanesine alır, tedavi eder. Hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin terakkiyat ve asayişinin temin edilmesi ancak ehl-i imanın mesaîlerini tanzim eden ve mabeynlerindeki emniyeti tesis eden ve teavün düsturunu teshil eden dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salabet-i diniye ile olur.
SEKİZİNCİ NOTA:
وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ nin bir sırrını, Cenab-ı Hakkın zerrat ve mevcudat, hatta cemadatın hizmetlerinin mükâfatını, hizmetleri içinde dercetmesi rahmetinin vüsatini gösterir.
وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ nin bir hakikatını, Hem herbir zerre, mebde’-i hareketlerinde lisan-ı hal ile tesbih ettikleri gibi netice-i hareketlerinde hamd ettiklerini gösterir.
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu, Güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlarından tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ü hareket, kanun-u kader-i İlahînin düsturu üzerine cereyan ettiğini gösterir.
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
nin bir nüktesini tefsir edip, kâinatta zerreden şemse kadar herşey bir vazife ile mükellef olup, bütün sa’y ü hareketleri kanun-u kader ile cereyan ettiğini; ve Cenab-ı Hak kemal-i kereminden, hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet dercettiğini isbat ve izah ile.. mevcudatın en mükemmeli ve zîhayatın reisi ve Arz’ın halifesi olan insan, tenbellik edip gaflete düşerse; cemadattan daha camid, sinekten çekirgeden daha kansız olacağını ikaz ve inzar ile, insanları vazife-i fıtriyelerine sevkedip, uluhiyet-i mutlakayı isbat eder.
Cenab-ı Hakkın zerrat ve mevcudat, hatta cemadatın hizmetlerinin mükâfatını, hizmetleri içinde dercettiğinin delilleri sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tenbel insanlara gösterilmiştir.
- Zât-ı Zülcelal’in isimlerine vazifeperverlik cihetinde âyine olan mevcudatın yüksek makam almaları mevcudatın vazifeleri içinde lezzet dahi aldıklarına delildir.
- İnsanın beka-i şahsî ve beka-i nev’î için ettiği hizmetleri, vazife içinde lezzet bulunduğuna enfüsi bir delildir.
- Vazife içinde lezzet bulunduğunun âfaki delilleri;
- Hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdane vaziyetleridir.
- Nebatat ve eşcar, bir şevk u lezzeti ihsas eden bir tavır ile Fâtır-ı Zülcelal’in emirlerini imtisal etmeleri nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delildir. Bu şevk u lezzeti ihsas eden tavırlar ise dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celbedecek zînetlerle süslenmeleri ve sünbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleridir.
- Mevcudatın istidad ve kabiliyetlerinin bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde gösterdikleri tavırlar lezzet aldıklarına delildir.
Hem güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlarından tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ü hareket, kanun-u kader-i İlahî üzerine cereyan ediyor.
Hem herbir şey, bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:
Biri: Tâkatının binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîr’in vücuduna şehadet eder.
İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve müvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle, o Alîm-i Kadîr’e şehadet eder.
Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin’in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin’in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.
DOKUZUNCU NOTA: Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle, en büyük şeyi en küçük şeyde dercettiği cihetle; kâinattaki hayır ve kemalâtı, şecere-i kâinatın meyvesi ve çekirdeği olan, nev’-i insanın hakikatını taşıyan Nebilerde gösterdiğini; ve Nebilere intisab eden, hayır ve kemalâta, nura ve sürura çıkacağı gibi, ubudiyet cihetiyle de, bir zerre gibi küçük bir mahluk olan insanın, fihristiyet ve o intisab cihetiyle, ağzından çıkan “Allahü Ekber” sadâsı, Küre-i Arz’ın büyük bir “Allahü Ekber”i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn bir beyan ile, hakkın saadetini, imanın hüsn-ü kemalini bilbedahe izhar edip.. dalalet, şer, hasaret; dinin muhalifinde olduğunu kat’î isbat eder. Nübüvvettin ders verdiği din ve imanın binler mehasininden yalnız ubudiyetteki mehasini, muvahhidînin kalblerini bir araya getiren cemaatle kılınan namazlarda göstermekle külli ubudiyet ders verilmiştir.
ONUNCU NOTA: Cenab-ı Hakk’ın nur-u marifetine yetişmek ve bakmak; ve âyât ve şahidlerin âyinelerinde berahin ve delillerin emarelerini görmek üç çeşit olup.. bir kısmı, su gibi; ikinci kısmı, hava gibi; üçüncü kısmı, nur gibi olup.. takarrübün tarifini ve bu’diyetin vartalarını beyan eder.
Bir kısmı: Su gibidir; aklen görünebilen ve kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı, Yirmiikinci ve Otuzüçüncü Söz gibi risalelerdir.
İkinci kısım: Hava gibidir; aklen görünmeyen fakat kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak aklen tam görünmeyip kalben hissedilebilen, İkinci Şua gibi risalelerdir.
Üçüncü kısım: Nur gibidir; aklen görünebilen fakat kalben hissedilmeyen marifetullah delillerini maddi mizanlarla tartmamak gerektir. Misal olarak Yirmiüçüncü Lem’a verilebilir.
ONBİRİNCİ NOTA: Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ifadesindeki şefkat ve merhametin hikmetini, hem üslûb-u Kur’aniyedeki cezalet ve selasetteki fıtrîliği gösterir. Şöyle ki cumhur-u avamın kolaylıkla okuyabildiği semavat ve arzın hilkati gibi görünen âyetleri ders vererek hem üslûb-u Kur’anîdeki cezalet ve selaset ve fıtrîliği Nakkaş-ı Ezelî’nin şuunatını ve fiillerini Sure-i Ammede olduğu gibi izah ederek gösteriyor. Böylelikle Kur’anın hakaikına gelebilecek şüpheleri def ediyor.
ONİKİNCİ NOTA:
مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا kavl-i şerifine imtisalen, كُلُّ آتٍ قَرِيبٌ
sırrıyla mevtin ve kabrin mahiyetini gösterip, serkeş nefs-i emmarenin dizginini çeker. Hem kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevab, “imanın takviyesine medar Risale-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak” olduğunu beyan eden ve ehl-i ilim ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattır.
ONÜÇÜNCÜ NOTA: Medar-ı iltibas olmuş “Beş Mes’ele”dir.
Birincisi: اِنَّكَ لاَ تَهْدِى مَنْ اَحْبَبْتَ وَلكِنَّ اللّهَ يَهْدِى مَنْ يَشَاءُ sırrıyla, tarîk-ı hakta çalışan ve mücahede edenler yalnız kendi vazifesini düşünüp, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamaları lâzım geldiğini; ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubudiyet ve memuriyeti, âmiriyet ve mabudiyetle iltibas edenlere karşı tefrik edip, haddini tecavüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir mes’eledir.
İkinci Mes’ele: Ubudiyetin menşei, emr-i İlahî; ve neticesi, rıza-yı İlahî; ve semeratı ve fevaidi, uhreviye olduğunu; ve dünyaya ait faideler ve semereler ve menfaatler, ubudiyete, vird ve zikre illet veya illetin bir cüz’ü olsa, ubudiyeti kısmen ibtal ettiğini beyan ile sırr-ı ubudiyetin hikmetini ders veren çok mühim ve lüzumlu bir mes’eledir.
Üçüncüsü: طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ hadîs-i kudsîsinin mukaddes düsturunu güzel bir temsil ile izah edip, ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlahînin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini; hem her amelde bir ihlas ciheti olduğundan, insan hareketinde rıza-yı İlahîyi düşünüp, vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkacağını yol gösteren mühim bir mes’eledir.
Dördüncü Mes’ele: وَلاَ تَاْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللّٰهِ عَلَيْهِ
âyetinin mana-yı işarîsiyle, Mün’im-i Hakikî’yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla verilmeyen nimeti yemek ve almak caiz olmadığını; eğer muhtaç ise, esbab-ı zahiriyenin başı üzerinde Mün’im-i Hakikî’nin rahmet elini görüp, “Bismillah” deyip alınacağını; hem esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunması olan iktiranı, illet zannetmelerini güzel ve mukavemetsûz izahla, yüzleri Mün’im-i Hakikî’ye çevirir.
Beşinci Mes’ele: Bir cemaatin sa’yleriyle hasıl olan bir netice veya şerefi, o cemaatın reisine veya üstadına vermek; hem cemaate, hem de o üstad ve reise zulüm olduğu gibi.. Cenab-ı Hakk’ın nur u feyzine ma’kes ve vesile ve vasıta olan üstadın, masdar ve muktedir ve menba telakki edilmemek lâzım geldiğini, güzel bir temsil ile isbat edip, hakikat-ı hale pencere açıp gösterir.
ONDÖRDÜNCÜ NOTA: Tevhide dair dört küçük remizdir.
Birinci Remiz: Dar nazarlı, kasır fikirli ve muhakemesiz akıllı, esbabperest insanın nazarını vahdaniyet-i İlahiyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde “Lâ ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh” der, tevhidi isbat eder. Şöyle ki insanın maddi ve manevi cevherlerinin kâinatın aktarından toplanması ve ihtiyaçlarının ezelden ebede kadar kâinatın her yerine dağılmış olması gösteriyorki insanın mabudu ve melcei ve halaskârı o olabilir ki; arz ve semaya hükmeder, dünya ve ukba dizginlerine mâliktir.
İkinci Remiz: يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى nin bir sırrını tefsir edip, aşk-ı mecazîye mübtela olan insana, aşk-ı hakikîyi ve Mabud-u Bilhakk’ı gösterir. İnsanın fıtrat ve kalb ayinesinde bulunan şedid muhabbet-i beka, insanın kalb ve hüviyet ve mahiyeti için değil, Bâki-i Zülcelal’in cilvesine karşı muhabbet içindir.
Üçüncü Remiz: Hayat-ı bâkiyeye ve sermedî manzaralara namzed, yüksek makamda halkolunan istidadat ve letaif-i insaniye, bazan hiç ender hiç olan heva-yı nefse esir bulunduğundan, ikaz ve inzar ile insanı teyakkuza sevkeden büyük bir hakikatın küçük bir ucudur.
Dördüncü Remiz: Uzun emellerden ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsil ile kurtarıp, “Lâ ilahe İllallah” kelime-i kudsiyesinin şifayab ve rahmetbahş hazinesine teslim eder.
ONBEŞİNCİ NOTA: “Üç Mes’ele”dir.
Birincisi: İsm-i Hafîz’in tecelli-i etemmine işaret eden فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
âyetiyle, Hafîz-i Zülcelal’in Küre-i Arz tarlasında ezel ilmiyle halkedip zer’ ettiği tohumları, kesif toprak içinde ve şiddet-i bürudet karşısında mukavemetsiz, nihayetsiz zaîf ve küçük oldukları halde muhafaza edip, haşr-i baharîde başka bir âlemden gelmişler gibi, evamir-i tekviniyeye imtisal ile gelmeleriyle, emanet-i kübra hamelesi ve Arz’ın halifesi ve kâinatın meyvesi olan insanların ef’al ve âsâr ve akvalleri ve hasenat ve seyyiatları muhafaza edilip haşrin sabahında meydan-ı muhasebeye getirileceğini kat’î isbat edip, haşri bazı sebebler neticesi baîd gören insanlara, bilmüşahede nümunesini gösterir.
Hâfız Ali
Onbeşinci Nota’nın İkinci ve Üçüncü Mes’eleleri iken, ehemmiyetine binaen Yirmidördüncü Lem’a olmuştur. Lem’alar 195
Onbeşinci Nota’nın Üçüncü Mes’elesi Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücudun, cismin, a’zaların, malın ve hayvanatın ibahedir, temlik değildir. Barla Lahikası 327
Onaltıncı Nota iken, ehemmiyetine binaen Yirmiüçüncü Lem’a olmuştur.
Onyedinci Nota Yedi Mes’eledir.
Onyedinci Notanın Birinci Mes’elesi yazdırılmadı.
Onyedinci Notanın İkinci Mes’elesi Beş Noktadır.
Onyedinci Notanın İkinci Mes’elesinin Birinci Noktası ehemmiyetine binaen Yirminci Lem’a oldu.
Onyedinci Notanın Üçüncü Mes’elesi iken suallerinin şiddet ve şümulüne ve cevablarının kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuzbirinci Mektub’un Yirmiikinci Lem’ası olarak Lemaat’a karıştı.
Onyedinci Notanın Dördüncü Mes’elesi iken ihlas münasebetiyle Yirminci Lem’anın İkinci Nokta’sı oldu. Nuraniyetine binaen Yirmibirinci Lem’a olarak Lemaat’a girdi.
ONSEKİZİNCİ LEM’A: 138
Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmedi. Ercüze de Risale-i Nur şakirtlerine işaret eden Hazret-i Ali’nin (R.A.) bir keramet-i gaybiyesidir.
ONDOKUZUNCU LEM’A: 139
كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا âyet-i kerimesini “Yedi Nükte” ile tefsir eden, iktisadı emredip, israf ve tebzirden nehyeden ve bilhâssa bu asırdaki beşere gayet mühim bir ders-i hikmet veren, kıymetdar ve çok mübarek bir risaledir.
BİRİNCİ NÜKTE: Cenab-ı Hak, beşere ihsan ettiği bilcümle nimetlerin mukabilinde beşerden ancak bir “şükür” istediğini; iktisad, hem nimetlere karşı bir ihtiram, hem Cenab-ı Hakk’a bir şükr-ü manevî, hem nimetin bereketlenmesine bir vesile olduğunu.. israf ise; Mün’im-i Hakikî’nin nimetlerine bir hürmetsizlik ve bir tahkir olmakla, vahim neticeleri bulunduğunu beyan eder.
İKİNCİ NÜKTE: Vücud-u beşer bir saray, mide bir efendi, ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcı, et’imenin verdiği lezzetler birer bahşiş olduğunu göstererek; vücudun idaresi iktisad ile temin edildiğini, israf ise müvazenesizliği ve hastalıkları tevlid ettiğini beyan eder.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kuvve-i zaika, maddî cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından, israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takib edilebileceğini; ve bu hakikat, hârika kuvve-i kudsiye sahibi Şah-ı Geylanî (K.S.) Hazretlerinin ihya-yı emvat keramet-i azîmesiyle izah edilerek; ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükrün münteha derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: İktisad sebeb-i bereket olduğundan muktesidlerin hayatları izzetle geçtiğini; israf edenlerin her vakit sefalete, hattâ dilenciliğe kadar düştüklerini, hattâ haysiyet ve namuslarını ve hattâ mukaddesat-ı diniyelerini bile feda ettiklerini; ve iktisadın menafi’-i azîmesini ve israfın dehşetli zararlarını ve sehavetin güzelliği içinde bir oduncu ihtiyarın istiğnasını zikrederek, iktisadın kıymet ve izzetini, sehavetin fevkine çıkarır.
BEŞİNCİ NÜKTE: Gayet merak-aver bir bal vakıasıyla, iktisaddaki izzet ve bereketin ve israftaki sefalet ve mahrumiyetin bir sırrını, pek hakikatlı bir surette izah eder. İktisad, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve tebzirin zahirî merdane keyfiyetlerinin içyüzüdür. İktisad Allah için olursa izzet ve cömertliktir. Yoksa hısset ve zillettir.
ALTINCI NÜKTE: Hısset ile, hıssetten ayrı olan iktisad haslet-i memduhasını, Hazret-i Ömer’in oğlu Hazret-i Abdullah’ın (R.A.) bir vakıasıyla öyle izah eder ki; iktisadın hısset olmadığını ve israftan ayrı olan sehavetin derece-i kemalini gösterir. İktisad ile hıssetin arasındaki fark; iktisad kalbin şefkatinden, aklın ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir. Hısset ise sefillik ve bahillik ve tama’kârlık ve hırsdan ileri gelir. Müstehak olanlara hayırda ve ihsanda bulunmak Allah için olursa cömertliktir. Yoksa hıssettir. İktisad, kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlahiye muvafakattır. Hem kendinden ziyade başkalarını düşünmek aklın kemalini gösterir. Müsaveme, alış-verişin esası ve ruhu olan emniyet ve sadakatı muhafaza eden bir halettir.
YEDİNCİ NÜKTE: İsraf hırsı, hırs kanaatsizliği, kanaatsizlik haybet ve hasareti ve hem ihlası kaçırmakla a’mal-i uhreviyeyi zedelemek gibi üç mühim neticeyi tevlid ettiğini; ve zekâvetleri yüzünden maruf ediblerin dilenciliğe kadar tenezzül ettiklerini ve bir kısım âlimlerin hırs yüzünden dîk-ı maişete giriftar olduklarını temsillerle o kadar güzel izah eder ki, fevkinde beyan ve izah tasavvur edilemez.
Hüsrev
YİRMİNCİ LEM’A: 148
اِنَّا اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ ilâ âhir.. âyet-i kerimesiyle,
هَلَكَ النَّاسُ اِلاَّ الْعَالِمُونَ وَهَلَكَ الْعَالِمُونَ اِلاَّ الْعَامِلُونَ وَهَلَكَ الْعَامِلُونَ اِلاَّ الْمُخْلِصُونَ وَالْمُخْلِصُونَ عَلَى خَطَرٍ عَظِيمٍ
hadîs-i şerifi mûcibince, İslâmiyette ihlas en mühim bir esas olduğunun sırrını, hadsiz nüktelerinden “Beş Nokta” ile tefsir ve izah eder.
BİRİNCİ NOKTA: “Ehl-i dünya ve ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve ehl-i nifak rekabetsiz bir surette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak ve ehl-i hidayet rekabetli ihtilaf ediyorlar?” diye vaki’ pek mühim ve pek müdhiş ve ehl-i hak ve ehl-i hamiyeti hakikaten kan ağlattıran bu suale, çok esbabdan yedi sebeb ile cevab verilmiştir. Şöyledir:
Birinci Nokta: Ehl-i nifak rekabetsiz ittifak ettikleri halde; ehl-i vifak olan ashab-ı diyanet ve ehl-i ilim ve ehl-i tarîkatın rekabetli ihtilaf etmelerinin pek çok esbabından, yedi sebebi beyan edilmiştir.
Birincisi: Ehl-i hakkın herbirisinin vazifesi umuma baktığı gibi muaccel ücretleri de taayyün ve tahassus etmeyip bir makama çoklar namzed olduğundan müzahame ve rekabet tevellüd edip; vifakı nifaka, ittifakı ihtilafa tebdil eder. Ehl-i gafletin ise hayat-ı içtimaiyedeki vazifeleri taayyün edip ayrıldığı gibi o vezaif mukabilindeki alacakları maddî, manevi ücret dahi taayyün edip ayrıldığından birbirleri ile ittifak edebilirler. Yoksa ehl-i hakkın ihtilafı hakikatsızlıktan gelmediği gibi, Ehl-i gafletin dahi ittifakları hakikatdarlıktan değildir. Bu müdhiş marazın merhemi, ilâcı; hizmet-i diniyenin mukabilindeki ücreti yalnız Allah’tan bekleyip nâstan gelen maddî ve manevî ücretten istiğna etmekle beraber hüsn-ü kabul ve hüsn-ü tesir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakk’ın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dâhil olmadığını bilmektir.
İkinci Sebeb: Ehl-i dalalet hak ve hakikata istinad etmediklerinden zillete düşmemek için başkasının muavenet ve ittifakına samimî yapışırlar. Amma ehl-i hidayet ise tarîk-ı hakta yalnız Rabbisinin tevfikine itimad ettiklerinden zahir meşrebine muhalif olana karşı muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Halbuki Cenab-ı Hakkın tevfiki ittifak edenlerle beraberdir. İşte bu ittifakın yegâne çaresi, “dokuz emirdir.”
- Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek.
- Daire-i İslâmiyet içindeki meşreplerle çok rabıta-i vahdeti bulunduğunu düşünüp ittifak etmek
- Her meslek sahibi yalnız kendi mesleğini haklı görüp başkasını haksız görmemek.
- Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…
- Ehl-i hak tesanüd ederek ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp ehl-i dalaletin müdhiş şahs-ı manevîsine karşı, hakkaniyeti muhafaza etmek.
- Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için…
- Nefsini ve enaniyetini
- Ve yanlış düşündüğü izzetini
- Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder.
Üçüncü Sebeb: Ehl-i hakkın ihtilafı, himmetsizlikten ve aşağılıktan ve ehl-i dalaletin ittifakı, ulüvv-ü himmetten değildir. Belki ehl-i hidayetin ihtilafı, ulüvv-ü himmetini sû’-i istimale sebebiyet veren hıs-ı sevab ve rekabet etmekdendir. Ehl-i dalaletin ittifakı ise, himmetsizlikten gelen za’f ve aczdendir. Bu müdhiş maraz-ı ruhînin ilâcı; ulüvv-ü himmetin sû’-i istimali ile vazife-i uhreviyede kanaatsızlık cihetinden gelen hırsla karşısındaki hakikî kardeşine rekabet yerine kesret-i etba’ ile ve fazla muvaffakiyetin vazife-i İlahiye olduğunu bilip Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır.
Dördüncü Sebeb: Ehl-i hidayetin rekabetkârane ihtilafı, akibeti düşünmemekten ve kasr-ı nazardan değil akibeti düşünmekle beraber enaniyeti terketmeyip tarîk-ı hakta gidenlere rekabet etmekdendir. Ehl-i dalaletin samimane ittifakları ise, akibet-endişlikten ve yüksek nazardan değil belki dünyevî ve hazır lezzet ve menfaat etrafında toplandıklarından dolayı samimî ittifak ve ittihad ediyorlar. Bu mühim marazın merhemi ve ilâcı: “El-hubbu fillah” sırrıyla Hak yolunda kim olursa olsun kendinden daha iyi olduğunun ihtimaliyle enaniyetinden vazgeçip tâbiiyeti dahi sebeb-i mes’uliyet ve hatarlı olan metbuiyete tercih etmektir.
Beşinci Sebeb: Ehl-i hidayetin ihtilafı ve adem-i ittifakı za’flarından olmadığı gibi; ehl-i dalaletin kuvvetli ittifakı da kuvvetlerinden değildir. Belki ehl-i hidayetin ittifaksızlığı, iman-ı kâmilden gelen nokta-i istinad ve nokta-i istinaddan neş’et eden kuvvetten ileri geldiği gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin ittifakları, kalben nokta-i istinad bulmadıkları itibariyle za’f ve aczlerinden ileri gelmiştir. Bu haksız ihtilaf marazının merhemi ve ilâcı; ihtilafın İslâmiyete ne derece zararlı olduğunu ve ehl-i dalaletin ehl-i hakka galebesini ne derece teshil ettiğini düşünüp, kemal-i za’f ve acz ile, o ehl-i hakkın kafilesine fedakârane, samimane iltihak etmektir.
Altıncı Sebeb: Ehl-i hak ekseriyetle âhirete ait olan faideleri düşünüp vaktini bir mes’eleye sarfetmediği için, meslekdaşlarıyla ittifakı muhkemleşmiyor. Gafletli ehl-i dünya ise, yalnız hayat-ı dünyeviyeyi düşündüklerinden, bütün hissiyatıyla ve ruh u kalbiyle şiddetli bir surette hayat-ı dünyeviyeye ait mes’elelere sarılır. Ve o mes’elede ona yardım edene kuvvetli yapışır. Bu müdhiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek, haricî düşmanın hücumunda dâhilî münakaşatı terkedip ihtilafa düşmeyiniz. Aranızdaki uhuvveti temin etmek yerine şahsi kemalatınızı düşünüp birbirinizden çekilerek, ittifakı zaîfleştirmeyiniz.
Yedinci Sebeb: Ehl-i hak ve hakikatın ihtilaf ve rekabetleri, kıskançlıktan ve hırs-ı dünyadan gelmediği gibi; ehl-i dünyanın ve ehl-i gafletin ittifakları dahi, civanmerdlikten ve ulüvv-ü cenabdan değildir. Ehl-i hak ve hakikat âhiretteki makam hadsiz olduğundan a’mal-i sâlihada rekabet ve kıskançlık etmez. Kıskançlık eden ya riyakârdır, a’mal-i sâliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor veyahud sadık cahildir ki, a’mal-i sâliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mal-i sâlihanın ruhu, esası ihlas olduğunu derketmiyor.
Bu marazın çare-i yegânesi: Nefsini ittiham etmek ve nefsine değil, daima karşısındaki meslekdaşına tarafdar olmak.
Ehl-i hak ve ehl-i hidayetin ihtilafatı; hakikatsız, zelil olduklarından ve himmetsiz, aşağı ve akibeti düşünmeyerek kasîr-ün nazar olduklarından ve kıskanç ve dünyaya harîs olduklarından olmadığı gibi.. ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin de kuvvetli ittifakları, hakikatlı ve akibeti düşündüklerinden ve yüksek nazarlı olduklarından olmadığını o kadar âlî bir üslûbla ve hakikatlı bir ifade ile beyan ve izah eder ki; “Fesübhanallah, sebebleri bilinmediğinden, her an için üçyüz elli milyon fedakâr tebaası bulunan bu âlî İslâmiyet, nasıl olmuş da hepsi yüz elli milyonu tecavüz etmeyen ve ölümden dehşetli korkan üç dört firenk hükûmetin elinde esir olmuşlar? Hem öyle bir esaretle mahkûm edilmişler ki, -Allah! Allah!- her fırsatta öyle dehşetli şenaatler yapılmış ki; Engizisyon mezalimine rahmet okutacak işkenceler, bîçare ehl-i İslâma tatbik edilmiş; gözyaşlarına bedel, damarlarından mütemadiyen kanlar akıttırılmış; bir değnek cezaya mukabil, ehl-i hamiyetin boyunları, gaddar zalimlerin elleriyle koparılmış, atılmış; o bîçare müslüman hamiyet-perverlerinin bir kısmı darağaçlarına asılmış, hayatlarına hâtime verilmiş, dünyanın ufuklarında merhametsizce teşhir edilmiş.. hem hayat-ı dünyevîleri parça parça edilmiş, hem hayat-ı uhreviyeleri zedelenmiş; bir kısmının ise her iki hayatları ve saadetleri birden imha edilmiş… Nedendir?” diye vaki’ olacak sualin cevabları, elmas hazinesine değer kıymetindeki bu risalenin Birinci Noktasının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır.
İşte bu zavallı müslümanlar hak ve hakikat mesleğinde giderlerken, hataya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlasları zedelenmiş, aralarına rekabet girmiş, beynlerindeki ittifak ve ittihad yerine tefrika ve ihtilaf girmiş.. binnetice, bu haller tedavi edilmemiş, bu marazlar tevessü’ etmiş; bu halleri gören ehl-i dalalet, ehl-i İslâmın bu ihtilafat ve tefrikasını ganîmet bilmiş, desiselerle âlem-i İslâma hücum etmişler, zavallı ehl-i İslâmı pek müdhiş bir esaret altına almışlar, mahvetmek için çalışmışlar. İşte asırlardan beri üçyüz elli milyon ehl-i İslâmı, zincirler altında, her gün, her saat, her an inim inim inleten haletlerin sebebleri, bu risalenin Birinci Noktasıyla pek hakikatlı bir surette izah edilmiş. Fakat heyhat! Zaman ve zemin müsaid değilmiş ki, beş noktadan yalnız bir noktası yazılmış; diğerleri te’hir edilerek, yazılmamış.
Hüsrev
YİRMİBİRİNCİ LEM’A: 159
وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ ٭ وَ قُومُوا لِلّٰهِ
قَانِتِينَ ٭ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا ٭
وَلاَ تَشْتَرُوا بِآيَاتِى ثَمَنًا قَلِيلاً
âyetlerini tefsir eder. Her amel-i hayırda, hususan uhrevî hizmetlerde ihlasın en mühim bir esas olduğunu bildiren çok kıymetdar bir risaledir. Bu risale, evvelâ bu müdhiş zamandaki Kur’an hâdimleriyle konuşarak der ki: “Dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli tazyikat altında, müdhiş dalaletler ve savletli bid’alar içinde, sizler gayet az ve gayet zaîf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gayet ağır ve gayet büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye, sırf bir ihsan-ı İlahî olarak, Cenab-ı Hak tarafından omuzlarınıza konulmuştur. Öyle ise, herkesten ziyade ihlası kazanmağa ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeğe mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlası zayi’ eden esbabdan şiddetle kaçmalısınız.” der ve ihlası kazanmak için dört düsturu beyan eder.
Birinci düstur: “Doğrudan doğruya rıza-yı İlahîyi maksad yapmalısınız.” der.
İkinci düstur: Rekabetsiz, tahakkümsüz, gıbtasız, ataletsiz, hakikî bir tesanüd ile, faaliyetlerini umumî maksada tevcih ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalısınız, der. Ve saadet-i ebediyeyi netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) dünya ve âhirette sahil-i selâmete çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede hizmet ettirildiğiniz için ihlasa, ittifaka, tesanüde samimiyetle sarılmalısınız diye emreder.
Üçüncü düstur: Hem birkaç misal ile ihlasın bir sırr-ı mühimmini izah eder; hem İmam-ı Ali (R.A.) ve Şah-ı Geylanî (R.A.) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının vechini beyan eder. Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde hatta menfaat-ı maneviye ve uhreviyede tercih etmek sırrıyla ihlas-ı tâmmı kazanınız. Böyle bir ihlastaki manevi kuvvet binler maddi kuvvetlerle edilen hizmetten fazla muvaffakıyet gösterir.
Dördüncü düstur: Kardeşler arasında “tefani” sırrını, yani “kardeş kardeşte fâni olmak” esasını ikame eder.
Ve ihlası kuvvetlendiren bir vasıtanın “rabıta-i mevt” olduğunu ve zedeleyen sebeblerin “riya ve tûl-i emel” gibi merdud hasletler olduğunu bildirir.
İhlası kazanmanın ikinci sebebi; daima huzur-u İlahîde olduğunu düşünmektir. Bu suretle hem riyadan kurtulma çaresini, hem kazanılan ihlasta çok meratib olduğunu beyan eder.
Daha sonra, ihlası kıran sebeblerden üç maniden birincisinin “maddî menfaatler” olduğunu; ve a’mal-i uhreviyedeki teşrik-i mesaîde muazzam menfaat olduğunu; hem bu uhrevî kazanç, dünyevî şeriklerin kazançları gibi olmayıp, tecezzi ve inkısam etmeden, noksansız olarak, fazl-ı İlahî ile, teraküm eden sevab yekûnlerinin bir misli, iştirak eden ferdlerin her birinin defter-i a’maline aynen gireceğini beyan ederek, rekabet ve ihlassızlıkla bu ticaretin kaçırılmamasını tavsiye eder. Maniin ikincisi, ihlası kıran ve en mühim bir maraz-ı ruhî olup şirk-i hafîye yol açan “teveccüh-ü âmme”den şiddetli kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder. Üçüncü mani’de de korku ve tama’ yüzünden gelecek zararlar ile ihlasın kırılacağını bahsederek, bu hususta Hücumat-ı Sitte’de izahat-ı kâfiye verildiğinden, o kıymetdar risaleye havale edilmekle hâtime verilen, şirin ve latif ve çok âlî ve misilsiz ve herkesin muhtaç olduğu bir risale-i mübarekedir.
Hüsrev
BİR KISIM KARDEŞLERİME HUSUSÎ BİR MEKTUBDUR: 167
Bid’aların istilası zamanında, Sünnet-i Seniyeye ittibaın ehemmiyetini ve Risale-i Nur’u yazmanın “beş nevi ibadet olduğunu” bildiren kıymetdar bir mektubdur.
Risale-i Nurla meşguliyetin beş cihetle ibadet olduğuna işaret eden iki hadîs-i şerifin bir nüktesine dairdir.
Birincisi: Mahşerde ülema-i hakikatın sarfettikleri mürekkeb, şehidlerin kanıyla müvazene edilir; o kıymette olur.
İkincisi: Bid’aların ve dalaletlerin istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyeye ve hakikat-ı Kur’aniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir.
Hadîsteki “âlim” tabirine bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan mazhar olduğu gibi, anlamayarak okusa dahi Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsine dahil olduktan sonra yine bu zamanın bir âlimi olabilir.
YİRMİİKİNCİ LEM’A: 168
En mahrem ve en has ve hâlis kardeşlere mahsus olarak yazılan bu Lem’a İhlas risalesinde bahsi geçen insanı ihlassızlığa sevk eden halklardan hürmet görmek ve makam-ı içtimaîde nüfuz temin etmek ve teveccüh-ü nası istemek gibi halattan Üstadımızın şiddetle kaçınmasına rağmen zahir nazarla Üstadımızın hayatında ihlas düsturlarına muhalif görünen halatın hikmetini anlatır. O hikmet ise Kur’an-ı Hakîm’in hizmeti esnasında ve hakaik-i imaniyenin dersi vaktinde o hakaik hesabına ve Kur’an şerefine o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-ı ilmiyeyi muhafaza edip, başını ehl-i dalalete eğmemesidir.
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّٰهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللّٰهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
gibi âyetlerle, üç işaret ile, Risale-i Nur müellifine ve Risale-i Nur’a ait çoklar tarafından deniliyor ki: “Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, herbir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ hiçbir hükûmet târik-id dünya ve münzevilere karışmıyor?” mealinde bir suale karşı, gayet güzel cevab veriyor.
BİRİNCİ İŞARET: Risale-i Nur müellifi ve Risale-i Nur, bütün ehl-i imanın, hususan Isparta vilayetinin manevî terakkiyatlarına ve imanlarının inbisatına mühim bir medar olduğundan; bu sualin cevabını, din ve şeriat namına, haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, hususan Isparta Vilayetinin insanlarının hakları olduğunu kat’î gösterir. Çünki Isparta vilayetinde, imanın kuvveti lâkaydlığa ve ibadetin iştiyakı sefahete hâkim olmasını ve umum vilayetlerin fevkınde bir meziyet-i dindaraneyi Risale-i Nur bu vilayete kazandırdığından, elbette bu vilayetteki umum insanlar, hattâ faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nur’u müdafaaya mecburdur.
İKİNCİ İŞARET: Tenkid ve istifsarkârane, mimsiz medeniyet tarafından denilen: “Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var. Bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i imana kabul etmiyorsun. Halbuki bu Cumhuriyetler devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmak düsturu var. Halbuki sen, hocalık ve inziva perdesi altında nazar-ı dikkati celbetmekliğin ve hükûmetin rejimi hilafına çalıştığını, macera-yı hayatın gösteriyor. Bu senin halin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının intibahı ile sosyalizm ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek, işimize yarıyor. Prensiplerimize muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümleri altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor.” gibi suallerine karşı:
Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imha-yı hakikat
Çalış kalbi kaldır, muktedirsen âdemiyetten.
düsturuyla Cenab-ı Hakk’ın fazl-u keremiyle ulûm-u imaniye ve Kur’aniyeyi fehmetmek faziletini ihsan ettiğini; ve bu ihsanı kaldırmağa uğraşan, insan suretinde şeytanlar olduğunu; birkaç mühim misal ile, ehl-i ilhad ve kısmen münafıklar bu fevkalkanun muameleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muameleye Cumhuriyet Hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risale-i Nur müellifi, eğer fehmetse nev’-i beşer küseceğini ve anasırın hiddetlendiğini göstermekle, gayet güzel bir cevab veriyor.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: İki sualin cevabıdır.
Birincisi: Ehl-i Felsefe, zındıka hesabına diyorlar ki: “Bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburi Cumhuriyetin kanunlarına inkıyad edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak istiyorsun.” demelerine karşı bir müskit cevab veriyor ki, onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor.
İkinci Sual: “Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz?” demelerine karşı: Eğer insan, bir cesedden ibaret olsaydı, lâyemutane dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse; o vakit vazifeler, yalnız maddî askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki böyle manevî ve gayet mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı; “Elmevtü Hak” davasını, hergün cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmek ile olur. Madem inkâr ve tekzib etmek muhaldir; öyle ise, manevî hacat-ı zaruriyeye istinad eden manevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve isbat eder.
Şu risalenin hâtimesinde, “Enaniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassasiyet var ki; eğer şuurları olsaydı, deha derecesinde bir muamele olurdu.” diye ehl-i imana onların o hassasiyet ve desiselerine aldanmamalarını tavsiye ile, onların bu hali bir istidrac olduğunu haber verir.
Küçük Ali
YİRMİÜÇÜNCÜ LEM’A: 176
Otuzbirinci Mektub’un Yirmiüçüncü Lem’ası olan “Tabiat Risalesi”dir. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi, dirilmeyecek bir surette öldüren ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden ve çok çirkin ve müstekreh ve gayr-ı makul mudıll efkârı, insaflı kafilelerden tardedip, çıkaran ve saadet-i ebediyenin o hakikatlı yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gayet zevkli bir surette açarak, delilleriyle, bürhanlarıyla isbat eden ve müellifine ebedî rahmet okunmasına vesile olan, âlî, gayet kıymetdar bir risaledir. Bu risale, قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللّٰهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyet-i kerimesinin bir tefsir-i vâzıhı olup, “Cenab-ı Hak hakkında şek olamaz ve olmamalı” demekle, vücud ve vahdaniyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde gösterir. Şu sırrı izahtan evvel, bir ihtar ile, binüçyüz otuzsekiz senesinde ordu-yu İslâmın Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içine gayet müdhiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin başını dağıtmak gayesiyle Ankara’da Arabça olarak tabedilmiş olan bu risalenin, sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır.
MUKADDEME: İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden ve ehl-i imanın bilmeyerek istimal ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyan eder.
Birinci Kelime: “Evcedethü-l Esbab” yani esbab-ı âlem icad ediyor.
İkinci Kelime: “Teşekkele Binefsihi” yani kendi kendine oluyor.
Üçüncü Kelime: “İktezathü-t Tabiat” yani tabiat iktiza edip, yapıyor.
Bu üç dehşetli kelimelerin, lâakal doksan muhalatı tazammun eden üçer muhalden dokuz muhal ile, açtıkları üç yolu tamamen kapayarak, dördüncü yol olan “Tarîk-i Vahdaniyet” ile, bilcümle mevcudat, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretiyle vücud bulduğunu, hakikî ve letafetli temsilleriyle isbat eder.
BİRİNCİ KELİME: “Evcedethü-l Esbab” Teşkil-i eşya, esbab-ı âlemin içtimaıyla vücud bulmasının pek çok muhalatından üç tanesini zikreder.
Birincisi: “Her hangi bir zîhayatın icadı Vâhid-i Ehad’e verilmeyip, esbabdan taleb edilse; bir eczahane-i kübrada mevcud kavanozların içindeki maddelerin garib bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması” temsiliyle gösterilen vücud-u eşyayı esbaba vermek itikadının hadsiz muhaliyetini, beyan eder. Şu eczahane-i kübra-yı âlemde, Hakîm-i Ezelî’nin mizan-ı kaza ve kaderiyle alınan mevadd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şamil bir irade ile vücud bulabilir. O mevadd-ı hayatiyenin vücud bulması kör, sağır, hududsuz, sel gibi akan küllî anasır ve tabayi’ ve esbabın işidir denilse yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıl bir hezeyan olur.
İkinci Muhal: Mevcudattan bir sineğin inşası Vâcib-ül Vücud’a verilmeyip, esbab-ı âlem yapıyor denilse; kâinatın ekserisiyle alâkadar olan bu sineğin herbir zerresini; gözüne, kulağına, kalbine ve cesedine yerleştirmek için, erkân-ı âlemi ve anasır ve tabayii, usta gibi, o sineğin hem zahirinde hem bâtınında çalıştırmak lâzım geliyor. Bu muhal, Sofestaileri dahi eblehane meslekleri içinde utandırıyor. Bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anasır ve esbabı ile alâkadar ve hülâsası olduğundan eğer, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse, belki esbaba isnad edilse lâzım gelir ki; âlemin pek çok ve muhtelif ve birbirine zıd, mübayin anasır ve esbabı, kemal-i intizam ile gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifak ile, herbir zîhayatın vücudunda müdahalesi bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.
Üçüncü Muhal: “Bir vâhidin vahdeti varsa, her halde bir elden sudûr ettiği” kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mizan ve şu câmi’ hayata mazhar olan bir mevcud, eğer Vâhid-i Ehad’in bir masnuu kabul edilmezse; camid, cahil, kör, sağır, şuursuz, karmakarışık hadsiz esbabın karıştırıcı elleri arasında inşa edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gayet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi’ bir hayata mâlik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhali birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldürecek derecede akıldan uzaklığını gösterir.
İKİNCİ KELİME: “Teşekkele Binefsihi” yani kendi kendine teşekkül ediyor. Şu muhalin bâtıl olduğunu gösteren çok muhalatlardan üç muhali, nümune olarak zikrediyor.
Birincisi: Her mevcud, basit bir madde olmadığı gibi camid ve tegayyürsüz dahi olmadığından; ve hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gayet acib bir makine ve gayet hârika bir saray olmakla beraber, zahirî ve bâtınî duygularla mücehhez bulunduğundan, kâinatla alâkası vardır. İşte herbir mevcud Hâlık-ı Külli Şey’e isnad edilmeyip, “kendi kendine teşekkül ediyor” denilse; o vakit herbir mevcudun herbir zerresine, bir Eflatun’a bedel binler Eflatun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurafecilik ve divaneliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyan edip, isbat eder.
İkincisi: Herbir mevcud, bilhâssa ferd-i insan; birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve herbir kubbesi binler zerratın başbaşa vermesiyle teşekkül etmiş acib nakışlı garib bir san’at-ı hârika olduğu halde, “Bu masnuat bir Sâni’-i Vâhid’in eser-i san’atı değildir, kendi kendine teşekkül ediyor.” denilse, hadsiz ve hudud altına alınmayan zerrat-ı vücudiye adedince muhaller ortaya çıkar ki; o vakit herbir zerre, umum o ceseddeki zerrelere hem hâkim-i mutlak hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem her birisine misil hem hâkimiyet noktasında zıd, hem yalnız Vâcib-ül Vücud’a mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyed hem gayet mutlak bir surette olduğunu kabul etmek lazım gelir. Bu mefkûre sahiblerini cehlin en müntehasında oturtarak, echeliyetle techil eder.
Üçüncü Muhal: Sâni’-i Zülcelal’in icadı olan herbir masnu, kalem-i kader-i ezelînin bir mektubu olmazsa, “esbab-ı âlem icad ediyor” denilse; o vakit o esbab, evvela o masnuun bedenindeki hüceyrelerinden tut, binler mürekkebat adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri ve hattâ bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar ve bu fabrikaların inşası için, keza fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkeza bu teselsül gittikçe gidecek. Bu nâmütenahî muhalatı intac eden bu fikri kabul edenler, bu hakikattan yedikleri silleden ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelidirler, der.
ÜÇÜNCÜ KELİME: “İktezathü-t Tabiat” yani tabiat iktiza ediyor. Bu idlâl edici mudıll fikrin pek çok muhalatından üç muhalinin
Birincisi şudur ki: Şems-i Ezelî’nin kalem-i kader ve kudreti olan alîmane, basîrane, hakîmane san’at-ı icad, o Zât-ı Zülcelal’e verilmezse hem kör, hem sağır, hem akılsız, hem düşüncesiz bir tabiata verilse; o tabiat, bu masnuatı yapmak için, ya herşeyde hadsiz manevî makine ve matbaaları bulunduracak veyahud herşeyde kâinatı halkedip idare edecek bir kudret ve hikmeti dercedecektir. Bu ise, her bir mevcudda hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı veya bir kuvveti ve âdeta bir ilahı, içinde kabul etmek lâzım gelir ki; bu ise, kâinattaki muhalatın en bâtılı ve hurafenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı Kâinat’ın sıfât-ı kudsiyesinin tecelliyatına “tabiat” namı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir.
İkincisi: Gayet intizamlı ve mizanlı ve hikmetli olan şu mevcudat, nihayetsiz Kadîr ve Hakîm bir zâtın icadıdır denilmezse, tabiata verilse, o vakit tabiat, nebatatın menşei ve meskeni olan ve nebatata saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makinaları ve matbaaları yerleştirmeli ki; o toprak, her türlü nebatatın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen mikdarları dâhilinde verebilsin. İşte bu hurafeyi ve hadsiz muhalatı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suubetli ve müşkilâtlı acib muhalatın, nasıl sühuletli vücuda inkılab ettiği hakkındaki suale hakikatlı ve gayet makul bir cevab verilmiştir.
Üçüncü Kelimenin Birinci Muhalindeki Müşkilâta Cevab: Herbir mevcud, doğrudan doğruya Zât-ı Ehad u Samed’e verilse; vücub derecesinde bir sühulet, bir kolaylık ile ve bir intisab ve cilve ile, herbir mevcuda lâzım herbir şey, ona yetiştirilebilir. Eğer o intisab kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcud kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtina’ derecesinde yüzbin müşkilât ve suubetle sinek gibi bir zîhayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan gayet hârika makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farzetmek lâzım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.
Elhasıl: Nasılki Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un şerik ve naziri mümteni’ ve muhaldir. Öyle de: rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerik-i zâtî gibi mümteni’ ve muhaldir.
Üçüncü Kelimenin İkinci Muhalindeki Müşkilâta Cevab: Bütün eşya Vâhid-i Ehad’e verilse; bütün eşya, bir tek şey gibi sühuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, bir tek şey, umum eşya kadar müşkilâtlı olduğu, bir adamın bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisab etmesi, karıncanın o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harab etmesi, sineğin o intisab ile, Nemrud’u gebertmesi temsilleri ile izah ediliyor.
Hakikatında ise buğday tanesi gibi bir çam çekirdeğinden, koca çam ağacının bütün cihazatının yetiştirilmesi ancak ordu kuvveti ile işaret edilen kudretle ve fabrika ile işaret edilen ilmin bir ünvanı olan kaderin tanzimi ile olabilir.
Elhasıl: Vâcib-ül Vücud’a her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir sühuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtina’ derecesinde müşkil ve haric-i daire-i akliyedir.
Üçüncüsü: İki misali var.
Birincisi: Hâlî bir sahrada kurulmuş gayet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşi bir adamın misaliyle izah edilen bir hakikattır. Şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu’cizat-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, uluhiyeti inkâr eden vahşi tabiiyyunlar girerler. Gördükleri mevcudatın, daire-i mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un eser-i san’atı olduğunu düşünmeyerek; daire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlahiyenin tebeddül ve tegayyür eden icraat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavanin-i âdetullaha ve bir fihriste-i san’at-ı Rabbaniye olan İlahî kanunlara yanlışlıkla “Tabiat” namını verip, eşyanın icadını ona tahmil ederek, öylece ahmakane bir bâtıl yola girerler ki, ahmaklığın müntehasında en büyük ahmaklık nişanını göğüslerine kendi elleriyle takarlar.
Üçüncü Muhalin ikinci misali: Gayet muhteşem bir kışlaya ve gayet muazzam bir câmiye giren vahşi bir adamın misaliyle temsil edilen ikinci bir hakikattır. Sultan-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata, tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki; bütün mevcudat iş başında vazifededirler. Sâni’-i Zülcelal’in Zât-ı Akdesinden i’raz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelal’in bir cilve-i Rabbaniyesi olan kuvvetini müstakil bir kadir telakki ederek manevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur etmekle beraber, o kanunların ellerine icad vererek “Tabiat” namını taktıklarından, bütün gördükleri şu hârikulâde mevcudatı tabiata isnad edip, vahşilerin en vahşisi olduklarını ilân ederler.
İşte taksim-i aklî ile; mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından, bu yollar hadsiz ve hesabsız muhalleri îcab eden dokuz muhal ile kapatılarak, bilbedahe ve bizzarure, dördüncü yol olan vahdet yolu kat’î bir surette sabit olur. Ve herbir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un dest-i kudretinden çıktığını ve semavat ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir. Esbabperest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra onları insafa davet eden ve mesleklerini terkettiren gayet izahlı ve çok şirin ve gayet latif bir beyandan sonra, sorulan iki şübheli sualin birincisine, “redd-i müdahale ve men’-i iştirak kanunları”nın muktezasıyla; ikincisine de Hâlık-ı Zülcelal bütün bütün hikmetine zıd olan netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abesiyete çeviren ve hikmet-i rububiyetini inkâr ettirecek bir tarz olan mahlukatın ibadetlerini ve bilhâssa insanın şükür ve ubudiyetini başkalara vermeye rıza göstermediği gibi, müsaade dahi etmediğini izah eden gayet güzel cevablarla mukabele edilmiştir.
Hâtimesinde, tabiat fikr-i küfrîsini terkeden ve imana gelen zâtın, merak-aver üç sualinden:
Birincisi: “Tenbelliklerinden dolayı namazı terkedenlerin Cehennem gibi bir azab ile tehdid edilmelerinin sebebi nedir?”
İkincisi: “Gözle görülen bu nihayet derecede mebzuliyet ve icad-ı eşyadaki intizamlı suret, hem vahdet yolundaki nihayet derecede kolaylık ve sühulet, hem nass-ı Kur’anla
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ٭ وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?”
Üçüncüsü: “Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkib ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten birşey i’dam edilmediği gibi hiçten birşey de icad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?” demesine karşı, pek dakik ve çok derin ve gayet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede mukni’ ve müskit olarak serdettiği delail-i akliye ile, esbaba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve halen o mesleklerinde bulunanları utandıran gayet hakikatlı ve musîb cevablar vardır.
Hüseyin
YİRMİDÖRDÜNCÜ LEM’A: 195
“Dört Hikmet”i hâvidir.
يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ قُلْ ِلاَزْوَاجِكَ وَبَنَاتِكَ وَنِسَاءِ الْمُؤْمِنِينَ يُدْنِينَ عَلَيْهِنَّ مِنْ جَلاَبِيبِهِنَّ
ilh… (Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına hep söyle de cilbablarından (dış elbiselerinden) üzerlerini sımsıkı örtsünler. Ahzab Suresi 59)
gibi âyetlerle, Kur’an-ı Hakîm tesettürü emrediyor. Sefih ve mimsiz medeniyetin ise, Kur’anın bu hükmüne karşı muhalif gittiğini ve tesettürü fıtrî görmediğinden, “bir esarettir” deyip dinsizcesine bir sualine karşı Kur’an-ı Hakîm’in bu hükmü tam yerinde olup, belki esaret olmayıp tesettürün fıtrî olduğunu çok tecrübe ve misallerle izah ve isbat edip, onları iskât ve tesettüre kat’î emrediyor.
BİRİNCİSİ: Kadınların fıtratı tesettürü iktiza ediyor. Çünki
- Hilkaten zaîfe ve nazik olduğundan, kendi hayatından ziyade çocuklarını himayeye fıtraten bir meyli bulunduğundan, onu himaye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ittihama maruz kalmamak için fıtrî bir meyli bulunduğunu..
- Hem kadınların ondan altısı ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliğini herkese göstermek istemediğini..
- Hem güzellerden kendini göstermekten sıkılmayanlar, ancak ondan bir-iki olup, diğerleri ise pis ve şehevanî ve sakil insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini..
- Ve Kur’an-ı Hakîm’in tesettüre emri fıtrî olmakla beraber, o nazik ve zaîfeyi, bir refika-i ebediye olabilmesi için, tesettürle zahirî ve bâtınî zilletten ve manevî bir esaretten kurtarıyor diye gayet güzel bir cevabla gaddar medeniyeti iskât ediyor.
İKİNCİ HİKMET: Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin ihtiyacından ileri gelmediğini, belki ebedî bir hayatta ciddî bir arkadaş olmak için, o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle o kadının, ebedî arkadaşı olan kocasının ebedî arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü kat’iyyen ve fıtraten iktiza ettiğini; ve sefih, gaddar medeniyetin “gayr-ı fıtrî ve esarettir” demelerini iskât etmekle beraber, tesettüre kat’î emrediyor.
ÜÇÜNCÜ HİKMET: Aile saadeti, kadın ve koca mabeyninde bir emniyet-i mütekabile ve samimî bir muhabbetle devam ettiğini; ve tesettürsüzlük o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını; ve açık-saçık kadının ondan bir tanesi, kocasından daha iyisini görmediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğinden; ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden, açık-saçıklık ve hayvanî nazarlar o emniyet ve muhabbeti kırdığını; hattâ o hayvanî, süflî ve pis görünmek, akrabalık misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını; ve o çıplak bacakla görünüş akraba misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını; ve o çıplak bacakla görünmesi, akrabanın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem olduğunu gayet kat’î bir surette isbat eder.
DÖRDÜNCÜ HİKMET: Kesret-i nesil her cihetle matlub olup, her millet ve her hükûmet buna tarafdar olduğu, hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm تَنَاكَحُوا تَكَاثَرُوا فَاِنِّى اُبَاهِى بِكُمُ اْلاُمَمَ yani “İzdivac ediniz. Ben, sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” buyurmasını; tesettürsüzlük izdivacı çoğaltmayıp, pek azalttığını, çünki serseri asrî bir genç dahi refikasının gayet namuslu olmasını istediğini; ve kadın ise, erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve herşeyine dâhilî muhafız olduğundan, kadında sadakat ve emniyet lâzım olduğunu; tesettürsüzlük ve açık-saçıklık ve hayâsızlık ise, o sadakatı ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azabı çektirdiğini ve kadınlarda şecaat ve sehavet o sadakat ve emniyeti ihlâl ettiğini; ve memleketimizin Avrupa’ya kıyas edilemeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin za’fına ve kuvvetin sukutuna sebeb olacağını; ve şehirliler köylülere kıyas edilemeyeceğini, çünki köylüler maişet meşgalesiyle uğraştığından, san’at ile iştigal eden şehirliler onlara kıyas edilemeyeceğini ve daha çok hikmetlerini gayet kat’î isbat eder.
Rüşdü
EHL-İ İMAN ÂHİRET HEMŞİRELERİM OLAN KADINLAR TAİFESİ İLE BİR MUHAVEREDİR: 199
Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar taifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risale-i Nur’la alâkaları bulunduğunu, fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin sû’-i istimal edildiğini.. ve kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyelerinin de çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniye olduğunu izah eden kıymetli bir mektubdur.
Birinci Nükte: Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar.
Şefkatteki kahramanlığın inkişaf edilmesinin iki neticesi vardır.
- Çocuğun dünyasından ziyade ahiretini düşünmekle kendisinin ve çocuğunun hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini kurtarabilir. Zira şefkatle verilen terbiye-i İslamiye çocuğa tesir eder.
- Kadınların şefkat cihetiyle hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu evlatlarının ahireti için feda ettiklerinden hakikî ihlasa mazhar olur.
İkinci Nükte: Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniyeden başka yoktur. Refika-i hayatına karşı daire-i şeriattaki âdâb-ı İslâmiyet mizanıyla muamele edildiğinin iki delili:
Refika-i hayatının suretine değil siretine muhabbetini bina etmektir.
Refika-i ebediyesini kaybetmemek için mütedeyyin olup takvaya girmektir.
Aile hayatında en mühim nokta budur ki; kadın, kocasında fenalık ve sadakatsızlık görse, elinden geldiği kadar kocasının kusurunu ıslaha çalışmalıdır ki, ebedî arkadaşını kurtarsın. Yoksa o da, kocasının inadına kadının vazife-i ailevîsi olan sadakat ve emniyeti bozsa her cihetle zarar eder.
Mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için; serseri, ahlâksız, firenkmeşreb bir kocanın tahakkümü altına girmektense, fıtratınızdaki iktisad ve kanaatla, köylü masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için çalışmaları nev’inden kendinizi idareye çalışınız, satmağa çalışmayınız.
Üçüncü Nükte: Daire-i meşruanın haricindeki zevklerde, lezzetlerde; on derece onlardan ziyade elemler ve zahmetler bulunduğunu Küçük Sözlerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler ve Gençlik Rehberi gösterdiği için daire-i meşruadaki keyfe iktifa ediniz ve kanaat getiriniz. Zira bu hayat-ı dünyeviyede hakikî lezzet, iman dairesindedir ve imandadır. Ve a’mal-i sâlihanın her birisinde bir manevî lezzet var. Ve dalalet ve sefahette, bu dünyada dahi gayet acı ve çirkin elemler vardır.
YİRMİBEŞİNCİ LEM’A: 205
“Yirmibeş Deva”yı havidir. Bu risale, اَلَّذِينَ اِذَا اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ gibi âyetler, ehl-i imanın musibetleri musibet olmadığını, belki bir ihtar-ı Sübhanî ve iltifat-ı Rahmanî olduğunu gösterir gayet mukni’ bir tefsir ve o ehl-i imanın on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzedelere karşı manevî bir tiryak ve gayet nâfi’ bir eczahane gibi olduğunu, hattâ herbir deva, ayrı ayrı binler çeşit ilâçlar gibi hasiyetlerini gösteren bir eczahane hükmünde ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın eczahane-i kübrası olan
وَالَّذِى هُوَ يُطْعِمُنِى وَيَسْقِينِ وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ gibi şifa hakkındaki yüzer âyâtın sırr-ı tesirine şifalı, devalı bir mübarek ma’kes ve bir mâ-i zemzeme-i Kur’an hükmünde olduğunu gösterir.
BİRİNCİ DEVA: İnsanın hastalığı zahiren bir nevi dert gibi ise de, dert değil, belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermayesi sıhhat ve âfiyet ve istiğnadan gelen bir gafletle zayi’ olduğundan, hastalık o zayiatı meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir gayet güzel bir devadır.
İKİNCİ DEVA: İbadet iki kısım olup, bir kısmı müsbet ibadettir ki, namaz ve niyaz gibi malûm ibadetler olup, diğeri menfî ibadettir ki, hastalıklar insana aczini, za’fını hissettirdiğinden, hâlis, riyasız manevî bir ibadet olduğunu.. ve bu hastalıkların, Allah’tan şekva etmemek şartıyla, mü’min için bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini ve bazı kâmillerin hastalıklarının bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiğini rivayet-i sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabit olduğunu bildirir gayet mühim bir devadır.
ÜÇÜNCÜ DEVA: İnsan bu dünyaya keyf sürmek ve lezzet için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlanması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahid olduğunu.. hem insan zîhayatın en mükemmeli ve cihazatça en zengini olduğundan, geçen lezzetleri ve gelecek belaları düşündüğünden, kederli ve sıkıntılı bir hayat geçirdiğini; hastalık ise, sağlık ve âfiyet gibi gaflet vermediğinden, dünyayı hoş göstermeyip o tahatturların elemlerinden vazgeçirdiğinden, hiç aldatmaz bir vaiz ve bir mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübarek devadır.
DÖRDÜNCÜ DEVA: İnsan, hastalıktan şekva değil, hastalığa sabretmesi lâzım olduğunu gösterir. Çünki o, cihazatını kendi yapmayıp ve başka bir yerden de satın almadığından; ve mülk sahibi, bahçesini çapalamak, bellemek ve budamak gibi ezalarla, o sayede güzel bir mahsul aldığından; o eza, o bağın hakkında eza değil, belki mahsulünün yetişmesine medar olduğundan, şikayete hiç hakkı olmadığını gösterdiği gibi; insanın da, hastalıkla yapılan tasarruftan şikayet değil, tahammüle mecbur olduğunu, şiddetli olduğu zaman “Ya Sabur” deyip, sabır ile mukavemet edileceğini haber veriyor.
BEŞİNCİ DEVA: Bu zamanda, hususan gençler hakkında; hastalık o gençleri gençlik sarhoşluğundan men’ettiği için, onların hakkında o hastalık, manevî bir sıhhat ve âfiyet olduğunu haber verir gayet şirin bir devadır.
ALTINCI DEVA: Musibetin gitmesiyle manevî bir lezzet geleceğini gösterir. Çünki “Elemin zevali lezzettir” diye, o elemli musibetler, zeval ile ruhta bir lezzet irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devadır. Hattâ bu devanın ehemmiyetindendir ki; te’lifatında iki kerre aynı numara tekerrür etmesi ve öylece kaydedilmesi, ehemmiyetini isbat eder.
YEDİNCİ DEVA: Hastalık, insanın sıhhatindeki nimet-i İlahiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilakis tattırıyor. Çünki bir şey devam etse tesirini kaybeder, usanç verir. Hattâ ehl-i hakikat demişler: اِنَّمَا اْلاَشْيَاءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا yani “Herşey zıddıyla bilinir.” “Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz.” diye makul ve şirin bir devadır.
SEKİZİNCİ DEVA: Hastalık, imanlı bir insanın âhiretini geri bırakmıyor, belki daha ziyade terakki ettiriyor. Çünki hastalık, sabun gibi, günahları siler, temizler; güzel bir keffaret-üz zünub olduğu hadîs-i şerifle sabit olduğunu; hem imanlı olan bir insanın maddî hastalığı manevî hastalıklardan kurtardığını; şahs-ı zahirîsinin hatasıyla şahs-ı manevîsi hasta olduğundan zahir hastalığı o hatalardan geri koyup, manevî istiğfara sebeb olduğundan, o maddî hastalık çok büyük bir hazine olduğunu bildirir.
DOKUZUNCU DEVA: Cenab-ı Hakk’ı tanıyan bir insan için, ölüme sebeb olan hastalıktan korkmak olmadığını; ve ölüm, insanın tanıdığı ve bildiği bütün ehl-i iman olan ahbablarına kavuşmak olduğunu; hem ölüm mukadder olup, bazan hastalıklıların yanındaki sağ insanların ölmesi ve hastaların sağ kalması; hem ölüm, vazife-i hayattan bir paydos ve bir rahat olduğunu ve ehl-i dalalet için gayet korkunç bir zulümat-ı ebediye olduğunu bildiren gayet mülayimane güzel bir devadır.
ONUNCU DEVA: İnsanın hastalığı, merak ettikçe gayet ağırlaşacağı, hususan evhamlı bir hastanın bir dirhem zahir hastalığı, merak vasıtasıyla on dirhem olacağını, hem merak da ayrıca bir hastalık olduğunu haber veren mühim bir devadır.
ONBİRİNCİ DEVA: Hastalık insana hazır bir elem verdiğinden, evvelce geçirmiş olduğun hastalıktan sonra hiçbir elem kalmayıp, hemen lezzeti bu âna kadar devam ettiğini hatırlayıp, o andaki hastalığın hazır eleminden kurtulmak ile, bulunduğun dakikadan sonra zamanın nasıl geleceğini bilmediğinden, ondan korkmamak lâzım olduğunu; hem yok bir zamanda, yok bir eleme, yok bir hastalığa vücud rengi vermek manasız olduğunu; ve sabır kuvvetini sağa ve sola dağıtmak faide vermediğinden, bütün kuvvetiyle hazır zamana dayanmak lâzım olduğunu haber veren en a’lâ bir devadır.
ONİKİNCİ DEVA: Hem insan hastalık sebebiyle ibadet ve evradından mahrum kaldığına teessüf etmemesine; sabır ve tevekkül ve namazını kılmak şartıyla, o hastalıkta, ibadet ve evradının sevabı aynen ve daha hâlis bir surette verileceği hadîsçe sabit olduğu; ve insan o sayede aczini ve za’fını bildiğinden, bütün cihazatının lisan-ı hal ve lisan-ı kaliyle dergâh-ı İlahiyeye iltica etmesine sebeb olduğundan, قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّى لَوْلاَ دُعَاؤُكُمْ sırrını anlattığından, şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu gösterir.
ONÜÇÜNCÜ DEVA: Hastalıktan şikayet edilmeyeceğini; ve hastalık bazılarına bir define olduğunu; ve ecel muayyen olmadığından, her vakit havf u reca ortasında bulunmak lâzım olduğunu; ve ölüm insanı gaflet içinde yakalamak ihtimali bulunduğundan, hastalık onun âhiretini düşündürmek cihetiyle gayet güzel bir nâsih olduğunu gösterir mühim bir devadır.
ONDÖRDÜNCÜ DEVA: Hem ehl-i imanın göz hastalığı perdesi altında -yani kör olmasında- pek mühim bir nur ve manevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazinane fâni bir güzelliğini fâni bir surette seyredecek fâni bir göze bedel, kırk göz kuvvetinde ebedî gözler ile ebedî bir surette Cennet’te Cennet levhalarını seyretmesi daha evlâ olacağını beyan eder.{(Haşiye): Bu devanın tesirindendir ki: Misafireten bir köye gittiğimde; orada gözsüz Mehmed Ağa isminde bir zât, gözünün hastalığından şikayeti üzerine, yanımda bulunan Hastalar Risalesi’nin Ondördüncü Devasını okuyunca, onun manevî tesiriyle o zât dedi: “Keşki ben bu sevabı ve manevî bu kazancı bana açan bu hastalığımdan şikayet etmeseydim.” diye nedametkârane, bir şükür kapısına döndü. Onun için o hastalık, onun hakkında bir rahmet-i İlahiye olduğunu kat’î anladı.}
ONBEŞİNCİ DEVA: Hastalığın suretine bakıp “ah!” eylemek caiz olmadığını, belki manasına bakılsa “oh!” diye manevî lezzetler akıtacağını; çünki manevî sevab lezzeti olmasaydı, Cenab-ı Hak en sevdiği kullarına hastalığı vermezdi diye hadîs-i şerifte اَشَدُّ النَّاسِ بَلاَءً َاْلاَنْبِيَاءُ ثُمَّ اْلاَوْلِيَاءُ َاْلاَمْثَلُ فَاْلاَمْثَلُ -ev kema kal- hadîs-i şerifinin sırrını; ve bazı hastalıklar şehid makamını kazandıracağını, bahusus kadınların lohusa zamanında kırk gün zarfında vefat ederlerse şehid olacaklarını en güzel bir surette haber verir.
ONALTINCI DEVA: Hastalık, hayat-ı içtimaiye-i insaniyede en mühim olan hürmet ve merhameti telkin ettiğini, çünki sıhhat ve âfiyet, nefs-i emmareye, her cihetçe istiğna gösterdiğinden; hastalık, o istiğna yerine hürmet ve merhameti hissettirdiğinden, rikkat-i cinsiyesine karşı bir şefkat celbetmeye vesile olacağını gösteren gayet güzel ve en şirin ve lezzetli bir devadır.
ONYEDİNCİ DEVA: İnsan, hastalık vasıtasıyla, hayrat yapamadığından müteessir olmak caiz olmadığını; çünki en mühim hayrat hastalıkta dahi bulunduğunu, hattâ hastalara bakmak bile en mühim hayır ve sadaka hükmüne geçeceğini; çünki imanı olan bir hastanın hatırını sormak ve güzel teselli etmek, hususan ana ve baba olsa, onların dualarını kazanmak en a’lâ bir hayrat ve sadaka olduğunu, pek mühim bir tarzda gösterir.
ONSEKİZİNCİ DEVA: İnsan şükrü bırakıp şekvaya gitmeye ve bir hakkının zayi’ olmasından şikayete hiç hakkı olmadığını; çünki senin üstünde Cenab-ı Hakk’ın çok nimetleri olmak cihetiyle, onların şükür hakkını îfa etmediğinden dolayı Cenab-ı Hakk’a karşı bir haksızlık ettiğini; hem sen sıhhat noktasında kendinden aşağıdaki bîçarelere bakmak lâzım olduğunu, yani bir parmağın, bir elin, bir gözün yoksa; iki parmağı, iki eli, iki gözü olmayanlara bakmak lâzım olduğunu, çünki sen hiçlikten vücuda gelip, taş, ağaç ve hayvan olmayıp insan olup İslâm nimetini ve sıhhat ve âfiyet görüp yüksek bir dereceye nail olduğun halde, bazı ârızalarla ve kendi sû’-i ihtiyarınla ve sû’-i istimalinle elinden kaçırdığın ve elin yetişmediği nimetlerden şekva etmek, sabırsızlık göstermek bir küfran-ı nimet olduğunu gösterir bir devadır.
ONDOKUZUNCU DEVA: Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri, “Esma-i Hüsna” tabir-i Samedanîsiyle güzel olduklarını ve mevcudat içinde en latif, en câmi’ âyine-i Samediyet de hayat olduğunu; ve güzelin âyinesi güzel olduğunu; ve güzelliklerini gösteren güzelleşeceğini ve o âyineye de o güzelden ne gelse, güzel olduğunu; ve hayat daima sıhhat ve âfiyet ve yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olacağını; ve hastalıklı bir uzvun etrafında, Sâni’-i Hakîm sair âzaları o uzva muavenetdarane teveccüh ettirip, nakışlarını ve vazifelerini göstermek için o hastalığı misafireten gönderip, vazifesi bittikten sonra yerini yine âfiyete bırakıp gittiğini isbat eder.
YİRMİNCİ DEVA: Hastalık iki kısım olup; bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmî olduğunu; hakikî kısmına Şâfî-i Zülcelal Küre-i Arz eczahane-i kübrasında her derde bir deva istif ettiğini; ve o devalar ise, dertleri istediğinden, onları istimal etmek meşru olduğunu, fakat devanın tesirini Cenab-ı Hak’tan bilmek lâzım olduğunu; vehmî hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet verildikçe fazlalaşacağını, ehemmiyet verilmezse hafif geçeceğini güzel bir temsil ile isbat eder.
YİRMİBİRİNCİ DEVA: Hastalıkta maddî bir elem olup, o elemi izale edecek manevî bir lezzet ihata ettiğini; ve zahiren peder ve vâlide ve akrabaların şefkatleri, onun etrafında hastalık cazibesiyle, ona karşı muhabbetdarane baktığından, o elem çok ucuz düştüğünü; maddî ve manevî çok yardımcıları bulunduğundan, şikayet değil, şükretmek lâzım olduğunu isbat eder.
YİRMİİKİNCİ DEVA: Nüzul gibi ağır hastalıklar, mü’min için pek mübarek sayıldığını; ve ehl-i velayetçe mübarekiyeti meşhud olduğunu; ve Cenab-ı Hakk’a vâsıl olmak için iki esasla gidildiğini; nüzul gibi hastalıklar ise, o iki esasın hâssasını verdiğini; o iki esasın birisi; “rabıta-i mevt” (yani dünyanın fâni olduğunu bildiği gibi, kendinin de fâni ve vazifedar bir misafir olduğunu gösterir.) İkincisi: Nefs-i emmarenin ve kör hissiyatın tehlikelerinden kurtulmak için, bir kısım ehl-i iman çilelerle nefs-i emmareyi öldürdüklerinden, hayat-ı ebediyelerini bu suretle kazandıklarını; ve nüzul gibi hastalıklarda aynı o hâssa bulunduğundan, o hastalık onun için gayet ucuz düştüğünü isbat edip gösterir.
YİRMİÜÇÜNCÜ DEVA: Hastalık, gurbette ve kimsesizlikte bulunduğu zaman, o kimsesizliği cihetiyle, kendine en katı kalblerin dahi rikkatini celbettiğini; ve Kur’anın bütün surelerinin başlarında “Errahmanurrahîm” sıfatıyla kendini bize takdim eden Allah, bir lem’a-i şefkatıyla, umum yavruların yardımına vâlidelerini koşturduğunu; ve her baharda, bir cilve-i rahmeti ile nimetlerini bize gönderdiğini; ve o nimetlere nail olmak, iman ve intisabla ve onu tanımakla olduğunu; ve o gurbet ve kimsesizlikteki hastalık ise, Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametini celbettireceğini, ehemmiyetli haber verir.
YİRMİDÖRDÜNCÜ DEVA: Masum çocuklara ve masum gibi ihtiyar hastalara bakan ve hizmet edenlerin hakkında uhrevî büyük bir ticaret olduğunu; ve o nazik çocukların hastalıkları, ileride hayat-ı dünyanın dağdağalarına tahammül için birer şırınga-i Rabbaniye olduğunu; ve o şırıngalardan gelen sevab ve ücret, onlara bakanların ve bilhâssa vâlidelerinin defter-i a’maline yazıldığını; ve bu hakikatın ehl-i hakikatça meşhud olduğunu; ve bilhâssa ihtiyar peder ve vâlide ve akraba gibi ihtiyarların dualarını almak, âhiretin saadetine medar olduğunu; ve onlara bakanların da, ileride kendi evlâdlarından aynı vaziyeti göreceğini ve bakmadıkları cihetle, neticede azab-ı uhrevî olduğu gibi, dünyaca da çok felâketlere maruz kaldıkları ve kalacakları vukuat ile sabit olduğunu; ve akrabası olmazsa bile, yine onlara bakmak İslâmiyetin iktizasından olduğunu gayet kat’î isbat eder.
YİRMİBEŞİNCİ DEVA: Bütün hastalıkların gayet nâfi’ ve manevî bir devası ve hakikî ve kudsî bir tiryakı ise, imanın inkişafı olduğunu; tövbe ve istiğfar ve namaz ve ubudiyet ile, o tiryak-ı kudsî olan iman ve imandan gelen ilâcın istimal edilmesi lâzım olduğunu; ehl-i gafletin zeval ve firak darbeleriyle yaralanan manevî büyük dünyalarının tedavisi, kudsî bir tiryak olan imanın şifa vermesiyle yaralardan kurtulacaklarını ve o iman ilâcının tesiri ise feraizi yapmak ile olduğunu; ve sefahet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-ı meşrua, o tiryakın tesirini men’ettiğini göze gösterip, gayet kat’î bir surette izah ve isbat eder.
Hâfız Mustafa (R.H.)
Tevafukat-ı latife: “Bu kitab her derde dermandır.” Cümlesinin cifir ebced hesabı olan 114 sayısı, hem hastalar risalesinin satır başlarına gelen eliflerin sayısına, hem Lam iki sayılsa bu risalenin müellifinin Said ismine hemde suver-i Kur’aniyenin 114 adedine tevafuk ettiği görülmüştür.
Yirmibeşinci Lem’anın Zeyli Onyedinci Mektub olup, Mektubat Mecmuasına idhal edildiğinden buraya dercedilmedi.
YİRMİALTINCI LEM’A: 222
كهيعص ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا اِذْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاءً خَفِيًّا
قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الرَّاْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَائِكَ رَبِّ شَقِيًّا
Yirmialtıncı Lem’a, “Yirmialtı Rica”dır.
BİRİNCİ RİCA: İhtiyarlık zamanında bulduğum ricaların ve o ricalardaki teselli nurunun ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi; imandır.
Herşeyin aslı, nuru, ziyası, menbaı, madeni, çeşmesi iman olduğunu; herşeyden evvel, o kudsî, münezzeh, muallâ nuru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyan eden kıymetli, îcazlı bir ricadır.
İKİNCİ RİCA: İhtiyarlık vaktinde Hâlık-ı Rahîm’imizin rahmeti nasıl görülür.
Hakikatta sabi hükmünde olan ihtiyarlar, ihtiyarlıkta Hâlık-ı Rahîm’e iman ve intisab ve itaatla, sabiler gibi “Rahmanurrahîm” isimlerinin mazharı olacağını tebşir eden nur-efşan bir hakikattır.
ÜÇÜNCÜ RİCA: Nasıl bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz.
Nev’-i beşerin ister istemez mübtela olduğu sevkiyat-ı berzahiye ve inkılabat-ı uhreviyede,
- İki cihanın serveri ve
- Enbiyanın seyyidi ve
- Rahmet ve merhamet-i İlahiyenin timsali
olan Peygamber-i Zîşanımız Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesine ittiba ile selâmet ve necat bulunacağını beyan eder.
DÖRDÜNCÜ RİCA: Kütüb-ü Semaviyenin ve Suhufların Allah kelamı olduğunun ispatı ve Kuranın cihet-i tefevvükü anlatılıyor.
Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyarelerin, yakınlaştıkları kabir kapısını düşündükleri ve o zahiren karanlıklı görünen âlemleri,
- Nuruyla tenvir eden ve aydınlaştıran ve
- İnsana bir harfi on sevab ve hayır; ve bazan yüz ve bazan bin sevab ve hayır kazandıran ve
- Hazine-i rahmetin miftahı
olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı nur-u iman ile dinleyip, evamirine itaat ve nevahisinden içtinab edenlerin âlem-i ebedîde müferrah olacaklarını müjdelemekle, çok kuvvetli bir rica kapısını gösterir.
BEŞİNCİ RİCA: İman-ı bil’âhiretin delilleri nelerdir? Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbul’un boğaz tarafındaki Yuşa Tepesi’nde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Bir gün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Sevdiklerimden ve alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir manevî teessürat içinde iken birden, âhirete iman nuru imdada yetişti. Bu ricada enbiyanın icma’ ve tevatürü, evliyanın şehadeti, Sâni’-i Hakîm’inin bütün esması, Cenab-ı Hakkın her sene baharda haşre nümune olan icraatlarıyla görülen kudret-i ezeliye ve hikmet-i ebediyenin delaletiyle ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez enva’-ı zînet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daimenin delaletiyle ve insandaki şedid, sarsılmaz, daimî olan aşk-ı beka ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, delaletiyle bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet var olduğu isbat edilmiştir.
Her ferdde ve her şahısta cüz’î-küllî tesirini gösteren teselli-i iman-ı bilâhiret, ihtiyarlara daha azîm ve kuvvetli bir rica ve teselli verdiği için, ihtiyarlığı emniyetli bir sefine-i Rabbaniye bilip sevmek ve hoşnud olmak ve Cenab-ı Hakk’a şükür ve hamd edilmesini tavsiye eder.
ALTINCI RİCA: Bu ricada ihtiyarlıkta görülen mevcudat adedince vücudunun delilleri ile nimetler adedince rahmetin delillerine işaret edilmiştir.
Nur-u iman ile,
- Kâinatın tabakaları ve
- Arzın mevcudatı ve
- Mahlûkatı,
munis birer arkadaş gibi Hâlık-ı Rahîm’e şehadet edip, gurbet ve vahşeti ve zulmeti izale ettiği gibi;
İhtiyarlıkla, hayatıyla refakat eden şeylerin müfarakat zamanında (görülen rahmetin delilleri şunlardır.)
- Kitab-ı âlemin harfleri sayısınca (Rahmetin)şahidleri; ve
- Zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olan cihazatı ve mat’umatı ve nimetleri adedince rahmetin delilleri bulunan
Ve en makbul bir şefaatçı olan acz ve za’fın dûrbîniyle ve ihtiyarlık gözüyle görüleceğinden, ihtiyarlıktan küsmek değil, ihtiyarlığı sevmekle, rica yolunu gösterir.
YEDİNCİ RİCA:
Fâni dünyaya eblehane bâki süsü veren (bina-yı evhamı) ve payitaht-ı hükûmette görülen bina-yı evhamı altı cihetten çürütüp, (Altı cihet: mazi, istikbal, hazır zaman, ömür ağacının tek meyvesi olan kendi cenazesine, kendi ömür ağacının mebdei olan hilkat toprağına, küre-i arzın zeval ve feanaya gitmesine ve kabrin arkasında ebede giden caddeye baktırmış.) dalaletten gelen müdhiş zulmeti, nur-u Kur’an ve sırr-ı iman ile dağıtıp, bîçare musibetzede ihtiyarları evham ve şübehat vâdilerinden çıkarıp sahil-i selâmete ve rahmet-i Rahman’a yetiştiren mücahid bir ricadır. (Bu ricanın mücahid olması mahkemede medar-ı itiraz olması ve içindeki hakikatlarla kendini savunmasıdır. Yedinci Rica’da, Ankara kal’asında dört-beş ihtiyarlığın ve hilafet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi demiştim. Ondört sene evvel Eskişehir Mahkemesi bu kelimeye ilişti. Ben dedim; saltanatın vefatı değil, belki hilafet saltanatının vefatı demişim. Siz bir “nun”u okumadınız. Sonra sustular. Şualar 428)
SEKİZİNCİ RİCA:
Cenab-ı Hak kemal-i keremiyle ve nihayetsiz re’fet ve şefkatıyla, ebed ve ebedî bir hayat için halkettiği nev’-i insanı nisyan-ı mutlaktan kurtarmak için,
- Kur’an-ı Azîmüşşan’da كُلُّنَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ferman-ı kudsiyesiyle her nefsin ölümünü haber verdiği gibi,
- O ölümün bir emaresi ve bir müjdecisi ve insanın daimî arkadaşı ve hocası olan saçlarının ağarmasıyla, başı aşağı olmağa hazırlanmış olan ve gaflete daimî meyyal ve fâniye mübtela olan insanı, sırr-ı iman ve nur-u Kur’an ile gaflet uykusundan ikaz edip, kuvvetli bir rica düsturunu eline verir.
DOKUZUNCU RİCA:
1- Acz ve za’fı bilfiil tadan ve hissiyat cihetinde çocuklar ve yavrular hükmüne geçen ihtiyarlık rahmet ve inayet-i İlahiyenin celbine vesile olduğu gibi,
2- Emr-i Kur’an ve işaret-i Nebeviye ile (A.S.M.) küçükleri, hürmet ve merhamet ve şefkatle emirber neferler gibi etrafında toplayan ve bu suretle hem Hâlık-ı Kerim’in teveccühüne mazhar, hem insanların hizmet ve yardımına medar olan ihtiyarlıktan razı olmakla, rica kapısını açar.
ONUNCU RİCA:
Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla, hakikat ve vaki’-ül hal olan mevt, hayata tercih edilip sevildiği gibi; (Ferah ve sürurla gitmesini kabul etmenin sebebleri; ahbabın çoğunun orada olması, buradakilerin de oraya gidecek olması ve gidilecek yerin daha güzel bir yer olmasıdır.)
Âlem-i Berzahta olan emvatın, elbette dünyada muvakkat misafirler olup, onlar da oraya gidecek olan insanlardan ziyade ünsiyet ve ülfete lâyık olduğu, imanlı ihtiyarlık gözüyle yakînen müşahede edildiğinden; imanlı ihtiyarlığın büyük bir nimet-i İlahiye olduğunu ve bazan seyr ü sülûk ile derecat-ı evliya gibi yüksek makam ile tebşir ve müjde ve sürur veren kuvvetli bir ricadır.
ONBİRİNCİ RİCA: (İnsana zahiren lezzet veren şeyler nazara verilmiş)
İhtiyarlığın susmaz bir dellâlı olan beyaz kılların ikazıyla, ebedî tevehhüm edilen vücudun, başka bir âleme namzed olup fâniliği ve bazı vefadar zannedilen vefasızların darbesiyle, bütün alâkadarların alâka-i kalbe değmediği görülerek, bir melce, bir istinadgâh taharriler neticesinde, Kur’an-ı Hakîm’in lisanından çıkan “Lâ ilahe illâ Hu” ferman-ı kudsiyesi imdada yetişip, kâinatta esbab ve bu asrın yolunu şaşırtan tabiat bataklığının hiçliğini ve asılsız bir evham-ı küfrî olduğunu gösteren ayn-ı hakikat bir iki temsil ile; zerreden şemse kadar, felekten meleğe kadar, sinekten semeğe, hayalden hayata kadar kabza-i tasarrufunda ve ihata-i ilminde olan bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücudunu isbat edip, nur-u imana vesile olan kuvvetli bir rica kapısını ihsan eder. Bu ricada Tevhidin binler bürhanından birtek bürhanı beyan edilmiştir.
ONİKİNCİ RİCA: (Ölümün hakikatını göstermekle zeval ve fenadan dehşet vermek değil yerine gelecek olanları gösterip Bâki-i Zülcelale yüzünü çeviriyor. İki nokta var. Gidenler baki aleme gidiyor. Diğeri ise yerine gönderileceğini ihtar ediyor.)
Rahmetullahi aleyh Abdurrahman’ın vefatı üzerine, كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ âyet-i kudsiyesinin sırrıyla, “Ya Bâki Entel Bâki” “Ya Bâki Entel Bâki” hakikatıyla,
فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ âyetinin tesellisiyle birtek cilve-i inayeti bütün dünya yerini tutan ve birtek cilve-i nuru bütün zulmeti izale eden Bâki-i Zülcelal ve Sermedî-i Zülkemal ve Rahîm-i Zülcemal’in teveccühü bâki ise, yeter. Gidenler onun bâki mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vaki’ bir hakikatla gösterip, ekseriyetle iftirak ve hasrete mübtela olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülcelal’e çeviren, zulmeti nura tebdil eden, kalblere iman nuru bahşeden elektrik-misal bir ricadır. Bu ricada üç müdhiş dehşetli cenaze başındaki karanlıklı vaziyetlerin Kur’anın âyetlerinden inkişaf eden tevhid nuruyla nasıl aydınlandığı gösterilmiştir. Üç müdhiş dehşetli cenaze cesed-i insani, nev’-i benî-Âdem ve dünya cenazeleridir.
ONÜÇÜNCÜ RİCA:
Harb-i Umumî’de
Birinci hadise; Van şehrinin, Rus’un istilâ etmesi ve ihrak etmesiyle harabezâr olması ve
İkinci hadise; Ekser ahalisinin şehadet ve muhaceretle kaybolması ve
Üçüncü hadise; Medrese-i Horhor’un harab olup vefatı içinde, bu memlekette kapanan ve vefat eden bütün medreselerin, Horhor’un başında duran ve yekpare bir taş olan Van Kal’ası kabir taşı olarak görünmesi üzerine,
Van Kal’asının başında, şiddet-i me’yusiyet ve matem içinde iken,
Birinci hadiseye ait teselli; Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın
سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ لَهُ مُلْكُ السَّمٰوَاتِ وَ اْلاَرْضِ يُحْيِى وَ يُمِيتُ وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
âyetinin hakikatı tecelli edip; o rikkatli, hirkatli, dehşetli hâlâttan kurtarıp; nazarı âfâka, âyât-ı kâinata baktırıp, misafir insanların eliyle yazılan sun’î bir mektubun silinmesi yerine, Nakkaş-ı Ezelî’nin herbir harfinde bir kitab yazılı, silinmez ve solmaz koca kâinat kitabını hediye etmesi ve okutturmasıyla izale edip,
Üçüncü hadiseye ait teselli; Bilâhere de Medrese-i Horhor yerine Isparta’yı medrese olarak vermesi;
İkinci hadiseye ait teselli; Ve müfarakat eden talebe ve dostlara bedel daha çok talebe ve dostlar vermesiyle, sırr-ı hikmetini ve rahmetini ve şefkatini gösteren bir Rabb-ı Rahîm’in dergâhına yakınlaşan ve o dergâhta makbul birer abd olan imanlı ihtiyarların dünyanın ehval-i muhavvifanesinden mükedder ve me’yus olmamalarını; o kudsî imanı ve müsellem İslâmiyeti ihsan eden bir Muhsin-i Kerim’e nihayetsiz hamd ve şükürle lisanımızın zevkini ve ubudiyet ve itaatle ruhumuzun şevkini tavsiye eden kıymetdar bir ricadır.
Hâfız Mustafa
Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten
ONDÖRDÜNCÜ RİCA: Dördüncü Şuanın hülasası
Ehl-i dünya, Üstadımızı herşeyden tecrid edip, beş çeşit gurbet içinde bulunduğu bir vakitte, gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şiddetli bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrın kendisinde hükmettiğini görüp, me’yusane olarak başını eğdiği zaman, حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ Âyet-i Hasbiyesi imdadına yetişerek, “Beni dikkatle oku” demesi üzerine.. günde beş yüz defa okuduğunu ve okudukça bu âyetin çok kıymetli nurlarından dokuz mertebe-i Hasbiyenin yalnız ilmelyakîn ile değil aynelyakîn inkişaf ettiğini…
Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ondaki aşk-ı beka, mutlak kemal sahibi Zât-ı Zülcelal ve Zülcemal’in bir isminin, bir cilvesinin mahiyetindeki bir gölgesine yapıştığı anda, حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyeti gelerek perdeyi kaldırdığını.. ve kendisindeki beka lezzetinin ve saadetinin daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasında ve ona olan tasdik ve imanda bulunduğunu hissetmiş ve hakkalyakîn zevk aldığını ifade etmiştir.
İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Üstadımız ihtiyarlık, gurbet ve kimsesizlik ve tecrid içinde bulunduğu ve ehl-i dünya desiseleriyle ve casusları ile ona hücum ettikleri zaman, “Eli bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinad yok mu?” diye kalbine hitab edip حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetine müracaat ettiği zaman, bu âyet ona: “İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak olan öyle bir Sultan’a intisab edersin ki: Dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat orduları, onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin.” diye manevî bir ders verdiğini ve o dersle değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettiğini ve bütün ruhuyla beraber حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dediğini ifade etmiştir. (Bu mertebede insanın aczine binaen kudreti nihayetsiz kemalde olan Kadir-i Mutlak’ın nokta-i istinad olduğunu birincisi cihazların verilmesi ikincisi cihazların tazelenmesi üçüncüsü rızıkların hulasalar şeklinde verilmesi dördüncüsü ise rızıkların tohum ve çekirdekler ile muhafaza edilerek gelecek senelere taşınması ile gösteriliyor.)
Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzed olduğunu, fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak mahlukatın bütün harekâtlarını ve herşeylerini bilen ve kaydeden bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itminan veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona: حَسْبُنَا daki نَا ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile حَسْبُنَا yı kimler söylüyorlar diye emredince; bütün nebatat ve hayvanatın lisan-ı hal ile حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ in manasını yâdettiklerini gördüğünü ve kudretin azamet ve haşmetini, mevcudatta nasıl temaşa ettiğini ifade etmiştir. Bu mertebede insanın ebedi bir saadete namzet olduğuna dair iki nokta yazılmıştır. Birinci nokta da kudretin faaliyeti ikinci noktada zahiren ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti izah edilmiştir.
Birinci Noktanın Delili: Kudretin nihayetsizliğini, bütün hayvanat ve nebatat cemaatinin bütün ferdlerinin şerait-i hayatiyelerinin tekeffül edilmesi, cihazatlarının gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halkedilmesi ve beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları gösteriyor. İşte hayvanat ve nebatat Hasbüna ile böyle bir Kadir-i Mutlaka dayanıyor.
İkinci Noktada İnsana Kıymet ve Ehemmiyet Verildiğinin Delili: Yaratılışında verilen maddi ve manevi cihazlar, duygu ve hasseler ve o cihazların kâinatla münasebettar bir surette olmasıdır.
Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Kendi vücudu, belki bütün mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye elîm bir endişede iken, yine bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettiğini ve iman dûrbîni ile baktığında; mahlukatın vücudları ademe gitmediğinin dört delilini ve ölümün firak değil visal olduğunu, bir tebdil-i mekân ve bâki bir meyvenin sünbüllenmesi olduğunu beyan etmiştir.
Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Hayatın çabuk sönmesi teellümüne karşı, Âyet-i Hasbiyeden aldığı imdad ile der: Hayat, Zât-ı Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça; beka bulur, hem bâki meyveler verdiği için, ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir.
Bu mertebede hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri dört mes’ele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.
Birinci Mes’ele: Hayatın mahiyeti ve hakikatı beş vecih ile Hayy-u Kayyum’a bakıyor.
İkinci Mes’ele: Hayatın hakikî hukukuna beş vecih ile bakıyor.
Üçüncü Mes’ele: Hayatım, hayatın Hâlıkına üç vecihle âyinedarlık ediyor:
Birinci Vecih: Zıddiyet itibari ile ayinedar olmaktır. Böylelikle esmanın dereceleri bilinir.
İkinci Vecih: Nümuneler itibari ile ayinedar olmaktır. Böylelikle esmayı tanıyoruz.
Üçüncü Vecih: Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır.
Dördüncü Mes’ele: Hayatın hakikî lezzet ve saadetine medar üç hakikat izah edilmiştir.
Ölü olmayanlar veya diri olmak isteyenler, hayatın mahiyetini ve hakikatını anlamayı arzu edenler, Dördüncü Şua’daki bu mertebenin dört mes’elesine baksınlar, dirilsinler.
Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Daimî tahribatçı olan zeval ve fena; ve mütemadiyen ayırıcı olan ölüm ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu görmesi üzerine, fıtratındaki aşk-ı mecazî, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medar-ı teselli bulmak için, bu Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettiğinde “Beni oku ve dikkatle manama bak!” demesi üzerine,
Sure-i Nur’daki اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ âyetinin rasadhanesine girip, imanın dûrbîniyle bu Âyet-i Hasbiyenin en uzak tabakalarına baktığını beyan etmekte ve dûrbînle gördüğü esrarı zikretmektedir.
(Mevcudatın hiç durmayarak gelip gitmeleri, Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsini ve güzellik sahibinin farklı farklı güzellikleri olduğunu ve güzelliğin aynadan olmadığını göstermek içindir. Burada bu hakikatın bürhanlarından üç tanesine kısaca işaret edilecek:
Birinci Bürhan: Eserden Zatın cemaline baktırıyor. Güzellikler Allah’tandır. Bize düşen vazife ise iman şuuru ile güzellik sahibi zâta intisab etmektir.
İkinci Bürhan’ın beş noktası var: Esmanın tecellisi ile eserde görünen güzelliğe baktırıyor.
Birinci Nokta: Bütün ehl-i hakikatın reislerinin hükmünce bütün mevcudattaki hüsn ü cemal, (Esma noktasında) bir Zât-ı Vâcib-ül Vücudu gösteriyor.
İkinci Nokta: Bütün güzel mahlûklar, kafile kafile arkasında durmayarak gitmeleri ile (Esma noktasında) sermedî bir cemali gösteriyor.
Üçüncü Nokta: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler, o güzellikleri veren güzelin (Esma noktasında) cemalini tavsif ve tarif eder.
Dördüncü Nokta: Bütün maddî güzellikler, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Güzelliklerin enva’ını insan ve esma cihetiyle düşünebiliriz. İnsana bakan cihetiyle olsa gözün gördüğü, kulağın işittiği, dilin tattığı güzellikler, esmaya bakan cihetiyle olsa adaletin, nezafetin, rahmetin güzelliği ve hakeza. Esmaya bakan cihetiyle güzelliklere yedi misal verilmiştir.
Beşinci Nokta: Onbirinci Sözün bir cihette hülasasıdır. Cenab-ı Hakkın cemal ve kemalini göstermek istemesi ihtiyaçtan değil, iktizasındandır. Zira nihayetsiz derece cemal ve kemal görünmezse nihayetsiz noksanlık olur. Öyle ise herbir cemal ve kemal sahibinin cemal ve kemalini göstermesi iktiza eder.
Üçüncü Bürhan’ın üç nüktesi var: Eserden Rahmet ve Muhabbet Şuunatının cemaline baktırıyor.
Birinci Nükte: 32. Söz deki kemalat hakikatının cemal noktasında bir hülasasıdır. Niye eşya zinetli ve güzel bir surette yaratılıyor? Sualine dört basamak sonunda cevab olarak Rahmet ve Muhabbet Şuunatının iktizasıdır, diyor.
İkinci Nükte: Nev’-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, (Şuunat noktasında) bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder.
Üçüncü Nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Ehl-i akıl ve ehl-i kalbin ittifakıyla Rahmet ve Muhabbet Şuunatının iktizasıyla eşya ademden vücuda çıkartılıyor.)
Bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat; Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık ettiklerini ve Risale-i Nur’un eczalarında çok kuvvetli delillerle bunların izah edildiğini beyan etmektedir.
ONBEŞİNCİ RİCA: Bir zaman Emirdağı’nda ikamete memur ve tek başıma bir menzilde âdeta bir haps-i münferid ve bana çok ağır gelen tarassudlar ve tahakkümler ile bana işkence vermelerinden hayattan usanmış vaziyette iken birden inayet-i İlahiyye imdada yetişti. İnsanların ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlahînin hissesini altı farklı hadisede göstermekle teselli ve rica kapısını açmıştır.
Birinci Hadise: Bu rica Denizli hapsinden sonra, (1943 senesinde dokuz ay on gün hapis neticesinde çekilen sıkıntıların içindeki teselliler, nurlar, ricalar şöyledir.) Nurların teksirle basılarak intişarı üzerine, fütuhat-ı Nuriyeyi çekemeyen gizli düşman münafıklar; türlü desise ve iftiralarla, hükûmeti aleyhe çevirerek, Nur Risalelerini müsadere ettirip, tedkik edilmesi neticesinde;
Birinci Teselli: Değil tenkid edip düşmanlık göstermek, belki tedkik eden memurların kalblerini de fethederek, tenkid yerine takdir ettirdiğini..
İkinci Teselli: Ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebeb olduğunu..
İkinci Hadise: Ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdi bahanelerle, zemheririn en şiddetli günlerinde Üstadımızı tevkif ettirerek; büyük, gayet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini (Afyon Hapsinde altmış kişilik koğuşta merdum girizlik hastalığı ile beraber camların buz tuttuğu bir soğukta çektiği sıkıntılar içinde bulduğu teselliler)
Birinci Teselli: Ve bu hapiste inayet-i İlahiye ile bir hakikat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve haricinde intişar ve fütuhatından dolayı binlerce şükrettiğini
İkinci Teselli: Ve ruhuna “Sen onların zulmü yüzünden hem sevab,
Üçüncü Teselli: Hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi,
Dördüncü Teselli: Hem manevî lezzetleri,
Beşinci Teselli: Hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun.” diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle “Elhamdülillah” diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir.
Bu ricanın sonunda, Risale-i Nur talebeleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle, (İman-ı tahkikinin neticesi uhreviyedir. Fakat burada dünyevi neticeleri anlatılarak çekilen zorluklara karşı birer teselli veriyor.)
Birinci Teselli: Bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu,
İkinci Teselli: Umumî emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini..
Üçüncü Teselli: Ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiç birisinin emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarının bulunmadığını..
Dördüncü Teselli: Ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkikî ile nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.” diye olan itiraflarını.. (Tarihçe-i Hayat sayfa 658’de buna misal olarak şöyle denilmiştir. Kanun, zabıta ve savcı, suç işlendikten sonra işleyeni ve işleteni yakalıyor. Yani iş olup bittikten sonra, namus pâyimal olup adam öldükten sonra. Daha evvel tedbir almağa kanunen imkân yok; fakat dinen buna imkân var: Allah korkusu ve din. Bu korku sayesinde her türlü rezaletin önü alınabileceğini bildiriyor.)
Beşinci Teselli: Ve türlü isnad ve iftiralarla, Kur’an ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın “Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vaz geçmeyecekler inşâallah!” dediğini beyan etmektedir. (Kur’an ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, hakikat-ı Kur’aniyeden ve vazife-i kudsiyeden vaz geçmeyerek muhafaza etmekten gelen lezzet ve izzetten dolayı gelen teselidir.)
ONALTINCI RİCA: Kastamonu vilayetinde, Denizli ve Afyon hapishanesinde çekilen sıkıntı ve zahmetlerle me’yusiyette iken, altı farklı hadisede inayet-i İlahiye imdadıma yetişti. Hem Nur talebelerinin bu üç Medrese-i Yusufiyeye girmelerindeki üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli faide gösterildi. Hem bu çilehanelerin Üstadımıza mahsus bir letafeti ve hazîn fakat tatlı bir vaziyeti ise gençlik zamanında memleketinde gördüğü eski medresesinin aynı vaziyetini hatırlatmasına dair gayet güzel bir ricadır.
Birinci Hadise: Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyan’a ve Nur’un kerametlerine dair olan risaleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde.. bir aramada, o risaleler bulunduğu yerden çıkarılmış ve Üstadımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü.. Ve Üstadımız müteellim ve Nur’lara gelen zarardan müteessir iken, birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek,
Birinci Teselli: Mahrem risaleleri okuyan resmî dairelerin, bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip risaleleri takdirle karşıladıklarını
İkinci Hadise: Ve yine Denizli hapsinde ihtiyarlık, hastalık ve masum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inayet-i Rabbaniye yetişerek,
İkinci Teselli: Hapishaneyi bir dershane-i Nuriyeye çevirip, bir Medrese-i Yusufiye (A.S.) olduğunu isbat ederek Medreset-üz Zehra kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişara başlamasını..
Üçüncü Hadise: Ve gizli düşmanların Üstadımızı nasıl zehirlediklerini.. ve onun yerine merhum Hâfız Ali’nin şehid olarak Berzah âlemine seyahat eylemesi üzerine; hepsi müteellim ve müteessir bir halde iken, yine birden inayet-i İlahiye imdada yetişerek,
Birinci Teselli: Üstadımızdan zehir tehlikesinin geçmesi (dualarla zehrin şiddetinin geçmesinden gelen bir tesellidir.)
İkinci Teselli: Ve merhum şehidin kabirde Nurlarla meşgul olarak, sual meleklerine Nurlarla cevab vermesi..
Üçüncü Teselli: Ve onun bedeline Denizli Kahramanı Hasan Feyzi Rahmetullahi Aleyh ve arkadaşlarının hizmete girmesi.. (Hafız Ali Abinin hatıralarında geçiyor. Kendisinin Üstad yerine şehit olması için dua edip diğer abilere amin dedirtiyor.
Emirdağ Lahikası 1 sayfa 187’de şöyle geçiyor: İşte bu hal işaret eder ki: Nasıl Hâfız Ali gitti, Denizli onun yerine geldi, acısını unutturdu; öyle de bir Hasan Feyzi gitti, yerine bir dâr-ül fünun gelecek, inşâallah acısını unutturacak.)
Dördüncü Teselli: Ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emarelerle, inayet-i Rabbaniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra,
Dördüncü Hadise: Gençliğinde âhir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukabil;
Birinci Teselli: Bu mağaraların hapishanelere, inzivalara, çilehanelere, mutlak tecrid hücrelerine çevrilip, Yusufiye medreseleri olarak Kur’an ve imanın hakikatlarına mücahidane bir surette hizmet ettirdiğini..
İkinci Teselli: Ve o çileli hapislerde, üç hikmet ve hizmet-i Nuriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyan eden ehemmiyetli bir ricadır.
Eskişehir hapishanesinde onbir ay içinde 27. 28. 29. 30. Lem’alar 1. ve 2. Şualar yazdırılmıştır. Hatta 2. Şua abilerin tahliyesinden sonra Üstadın kendi hattı ile yazdırılmıştır. Üstadın kendi hattı ile yazılan bir diğer risalede Küçük Sözler ve El hüccet-üz Zehradır. Üstad ilk Barlaya geldiğinde insanların ondan çekinmeleri neticesinde yazacak kimseyi bulamamış kendisi yazmıştır.
Yirmialtıncı Lem’anın Zeyli Yirmibirinci Mektub olup, Mektubat Mecmuasına idhal edildiğinden buraya dercedilmedi.
YİRMİYEDİNCİ LEM’A: 267
Eskişehir Mahkeme Müdafaası olup, teksir Lem’alar mecmuasında ve kısmen de Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiştir.
Başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmemiştir.
YİRMİSEKİZİNCİ LEM’A: 268
“Yirmisekiz Nükte” olup; bir kısmı bu mecmuaya dercedilmiş, diğerleri başka bir mecmuada neşredildiğinden buraya dercedilmemiştir.
YİRMİİKİNCİ NÜKTENİN İKİNCİSİ: 268
وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ مَا اُرِيدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَا اُرِيدُ اَنْ يُطْعِمُونِ اِنَّ اللّهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ
âyet-i kerimesinin gayet güzel ve yüksek manalarından üç vechini icmalen beyan etmiş.
Birinci Vecih: Âyetteki it’am ve irzak, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a ait olduğunu, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Allah katındaki ehemmiyetini de ayet nazara veriyor. (Hakkı tebliğ ederken Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a tabi olub ücretimizi Allahtan beklemek vechi bize bakıyor.)
İkinci Vecih: Rızka çalışmak bahanesini, ubudiyete mani’ tevehhüm ederek özür bulmak isteyenlere, gayet güzel bir cevab verir. Bu âyetten kinaye olan mana: “Bana ait olup, rızıklarını taahhüd ettiğim mahlukatıma rızık yetiştirmek için halkolunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubudiyettir. Evamirime göre rızka çabalamak da bir ibadettir.” der. (Asıl vazifeniz ubudiyet olduğunu bilmek vechi bize bakıyor. Çalışmak nasıl ibadet olur denilse; asıl vazifemiz olan ibadet etmemize vesile olduğu için rızka çalışmak ibadettir. Ubudiyetimizi yerine getirmek, harama girmemek, güzel niyetimizi muhafaza etmek, meşru olmak şartıyla ibadettir.)
Üçüncü Vecih: Sure-i İhlas’taki لَمْ يَلِدْ وَ لَمْ يُولَدْ âyet-i kerimesini misal alarak “rızk ve it’am kabiliyetinde olan eşya, ilah ve mabud olamazlar; mabudiyete lâyık değiller” manasını beyan etmektedir. (“Doğmaya ve doğurmaya ihtiyacı olan ilah olamaz” diyerek bizlere marifet dersi veriyor. Allahın ihtiyar ve iradesi haricinde hiç bir şey olamaz. Doğmak ve doğrulmak ihtiyar ile değildir. Bu ise tevhid-i hakikiye zıttır.)
Uykunun nevilerini, vakitlerini ve Sünnet-i Seniyeye muhalif ve muvafık uyku zamanlarını beyan eden mühim bir mektub: 270
Birincisi: Gayluledir ki, fecirden sonra tâ vakt-i kerahet bitinceye kadardır. Hatta kerahetten sonra işrak namazına da Yirmidördüncü Söz Üçüncü Dal Onuncu Asılda işaret vardır. Şöyle ki: Meselâ, “Kim iki rek’at namazı filan vakitte kılsa, bir hac kadardır.” İşte iki rek’at namaz bazı vakitte bir hacca mukabil geldiği hakikattır. Herbir iki rek’at namazda bu mana külliyet ile mümkündür.
İkincisi: Feyluledir ki, ikindi namazından sonra mağribe kadardır.
Üçüncüsü: Kayluledir ki, bu uyku sünnet-i seniyedir. Duha vaktinden, öğleden biraz sonraya kadardır.
Yatsı namazı tesbihatından sonra اَلْفُ اَلْفِ صَلاَةٍ وَ اَلْفُ اَلْفِ سَلاَمٍ عَلَيْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ cümlesini okurken; bu dünya hanesini şenlendiren, ünsiyetlendiren, nurlandıran şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyeyi nasıl müşahede ettiğini.. ve onun getirdiği nur ve hediyelere karşı şâkirane bir mukabele olarak bütün cinn ve insin ona hadsiz salât ü selâm getirmeleri lâzım geldiğini ifade eden gayet latif bir mektub: 271
(Miracın üç meyvesi
- Nur getirdiği hakaik
- Hediye islamiyet içindeki ahkam
- Anahtar Salavat ve Besmele)
Hazret-i Muhyiddin’in Vahdet-i Vücud meşrebini şimdiki insanlara telkin etmekte üç mühim zararın bulunduğunu beyan eden gayet mühim bir mektub: 272
Vahdet-ül vücud mes’elesi gibi hakaik-i ulviye, ehl-i gaflet ve esbab içine dalan avamlara girse, tabiat telakki edilir ve üç mühim zarar verir:
Birincisi: Kâinat ve maddiyat hesabına uluhiyeti inkâr yoluna gider.
İkincisi: Vahdet-ül vücud meşrebinin esası, masiva-yı İlahînin rububiyetini reddetmek hatta masivayı da inkâr etmek iken âhireti ve Hâlık’ı bir derece unutmak cihetiyle bazı nüfus-u emmare kendini küçük birer firavun görür, âdeta nefsini mabud ittihaz eder.
Üçüncüsü: Tegayyür, tebeddül, tecezzi, tahayyüzden mukaddes, münezzeh, müberra, muallâ olan Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve tekaddüs ve tenezzühüne muvafık düşmeyen tasavvurata sebebiyet verir ve telkinat-ı bâtılaya medar olur. Şöyle ki; kâinatın arkasında durup kâinata bakan ve önünde esbabı gören insan kâinatı o kadar âlî görür ki, onun sâni’i onun içindedir veya o o olmuş der.
Yine Muhyiddin-i Arabî ve Vahdet-i Vücud hakkında münakaşa mevzuu olan bir suale verilen ilmî, mücmel bir cevab: 273
Vahdet-ül vücud mes’elesi gibi Muhyiddin’in Ehl-i Sünnete muhalefet eden mes’eleleri, dinde teceddüde taraftar ve asrîliğe mümaşatkâr fikir sahiblerinin eline geçse bazı hakaik-i İslâmiyeyi yanlış teviller ile tahrif edebilir.
1935 yılında Bir bayramda, gayr-ı meşru dairede gülüp eğlenen elli zavallının, elli sene sonraki hallerini nasıl müşahede ettiğini beyan eden gayet güzel bir ibret levhası: 274
Rabıta-i mevti ders veriyor..
Ve hakiki lezzeti tarif ediyor. Şöyle ki; Elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir.
Nefs-i emmareye uymanın zararlarını ta’dad ederek, nefse şiddetli bir tokat mahiyetinde tesirli bir yazı: 275
Nefsi emmareye uymanın zaraları
- Nefsini beğenen başkasını sevemez.
- Kendini başkalarına beğendirmek ister.
- Kendisini kusursuz göstermek ister.
- İnsanlar içinde aksülamelle muamele görür.
- Riyakarlık neticesinde amelleri ibtal oluyor.
Kısa bir zamandaki küfre mukabil hadsiz bir Cehennem azabının nasıl hakikî adalet olduğunu beyan eden mukni’ bir cevab: 276
- Küfür, esmayı ve esmanın tecellilerini katl olduğu için hadsiz bir Cehennem azabı hakikî adalettir.
- Küfür, vahdaniyet delillerini katl olduğu için hadsiz bir Cehennem azabı hakikî adalettir.
- Küfür, mahlukatın hukuklarını katl olduğu için hadsiz bir Cehennem azabı hakikî adalettir.
MANİDAR BİR TEVAFUK-U LATİFE: 276
Risale-i Nur’un makbuliyetine ve inayet-i İlahiyeye mazhariyetine dair manalı tevafuklar.
- 163 mebusun dini eğitime tarafdar olmasına karşılık 163. madde ile dine hizmet eden Nur Talebelerinin suçlu sayılması
- Risale-i Nur’un 128 parçası, 115 parça kitab ediyor. 115 gün mahpus kalan 115 suçlu gösterilen eşhasın adedine tam tamına tevafuk
Tevafuk metubu Kastamonu Lahikası sayfa 66’da şöyle geçiyor. Risale-i Nur yüzünde irade-i âmme, inayet-i hâssa iltifatını tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilât, tasvirat fiilî teşekküratın bir nev’idir ve sevincin ve minnetdarlığın heyecanlı tereşşuhatıdır. Kusura bakılmaz. Evet böyle bir zâtın iltifatını gösteren maddî kırk para ihsanına karşı kırk bin teşekkür edilse israf değil.
MASUM KALBLERE NURLARIN NASIL AKSETTİĞİNİ ANLATAN SAMİMANE, NURLU BİR MEKTUBDUR: 277
Şefik Abinin Risale-i Nur’un iki kerametine dair bir nüktesidir. Hem Risale-i Nur’a, Elmas Cevher Nur ismini takmasına dair bir parçadır. Nur, Risale-i Nur’u okumaktır. Elmas Risale-i Nur’u yazmaktır. Cevher ise Risale-i Nur’dan alınan imandır.”
ZEKÂİNİN RÜ’YASI: 278
Müjdeli ve manalı hayırlı bir rü’yadır.
TARAFGİRANE VE RİSALE-İ NUR’A RAKİBANE SÖYLENEN SÖZLERE MUKABİLDİR: 279
Risale-i Nur’un yüksekliğini ve makbuliyetini ifade eden manzum bir kasidedir.
YİRMİSEKİZİNCİ LEM’ANIN YİRMİSEKİZİNCİ NÜKTESİ: 280
لاَ يَسَّمَّعُونَ اِلَى اْلَمَلاِ اْلاَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ اِلاَّ مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَاَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ ٭ وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ
âyet-i kerimesinden anlaşıldığı üzere:
Birinci Sual: Cüz’î ve bazan şahsî gaybî hâdiseleri haber almak için, gayet uzak bir mesafe olan semavat memleketine casus şeytanların sokulması ve
- Şeytanların haber alması nübüvvet-i Ahmediden sonra yasaklamışolduğunu
O çok geniş memleketin her tarafında, o cüz’î hâdisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitmesi ve getirmesi aklen ve hikmeten nasıl kabul edilebilir?
- Semavat alemi zıdların girmediği bir alemdir. En çok yıldız kayması vahyin veya ilhamın geldiği zamanlarda olduğunu
İkinci Sual: Cennetin meyvelerinin dünyada görülmesi demektir. Cennetteki sarayımızın kerpici meselesi gibi olduğunu
Hem âyet-i kerimeye göre bazı peygamberler ve evliyalar, semavatın üstünde bulunan Cennet’in meyvelerini yakın bir yerden alır gibi alıyormuş. Ve bazan yakından Cennet’i temaşa ediyorlarmış. Nihayet derecede uzak bir şeyin, nihayet derecede yakın olması, bu asrın aklına nasıl sığar?
Üçüncü Sual: İnsanlık için en büyük mesele Nübüvvet-i Ahmediye olduğunu
Hem cüz’î bir şahsın, cüz’î bir ahvali, küllî ve geniş olan semavat memleketindeki Mele-i A’lâ’da mevzubahis olması, kâinatın idaresindeki gayet hakîmane hikmete nasıl muvafık geliyor? diye sorulan bu üç başlı suale, gayet ilmî, aklî ve mukni’ cevabları tazammun eder.
YİRMİDOKUZUNCU LEM’A-İ ARABİYE: 284
Risale-i Nur’un içinde, lisan-ı Cennet ve üslûb-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve tarz-ı Kur’an-ı bahşayiş-i rahmet ile meydan-ı zuhura gelerek “Tefekkürname” ismiyle müsemma olan bu Lem’anın bir kısmı, nümune olarak bu mecmuaya dercedilmiş olup, tamamı teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir.
Belagat mesleğinde manayı düşünmek vaciptir.
İfade-i Meram Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan âyetleriyle tefekkür mesleğine teşvik ettiği gibi hadîs-i şerifde bazan bir saat tefekkür bir sene ibadet hükmünde olduğunu beyan edip, tefekküre azîm teşvikat yaptığından Üstadımız aklına ve kalbine tezahür eden büyük nurlara ve uzun hakikatlara işaret eden bu arabi risaleyi silsile-i tefekkürat nev’inden “yedi bab” üstünde yazdı. Bu Lem’anın diğer altı babı, teksir Lem’alar mecmuasında neşredilmiştir. Otuzüç mertebesinden yedi mertebeyi zikredeceğiz. O mertebelerden mühim bir kısmı, Yirminci Mektub’un İkinci Makamında ve Otuzikinci Söz’ün İkinci Mevkıfının âhirinde ve Üçüncü Mevkıfının evvelinde izah edilmiştir. Şu mertebelerin hakikatını anlamak isteyenler, o iki Söze müracaat etsinler. Bu tefekkürname çok ehemmiyetlidir. İmam-ı Ali’nin (R.A.) ona bir vecihte Âyet-ül Kübra namını vermesi, tam kıymetini gösteriyor. Namaz tesbihatında aynelyakîn derecesinde kalbe gelmiş, çok risaleleri netice vermiş, otuz sene akıl ve fikrin gıda ve ilâcı olmuş bir marifetnamedir.
OTUZUNCU LEM’A: 304
(Resail-in Nur’un bu âyetin iltifatına liyakatını anlamak isteyen zâtlar, hangi risaleye dikkatle baksalar anlarlar. Hiç olmazsa Eskişehir hapishanesinin bir meyvesi olan Otuzuncu Lem’a namındaki altı esma-i İlahiyeye dair Altı Nükte Risalesine, hiç olmazsa o Lem’adan İsm-i Hayy ve Kayyum’a dair Beşinci ve Altıncı Nükte’lere dikkatle baksa elbette tasdik eder. Şualar 692)
İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor. Meselâ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın hakkında; “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Yâ Hayy!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza.. pek çok zâtlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir. Lemalar 339)
“Sekine” nam-ı âlîsiyle tabir edilen ve herbiri bir İsm-i A’zam olan veyahud altısı birden İsm-i A’zam bulunan Esma-i Hüsnadan “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” ism-i şeriflerine ait pek çok kıymetdar ve Risale-i Nur’un şaheserlerinden biri olan bu Lem’a,
- Yüksek bir ifade ve çok ince hakikatlarla kaleme alınmış;
- Hem çok derin mesail-i vahdaniyet, azametli genişlikleriyle tefhim edilmiş;
- Hem pek bâriz bir surette mevcudiyet-i İlahiyeye işaret eden şu hayretengiz faaliyet ile, müdebbiriyet-i Rabbaniye o kadar güzel izah edilmiş ki,
Âh ne olurdu, bu risalenin hakikatlarının a’makına ulaşmak şöyle dursun, sathını olsun bari görebilseydim. Heyhat!
Kasır fehmime bakılmayarak, bu risale, hissesine isabet eden bir kardeşimizin seferber halinde bulunması mazeretinden dolayı bana gönderilmişti. Liyakatsızlığımla beraber perişan halim böyle bir şaheseri fihristeye idhal edebilecek surette hülâsa etmeye kâfi gelmediğinden, mahcubiyetle emre itaat ediyorum.
Bu kıymetdar Lem’a, “Altı Nükte-i Mühimme”ye inkısam etmiştir.
BİRİNCİ NÜKTE: Küddüs ismi bizden maddi manevi temizliğe riayet etmemizi iktiza ediyor, istiyor.
وَاْلاَرْضَ فَرَشْنَاهَا فَنِعْمَ الْمَاهِدُونَ âyetinin bir nüktesi ve “Kuddüs” İsm-i A’zamının bir cilvesi olup;
- Hem mevcudiyet-i İlahiyeyi kemal-i zuhur ile,
- Hem vahdaniyet-i İlahiyeyi kemal-i vuzuh ile göstermektedir.
Evet şu muntazam kâinat ve şu azametli gayet büyük fabrika; bütün mevcudatıyla hummalı bir faaliyet içinde (Tebeddülat, tegayyürat, tahavvülat gibi faaliyetler) mütemadiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını tertemiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyarattan tut, tâ zerrata kadar her mevcud, Kuddüs-ü A’zam’dan gelen emirlere müheyya ve münkad olarak gayet fa’al ve gayet hârika bir istihale makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa cennetnümun güzellikleriyle, kendilerini enzar-ı âleme arzediyorlar.
Ve şu kasr-ı âlemdeki masnuatın cebhelerinde müşahede edilen şu dilruba güzellik ve gayet müstahsen temizlik;
- Bütün enzarı istihsanla kendilerine celbediyorlar ve
- Sâni’lerini takdir ve
- Tahsinlerle medh ü sena ettiriyorlar.
Bu Kuddüs-ü A’zam ism-i şerifinin tecelli-i a’zamından küçük bir cilvesini şaşaalı bir surette gösteren ve şu kışın bârid ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak:
- Nasıl çiçekler açmış, huri misali libaslar giymiş, güzelleşmiş, tertemiz olmuş bütün ağaçlarve
- zümrüd gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzara arzediyorlar.
- Camid ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde; istihale görmüş, zeminden yükselmiş, nur-u hayatla süslenmiş, sündüs-misal güzelliklerle kendilerini Sâni’lerinin nazarına takdim ediyorlar.
Bu vaziyet karşısında; değil yalnız ins ve cinn, ruhanîler ve melaikeler de hayran oluyorlar. “Mâşâallah, Bârekâllah! Bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!” deyip Sâni’-i Zülcelal’lerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki’ ve sâcid oluyorlar. İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef’al-i İlahiye gibi, vahdaniyet ve mevcudiyet-i İlahiyeyi bedahet derecesinde isbat edip göstermektedir. (Temiz olması temizliyenin vücudunu gösterdiği gibi Her yerin temiz olması ise vahdetini gösteriyor.)
İKİNCİ NÜKTE: Adl ismi bizden Hukukullah ve Hukuk-u ibadullaha riayet etmemizi iktiza ediyor, istiyor.
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ âyetinin bir nüktesi ve “Adl” ism-i a’zamının bir cilvesidir.
Kainatta Adl isminin devamlı bir surette tecelli ettiğinin delilleri
Şöyle ki: Şu kâinat
- Mütemadiyen tahrib ve tamir içinde çalkalanmakta,
- Her vakit harb ve hicret içinde kaynamakta,
- Her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanmaktadır.
Bu hayret-engiz tebeddülât ve tahavvülât ise,
- Dehşetli cirmlerin intizamlı hareketlerinden;
- Ve küre-i zeminin yüzündeki dört yüz bin nebatî ve hayvanî zîhayatın muntazaman iaşe ve terbiyelerinden;
- Ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilacı unsurların gayet muntazam vazifelerinden;
- Ziya ve zulmetin, sıcak ve soğuğun, hayat ve mematın döğüşmelerine varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mizan-ı adalet içinde istikbalden gelip, hale uğrayarak, maziye akıp gidiyor ki;
(Bizim için zahiren yaratılacak olan eşya, istikbalden gelip, hale uğrayarak, maziye akıp gidiyor. Ancak bizim nazarımızda mazi olarak görülen kabir hakikat nazarında hakiki istikbaldir.)
Fesübhanallah, insaflı ve dikkatli bir nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan, muhakkak olarak diyecek:
“Bu saray-ı âlemin Sâni’i; bu saray-ı âlemi, Adl isminin a’zamî tecellisine mazhar etmekle beraber,
- Hem vâhiddir, (ihata etmek tam bir vahdettir şirke yer bırakmaz.)
- Hem de öyle mizan-ı adaletle işler görüyor ki, en ehemmiyetsiz ve en küçük, kıymetsiz telakki edilen şeylerde dahi şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mizan-ı adalete sokulmasına zerre kadar müsaade etmiyor.
- Hem bu pek hârika intizam-ı ekmel içindeki gayet hassas mizan-ı adalete, elbette bu kâinatın Sâni’-i Zülcelal’inden başkası müdahale edemeyecek.”
- Hem bütün esbab o Sâni’-i Zülcelal’in dest-i kudretinin bir perdesi olduğunu anlayacak.
Ve o Sâni’-i Zülcemal’in hem vâhid olduğuna, hem mevcudiyetine; hayranlık içinde, güneşin vücuduna inandığı gibi iman edecek.
Kainatta Adl isminin tecellisi ile Adalet iki şıktır. Biri müsbet, diğeri menfîdir.
Müsbet ise, hak sahibine hakkını vermektir.
İkinci kısım menfîdir ki, haksızları terbiye etmektir. Yani haksızların hakkını, tazib ve tecziye ile veriyor.
Adl ismine karşı bizim mukabelemiz ise Hukukullah ve Hukuku ibadullah olarak iki kısımdır.
Hukukullah ve Hukuku ibadullahı adaletle yerine getirmek aynı zamanda ibadet etmek oluyor ki; bu aynı zamanda Kur’anın dört maksadından biridir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Hakem ismi bizden kâinatın yaratılışındaki kudsi hikmetleri anlamamızı ve o hikmetlere muvafık mukabeleyi yapmamızı iktiza ediyor, istiyor.
اُدْعُ اِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ
âyetinin bir nüktesi ve “Hakem” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, “Beş Nokta” ile izah edilmiştir.
Hâkim ve Hakîm isimlerini tazammun eden İsm-i Hakem’e dair beş noktadır. Hakem: hikmetle hükmeden demektir. Ayetin manasından anlaşıldığı üzere Rabbinin yoluna hikmetle çağırmak iki şekilde oluyor.
Birisi hikmetle tebliğ vazifesini yerine getir. Diğeri ise Rabbinin kâinatta hikmetle hükmettiğini gör ve göster.
Birinci Nokta: İsm-i Hakem’in tecelli-i a’zamı şu kâinatı öyle bir kitab-ı kebir hükmüne getirmiştir ki; o kitab-ı kebirin
- Zemin yüzü, bir sahifesi;
- Ve her müzeyyen bahçe, bir satırı;
- Ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi suretinde halketmiştir.
O halde, şu kâinat baştan başa Hakîm-i Zülcelal’in eserleriyle süslenmiş.
- Hem kendi san’atını kendisi müşahede edip, hem de nâmütenahî gözlerle birbirine baktıran; (bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.)
- Ve birbiri içinde çok deliller ve vecihlerle nakkaşının vücuduna şehadet eden bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.
- Ve daima mizan ve intizam içinde tazelenen; bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.
- Ve her küçük bir çekirdekte koca bir ağacı derceden; bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.
- Ve herbir ağaçta koca kâinatın fihristesini yerleştiren; bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.
- Ve her bahar sahifesini murassa’ nişan ve münakkaş hediyelerle süsleyip, huzurunda resm-i geçit ettiren; bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.
- Ve her an bu masnuatının lisanıyla medh ü senasını teganni ettiren
Bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin.
İkinci Nokta: “İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Nihayet kemalde bir cemal ve nihayet cemalde bir kemal, kendini görmek ve göstermek istemesine ve tanıttırıp sevdirmesine mukabil, (Bu kudsi hikmete karşı bizim mukabelemiz nasıl olmalı?) iman ile onu tanımayı ve ubudiyetle kendini ona sevdirmeyi ders veriyor.
İkinci Mes’ele: (Cenab-ı Hakkın kudsi maksatlarındaki takip ettiği hikmet, kâinattaki intizam-ı mükemmeli netice vermiştir. Kâinattaki intizam-ı mükemmelin devam ediyor olması devamlı surette ihtiyar ve iradesini o noktada kullanan bir zatın var olduğunu ve O zatın İhtiyar ve iradesini reddeden bir şirke izin vermediğini gösterir. Kâinatta görünen intizamın mükemmeliyeti nispetinde hikmet ve kudretini gösteren bir zata şirk ve küfür ile acz isnad etmek kâinat büyüklüğünde bir hatadır. Bu kâinatta görünen intizam ve hikmete tevhid ile iman etmek, ne kadar doğru hak ve hakikatlı bir mukabele olduğunu bildiriyor.) Bütün kuvvetiyle şirki reddedip kabul etmeyen bu hikmetli intizam-ı mükemmel, hem vahdeti, hem istiklal ve infiradı iktiza ettiğini izah etmekle beraber, koca kâinatı umum ahval ve keyfiyatıyla mizan-ı adl ve nizam-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlak’a şirk ve küfür ile acz isnad etmek ne kadar büyük bir hata ve tevhid ile iman etmek, ne kadar doğru hak ve hakikatlı bir mukabele olduğunu bildiriyor.
Üçüncü Nokta: Sâni’-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîm’iyle, kâinatta en ziyade hikmetlere medar ve mazhar kıldığı insanı; bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. (Cenab-ı Hakkın kâinatı insanın etrafında gezdirmekte takip ettiği hikmetler vardır.) Ve insan dairesi içinde de rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. (Cenab-ı Hakkın insanı da maddi manevi rızkın etrafında gezdirmekte takip ettiği hikmetler vardır.) İnsanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakem’in parlak bir surette cilvesinin göründüğünü; (İnsana şuur verilmesi ve rızıka da zevk konulması vasıtasıyla ism-i Hakem’in parlak bir surette görünür.)
Ve yüzer fenlerden her bir fennin bir cihette ism-i Hakem’in cilvesini tarif ettiğini; (Kâinattaki herbir fen kâinattaki intizamın ucu nasıl insana takıldığının bir izahatıymış.) (meselâ Fenn-i Tıb (eşyaya hasiyet), Fenn-i Kimya (imtizaç ve terkib), Fenn-i Ziraat (iaşe), Fenn-i Ticaret ve hâkeza…) bu fenlerin herbirisinin kat’î şehadetleriyle, ihtiyar ve irade, kasd ve meşieti gösteren bu hadsiz intizamat ve hikmetleri o Sâni’-i Hakîm umum kâinata verdiği gibi, en küçük bir zîhayatta ve en küçük bir çekirdekte dahi dercetmesiyle, Zât-ı Akdes’inin fâil-i muhtar olduğunu; ve herşey onun emriyle vücud bulduğunu; ve onu bilmemek ve tanımamak ne kadar acib bir cehalet ve divanelik olduğunu izah ediyor.
Dördüncü Nokta: Hakem nüktesi ile Haşrin münasebeti kuruluyor. Haşrin en kuvvetli delili kainatta görünen hikmettir. Dördüncü noktada iki şey üzerinde duruluyor.
- Cenab-ı Hak hakîm-i mutlaktır. Saray temsili ile haşir damının da yapılacağını yani bütün takip ettiği hikmetleri beyhude harab etmeyeceğini izah ediyor.
- Bir zat yaptığı icraatında çok gayeler takip edipte mesela bir çekirdeğe bir dağ kadar hikmetler takıpta bir ağaca bir çekirdek kadar netice takmaz.
Bir şeydeki intizamın varlığı intizamı koyan zatı gösterdiği gibi bir şeydeki intizamın kuvveti de o intizamla takip edilen gayenin büyüklüğünü gösterir.
Sâni’-i Hakîm, herbir mevcuduna taktığı yüzler hikmeti, o mevcudların nihayet hassasiyetiyle tavzif ettiği yüzler vazifelerinden pek çok faide ve gayeleri nihayet dikkat ile takib ettiği halde, onun cemal-i rahmet ve kemal-i adaletine ve nihayet derecede hikmetine zıd olan; ve rahmet ve adaletini inkâr ettiren haşirsizliğe hiçbir cihetle müsaade etmediğini beyan ediyor.
Beşinci Nokta: “İki Mes’ele”dir.
Birinci Mes’ele: Fıtratta israf ve abesiyet ve faidesizlik bulunmadığından, İşarat-ül İ’caz sayfa 54’te geçtiği gibi “Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur.”
Muhakemat sayfa 82’de geçtiği gibi “Hilkatte israf ve abes yoktur.”
كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لاَ تُسْرِفُوا âyet-i kerimesiyle, iktisadsız hareket edenleri tehdid eder. İktisad verilen cihazları emredildiği yerlerde emredildiği şekilde kullanmaktır. Aynı zamanada manevi bir şükürdür. İktisatsızlık ise elmas kıymetinde olan cihazları yerli yerinde kullanmamak veya az kullanmaktır. Elmas alacak kıymette olan cihazlarla cam parçası almak veya hiç almamak gibi..
İkinci Mes’ele: Cenab-ı Hakk’ın “Hakem ve Hakîm” isimleri, bir cihette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine delalet ve istilzam ettiklerini; ve esma-i hüsnadan çok isimlerin dahi, herbiri bir cihette, cilve-i a’zamıyla, a’zamî derecede ve mertebe-i kat’iyyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ettiklerini, pek parlak bir surette izah ediyor.
Herbir maksadın kıymet derecesi ve herbir maksadın birbiri ile olan münasebetleri risalet-i Ahmediye (A.S.M.) ile anlaşılmış. Demek herbir isim olduğu gibi ism-i Hakemde risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) istilzam ediyor.
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Ferd isminin tecellisi ile kâinat bir ağaç suretinde yaratılmıştır. Ağacın dal, budak, meyve ve çekirdeğine kadar her yerine birlik sikkeleri koyarak birbirinin imdadına koşturmuştur. Ferd ismi bizden birlik beraberlik birbirinin imdadına koşmak hakikatını şahsi hayatımızda, aile hayatımızda, cemaat hayatımızda, âlem-i islam olarak ittihad manasını göstermemizi iktiza ediyor, istiyor. İhlas risalesi cemaat hayatındaki ferd tecelisinin nasıl olması gerektiğini gösterir.
قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ âyetinin bir nüktesi, Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden “Ferd” ism-i a’zamının tecelli-i a’zamına dair tevhid-i hakikîyi gösteren “Yedi İşaret”tir. İlk üç işaret Ferd isminin tecellilerinin kâinattaki delilleridir. Dördüncü işarette ise Ferd isminin zıttı olan şirkin mümkün olmadığı gösterilmiştir.
Birinci İşaret: İsm-i Ferd’in kâinat heyet-i mecmuasında koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeye işaret eder. Diğer hatemlerinden farklı üç sikke Ferd isminde görünüyor. Diğer hatemlerinden farkı ise; birbiri içinde birbirinin nümunesini gösteren bütün sikkeleride içerisine alan bir sikke olmasıdır.
Birinci Sikke: (Ağaç) Kâinatın mevcudatında ve enva’larında görünen ve bir sikke-i kübra-yı ehadiyet olan “teavün, tesanüd, tecavüb, teanuk” sikkesidir. Bu sikkenin içinde Cenab-ı Hakkın binbir esması vardır. Ferdiyet cilvesi, kâinat yüzünde öyle bir sikke-i vahdet koymuştur ki, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirmiştir. Bütün kâinata tasarruf edemeyen bir zât, hiçbir cüz’üne hakikî mâlik olamaması Ferd isminin kâinattaki sikkesidir.
İkinci Sikke: (Meyve) Zeminin yüzünde her bahar mevsiminde müşahede edilen, dört yüz bin nebatî ve hayvanî enva’ın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i vahdaniyettir. Küre-i Arz’ın yüzünde bütün zîhayatı bütün efradıyla ve ahval ve şuunatıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad etmeyen bir zât, icad cihetinde hiçbir şeye karışmaması Ferd isminin zemin yüzündeki sikkesidir.
Üçüncü Sikke: (Çekirdek) Hazret-i Âdem’den tâ kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların aza-yı esasîde bir olan sîmalarındaki sikke-i vahdaniyettir. Bu sikke gösteriyor ki; bütün efrad-ı insaniye, insanın yüzüne o sikkeyi koyan zâtın nazar-ı şuhudunda ve daire-i ilmindedir ve o Sâni’-i Vâhid’in iradesini, ihtiyarını ve meşietini gösterir.
İkinci İşaret: Birlik; vazifesinin bir olması demektir. Adedin birliği değil. Kainatın mecmuu herbirinin vazifesi umuma baktığı için tecezzi kabul etmez bir küll hükmündedir.
İsm-i Ferd’in cilve-i vahdeti, kâinatın bütün enva’larını ve unsurlarını öyle bir surette birbirine girift etmekle birbirinin içine almıştır ki; mecmu-u kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği ve çok birliklerle vahdaniyeti ilân ettiğini gösteriyor.
Üçüncü İşaret: Yine İsm-i Ferd’in cilve-i a’zamı, kâinatı öyle birbiri içine girmiş hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmüne getirmiştir ki; herbir mektubda hadsiz hâtem-i vahdaniyet basılmış ve herbir mektub, kelimatı adedince kâtibini bildiren ehadiyet mühürlerini taşıdığını gösteriyor.
Yirmidokuzuncu penceredeki gibi sarı çiçek iki cihetle sahibini hatırlatır. Mesala mümaselet sikkesi ile dokunan sarı çiçekler ferd olarak birbirinin emsali olduğu gibi müşabehet sikkesi ile de dokunan çiçekler birbirinden nev’ olarak farklı da olsa aynı fabrikada dokunuyor olması İsm-i Ferd’in cilvesini gösterir.
Dördüncü İşaret: Ferd isminin zıttı olan şirkin mümkün olmadığı gösterilmiştir.
Bir şeyin üç tane vücut mertebesi vardır.
Âdem: Mümkün olmayan, akıl noktasında hiç bir imkanı ihtimali olmayan muhaldir, mümtenidir, mümkün değildir.
Mümkün: imkân ve ihtimali olan şeylerin bir delili bir emaresi varsa mümkündür.
Vücud-u Vücub: Zıttı mümkün olmayan vacibdir.
Şirkin muhal olduğunun delillerinin birleşmesi ile bürhan olur. Çok bürhanların bir araya gelmesinede hüccet diyoruz.
İsm-i Ferd’in güneş gibi zahir cilve-i a’zamını gayet makul ve hadsiz kolaylıkla kabul ettiren ve şirkin muhaliyetini ve nihayet derecede akıldan uzak olduğunu gösteren bürhanlardan üç tanesini beyan ediyor.
Birincisi: Zât-ı Ferd ve Ehad’in kudretine nisbeten en büyük şey’in icadı, en küçük birşey gibi kolay olduğunu ordunun teçhizatını tek bir kumandana ve tek bir merkeze verilmesindeki kolaylık temsiliyle izah ediyor. Zira kâinatta en küçük şeyin icadı için gerekli olan kudret ne ise en büyük şeyin icadı içinde gerekli olan kudretin aynı olmasında ferd isminin tecelliyatı görülüyor. Evet kainattaki bütün suhulet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet Vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder. Bu hakikatı izah etmek için fabrika ve ordu temsili verilmiştir. Ordunun cihazları tek bir fabrikadan verilirse kolaylık olur. Herbir asker için ayrı fabrika kurulması ise zorlukla olur veya olmaz. Aynen öylede kâinat fabrikasında işlenen bir çiçekle bütün çiçeklerin icadı tekbir Zatın kudretine verilirse nihayet derecede bir kolaylık olur. Zira bir çiçeğin yaratılmasında gerekli olan kudret ne ise bütün çiçeklerin yaratılmasında gerekli olan kudrette aynıdır. Öyle ise herbir çiçek için kâinat fabrikasını kurmak gerekir ki bu zorlukla olur veya olmaz. Tevhiddeki sühulet makamıdır.
Hem herşeyin o Zât-ı Vâhid’e intisabıyla ve istinad etmesiyle binler derece kuvvet-i şahsiyesinin fevkinde işler görebildiğini bir neferin bir şahı esir etmesi, bir karınca bir Firavun’u, bir sinek bir Nemrud’u, bir mikrop bir cebbarı o intisab kuvvetiyle mağlub etmesi; nohut tanesi küçüklüğünde bir çekirdeğin dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda taşıması temsiliyle izah ediyor. Bu temsilin hakikatı ise ağacın icadı için gerekli ilim, irade ve kudretin çekirdekte bulunduğunu farzetmekle olur. Çekirdeğin kendi gücünün üstünde bir kuvvetle işler görmesinden kendi namıyla hareket etmediğini ve arkasında büyük bir Zatın ilim, irade ve kudreti olduğunu gösteriyor. Eğer Ferdiyet olmazsa, herbir şey bütün bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.
Zât-ı Ferd’in hadsiz kudretine nisbeten en büyük şeyin icadı, en küçük bir şeyin icadı gibi kolay ve sühuletli olduğunu; bir baharı, bir çiçek kadar ve bir ağacı, bir meyve kadar rahatça icad edip idare ettiğini; ve bu keyfiyet-i icad eğer müteaddid esbaba verilse, vahdetten kesrete girildiği için, en küçük bir şeyin icadı, en büyük bir şeyin icadı gibi pek çok masraflı, pek çok müşkilâtlı, pek çok zahmetli olduğunu temsilleriyle isbat eder.
İkincisi: Kâinattaki mevcudat, bir kibrit çakar gibi, nihayet derecede külfetsiz olarak ve sühuletle ve kolaylıkla gayet mükemmel bir surette vücuda gelmeleri, cilve-i Ferdiyeti bilbedahe gösteriyor ve herşey doğrudan doğruya Zât-ı Ferd-i Zülcelal’in san’atı olduğunu isbat ediyor. Mevcudatın icadı ya ibda’ ve ihtira’ suretiyle hiçten ve yoktan olacak veyahud inşa ve terkib suretiyle anasır ve eşyadan toplamakla olacak. Bu iki surette; icad-ı eşya Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilmez de esbabdan istenilse, hadsiz derece müşkilâtlı ve suubetli ve gayr-ı makul, belki de pek çok muhalatı intaç edecek. Eğer cilve-i ferdiyete ve sırr-ı ehadiyete verilse; bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan nihayetsiz kudretiyle, hiçten ve ademden veyahud anasır ve eşyadan toplamak suretiyle âyine-i ilmindeki muayyen ilmî kalıplarla, hadsiz derece kolaylıkla ve sühuletle eşyanın icad edildiği görülecek.
(“Belki âyinedeki aksin fotoğraf vasıtasıyla kâğıt üstüne vücud-u haricî giymesi veyahud görünmeyen bir yazı ile yazılan bir mektuba gösterici maddeyi sürmekle görünmesi gibi, Ferd-i Vâhid’in ilm-i ezelîsinin âyinesinde bulunan mahiyet-i eşya ve suver-i mevcudata gayet sühuletle, kudret onlara vücud-u haricî giydirir ve âlem-i manadan âlem-i zuhura getirir, gözlere gösterir.” Lem’alar 322)
Üçüncüsü: Eğer bütün eşyanın icadı bir Zât-ı Ferd-i Vâhid’e verilse, birtek şey gibi kolay olduğunu; ve eğer esbaba ve tabiata havale edilse, birtek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkilâtlı olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder.
Birinci Temsil: (Zabit temsili, idaredeki sühulete bakıyor.) Bin nefere ait bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zabite havale edilse ve bir nefer de on zabitin idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğunu ve bir neferin idaresinin ne kadar müşkilâtlı olduğunu.. (Bir işe çok el karışsa karıştırır. Hem aynı mertebede olan şeyler birbirini idare edemez. Kâinat ordusununda mahlûkatı idare eden Zat Halikıyet mertebesindedir.)
İkinci Temsil: (Usta temsili, san’atın vücuda gelmesindeki sühulete bakıyor.) Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşların muallakta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse, nihayet derecede suubetli olduğunu; ve bir ustadan o vaziyet istenilse, nihayet derecede kolay olduğunu.. (Aynı cinste olan şeyler birbirini sanatkârane yapamaz. Sâni’-i Kâinat, elbette kâinat cinsinden değildir. Mektubat 249)
Üçüncü Temsil: (Küre-i Arz temsili) Küre-i Arz, Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hasıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gayet sühuletle husulü- vahdetteki kolaylığı gösterdiği gibi; şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsal etmek için, Küre-i Arz’dan milyonlar defa büyük, hadsiz hesabsız cirmleri hududsuz bir mesafede Küre-i Arz’ın etrafında, hem Küre-i Arz’ın mihver-i yevmîsi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir defa; hem mihver-i senevîsi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi suubet ve müşkilâtın en dehşetlisi olan bir vaziyetini kabul etmek lâzım geldiğini.. (Esbab eşyayı birbirine bağlayıp bütün hikmet ve gayeleri takip edemez. Eşya, Zât-ı Ferd-i Vâhid’in bir memuru olsa, Zât-ı Ferd-i Vâhid bütün hikmet ve gayeleri gayet sühuletle takip eder.)
Ve esbab ve tabiata icad verenler “kitab, saat, fabrika ve saray misalleriyle” echeliyetlerin en antikasını irtikâb ettiklerini izah eder. (Bu dört temsil, Sâni’-i kâinatın kâinatta tasarrufunun her an devam etmesindeki sühuleti ve hikmeti isbat ediyor.)
Beşinci İşaret: Kâinatta hiçbir cihette kusur ve futur, noksaniyet ve müşevveşiyet eseri görülmemesi, Ferdiyetin cilve-i a’zamını gösterip, şirki reddeder.
Müdahale-i gayrı şiddetle reddeden; hâkimiyet-i İlahiyedir. لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sırrıyla ve فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ âyetinin işaretiyle, zerrattan seyyarata kadar, ferşten Arş’a kadar hiçbir cihette kusur ve futur, noksaniyet ve müşevveşiyet eseri görülmemesi, Ferdiyetin cilve-i a’zamını gösterip, vahdete şehadet eder.
(Bu ayet insanlık âleminde şöyle bir temsili akla getiriyor. “Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir Cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, bal arısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi üsare ve şiralarından vicdanda o tatlı, iman balları yapar.” İşarat-ül İ’caz 71)
Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahlûk, kâinatın bir misal-i musaggarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan; o tek zîhayata sahib çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zât olabilir.
Hem ism-i Ferd’in tecellisiyle kâinatın enva’ları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve herbirinin vazifesi umuma bakması ve kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi, birbirinin içinde tedahül cihetiyle, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir. Demek kâinat öyle bir külldür ki; bir cüz’e Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki; herbir cüz’, bir ferd hükmüne geçip, bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi müsahhar etmekle olabilir.
Altıncı İşaret: İkinci şuaın özetidir. Tevhid hakikatının kıymetini gösteren üç meyvedir.
Bütün kemalâtın medarı ve esası; ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i ilahiye iledir. (Bütün kemalatın medarı ve esası esma-i ilahiyeye dayandığından eğer bütün kâinattaki kemalât ve cemalin sahibi olan sâni’i Vâhid-i Ehad bilinmezse, esbaba tesir verilirse o Sâni’-i Vâhid’de bulunan kudsî kemalât ve cemaller gizlenir.)
Ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksadların menşei ve madeni; ferdiyet-i İlahiye ve vahdet-i Rabbaniye iledir. (Kâinatın hilkati ferdiyet-i İlahiyeye ve vahdet-i Rabbaniye verilmeyip eşya adedince ilahlara verilse eşya adedince kâinatın hilkatinde hikmetler ve maksadlar ortaya çıkacağından kâinatın hilkatinde hikmetler ve maksadlar gizlenir.)
Ve zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metalib ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çare-i yegânesi, Ferdiyet-i Rabbaniye ve vahdet-i İlahiye olmasıdır. (Bütün zîşuur ve zîaklın, hususan insanın metalib ve arzularının menbaında beka hissi vardır. Eğer bu metalib ve arzuların temin edilmesi ferdiyet-i İlahiyeye ve vahdet-i Rabbaniye verilmezse bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zât insanın bütün makasıd ve arzularının esası olan bekayı getiremez.)
Yedinci İşaret: Kâinat ağacının her dalında yaprağında meyvesinde Cenab-ı Hakkın birlik delillerini görüp göstererek tevhid-i hakikiyi ders veren Risalet-i Ahmediye bütün delilleri de içine alıyor olması Ferd isminin tecellisiyledir. Çünkü tevhidi isbat eden bütün bürhanlar; dolayısıyla onun risaletini ve vazifesinin hakkaniyetini ve davasının doğruluğunu dahi kat’î isbat eder denilebilir.
Tevhid-i hakikîyi bütün meratibiyle en ekmel bir surette ders verip isbat eden (Ve tevhid-i hakikî öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mani olmaz) (Sen, ona Hâlık ismiyle yanaşmak istersen; senin hâlıkın hususiyetiyle, sonra bütün insanların hâlıkı cihetiyle, sonra bütün zîhayatların hâlıkı ünvanıyla, sonra bütün mevcudatın hâlıkı ismiyle münasebettarlık lâzım gelir. Bu tanımada efradın anlayışı adedince tevhidin mertebeleri bulunduğu gibi tevhidin aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde mertebeleride bulunur.) ve ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaleti, o tevhidin kat’iyyeti derecesinde sabit olduğunu izahla beraber; şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın derece-i ehemmiyet ve ulviyetine şehadet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder.
Birincisi: Cenab-ı Hak umum ümmetin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir mislini şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye (A.S.M.) da toplamasıyla ferd ismini gösterdiği gibi umum ümmetin ettikleri salâvat dualarını da bir zatta toplamasıyla ferd ismini gösteriyor.
اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenatın bir misli defter-i hasenatına geçmekle ve hususan her günde umum ümmetin ettikleri salavat duasının kat’î makbuliyeti cihetiyle; o hadsiz duaların iktiza ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle şahsiyet-i maneviye-i Muhammediyenin (A.S.M.) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşıldığını..
İkincisi: Cenab-ı Hak âlem-i İslâmiyetin şecere-i kübrasında görünen ne kadar tanımak mertebesi, marifet ve mi’rac varsa ve ne kadar tesbihat ve ibadat, feyiz ve nur, varsa hepsini Mahiyet-i Muhammediye’nin (A.S.M.) çekirdeğinde toplamasıyla ferd isminin tecellisini göstermiştir. (Bütün âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı bir tek yerde toplamakla habibiyet derecesine çıkardığı ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayetinde Ferd isminin birlik mührü görülür.)
Mahiyet-i Muhammediye (A.S.M.) âlem-i İslâmiyetin şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olduğundan, fevkalhad istidad ve cihazatıyla âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşündürüp, habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O Zâtın (A.S.M.) hadd ü nihayeti olmayan meratib-i kemalâtta ne derece terakki ettiğini bildirir.
Üçüncüsü: Zât-ı Ferd-i Zülcemal, kâinatı yaratmasındaki kudsi maksadlarına nev’-i beşeri muhatab ettiği gibi bir tek insan olan Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı mi’rac ile ehadiyet ile kelâmına ve rü’yetine mazhar edip kendine muhatab etmesinde Ferd isminin birlik mührü görülür.)
Zât-ı Ferd-i Zülcemal bütün nev’-i beşer namına, belki umum kâinat hesabına Zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ı kendine muhatab ittihaz etmekle; elbette onu hadsiz kemalâtta hadsiz feyzine mazhar ettiğini ve şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, kâinatın manevî bir güneşi (İnsanlık içinde en yükseği, en parlağı, devamlı nur neşretmesi ve her şeyi nurlandırması) ve bu kâinat denilen Kur’an-ı Kebir’in âyet-i kübrası (en geniş en cami manayı ifade eden) ve o Furkan-ı A’zam’ın ve ism-i a’zamın (bütün isimlerin merkezinde menbaında olan onsuz diğer isimler düşünülemeyen) ve ism-i Ferd’in cilve-i a’zamının bir âyinesi olduğunu ders verir.
BEŞİNCİ NÜKTE: Hayy ismi bizden hayatın gayesini anlayıp ona göre yaşamamızı ister. Evet bu hayatın gayesi ve neticesi hayat-ı ebediye olduğu gibi bir meyvesi de, hayatı veren Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye karşı şükür ve ibadet ve hamd ve muhabbettir ki; bu şükür ve muhabbet ve hamd ve ibadet ise; hayatın meyvesi olduğu gibi, kâinatın gayesidir.
Hayy: Zatının hayatdar olmasıdır. Muhyi ise hayat veren demektir.
فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
âyet-i azîmesiyle اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ لاَ تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلاَ نَوْمٌ âyet-i azîminin bir nüktesi ve “Hayy” ism-i a’zamının bir cilvesi olup, muhtasaran “Beş Remiz” içinde gösterilmiştir.
Birinci Remiz: İsm-i Hayy ve İsm-i Muhyî’nin cilve-i a’zamından olan “Hayat nedir? Mahiyeti ve vazifesi nedir?” sualine karşı, fihristevari, yirmi dokuz mertebede, iki sahife içerisinde, öyle güzel bir surette cevab verilerek tarif edilmiştir ki; bu nasıl acib bir izah, bu nasıl fesahatlı bir tarz-ı beyan, bu nasıl garib bir tabirattır ki, misli görülmemiş. İnsan, bu hakikatların güzelliklerine meftun oluyor; hayretinden parmaklarını ısırıyor; daha fevkinde tarif tasavvur edilemiyor; takdir ve tahsinler içinde tefekküre dalıyor.
İkinci Remiz: Hayatın mülk ve melekût yüzü şeffaf ve parlaktır. Mülk yüzünde zahiri çirkin görünen şeylerinde hakikatında güzel olduğunu sır olarak gösteriyor. Hayat, vücud ve vücuda vesile olan rızık, şifa ve yağmur şeffaf birer perdedir.
Hayatın yirmi dokuz hâssasından yirmi üçüncü hâssasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniyeye esbab-ı zahiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor.
Üçüncü Remiz: Yirmidokuzuncu hâssasında denilmiştir ki; kâinatın neticesi hayat olduğu gibi; hayatın neticesi olan şükür ve ibadet dahi, kâinatın sebeb-i hilkati ve ille-i gaiyesi ve maksud neticesidir. Zira hayatı veren kimse hayatın gayelerini belirleyen de O dur.
Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibadet de, kâinatın sebeb-i hilkatı ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni’-i Hayy-u Kayyum’u, hadsiz nimetleriyle kendini zîhayatlara bildirip sevdirmesine mukabil, zîhayatlardan teşekkür istemesi ve sevmesine mukabil sevmelerini ve kıymetdar san’atlarına karşı medh ü sena etmelerini istediğini; ve herbir zîhayatın hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un dest-i kudretinde olduğunu bildiriyor.
Dördüncü Remiz: Hayat sahiblerini gördükçe zahirden hakikata geçmek ile iman hakikatlarının hatırlanmasının yolunu ders veriyor.
Hayat, imanın altı erkânı olan آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلئِكَتِهِ وَ كُتُبِهِ وَ رُسُلِهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ وَ بِالْقَدَرِ rükünlerine bakıp isbat ettiğini o kadar latif bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki; o belâgat-ı ifade, insanı hayran ediyor.
- Hayat-ı dünyeviye, âhirete imanrüknünü kat’î isbat ediyor. Zira insan cihazlarının çokluğu ve ekseriyetle keyfiyeti noktasında en yüksek bir mertebede yaratılmışken dünya hayatında lezzet almada hayvana yetişememesi gösteriyor ki ebedi bir dâr-ı saadette hayat onu bekliyor.
Hem insanın basit cüzi cihazlarından midenin sesini iştip hikmet inayet ve rahmetiyle cevap veren Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette insanın ulvi cihazlarının seslerini iştir ve o cihazlar için âhireti getirecektir.
Hem hayatın en cüz’îsinin mide gibi sesini iştip büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapan Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette hayatın en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar sesini iştir ve o hayatın beka duasını ve nazını ve niyazını nazara alır. Öyle ise Kainatın yaratılışının bir neticesi olan hayat için ebedi ve baki olan âhiret hayatını getirecektir.
Hem Cenabı Hakk, kendisine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu sevipte sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini göstersinde sonra hayatı ve ruhu ademe atsın. Elbette hiç bir cihette akıl bunu kabul etmez. Öyle ise âhireti getirecektir.
- Hayatın, Allah’a iman rüknünü isbat ettiğine dairiki delil gösterilmiştir.
Birinci Delil: Zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermesi hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet eder.
İkinci Delil: Yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar.
- Hayat, Melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Zira
- Vücud varsa vücudun hizmet ettiği bir hayat vardır. Bütün vücud mertebeleri hayata hizmet eder. (Yaşanılan yerin keyfiyeti ise yaşayan kişinin vücudun keyfiyetini gösteriyor.)
- Her şeyin yaratılma neticesi hayattır. Öyle ise semavatta da kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen zihayatlar olacaktır.
- Cenab-ı Hakk’ın hitabı kusurdan münezzeh olduğu için bütün vücut mertebelerinde hitabına muhatab olacak mahlûkatın var olmasını hikmeti iktiza ediyor.
- Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, “irsal-i Rusül ve inzal-i Kütüb” rüknüne bakıp remzen isbat eder.Hayatı sermediye resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle Zira o hayat-ı ezeliyenin konuşması hükmünde olan şuaatı, hitabatı hükmünde celevatı, emr veya nehy ederek bizim ile olan münasebatı “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” ile bilinir.
- Hayat, iman-i Bilkader rüknüne bakıyor, remzen isbat eder.Bir tek çekirdeğin veya bir bahardaki bütün tohumların intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmaları gösteriyor ki herşeyin vücud-u ilmîleri, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhar olan elvah-ı kaderiyeden alınır.
- İşte “kadere ve kazaya iman”rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlûkatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; (âlem-i ervah ve âlem-i berzah) Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.
Beşinci Remiz: Birinci Remzin onaltıncı hâssasında zikredilen: Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; ve (Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir. Yani hayat en büyük bir küll kadar küçük bir cüz’ü büyülten ve bir ferdi dahi küllî gibi bir âlem hükmüne getiren ve rububiyet cihetinde kâinatı tecezzi ve iştiraki ve inkısamı kabul etmez bir küll ve bir küllî hükmünde gösteren fevkalâde hârika bir san’at-ı İlahiyedir.)
cüz’ ise küll gibi, (ağaç dal)
cüz’î ise küllî gibi bir câmiiyet verdiğini (ağaç çekirdek)
çok güzelliklerle gayet şirin bir tarzda izah ediyor.
Hem hâtimesinde, ism-i a’zam bazı evliya için ayrı ayrı olduğunu beyan ediyor. Herkes kendi rengi ile mazhar olduğu esmaya göre ism-i a’zamı farklı bir surette görür. Mesela İmam-ı A’zam R.A. için ism-i a’zam Adl ve Hakem,
İmamı Rabbani R.A. için ism-i a’zam Kayyum,
Gavsı Geylani R.A. için ism-i a’zam Hay,
İmamı Ali R.A. için ism-i a’zam Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Küddüstür.
ALTINCI NÜKTE: 340
Kayyumiyet-i İlahiyeye bakan âyetlerin bir nüktesine ve “Kayyum” ism-i a’zamının bir cilve-i a’zamına, muhtasar olarak “Beş Şua” ile işaret eder.
Birinci Şua: Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’i bizâtihî Kayyum’dur, Daim’dir, Bâki’dir. Bütün eşya onun Kayyumiyetiyle kaimdir, devam eder, vücudda kalır, beka bulur. O nisbet-i Kayyumiyet bir an kesilse, bütün eşya birden mahvolur. Şeriki ve naziri yoktur. Maddeden mücerred, mekândan münezzeh, tecezzi ve inkısamı muhal, tegayyür ve tebeddülü mümteni; ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zât-ı Akdes’in bir kısım cilvelerini, bir kısım ehl-i dalalet kimseler, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hissettikleri hayret-engiz Hallakıyet-i İlahiyenin ve Kudret-i Rabbaniyenin cilve-i a’zamının nereden geldiğini bilemediklerinden ve Kudret-i Samedaniyenin cilvesinden gelen umumî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm etmeleriyle açtıkları inkâr-ı uluhiyet mesleklerindeki yollarının içyüzünü gösteren ve hak ve hakikat mesleğinin letafetli yüzünü sırr-ı Kayyumiyetin tecelli-i a’zamıyla izah edip, bütün güzelliğiyle meydana çıkaran gayet dakik ve çok amik ve pek geniş bir ifade ile, tabiiyyun ve maddiyyun mesleklerini ibtal edip, onları techil eden ve utandıran âlî bir beyandır.
İkinci Şua: “İki Mes’ele”dir.
Birincisi: Hadd ü hesabsız ecram-ı semaviyenin, nihayetsiz derecede intizam ve mizan içinde, sırr-ı Kayyumiyetle kıyam ve beka ve devamları; ve emr-i “Kün Feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyadları, İsm-i Kayyum’un a’zamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi.. herbir zîhayatın cesedini teşkil eden zerrelerin, o cesedin her azasında o azaya göre toplanmaları; ve sel gibi akan ve fırtınalar içinde çalkanan unsurların, dağılmayarak o cesedde muntazaman durmaları; ve o emr-i İlahiyeye inkıyadları, sırr-ı Kayyumiyeti ilân eden hadsiz diller olduğunu beyan eder.
İkinci Mes’elesi: Eşyanın sırr-ı Kayyumiyetle münasebetdar faide ve hikmetlerine işaret eden pek çok enva’ından üç nev’ine işaret eder.
Birinci Nevi: Eşyanın kendisine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.
İkinci Nevi: Hem umum zîşuurun mütalaasına bakar, hem Fâtır’ının esmasını bildiren birer âyet ve birer kaside olduğunu hadsiz okuyucularına ifade etmesine bakar.
Üçüncü Nevi: Doğrudan doğruya Sâni’-i Zülcelal’e bakar. İşte bu üçüncü nevide bir sâniye kadar yaşamak kâfi olmakla beraber, اَللّٰهُ الَّذِى رَفَعَ السَّمٰوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا âyetinin işaretiyle; kayyumiyet-i İlahiye, hadsiz ecrama ve nihayetsiz zerrata nokta-i istinad olduğunu ve bilcümle mevcudatın keyfiyat ve ahvalinde binler silsilelerin uçları وَ اِلَيْهِ يُرْجَعُ اْلاَمْرُ كُلُّهُ işaretiyle sırr-ı Kayyumiyete bağlı bulunduğunu iş’ar eder.
Üçüncü Şua: Hallakıyet-i İlahiye ve Faaliyet-i Rabbaniye içindeki sırr-ı Kayyumiyetin bir derece inkişafına işaret eden mukaddemelerin birincisi: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve göz açtırmadan, nefes aldırmadan âlem-i şehadetten âlem-i gayba gönderilen bu mahlukatın, bu hayret verici seyahat ve seyeranı, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz ve nihayetsiz bir hikmetten ileri geliyor.
Birinci Şubesi: Faaliyetin herbir nev’i, cüz’î olsun küllî olsun, bir lezzeti netice vermesi sırrıyla; -tabirde hata olmasın- Zât-ı Hayy-u Kayyum’da bulunan bir aşk-ı lahutînin ve bir muhabbet-i kudsiyenin ve bir lezzet-i mukaddesenin şuunatı, hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz hallakıyetle kâinatı mütemadiyen tazelendirip çalkalandırdığını..
İkinci Şubesi: Herbir cemal ve hüner sahibi, kendi cemalini ve hünerini sevmesi ve teşhir edip ilân etmesi kaidesiyle; Cemil-i Zülkemal’in binbir esma-i hüsnasından herbir isminin herbir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsün ile hadsiz hakaik-i cemile bulunmasındandır ki, o aşk-ı mukaddese-i İlahiye, o sırr-ı Kayyumiyete binaen kâinatı mütemadiyen değiştirip tazelendirdiğini..
Üçüncü Şubesi, hem Dördüncü Şua: Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlîcenab olan zât, başkalarını memnun ve mesrur etmekten, sevindirip mes’ud etmekten lezzet alması; ve her âdil zât, ihkak-ı hak etmekten keyflenmesi; ve her hüner sahibi san’atkâr, yaptığı san’atını teşhir etmekten ve san’atının istediği tarzda işleyerek arzu ettiği neticeleri vermesiyle iftihar etmesi kaidelerine binaen, bu kâinatın Sâni’-i Hakîm’i binbir esma-i hüsnasının hadd ü nihayeti olmayan güzelliklerine bu mevcudatı mazhar etmek için bu kâinatı böyle acib bir hallakıyet-i daime ve hayret-engiz bir faaliyet-i Sermediye içinde sırr-ı Kayyumiyet ile mütemadiyen tazelendirip tecdid ettiğini pek garib, pek şirin, pek latif, gayet hoş bir ifade ile izah ediyor. Ve bir kısım ehl-i dalaletin, “Kâinatı böyle tağyir ve tebdil eden zâtın, kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelmez mi?” diye sordukları suale; bilakis Zât-ı Zülcelal’in mütegayyir ve mütehavvil olmaması lâzım geldiğini gayet kat’î bir surette beyan eden bir cevabla mukabele edilmiştir.
Beşinci Şua: İki Mes’eledir.
Birinci Mes’ele: İsm-i Kayyum’un cilve-i a’zamına baktırmak için, hayalî iki dûrbînden biriyle, en uzaklarda esîr maddesi içinde sırr-ı Kayyumiyetle durdurulmuş; kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri ve diğer dûrbînle zîhayat mahlukat-ı arziyenin zerrat-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temaşa ettirir.
Hülâsası: Bu altı ism-i a’zam birbiriyle imtizac ettiklerinden, bütün kâinatın bütün mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyum cilve-i a’zamı arkasında tecelli eden ism-i Hayy’ın bütün o mevcudatı hayat ile ışıklandırdığını.. ve ism-i Hayy’ın arkasında tecelli eden ism-i Ferd’in, o mevcudatı bir vahdet içine alıp yüzlerine birer hâtem-i ehadiyet bastığını.. ve ism-i Ferd’in arkasında tecelli eden ism-i Hakem’in, o mevcudatı meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine alıp süslendirdiğini.. ve ism-i Hakem’in cilvesi arkasında tecelli eden ism-i Adl’in, o mevcudatı yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar gayet hassas bir mizan-ı adl içinde tutarak emr-i “Kün Feyekûn”den gelen emirlere kemal-i inkıyad ile itaat ettirdiğini.. ve ism-i Adl’in cilvesi arkasında tecelli eden İsm-i Kuddüs’ün, o mevcudatı, Cemil-i Mutlak’ın cemal-i zâtına ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına lâyık ve münasib olacak gayet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor.
İkinci Mes’ele: Kayyumiyetin, vâhidiyet ve celal noktasında kâinatta tecellisi olduğu gibi, ehadiyet ve cemal noktasında insanda dahi cilvesinin tezahüratı olduğunu; ve bu tecelli ile Zât-ı Zülcemal’in, beşere, melaikelerin fevkinde ettiği ihsanatını ve o ihsanatın câmiiyetini ve yüksekliğini ve genişliğini izah eder. Ve kâinatı bir sofra-i nimet edip, insana teshir etmesinin; ve kâinatın, insanla mazhar olduğu sırr-ı Kayyumiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti, insanın üç mühim vazifesinden ileri geldiğini ta’dad eder. Ve insanın o üç mühim vazifesinden üçüncü vazifesinde, üç vecihle Zât-ı Hayy-u Kayyum’a âyinedarlık ettiğini anlatır. Ve bu âyinedarlık ettiği vecihlerden üçüncü vecihteki âyinedarlığının da iki yüzü olduğunu; birinci yüzüyle esma-i İlahiyeye, ikinci yüzüyle de şuunat-ı İlahiyeye âyinedarlık ettiğini emsali nâmesbuk bir talâkat-ı lisan ile ifade ediyor ki, beşerin dâhîlerini dahi bu hakikatlara meftun edip hayran eder.
Hüsrev
OTUZBİRİNCİ LEM’A Şualara inkısam etmiş olup, Şuaların onüçü te’lif edilmiş, bir kısmı henüz te’lif edilmemiştir. “Şualar” namı altında müstakil bir mecmua halinde neşredilecektir. {(*): Bilâhere Üstadımızın tensibi ile Ondördüncü Şua Afyon Mahkemesi Müdafaası ve mektubları ve Onbeşinci Şua ise “Elhüccetüzzehra” olarak tesmiye edilmiş ve neşredilmiştir. Bediüzzaman’ın Hizmetkârları}
OTUZİKİNCİ LEM’A Eski Said’in en son te’lifi ve yirmi gün Ramazanda te’lif edilen, kendi kendine manzum gelen “Lemaat” risalesidir. Aynı zamanda “Otuzikinci Mektub” olup, Sözler Mecmuasının âhirinde neşredilmiştir.
OTUZÜÇÜNCÜ LEM’A Yeni Said’in en evvel hakikattan şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabî ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şu’le ve onların zeyillerinden ibarettir. “Risale-i Nur Külliyatından Mesnevî-i Nuriye” ismi altında intişar etmiştir.
MÜNACAT: 358
Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniye olan Münacat Risalesi;
- Vücub-u vücuda ve
- Vahdaniyete delalet ettiği gibi,
- Hem delail-i kat’iyye ile rububiyetin ihatasına ve
- Kudretinin azametine delalet eder.
- Hem hâkimiyetinin ihatasına ve
- Rahmetinin şümulüne dahi delalet ve isbat eder.
- Hem kâinatın bütün eczasına hikmetinin ihatasını ve
- İlminin şümulünü isbat eder.
Elhasıl:
- Bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyenin herbir mukaddimesinin sekiz neticesi var.
- Sekiz mukaddimelerin her birinde, sekiz neticeyi delilleriyle isbat eder ki;
- Bu cihette bu Sekizinci Hüccet-i İmaniyede yüksek meziyetler vardır.
Cenab-ı Hakk’a ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisab-ı marifet ederek ubudiyetin (kema hiye hakkıha) iktiza ettiği acz ve fakr-ı tâmmı izhar ederek dergâh-ı İlahiyeye iltica ve huzur-u Rahman’a takarrüb gibi mezaya-yı insaniyeyi bihakkın talim; ve dünya ve mâfihaya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiya (aleyhi ekmelüttahiyyat) efendimizin münacatından ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır yediyüz aded âyâtından me’huz nazirsiz şu münacatın menba-ı manevîsi, evvelâ başta hilkat-ı âlem hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; sâniyen, Cevşen-ül Kebir’in binbir esmasından hilkat-ı mevcudatla münasebetdar birkaç ukdelerinden; sâlisen, “İlim şehrinin kapısı” tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Kerremallahü Vechehü Radıyallahü Anh’ın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud, Vâhid-i Ehad’i isbat ettiği muhteşem bir hitabeyi mukteda-bih ittihaz ederek mevzu ve gaye-i maksadı o kadar ta’mik ve tevzi eder ki, bu hakaika ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup, yalnız mükerreren sadır olan emre mutavaat niyet ve kasdıyla şürû’ edilen şu fihristte deriz:
Birinci Fıkrada: Semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemal-i faaliyet, Mabud-u Bilhak olan Vâcib-ül Vücud Vâhid-i Ehad’e delalet ettiğini;
İkinci Fıkrada: Fezanın bulut, şimşek, yıldırım, rüzgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayret-efzası yine mezkûr biküll-i lisan olan Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad’e dâll bulunduğunu;
Üçüncü Fıkrada: Unsurlar sair müştemilâtıyla ve Küre-i Arz umum mahlukatıyla ve teferruatıyla;
Dördüncü Fıkrada: Edille-i sâbıka gibi, denizler, nehirler, pınarlar maruf biküll-i ihsan olan Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad’e delalet ettiğini;
Beşinci Fıkrada: Geçen şehadet gibi; dağlar, zelzele tesiratından zeminin muhafaza ve sükûnetine ve içindeki inkılabat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilâsından halâsına; hem havanın muzır gazlardan tasfiyesine ve suların iddiharına ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet ettiğini;
Altıncı Fıkrada: Geçen deliller gibi, zemindeki ağaçların ve nebatatın; yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarane hareket-i zikriyeleri ve kemal-i sühuletle giydirilen cihazat ve zînetleri bilbedahe vücub-u vücud ve vahdet-i Bari’ye delalet ettiğini;
Yedinci Fıkrada: Keza zîruhun ve hususan nev’-i beşerin cisimlerinde mevcud ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî âza ve cevarih ve bilhâssa havass-ı hamse-i zahire gibi kemal-i faaliyetle iş gören duygularıyla vahdaniyeti isbat ettiğini;
Sekizinci Fıkrada: Kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiya ve evliya ve asfiyanın hülâsaları olan kalblerinin ve akıllarının müşahedat ve keşfiyat ve ilhamat ve istihracatıyla, yüzler icma ve tevatür kuvvetinde ve kat’iyyetinde vücub-u vücud ve vahdet-i İlahiyeye şehadet ettiklerini kemal-i vuzuh ile beyan ve tahaccür etmiş kalbleri ıslah, hem Cenab-ı Kibriya’ya münacat olan şu yekta ravza-i hakikat, hâtime-i tazarru’ ve niyazını şöyle bağlar ki:
Yâ Rabbî ve yâ Rabb-es Semavati Ve-l Aradîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana müsahhar eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kıl! Kur’ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları müsahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl! Âmîn, Âmîn.
Kelimat-ı niyaziyeleriyle ihtitam eden şu münacat, ehl-i imanın lâzıme-i gayr-ı müfarıkı olmağa çok lâyık olduğu aşikâr olmasından, ziyade izaha lüzum görülmedi.
M. Sabri (Rahmetullahi Aleyh)
* * *