Lemaat
مِنْ بَيْنِ هِلاَلِ الصَّوْمِ وَ هِلاَلِ الْعِيدِ
Çekirdekler Çiçekleri
Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.
Müellifi: Bedîüzzaman Said Nursî
Tenbih
Bu Lemaat namındaki eserin sair divanlar gibi bir tarzda bir-iki mevzu ile gitmediğinin sebebi: Eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri namındaki kısacık vecizeleri bir derece izah etmek için, hem nesir tarzında yazılmış, hem de sair divanlar gibi hayalata, mizansız hissiyata girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olarak, yanında bulunan biraderzadesi gibi bazı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imanî ve Kur’anîdir. Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi, biz de anlamışızdır ki; nazma ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali de yoktur. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ sırrının bir nümunesini gösteriyor.
(Kur’anın şiir olmamasının üç hikmeti izah edilmiştir.
A. Şiirler herşeye ve her hadiseye baktıramaz. Sadece nadir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder. İşte bu sırdandır ki: Kur’an-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatları câmi’ olduğundan, şiirin hayalatından müstağnidir. Hem Kur’an her şeyden ibret dersi verir. Her şeyden Cenâb-ı Hakka giden yolu gösterir.
B. Şiirde kafiye vardır. Kafiye ise sadece bir önceki ve bir sonrası cümle ile münasebettardır. Âyetler ise herbiri birer yıldız gibi vezin kaydı altına girmediğinden ekser âyetlere bir nevi merkez olur. Ve mabeyinlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil eder.
C. Şiir küçük ve sönük hakikatları süslendirerek beğendirmek istiyor. Kur’an ise ulvi ve yüksek olan en değerli, en kıymetli hakikatları ders verir.)
Bu eser, birçok meşagil ve Dâr-ül Hikmet’teki vazife içinde yirmi gün Ramazanda, günde iki veya ikibuçuk saat çalışmak suretiyle manzum gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum bir sahife on sahife kadar müşkil olduğu cihetle, birden dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tab’edilmiştir. Bizce Risale-i Nur hesabına bir hârikadır. Hiçbir nazımlı divan, bunun gibi tekellüfsüz, nesren okunabilir görülmüyor. İnşâallah bu eser bir zaman Risale-i Nur şakirdlerine bir nevi mesnevî olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmiüç senede tamamlanan Risale-i Nur’un mühim eczalarına bir işaret-i gaybiye nev’inden müjdeli bir fihrist hükmündedir.
Risale-i Nur şakirdlerinden
Sungur, Mehmed Feyzi, Hüsrev
İhtar
اَلْمَرْءُ عَدُوٌّ لِمَا جَهِلَ kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Safiye’yi kafiyeye feda etmek tarzında hakikatın suretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitabda en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim.
Evvelâ: Daha iyisini bilmezdim. Yalnız manayı düşünüyordum.
Sâniyen: Cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuaraya tenkidimi göstermek istedim.
Sâlisen: Ramazanda kalb ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslûb ihtiyar edildi. Fakat ey kari’! Ben hata ettim, itiraf ederim. Sakın sen hata etme! Yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme!..
İfade-i Meram
Ey kari’! Peşinen bunu itiraf ederim ki:
San’at-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekiyim. Hattâ şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum.
Nazım, vezin ise; ömrümde bir fıkra yapamamıştım.
Birdenbire zihnime, nazma musırrane bir arzu geldi. Sahabelerin gazevatına dair Kürdçe قَوْلِ نَوَالاَسَيِسَبَانْ namında bir destan vardı. Onun ilahî tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus onun tarz-ı nazmını ihtiyar ettim. Nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat vezin için kat’iyyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem nesren olarak bakmalı, tâ mana anlaşılsın. Her kıt’ada ittisal-i mana vardır. Kafiyede tevakkuf edilmesin.
Külâh püskülsüz olur,
Vezin de kafiyesiz olur,
Nazım da kaidesiz olur.
Zannımca lafz ve nazım, san’atça cazibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı manadan çevirmemek için perişan olması daha iyidir.
Şu eserimde üstadım, Kur’andır. Kitabım, hayattır. Muhatabım, yine benim. Sen ise ey kari’ müstemi’sin. Müstemi’in tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübarek Ramazanın feyzi {(*): Hattâ tarihi نَجْمُ اَدَبٍ وُلِدَ لِهِلاَلَىْ رَمَضَانَ çıkmış. Yani: “Ramazanın iki hilâlinden doğmuş bir edeb yıldızıdır.” (Bin üçyüz otuzyedi eder.)} olduğundan, ümid ederim ki inşâallah din kardeşimin kalbine tesir eder de lisanı bana bir dua-i mağfiret bahşeder veya bir Fatiha okur.
EDDAÎ
______
{(**): Bu kıt’a, onun imzasıdır.}
______
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said’den yetmiş dokuz emvat
______
{(***): Her senede iki defa cisim tazelendiği için iki Said ölmüş demektir. Hem bu sene Said yetmişdokuz senesindedir. Herbir senede bir Said ölmüş demektir ki, bu tarihe kadar Said yaşayacak.}
______
bâ-âsam âlâma.
Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş.
Beraber ağlıyor
______
{(****): Yirmi sene sonraki bu şimdiki hali, hiss-i kabl-el vuku’ ile hissetmiş.}
______
hüsran-ı İslâm’a.
Mezar taşımla pür-emvat enindar o mezarımla
Revanım saha-i ukba-yı ferdâma.
Yakînim var ki: İstikbal semavatı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.
Zira yemin-i yümn-i imandır
Verir emni eman ile enama…
(Yeni Said’in doğrudan doğruya harekât-ı kalbiyesinde müşahede ettiği hakikatlar, Risale-i Nur’un çekirdekleri hükmündedir. Zâten bunlar hem Şu’le ve Zühre, Risale-i Nur’un Arabî parçalarıdır. Onlar, doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için, Arabî ve kısa ibarelerle ifade edilmiş, başka adamlar nazara alınmamış.
O zaman başta Şeyhülislâm ve Dâr-ül Hikmet a’zaları ve İstanbul’un büyük âlimleri, tahsin ve takdirle karşıladılar. Bunlar Yeni Said’in eserleri olduğundan, Risale-i Nur’un eczalarıdırlar. Eski Said’in ise, Arabî risalelerinden yalnız İşarat-ül İ’caz, Risale-i Nur’da en mühim bir mevki almış.
Hem her iki Said’in iştirakiyle, bir tek Ramazan’da iki hilâl ortasında te’lif edilen ve kendi kendine, ihtiyarım haricinde bir derece manzum şeklini alan ve İşarat-ül İ’caz kıt’asında elli-altmış sahife bulunan Türkçe olarak Lemaat namındaki risale dahi Risale-i Nur’a girebilir. Maatteessüf bir nüsha elde edemedim. Herkesin hoşuna gittiği için, matbu’ nüshaları kalmamış. Kastamonu Lahikası 140)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصَّلَوةُ عَلَى سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
Tevhidin İki Bürhan-ı Muazzamı
Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisan-ı gayb, şehadetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet tevhid-i Rahman’la, büyük bir sesle zâkirdir ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Bütün zerrat hüceyratı, bütün erkân u a’zası birer lisan-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
O dillerde tenevvü’ var, o seslerde meratib var. Fakat bir noktada toplar, onun zikri, onun savtı ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Bu bir insan-ı ekberdir, büyük sesle eder zikri; bütün eczası, zerratı, küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur’an maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Bu Furkan-ı Celilüşşan, o tevhide nâtık bürhan, bütün âyât sadık lisan. Şuaat-bârika-i iman. Beraber der ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Kulağı ger yapıştırsan, şu Furkan’ın sinesine, derinden tâ derine, sarihan işitirsin semavî bir sadâ der ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakikî pek samimî, hem nihayet munis ve mukni’ ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Şu bürhan-ı münevverde, cihat-ı sittesi şeffaf ki, üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i’caz. İçinde parlayan nur-u hidayet der ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Evet, altında nescolmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak; mürefref her taraf, ezhan “Sadakte” der ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Yemîn olan şimalinde, eder vicdanı istişhad. Emamında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Emam olan verasında ona mesned semavîdir ki, vahy-i mahz-ı Rabbanî. Bu şeş cihet ziyadardır; bürucunda tecellidar ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
Evet vesvese-i sârık, bâvehm-i şübhe-i târık, ne haddi var ki o mârık, girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki, sur sureler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki:
Lâ İlahe İlla Hu…
O Kur’an-ı Azîmüşşan nasıl bir bahr-i tevhiddir. Birtek katre, misal için birtek Sure-i İhlas.. fakat kısa birtek remzi, nihayetsiz rumuzundan.
Bütün enva’-ı şirki reddeder, hem de yedi enva’-ı tevhidi eder isbat; üçü menfî, üçü müsbet şu altı cümlede birden:
Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir. O tayinde taayyün var. Ey
Lâ Hüve İlla Hu…
Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir. Hakikat-bîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki:
Lâ Meşhude İlla Hu
İkinci cümle: اَللّٰهُ اَحَدٌ dir ki, tevhid-i uluhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisanı der ki:
Lâ Mabude İlla Hu…
Üçüncü cümle: اَللّٰهُ الصَّمَدُ dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü: Tevhid-i Rububiyet. Evet nizam-ı kevn lisanı der ki:
Lâ Hâlıka İlla Hu…
İkinci dürrü: Tevhid-i Kayyumiyet. Evet seraser kâinatta, vücud ve hem bekada, müessire ihtiyaç lisanı der ki:
Lâ Kayyume İlla Hu…
Dördüncü: لَمْ يَلِدْ dir. Bir tevhid-i celalî müstetirdir; enva’-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.
Yani tegayyür, ya tenasül, ya tecezzi eden elbet; ne Hâlık’tır, ne Kayyum’dur, ne İlah…
Veled fikri, tevellüd küfrünü لَمْ reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserisi gümrah…
Ki İsa (A.S.) ya Üzeyr’in, ya melaik, ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev’-i beşerde gâh bâ-gâh… (Melekler, doğmuş yani yaratılmış olduğundan benzerleride vardır.)
Beşincisi: وَلَمْ يُولَدْ Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlah…
Yani: Ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penah…
Esbabperestî, nücumperestlik, sanemperestî, tabiatperestlik şirkin birer nev’idir; dalalette birer çâh…
Altıncı: وَلَمْ يَكُنْ Bir tevhid-i câmi’dir. Ne zâtında naziri, ne ef’alinde şeriki, ne sıfâtında şebihi لَمْ lafzına nazargâh…
Şu altı cümle manen birbirine netice, hem birbirinin bürhanı, müselseldir berahin, mürettebdir netaic şu surede karargâh…
Demek şu Sure-i İhlas’ta, kendi mikdar-ı kametinde müselsel, hem müretteb otuz sure münderiç; bu bunlara sehergâh…
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ
* * *
Sebeb sırf zahirîdir
İzzet-i azamet ister ki; esbab-ı tabiî, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve celal ister ki: Esbab-ı tabiî, dâmenkeş-i tesir-i hakikî ola
______
{(*): Hakikî tesirden elini çeksin, icada karışmasın, demektir.}
______
kudret eserinde.
* * *
Vücud, âlem-i cismanîde münhasır değil
Vücudun hasra gelmez muhtelif enva’ını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehadet âleminde.
Âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi, şu’le-feşan gaybî avalim üzerinde.
* * *
Kalem-i kudrette ittihad, tevhidi ilân eder
Eser-i itkan-ı san’at, fıtratın her köşesinde bilbedahe reddeder esbabının icadını.
Nakş-ı kilkî ayn-ı kudret; hilkatın her noktasında bizzarure reddeder vesaitin vücudunu.
* * *
Bir şey, her şeysiz olmaz
Kâinatta serbeser sırr-ı tesanüd müstetir, hem münteşir. Hem cevanibde tecavüb, hem teavün gösterir
Ki yalnız bir kudret-i âlem-şümuldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halkedip yerleştirir.
Kitab-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevkediyor, tanıştırır.
Her nereden gelirse gelsin nida-i hacete lebbeyk-zendir, sırr-ı tevhid namına etrafı görüştürür.
Zîhayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.
* * *
Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir
Güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin müncezib seyyar olan yemişleri.
Ger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.
* * *
Küçük şeyler büyük şeylerle merbuttur
Sivrisinek gözünü halkeyleyendir mutlaka, Güneşi hem kehkeşi halkeylemiş.
Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka, manzume-i şemsiyeyi nazmeylemiş.
Gözde rü’yet, midede hem ihtiyacı dercedendir mutlaka, sema gözüne ziya sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıda sofrası sermiş.
* * *
Kâinatın nazmında büyük bir i’caz var
Kâinatın gör ki te’lifinde bir i’caz var. Ger bütün esbab-ı tabiiye bilfarz-ıl muhal
Ola herbiri muktedir bir fâil-i muhtar. O i’caza karşı nihayet acz ile bil-imtisal
Ederek secde ki سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ فِينَا رَبَّنَا اَنْتَ الْقَدِيرُ اْلاَزَلِىُّ ذُو الْجَلاَلِ
* * *
Kudrete nisbet her şey müsavidir
مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî; acz tahallül edemez.
Onda meratib olmayıp, mevani’ tedahül edemez. İsterse küll, isterse cüz’ nisbet tefavüt eylemez.
Çünki her şey bağlıdır her şey ile. Her şeyi yapamayan, bir şeyi de yapamaz.
* * *
Kâinatı elinde tutamayan, zerreyi halkedemez
Tesbih gibi nazmeyleyip kaldıracak; arzımızı, şümusu, nücumu, hasra gelmez
Şu fezanın başına hem sinesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmasa
Dünyada hiçbir şeyde dava-yı halk edip, iddia-yı icad edemez.
* * *
İhya-yı nev’, ihya-yı ferd gibidir
Mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyası kudrete ağır gelmez.
Şu dünyanın mevti de, ihyası da öyledir. Bütün zîruh ihyası onda fazla nazlanmaz.
* * *
Tabiat, bir san’at-ı İlahiyedir
Değil tabi’ tabiat, belki matba’. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır. Değil fâil, o kabildir. Değil masdar, o mistardır.
Değil nâzım, o nizamdır. Değil kudret, o kanundur. İradî bir şeriattır, değil hariç hakikatdar.
* * *
Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır
Vicdanda mündemiçtir, bir incizab ve cezbe. Bir cazibin cezbiyle daim olur incizab.
Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemal görünse. Etse tecelli daim pürşaşaa bîhicab.
Bir Vâcib-ül Vücud’a, Sahib-i Celal ve Cemal; şu fıtrat-ı zîşuur kat’î şehadetmeab.
Bir şahidi o cezbe, hem diğeri incizab.
* * *
Fıtratın şehadeti sadıkadır
Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisanı,
Meyl-i nümuv der: “Ben, sünbüllenip meyvedar…” Doğru çıkar beyanı.
Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı
Ki: “Ben piliç olurum, izn-i İlahî ola.” Sadık olur lisanı.
Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad. Bürudetin zamanı
İçindeki inbisat meyli der: “Genişlen, bana lâzım fazla yer.” Bir emr-i bîemanî…
Metin demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenanî
O demiri parçalar. Şu meyelanlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdanî,
Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irade. İrade-i İlahî, idare-i ekvanî
Emirleri şunlardır: Birer birer meyelan, birer birer imtisal, evamir-i Rabbanî.
Vicdandaki tecelli aynen böyle cilvedir; ki incizab ve cezbe iki musaffa canı
İki mücellâ camdır, akseder içinde Cemal-i Lâyezalî, hem de nur-u imanî.
* * *
Nübüvvet beşerde zaruriyedir
Karıncayı emîrsiz, arıları ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye elbette
Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebisiz. Sırr-ı nizam-ı âlem, böyle ister elbette.
* * *
Meleklerde Mi’rac, insanlarda Şakk-ı Kamer gibidir
Bir mi’racî kerametle melekler, gördüler elhak ki müsellem bir nübüvvette muazzam bir velayet var.
O parlak zât, buraka binmiş de berk olmuş. Kamervari seraser, âlem-i nuru da görmüştür.
Şu şehadet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mu’cize nasılki اِنْشَقَّ الْقَمَرُ dir.
Bu mi’racdır, âlem-i ervahtaki sâkinlere en büyük bir mu’cize ki,
سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى dır.
* * *
Kelime-i şehadetin bürhanı içindedir
Kelime-i şehadet vardır iki kelâmı. Birbirine şahiddir, hem delil ve bürhandır.
Birincisi, sâniye bir bürhan-ı limmîdir. İkincisi, evvele bir bürhan-ı innîdir.
(Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir. İşarat-ül İ’caz 86
“Bürhan-I Limmî” Nasıl Güneş, ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de uluhiyet de, peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.
(Buradan sonra zikredilen dokuz hakikat umum peygamberlerin vazifesidir. Bu vazifeler asıldır diğerleri füruattır.)
Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemalde olan bir cemal; gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin? Sözler 61)
* * *
Hayat bir çeşit tecelli-i vahdettir
Hayat bir nur-u vahdettir. Şu kesrette eder tevhid tecelli. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yekta.
Hayat bir şeyi herşeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.
* * *
Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur
Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış.
Bu mevcud ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş. (Kanuna kardeş olan ruhun mahiyetidir. Ruhun mahiyeti ise Cenâb-ı Hakkın ilminde olup vücud-u harici verilmediğinden dolayı kanuna kardeş olmuştur.)
Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir (Hariçte vücud verilmeyenlerin bulunduğu yer âlem-i emirdir.), hem irade vasfından gelir.
Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef eder.
Eğer enva’daki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.
Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.
* * *
Hayatsız vücud, adem gibidir
Ziya ile hayatın herbiri, mevcudatın birer keşşafıdır. Bak nur-u hayat olmazsa,
Vücud, adem-âlûddur; belki adem gibidir. Evet garib, yetimdir; hayatsız ger Kamer’se…
* * *
Hayat sebebiyle karınca küreden büyük olur
Ger mizan-ül vücudla karıncayı tartarsan, ondan çıkan kâinat küremize sıkışmaz.
Bence küre hayevandır, başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan
Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.
* * *
Nasraniyet İslâmiyete teslim olacak
Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslâm’a karşı teslim olup terk-i silâh edecek.
Mükerreren yırtıldı, purutluğa tâ geldi, purutlukta görmedi ona salah verecek.
Perde yine yırtıldı, mutlak dalale düştü. Bir kısmı lâkin, bazı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.
Hazırlanır şimdiden {(*): Bu dehşetli Harb-i Umumî neticesindeki vaziyete işaret eder. Belki, İkinci Harb-i Umumîden tam haber verir.} yırtılmaya başlıyor. Sönmezse safvet bulup İslâm’a mal olacak.
Bu bir sırr-ı azîmdir, ona remz u işaret; Fahr-i Rusül demiştir: “İsa, Şer’im ile amel edip ümmetimden olacak.”
* * *
Tebaî nazar, muhali mümkün görür
Meşhurdur ki: Îdin hilâline bakardı cemaat-ı kesîre. Kimse bir şey görmedi.
Zevalî bir ihtiyar yemin etti ki: “Gördüm.” Halbuki gördüğü, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.
O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede? Hilâl olmuş Kamer nerede? Ger anladın şu remzi:
Zerrattaki harekât; kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar.. kör etmiş maddî gözü.
Teşkil-i cümle enva’ fâilini göremez, düşer başına dalal.
O hareket nerede? Nazzam-ı kevn nerede? Onu ona vehmetmek, muhal ender muhal!..
* * *
Kur’an âyine ister, vekil istemez
Ümmetteki cumhuru, hem avamın umumu; bürhandan ziyade me’hazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevkeder imtisale.
Şeriat yüzde doksanı; müsellemat-ı şer’î, zaruriyat-ı dinî birer elmas sütundur.
İçtihadî, hilafî, fer’î olan mesail; yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altunun sahibi
Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların madeni: Kur’an ve hem Hadîstir. Onun malı.. oradan, her zaman istemeli.
Kitablar, içtihadlar Kur’anın âyinesi, yahut dûrbîn olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu’cizbeyan.
* * *
Mübtıl, bâtılı hak nazarıyla alır
İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor. Bazan gelir eline, bâtılı hak zanneder, koynunda saklıyor. (Eskide bir zât, haksız bir mesleği hak zannederek, ondan aldığı bir muhabbet ile, diri iken derisinin soyulduğuna tahammül ederek, kahramanane bir tavır gösterdiği gibi; acaba ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat ve bütün envâr-ı hakaikın menba’ ve madeni olan hakikat-ı Kur’aniyeye hizmetimizdeki kudsî lezzet, bu mülhidlerin muvakkat, ehemmiyetsiz iz’açlarına ve kalbimizde açtıkları yaralara tiryak ve merhem olamaz mı? Elbette olur ve olmuş ve oluyor. Barla Lahikası 338)
Hakikatı kazarken ihtiyarı olmadan dalal düşer başına; hakikattır zanneder, kafasına geçirir.
(Cebr ve İtizalde birer dane-i hakikat bulunur. Sözler 710)
(Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar. Mektubat 472)
* * *
Kudretin âyineleri çoktur
Kudret-i Zülcelal’in pek çoktur mir’atleri. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misale.
Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misale, misalden tâ ervaha, ervahtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,
Hayalden fikre kadar muhtelif âyineler, daima temsil eder şuunat-ı seyyale.
Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimat!
Acib istinsah eder o kudretin kalemi.. şu sırr-ı tenasülât…
* * *
Temessülün aksamı muhtelifedir
Âyinede temessül, münkasım dört surete:
1.Ya yalnız hüviyet; (Maddî kesiflerin temessülü)
2.Ya beraber hâsiyet; (Maddî nuranî temessülü)
3.Ya hüviyet hem şu’le-i mahiyet; (Nim nuranî, ruhanilerin temessülü)
4.Ya mahiyet, hüviyet. (Kelimenin havada temessülü,)
(Mir’at-ı Muhammediyye Aleyhissalâtü Vesselâm Cenab-ı Hakka hem mahiyet hem hüviyet itibariyle ayinedir. Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim. Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim. Barla Lahikası 67)
Eğer misal istersen, işte insan (Ya yalnız hüviyet ) ve hem şems, (Ya beraber hâsiyet) melek (Ya hüviyet hem şu’le-i mahiyet) ve hem kelime (Ya mahiyet, hüviyet) . Kesifin timsalleri, âyinede oluyor birer müteharrik meyyit.
Bir ruh-u nuranînin, kendi mir’atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt; aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp
Birer nur-u münbasit. Ger şems hayevan olaydı; olur harareti hayatı, ziya onun şuuru.. şu havassa mâliktir âyinede timsali.
İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrail hem Sidre’de, hem suret-i Dıhye’de meclis-i Nebevî’de,
Hem kim bilir kaç yerde!.. Azrail’in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor. Peygamber’in bir anda, (Bir vakitte dört veya daha ziyade yıldızlarda bulunduğuna işaret مَثْنَى وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ kelimeleriyle tafsil verir. Sözler 428)
Hem keşf-i evliyada, hem sadık rü’yalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.
Velilerin ebdalı, çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.
* * *
Müstaid, müçtehid olabilir; müşerri’ olamaz
İçtihadın şartını haiz olan her müstaid, ediyor nefsi için, nass olmayanda içtihad. (İçtihad nass’da değil teferruat mes’elelerde yapılabilir.) Ona lâzım, gayre ilzam edemez.
Ümmeti davetle teşri’ edemez. Fehmi, şeriattan olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri’ olamaz.
İcma’ ile cumhurdur, sikke-i şer’i görür. Bir fikre davet etmek; zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.
Yoksa davet bid’attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz…
(Nasılki ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ülema-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ülemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma’-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma’ ile şer’an düstur olabilir. Ve icma’ın tasdik ve sikkesiyle umuma şamil oluyor. Emirdağ Lahikası-2 89)
* * *
Nur-u akıl, kalbden gelir
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. (Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder. Münazarat 86)
O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
(Onikinci Sözde geçtiği gibi Kur’an-ı Hakîm herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Felsefe ise, “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Sözler 132)
Gözünde bir nehar var, lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver.
O içinde bulunmazsa, o şahm-pare göz olmaz; sen de birşey göremez. Basiretsiz basar da para etmez.
(Basar masnuatı görüp de, basiret Sâni’i görmezse çok garib ve pek çirkin düşer. Mesnevi-i Nuriye 210)
Ger fikret-i beyzada süveyda-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basiret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.
(Amucam Bediüzzaman bir müddetten beri akıl ile değil sırf kalb ile mesaile müteveccih oluyor. Kalbine vâzıhan bir şey zuhur etse, bana yazdırıyor. Ve diyor: “İlim odur ki, kalbde yerleşsin. Yalnız akılda olsa insana mal olmuyor.” Hem de diyor ki: “Şu mesail yalnız kavaid-i ilmiye değil, belki vicdanen esas ittihaz ettiğim bazı desatir-i kalbiyemdir.”
Ve bana emretti: “Zuhurat-ı kalbiyemden istediğini intihab et!” Ben de şu vecizeleri hangi âsârından intihab ettiğimi ber-vech-i âtî işaretlerle gösteriyorum. Asar-ı Bediyye)
* * *
Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise
Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif.
1-Evvel tahayyül olur, (Hayal hududsuz olduğundan hayalden safsata hâsıl olur. Yunan Miteolojisi gibi)
2-Sonra tasavvur gelir, (Hudud konulur. Yirmiüçüncü Lem’adaki üç yol ve evrim teorisi gibi)
3-Sonra gelir taakkul, (tarafsız bakar)
4-Sonra tasdik ediyor, (Doğruluğunu kabul veya red etmek ile tasdik etmek)
5-Sonra iz’an oluyor, (iz’an; delillerin çok veya kuvvetli olması neticesinde görülür, imtisal ortaya çıkar.)
6-Sonra gelir iltizam, (tarafdarlık)
7-Sonra itikad gelir. (sabit bir hakikat derecesine çıkar, bundan salâbet çıkar)
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir halet:
1.Salabet itikaddan,
2.Taassub (körü körüne bağlanmak) iltizamdan,
3.İmtisal iz’andan, (İz’an, kuvvetli ve kesretli iman ve İslâmın bürhanlarını görmekle elde edilir. Sözler, Tûbâ-i Cennet’in meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâmın bürhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler. Mektubat – 35
4.Tasdikten iltizam,
5.Taakkulde bîtaraf,
6.Bîbehre tasavvurda.
7.Tahayyülde safsata hasıl olur,
mezcine eğer olmaz muktedir. Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde
(Üstad Hazretleri bu manası fatihadan çıkarmıştır. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin. İşarat-ül İ’caz – 27)
(Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.” Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Sözler – 736)
(En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. (İman hakikatlarına tenkid nazarı ile bakarsak hakikata imtisal, iltizam, iz’an kırılır.) Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar. Hutbe-i Şamiye – 140)
(İ’lem Eyyühel-Aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhâssa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dava vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkid lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru’ ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir. Mesnevi-i Nuriye – 112)
Safi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli.
* * *
Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli
Hakikî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü. (Koyun kendisi için otluyor. Hazmediyor sonra sütten istifade edeceklere sütü veriyor. Bizde kendi istifademiz için ilim tahsil edeceğiz. İstifade ettiğimiz hakikatı hayatımıza tatbik ettikten sonra bu hakikattan istifade edebilecek kişilere bu hakikatı ders verebiliriz.)
Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını.
(Sadakanın bu beş şartını مِمَّا lafzındaki مَا umumiyeti ilim ile yapılan sadakaya da tatbik edebiliriz. Şöyle ki:
Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, وَمِمَّا lafzındaki مِنْ -i teb’îz ile o şartı ifade eder. (Kendisi ilme muhtaç olan önce kendisi için ilim tahsil etmelidir.)
İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı رَزَقْنَاهُمْ lafzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir. (Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir.)
Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta رَزَقْنَا daki نَا lafzı işaret eder. Yani “Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.” (Kişi ilmi kendi malı bilmeyecek Allah’ın ihsanı bilecek ki kendisini tevziat (vezne) memuru bilsin.)
Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta يُنْفِقُونَ lafzı işaret ediyor. (“Öküzün boynuna inci takmak” yani hakikatları layık ellere ulaştırmak demektir. Layık olmayan eller hakikatları aleyhimize kullanmak için dinleyen, bize muarızlık gösteren, bizden hakikat dersini dinledikleri halde karşı çıkan, itiraz edenlerdir.)
Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, رَزَقْنَاهُمْ ifade ediyor. Yani “Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”)
* * *
Tahrib esheldir; zaîf, tahribci olur
Vücud-u cümle-ecza, şart-ı vücud-u külldür. Adem ise, oluyor bir cüz’ün ademiyle; tahrib eshel oluyor.
Bundandır ki: Âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, daim tahribkâr olur.
(Cenab-ı Hakkın hizb-üş şeytana verdiği bazı cihazat şudur ki: Dalalette ve küfürde
- Hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez.
- Hem tahrib var ki, çok sehildir ve âsandır; az bir hareket yeter.
- Hem tecavüz var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihafe noktasında ve firavuniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır.
- Hem akibeti görmeyen ve hazır zevke mübtela olan insandaki nebatî ve hayvanî kuvvelerin tatmini, telezzüzü, hürriyeti vardır ki,
akıl ve kalb gibi letaif-i insaniyeyi insaniyetkârane ve akibet-endişane olan vazifelerinden vazgeçiriyorlar.
Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-u Rabb-il Âlemîn olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın meslek-i kudsîsi,
- Hem vücudî, hem sübutî,
- Hem tamir, hem hareket,
- Hem hududda istikamet,
- Hem akibeti düşünmek,
- Hem ubudiyet,
- Hem nefs-i emmarenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır ki,
Medine-i Münevvere’de bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dafiaya kapılıp, dalalette kalmışlar. Lem’alar 81)
* * *
Kuvvet hakka hizmetkâr olmalı
Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid
(34- Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle;
(İki şartın yerine getirilmesi ile hikmet düsturları ve hükümetin nevamisinin menfaati neticeleri görülür.)
1-kavanin-i hak, (Kanunun Hakka hakikatı dayanması ile beraber)
2-revabıt-ı kuvvetle (Konulan kanunların uygulanması ile)
imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz. Mektubat 471)
Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mu’temid.
(Cây-ı dikkattir ki; merkez-i Hilafet üleması ve Dâr-ül Hikmet ve zabıta-i ahlâkiye ile fuhuş, işret, kumar gibi kebairi izale değil, tevkif edemediler. Anadolu Hükûmeti’nin bir emri ile, bütün işret, kumar gibi kebairler men’ edildi. Demek desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz. Sünuhat-Tuluat-İşarat 88)
(Hikmet-i Kur’aniye ise nokta-i istinadı, kuvvet yerine “hakk”ı kabul eder. Kuvvet hakta olmalı ama hakkın icrası hususunda kuvvetinde olması gerekir. Bununla beraber cumhur-u avam teşvike de muhtaçtır.
Gayatı, “hevesat-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzatına sed çekip ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevkedip insan etmektir.” Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. Sözler – 408)
* * *
Bazan zıd, zıddını tazammun eder
Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisan-ı siyasette lafz, mananın zıddıdır. Adalet külahını {(*): Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.}
Zulüm başına geçirmiş. Hamiyet libasını, hıyanet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bagy ismi takılmış. Esaret-i hayvanî,
İstibdad-ı şeytanî; hürriyet nam verilmiş. Zıdlarda emsal olmuş, suretlerde tebadül, isimlerde tekabül, makamlarda becayiş-i mekânî.
* * *
Menfaatı esas tutan siyaset canavardır
Menfaat üzere çarkı kurulmuş olan siyaset-i hazıra; müfteristir, canavar.
Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen; merhametini değil, iştihasını açar.
Sonra döner, geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.
* * *
Kuva-yı insaniye tahdid edilmediğinden cinayeti büyük olur
Hayvanın hilafına, insandaki kuvveler, fıtrî tahdid olmamış. Onda çıkan hayr u şerr, lâ-yetenahî gider.
Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbinlik, gurur, inad birleşse; öyle günah oluyor {(**): Bunda da bir işaret-i gaybiye var.} ki beşer şimdiye kadar
Ona isim bulmamış. Cehennem’in lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Hem meselâ: Bir adam, tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâm’ın felâketini kalben arzu eder.
Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzumsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.
(Bir şahıs, muhteris bir intikamıyla veya müntakim bir muhalefetle, arzuyu tazammun eden bir fikir ile demiş ki: “İslâm parçalanacak” veyahut “Hilafet mahvolacak.” Sırf o meş’um sözünü doğru göstermek, gururiyetini, enaniyetini tatmin etmek için, İslâmın perişaniyetini, (el’iyazü billah) uhuvvet-i İslâmiyenin boğulmasını arzu eder. Hasmın zulm-ü kâfiranesini, hayale gelemez cerbezeli tevillerle adalet suretinde göstermek ister. Sünuhat – 28)
* * *
Bazan hayır, şerre vasıta olur
Havastaki meziyet filhakika sebebdir tevazu’, mahviyete. Olmuş maatteessüf sebeb tahakküme,
Tekebbüre hem illet. Fakirlerdeki aczi, âmilerdeki fakrı filhakika sebebdir ihsan ve merhamete.
Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi, zillet ve esarete.
(S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
C- Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız. Münazarat 23)
Bir şeyde hasıl olan mehasin ve şerefse;
Havas ve rüesaya o şey peşkeş edilir. O şeyden neş’et eden seyyiat ve şerr ise; efrad ve hem avama
Taksim, tevzi’ edilir. Aşiret-i galibde hasıl olan şerefse: “Hasan Ağa, âferin!” Hasıl olan şerr ise,
Efrada olur nefrin. Beşerde şerr-i hazîn!..
* * *
Gaye-i hayal olmazsa, enaniyet kuvvetleşir
Bir gaye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenasi edilse; elbette zihinler enelere dönerler,
Etrafında gezerler. Ene kuvvetleşiyor, bazan sinirleniyor. Delinmez, tâ “nahnü” olsun. Enesini sevenler, başkaları sevmezler.
* * *
Hayat-ı ihtilal; mevt-i zekat, hayat-ı ribadan çıkmış
Bilcümle ihtilalat, bütün herc ü fesadat; hem asıl, hem madeni.. rezail ve seyyiat, bütün fasid hasletler,
Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek.. yahut iki kelâmdır. Birincisi şudur ki: “Ben tok olsam, başkalar
Acından ölse neme lâzım!..” İkincisi: “Rahatım için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler!”
Birinci kelimede olan semm-i katili, hem kökünü kesecek, şâfî deva olacak tek bir devası vardır.
O da zekat-ı şer’î ki, bir rükn-ü İslâmdır. (Haşiye: Sahabelerin sena-i Kur’aniyeye mazhar olan “îsar” hasletini kendine rehber etmek. Yani: Hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine tercih etmek ve hizmet-i diniyenin mukabilinde gelen menfaat-ı maddiyeyi istemeden ve kalben taleb etmeden, sırf bir ihsan-ı İlahî bilerek, nâstan minnet almayarak ve hizmet-i diniyenin mukabilinde de almamaktır. Lem’alar 150)
İkinci kelimede, zakkum-şecer
münderic. Onun ırkını kesecek, ribanın hurmetidir.
Beşer salah isterse, hayatını severse; zekatı vaz’ etmeli, ribayı kaldırmalı.
(Medeniyet, bütün cem’iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir. Sözler 409)
* * *
Beşer hayatını isterse, enva’-ı ribayı öldürmeli
Tabaka-i havastan tabaka-i avama sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor
Sadâ-yı ihtilalî, vaveylâ-yı intikamî, kin ü hased enîni… Yukarıdan iniyor
Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm saıkası… Aşağıdan çıkmalı
Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisal. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,
Hem şefkat ve terbiye… Beşer bunu isterse sarılmalı zekata, ribayı tardetmeli.
Kur’anın adaleti bâb-ı âlemde durup ribaya der: “Yasaktır! Hakkın yoktur, dönmeli!”
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille.
______
{(*): Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet beşer dinlemedi, ikinci harb-i umumî ile bu dehşetli silleyi de yedi.}
______
Müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.
(İhsanlar zekat namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenab-ı Hakk’ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekat namına versen; Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekat namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede? Mektubat 274)
* * *
Beşer esirliği parçaladığı gibi, ecîrliği de parçalayacaktır
Bir rü’yada demiştim: Devletler, milletlerin hafif muharebesi; tabakat-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevki ediyor.
Zira beşer, edvarda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.
Beşerin başı ihtiyar; edvar-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlukiyet, esaret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır geçiyor.
* * *
Gayr-ı meşru tarîk, zıdd-ı maksuda gider
(Onyedinci Lem’a Yedinci Nota’da bu mevzu güzelce izah edilmiştir.)
اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ bir düstur-u azîmdir: “Gayr-ı meşru tarîk ile bir maksada giden zât, galiben maksudunun zıddıyla görür mücazat.”
Avrupa muhabbeti, gayr-ı meşru muhabbet, hem taklid ve hem ülfet. Akibeti mükâfat: Mahbubun gaddarane adaveti, cinayat…
Fâsık-ı mahrum bulmaz, ne lezzet ve ne necat.
(Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber; bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında bu takva olan def’-i mefasid ve terk-i kebair üss-ül esas olup, büyük bir rüchaniyet kesbetmiş. Kastamonu Lahikası 148)
* * *
Cebr ve İtizalde birer dane-i hakikat bulunur
Ey talib-i hakikat! Maziye, hem musibet; müstakbel ve masiyet ayrı görür şeriat. Maziye, mesaibe nazar olur kadere.
Söz olur Cebriye. Müstakbel ve maasi nazar olur teklife, söz olur İtizale. İtizal ile Cebr
Şurada barışırlar. Şu bâtıl mezheblerde birer dane-i hakikat mevcud münderiçtir; mahsus mahalli vardır; bâtıl olan ta’mimdir.
(Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar. Mektubat 472)
(Cebriyenin maziye dair anladığı hakikatı istikbale teşmil etmekle hata ettiği gibi mutezile de istikbale dair anladığı hakikatı maziyede teşmil etmekle hata ediyor. Cebriyenin maziye dair istikametli nazarında misal olarak; Birisi birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da Kur’anın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musalaha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlahiyeye vasıta olmuş. Sözler – 152)
(Mutezilenin istikbale dair istikametli nazarında misal olarak; Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor. Lemalar – 217)
* * *
Acz ve cez’ bîçarelerin kârıdır
Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.
Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde cez’a sarılma. (Olmuş ile ölmüşün çaresi yoktur.)
* * *
Bazan küçük bir şey, büyük bir iş yapar
Öyle şerait oluyor, tahtında az bir hareke sahibini çıkarıyor tâ a’lâ-yı illiyyîn…
Öyle hâlât oluyor ki; küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i safilîn…
* * *
Bazılara bir an, bir senedir
Fıtratların bir kısmı birdenbire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, şey’en şey’en kalkıyor. Tabiat-ı insanî ikisine de benziyor.
Şeraite bakıyor; ona göre değişir. Bazan tedricî gider. Bazan dahi oluyor barut gibi zulmanî, birdenbire fışkırıyor.
Nuranî bir nar olur. Bazı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bazı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber,
Birdenbire kalbeder; bir bedevi-i cahil, bir ârif-i münevver. Eğer mizan istersen: İslâm’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer…
Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer… Def’aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber…
Ceziret-ül Arab’da, fahmolmuş fıtratları kalbetti elmaslara… Birdenbire serâser…
Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.
(Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmaneyi kesbederdi. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalât olurdu. Sözler 489)
(Hem Feth-i Mekke gününde Fedale namında birisi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın yanına vurmak niyetiyle geldi. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakıp tebessüm etti, “Nefsinle ne konuştun?” dedi ve Fedale için taleb-i mağfiret etti. Fedale imana geldi ve dedi ki: “O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdı.” Mektubat 161)
* * *
Yalan, bir lafz-ı kâfirdir
Bir dane sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyalı.
Yeri verir sükûta, eğer çıksa zararlı… Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.
Lâkin hakkın olamaz, her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kendine düstur etmeli. (Âkıl odur ki: خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَا كَدَرْ kaidesiyle amel eder, selâmet-i kalb ile gider. Sözler 38)
Güzel gör, hem güzel bak. Tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün. Tâ leziz hayatı bulmalı. (Güzel ahlâkı, ona güzel fikir vermiş ve güzel fikir ise, ona her şeyin güzel cihetini gösteriyor. Sözler 36
Hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş. Sözler 37)
Hayat içinde hayattır, hüsn-ü zanda emeli. Sû’-i zanla yeistir saadet muharribi, hem de hayatın katili.
(Şu hâtime, dört çeşit hastalıkları beyan eder ve tedavi çarelerini gösterir. Mesnevi-i Nuriye 65)
* * *
Bir meclis-i misalîde
Şeriatla medeniyet-i hazıra, deha-i fennî ile hüda-i şer’î müvazeneleri
(Birinci Harbin) Mütareke başında, bir Cuma gecesinde bir rü’ya-yı sadıkada, misalî âleminde, bir meclis-i azîmde, benden sual ettiler:
“Mağlubiyet sonunda İslâm’ın âleminde ne hal peyda olacak?” Asr-ı hazır meb’usu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler:
Eski zamandan beri istiklal-i İslâm’ın bekası, hem Kelimetullah’ın i’lâsı için, farz-ı kifaye-i cihadı; o lâzime-i diyanet
Deruhde ile, kendini yekvücud-u vahdanî İslâm’ın âlemine fedaya vazifedar, hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet,
Şu millet-i İslâm’ın felâket-i mazisi, getirecek de elbet İslâm’ın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musibet,
İstikbalde telafi. Üçü veren, üçyüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasaret. Halini istikbale tebdil eder, zîhimmet…
Zira ki şu musibet; hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesanüd-ü İslâmı hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet
Tesri’-i ihtizazı. Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hazıra sureti değişecek, sistemi bozulacak; zuhur edecek o vakit,
İslâmî medeniyet. Müslümanlar bil’ihtiyar elbet evvel girecek. Müvazene istersen: Şer’in medeniyeti, şimdiki medeniyet
Esaslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasatı menfîdir. Menfî olan beş esas ona temel, hem kıymet.
Onlarla çark kurulur. İşte
1- nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe’nidir tecavüz ve taâruz; bundan çıkar hıyanet.
2- Hedef-i kasdı, fazilet bedeline hasis bir menfaattır. Menfaatın şe’nidir tezahüm ve tehasum; bundan çıkar cinayet.
3- Hayattaki kanunu, teavün bedeline bir düstur-u cidaldir. Cidalin şe’ni budur: Tenazü’ ve tedafü’; bundan çıkar sefalet..
4- Akvamların beyninde rabıta-i esası: Âherin zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.
Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe’ni olur daima böyle müdhiş tesadüm, böyle feci’ telatum, bundan çıkar helâket.
Beşincisi şudur ki: Cazibedar hizmeti: Heva, hevesi teşci’, teshil; hevesatı, arzuları da tatmin; bundan çıkar sefahet.
O heva, hem heves, şe’ni budur daima: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Manevî meshediyor, değişir insaniyet.
Şu medenîlerden çoğunun, eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla (Aç gözlü) tilki, (Hileci) yılanla (Sinsi) ayı, (Kaba) hınzır. (inatçı) Sîreti olur suret.
Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevazin mizanıdır şeriat… (Fırtat kanunlarını tam müraat etmiştir, Şeriat.)
Şeriattaki rahmet, sema-i Kur’andandır. Medeniyet-i Kur’an esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çark-ı saadet.
1- Nokta-i istinadı; kuvvete bedel haktır. Hakkın daim şe’nidir adalet ve tevazün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekavet.
2- Hedefinde menfaat yerine fazilettir. Faziletin şe’nidir muhabbet ve tecazüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adavet.
3- Hayattaki düsturu, cidal kıtal yerine, düstur-u teavündür. O düsturun şe’nidir ittihad ve tesanüd; hayatlanır cemaat.
5- Suret-i hizmetinde, heva heves yerine hüda-yı hidayettir. O hüdanın şe’nidir: İnsana lâyık tarzda terakki ve refahet.
Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül.
4- Kitlelerin içinde cihet-ül vahdeti de tardeder unsuriyet, hem de menfî milliyet.
Hem onların yerine rabıta-i dinîdir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir, uhuvvet-i imanî. Şu rabıtanın şe’nidir; samimî bir uhuvvet,
Umumî bir selâmet. Haric etse tecavüz, o da eder tedafü’. İşte şimdi anladın; sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.
Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş, şu medeniyet-i hazıra. Onlara yaramamış; hem de onlara vurmuş müdhiş kayd-ı esaret. (Bu esaret manası sadece maddî sömürgecilik değil manevî cihette de medeniyettin müzahraf düsturlarının esaretinde kalmayı düşünülebiliriz.)
Belki nev’-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış müzahref bir saadet!
Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat! Zalim ekallin olmuş gelen rıbh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.
Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev’-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’an, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet;
Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, heva da hür olmuştur, hayvanî bir hürriyet.
Heves tahakküm eder. Heva da müstebiddir, gayr-ı zarurî hacatı havaic-i zarurî hükmüne geçirmiştir. İzale etti rahat…
Bedavette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç, fakir etmiştir. Sa’y-i helâl, masrafa etmemiştir kifayet. (Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Emirdağ Lahikası-2 242)
Onda hile, harama beşeri sevketmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate hem nev’e vermiştir servet, haşmet. (Nev’e, servet ve haşmet vermiştir ama ferd, servet ve haşmeti elde edmediği için fakir duruma düşmüştür.)
Ferdi, şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şahidi çoktur. Kurûn-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyanet
Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi
______
{(*): Demek daha dehşetli kusacak. Evet iki harb-i umumî ile öyle kustu ki: Hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi…}
______
daha bulanır. Âlem-i İslâm’daki istinkâf-ı manidar hem de bir cây-ı dikkat.
Kabulde muzdaribdir, soğuk da davranmıştır. Evet Şeriat-ı Garra’da olan nur-u İlahî, hâssa-i mümtazıdır: İstiğna, istiklaliyet.
O hâssadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin. Onda olan hidayet,
Bundaki felsefe ile mezcolmaz, hem aşılanmaz, hem de tâbi’ olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i iman, beslediği şeriat
Kur’an-ı Mu’ciz-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakaik-i şeriat. O yemin-i beyzada birer asâ-yı Musa’dır. Sehhar medeniyet,
İstikbalde edecek ona secde-i hayret… (Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem’iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: “Muhammed’in (A.S.M.) beşeriyete intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmi olmasıyla beraber, onüç asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki; biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes’ud, en saadetli oluruz.” Mektubat 215)
Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, (Roma dehası günümüzde Alman milleti olmuş dinsiz olmuş.) Yunan’ın (Yunan yani Fransız hissiyatı tahrik ettiği için sefaheti netice vermiş.) iki dehası vardı; bir asıldan tev’emdi, (İkisininde dehadan çıkmasından dolayı tev’em) biri hayal-âlûddu, biri madde-perestti.
Su içinde yağ gibi imtizac olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı. Hristiyanlık da çalıştı, temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.
Herbiri istiklalini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el’an âdeta o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş, Alman Fransız oldu.
Güya bir nevi tenasüh başlarından geçmişti. Ey birader-i misalî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti
Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev’emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle döğüştü.
Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki aslı, hem madeni, matlaı başka çeşit olmuştu. Kur’anda olan nuru, şeriat hidayeti
Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı.
O deha ile bu hüda menşe’leri ayrıdır: Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir.
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. (Ruh tarlası, kalbi ve aklı işlettiriyor. nefs-i cismanîyi kendine hizmetkâr ediyor.)
İstidad-ı kemali birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîma ediyor insan-ı himmetperver.
Deha ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünema buluyor. (Nefis tarlası, his hevesle neşvünema buluyor. Ruhu kendine hizmetkâr ediyor.)
Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor. Şeytanın sîmasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.
İnsanı yükseltiyor. Deccal-misal
______
{(*): Bunda da bir ince işaret var.}
______
dehâ-yı a’ver, bir dâr ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.
Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu san’atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.
Bu sırdandır: Deha, a’ma-i asamm; hüda, semî-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahibsiz ganîmettir.
Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında; zeminin sinesinde kâinatın yüzünde
Serpilmiş olan niam, rahmetin semeratı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.
Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesîre.. lâkin onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı,
Ne şu asrın san’atı.. Belki umum malıdır: Telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi’den, hem hacat-ı fıtrîden, hususan şer’-i Ahmedî,
İslâmî inkılabdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misalîler meclisi, o meclisin reisi (İmam-ı Ali R.A.) tekrar sordu; hem dedi:
“Musibet olur her dem hıyanet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazaya da çarptırdı
Hangi ef’alinizle kazaya, hem kadere şöyle fetva verdiniz ki, kaza-i İlahî musibetle hükmetti, sizleri hırpaladı?
Hata-i ekseriyet olur sebeb daima musibet-i âmmeye.” Dedim: Beşerin dalalet-i fikrîsi, Nemrudane inadı,
Firavunane gururu şişti şişti zeminde, yetişti semavata. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semavattan indirdi
Tufan, taun misali, şu harbin zelzelesi; gâvura yapıştırdı semavî bir silleyi. Demek ki şu musibet, bütün beşer musibetiydi,
Nev’en umuma şamil. Bir müşterek sebebi; maddiyyunluktan gelen dalalet-i fikrîydi, hürriyet-i hayvanî, hevanın istibdadı…
Hissemizin sebebi; erkân-ı İslâmîde ihmal ve terkimizdi. Zira Hâlık Teâlâ yirmidört saatten bir saati istedi,
Beş vakit namaz için yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tenbellikle terkettik, gafletle ihmal oldu.
Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmidört saatte daima talim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene cebren oruç tutturdu.
Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekat istedi. Buhl ile hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyarla vermedikti.
(Cenab-ı Hak, bir kısım maldan onda bir {(Haşiye-1): Yani her sene taze verdiği buğday gibi mallardan onda bir.}veya bir kısım maldan kırkta bir {(Haşiye-2): Yani eskiden verdiği kırktan ki; her senede galiben ve lâakal ribh-i ticarî ve nesl-i hayvanî cihetiyle o kırktan taze olarak on aded verir.}, kendi verdiği malından birisini bizden istedi; tâ bize fukaraların dualarını kazandırsın ve kin ve hasedlerini men’etsin. Mektubat 273)
O da bizden aldırdı müterakim zekatı, haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir.
(Bazı mütedeyyin zâtların, dünyadar haremleri yüzünden ziyade sıkıntı çekmeleri nedendir? Bu havalide bu nevi hâdiseler çoktur.
Gelen cevab: O mütedeyyin zâtlar, diyanetlerinin muktezası, böyle serbestiyet-i nisvan zamanında öyle serbest kadınların vasıtasıyla dünyaya girişmeleri hatalarından, o kadınların eliyle tokat yemelerine kader müsaade etti. Mütebâkisi, bir mübarek hanımın şuursuz müdahalesiyle geri kaldı. Kastamonu Lahikası 265)
Sâlih amel ikiydi:
Biri müsbet ve ihtiyarî, biri menfî ızdırarî. Bütün âlâm, mesaib, a’mal-i sâlihadır; lâkin menfîdir, ızdırarî. (İbadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadettir ki; namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfî ibadetlerdir ki; hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede, aczini, za’fını hisseder. Hâlık-ı Rahîm’ine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyasız, manevî bir ibadete mazhar olur. Lem’alar 206)
Hadîs teselli verdi.
Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı. Fiilî bir tövbe etti. Mükâfat-ı âcili, şu milletin humsu dört milyonu çıkardı
Derece-i velayet, mertebe-i şehadetle gazilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misalî, bu sözü tahsin etti.
Ben de birden uyandım, belki yakaza ile yeni yattım. Bence yakaza rü’yadır,
Rü’ya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili, burada Said-i Nursî…
* * *
Cehil, mecazı eline alsa hakikat yapar
İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikata, hem açar hurafata kapılar. (Eşya ve hadisatın ifade ettiği manaya Cenab-ı Hak canibinden bakmakla ilim olur.)
Küçüklüğümde gördüm ki hasf olmuştu Kamer. Sordum ben vâlidemden. Dedi: “Yılan yutmuştur.” Dedim: “Neden görünür?”
Dedi: “Orada yılanlar böyle nim-şeffaf olur.” İşte böyle bir mecaz, hakikat zannedilmiş: Medar-ı Şems ve Kamer
Tekatu’ noktaları olan re’s ve zenebde Arz’ın hayluletiyle bir emr-i İlahî ile münhasif olur Kamer.
İki kavs-i mevhume tinnineyn yâdedilmiş, hayalî bir teşbih ile isim, müsemma olmuş. Tinnin ise yılandır.
(Beşinci Mukaddeme: Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse hakikate inkılab eder, hurafata kapı açar. Şöyle ki: Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi, ilmin yemin-i nuranîsinden kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler, hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup, şarab iken serab ve nazenin ve hasna iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. Evet mecaz şeffafiyetiyle şu’le-i hakikat ondan telemmu’ eder. (Mecazı gaz lambasının ateşini korumak için var olan cama benzer.) Fakat hakikata inkılabıyla kesif olup, hakikat-ı asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir kanun-u fıtrîdir. Buna şahid istersen lügatın teceddüd ve tegayyüratının ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et. İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalâtı veya maâni, ihtiyar ve zînetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür’et-i tağyire sebeb olmuşlardır. Bu kaide lügatta olduğu gibi, hayalât ve maâni ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır. Bu hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Vâlidemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın yılanı nim-şeffaftır.”
İşte bak: Nasıl teşbih hakikat olup hayluletiyle hakikat-ı hali münhasif etmiştir. Zira mail-i kamer, mıntakat-ül büruc ile re’s ve zenebde tekatu’ ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan tinnîn ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zâten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse; arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur…
Ey benim şu müşevveş sözlerimden usanmayan zât! Bu mukaddemeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve belâgatı rehber etmek gerektir. Muhakemat – 26)
Hâtime: Mana-yı hakikînin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, makasıd-ı şeriatın müvazenesinden hasıl olan hüsn-ü mücerreddir. (Bazen olurki Mana-yı hakiki ve mana-yı mecazi ikiside hak olur. Yirmialtıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının Birinci Mes’elesinde olduğu gibi:
1-Daire-i vücub ile daire-i imkândaki bahr-i rububiyet ve bahr-i ubudiyetten tut,
(17. Lem’anın 13. Notası medar-i iltibas beş meseledeki gibi Ya rızık hakikatında Rızkı veren Allah olduğunu unutup Rezzak-ı hakikiyi ittiham etmek derecesinde rızık endişesi ile rızık peşinde koşup ubudiyetten istinkaf eder. Yâda manevi rızık da iktiran meselesinden gaflet edip manevi istifadeyi Allah’tan değil sebepten zannederek daire-i Rububiyet ile daire-i Ubudiyetin berzahına dikkat etmez, hududu aşar, zarar eder)
2-Tâ dünya ve âhiret bahrlerine,
(Yani dünyevi nazarı ile âhirete ait mes’eleleri ihata etmek isterken beşyüz bin senelik Cennet Mes’elesini veya Cehennemin azabını aklına sığıştıramayıp berzahı deler geçer)
3-Tâ âlem-i gayb ve âlem-i şehadet bahrlerine,
(Onsekizinci Mektupta denildiği gibi Kafdağı ve meşmeşiye gibi âlem-i gaybe ait hakikatları âlem-i şehadette yerlerini tayin ederken berzahı delerek hakikatı farklı bir surette ifade eder.)
(Buraya kadar ayetin mecazi manasının ifade ettiği hakikatlar üzerinde duruldu. Bu hakikatların ehemmiyetindendir ki Ehl-i Velayet bu ayeti kendilerine vird edinmişler. Bundan sonra ayetin ifade ettiği mecazi manaları değil hakiki manaları üzerinde durulmuştur.)
4-Tâ şark ve garb, şimal ve cenubdaki bahr-i muhitlerine,
5-Tâ Bahr-i Rum ve Fars bahrine,
6-Tâ Akdeniz ve Karadeniz ve Boğazına -ki mercan denilen balık ondan çıkıyor-
7-Tâ Akdeniz ve Bahr-i Ahmer’e ve Süveyş Kanalı’na,
8-Tâ tatlı ve tuzlu sular denizlerine,
9-Tâ toprak tabakası altındaki tatlı ve müteferrik su denizleriyle, üstündeki tuzlu ve muttasıl denizlerine,
10-Tâ Nil ve Dicle ve Fırat gibi, büyük ırmaklar denilen küçük tatlı denizler ile onların karıştığı tuzlu büyük denizlerine kadar, manasındaki cüz’iyatları var.
Bunlar umumen murad ve maksud olabilir ve onun hakikî ve mecazî manalarıdır.
İlk üçü mecazî manalarıdır, sonraki yedisi hakiki manalarıdır.)
Mecazın cevazı ise, belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazı hakikat ve hakikatı mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet herşeyi zahire hamlettire ettire nihayet Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meyl-üt tefrit ne derecede muzır ise; öyle de herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır. Muhakemat 27)
* * *
Mübalağa zemm-i zımnîdir
Hangi şeyi vasfetsen olduğu gibi vasfet. Medhin mübalağası bence zemm-i zımnîdir. (Mübalağa edilen vasıf, mübalağa dilen zâtta olmadığından neden bu vasıflar sende yok demeğe bezer ki bundan o zâta tahkir çıkar.) İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir…
(Hâtime: İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır. İhsan-ı İlahî ile tavsifte kanaat etmek farzdır. Cem’iyete dâhil olan, cem’iyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Muhakemat 25)
* * *
Şöhret zalimedir
Şöhret bir müstebiddir, sahibine mal eder başkasının malını. Meşhur Hoca Nasreddin letaifi içinde, zekatı -yani, onda biri onundur- asıl malı…
Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şanı garet etti bir asır mefahir-i İranı. Gasb u garetle şişti o namdar hayali..
Hurafata karıştı, attı nev’-i insanı.
(Şöhretin Cenab-ı Hakka bakan neticesi şöhret sahibini uluhiyete kadar götürdüğü gibi mahlukat canibinden şöhret sahibini ulaşılamaz insan üstü bir varlık haline getirdiği için insanlara nümune-i imtisal olamaz.
İnsanlar şöhretli insanların sözlerini sözleri revac bulmak veya tekzib olunmamak için sarfeder. Şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, garib veya kıymetdar bir şeyi asilzade göstermek için, o kıymetdar şeylerin cinsiyle müştehir olan zâta nisbet ve isnad etmektir. Yani sözleri revac bulmak veya tekzib olunmamak veyahut başka ağraz için, zalimane ve istibdadkârane, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki o adamın şanındandır, o hediye-i müstebidaneyi reddede… Muhakemat 23
Şöhretli insanların sözlerini tahkik etmek ise onların hakiki kemalatlarını gösterir. Ey hakikatı çıplak görmek isteyen zât!.. Bu mukaddemeye dikkat et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bunun ile seddolur. Hem de kıssadan hisse ve meyl-üt terakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda mahvolur. Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir. Muhakemat 24
Mübalağa yapılmadan hakikat gösterilse o hakikat istifade etmek için kafidir.
Evet hak müstağnidir. Hakikat ise, zengindir. Tenvir-i kulûba ziyaları kâfidir. Müfessir-i Kur’an olan ehadîs-i sahiha bize kifayet eder. Ve mantığın mizanıyla tartılmış olan tevarih-i sahihaya kanaat ederiz. Muhakemat 25
Allah emrettiği için yaptığı gibi; yapılan şeyin neticesini de Allah’tan bilecek. Ey şan ve şerefi, nam ve şöhreti isteyen adam! Gel, o dersi benden al. Şöhret ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. Ve insanı insanlara abd ve köle yapar. O bela ve musibete düşersen اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de, o beladan kurtul… Mesnevi-i Nuriye 83
Müstakim bir zâta teveccüh edilmesi ile onun elindeki hakikattan daha ziyade istifade edilir. Niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir. Sözler 349
Hüsn-ü zanna mesağ veriyorsunuz. Niyetle me’cur ve faidemend olacağını ihtar ediyorsunuz. Barla Lahikası 61)
* * *
Din ile hayat kabil-i tefrik olduğunu zannedenler felâkete sebebdirler
Şu jön-türkün hatası; bilmedi o bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
(İslâmiyet, iltizamdır; iman, iz’andır. Tabir-i diğerle: İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir. Eskide bazı dinsizleri gördüm ki: Ahkâm-ı Kur’aniyeye şiddetli tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette hakkın iltizamıyla İslâmiyete mazhardı; “dinsiz bir müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm ki; ahkâm-ı Kur’aniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar.. “gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar. Mektubat 34)
Medeniyet müstemir, müstevli vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi
______
{(*): Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekeratta olan dinsiz zalim medeniyete bakıyor.}
______
bozuktu, hem muzırdı; tecrübe-i kat’iyye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhya-yı din ile olur şu milletin ihyası. İslâm bunu anladı…
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkisi. İhmali nisbetinde idi
Milletin tedennisi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi…
* * *
Mevt, tevehhüm edildiği gibi dehşetli değil
Dalalet vehmidir; mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir, ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.
Kim hayatı isterse şehadet istemeli. Şehidin hayatına Kur’an işaret eder. Sekeratı tatmamış herbir şehid, kendini
Hayy biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor. Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et şuna benzer:
İki adam, rü’yada lezaiz enva’ına câmi’ güzel bahçede ikisi geziyorlar. Biri rü’ya olduğunu bilir; lezzet almıyor.
Onu müferrah etmez, belki teessüf eder. Öbürüsü; biliyor ki âlem-i yakazadır; hakikî lezzet alır, ona hakikî olur.
Rü’ya misalin zılli, misal ise berzahın zılli olmuştur. Ondan onların düsturları birbirine benziyor.
* * *
Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiaze edilmeli!
Siyaset-i medenî, ekserin rahatına feda eder ekalli. Belki ekall-i zalim, kendine kurban eder ekserîn-i avamı.
Adalet-i Kur’anî; tek masumun hayatı, kanı heder göremez, onu feda edemez değil ekseriyete, hattâ nev’in umumu…
Âyet-i مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ iki sırr-ı azîmi vaz’ediyor nazara. Biri: Mahz-ı adalet. Bu düstur-u azîmi
Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev’-i beşer, kudret nasıl bir görür; adalet-i İlahî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i daimî.
Şahs-ı vâhid, hakkını kendi feda ediyor. Lâkin feda edilmez, hattâ umum insana. Onun ibtal-i hakkı, hem iraka-i demi,
Hem zeval-i ismeti: İbtal-i hakk-ı nev’in hem ismet-i beşerin mislidir, hem naziri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî
3Hırs ve heves yolunda bir masumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mani ise harab eder dünyayı, imha eder benî-âdemi.
* * *
Za’f, hasmı teşci’ eder. Allah abdini tecrübe eder. Abd Allah’ını tecrübe edemez.
Ey hâif ve hem zaîf! Havf ve za’fın beyhude, hem senin aleyhinde; tesirat-ı haricî teşci’ eder, celbeder.
(İnsan za’fını ve havfını Allah’a karşı gösterecek, halka karşı göstermek su-i edeptir. İnsan, Cenab-ı Hakkın emrini yerine getirirken neticede başına gelecek şeyleri müsbet veya menfi düşünmeyecek. Eğer neticeyi düşünmekle bir ameli yapsa veya yapmasa Cenab-ı Hakkı tecrübe etmiş olur. Meselâ ben bu hayrı yapacağım. Bakalım sen bu hayra iyi neticeler takacamısın dese ubudiyet damından düşer.)
Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrat-ı mevhume için feda edilmez. Sana lâzım hareket, netice Allah’ındır. (Cenab-ı hakkı razı edecek amellerimiz veya ikinci derecede dünyevî menfaatlerimiz muhakkak maslahattır.)
İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana. “Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım ben” der.
Abd ise hiç yapamaz Allah’ını tecrübe. “Rabbim muvaffak etsin, ben de bunu işlerim” dese, tecavüz eder.
İsa’ya demiş Şeytan: “Madem herşeyi O yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?”
İsa dedi: “Ey mel’un! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan!.”
(Edeb-üd Din Ve-d Dünya Risalesi’nde vardır ki: Bir zaman şeytan, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’a itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve herşey kader-i İlahî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.” Hazret-i İsa Aleyhisselâm demiş ki: اِنَّ لِلّٰهِ اَنْ يَخْتَبِرَ عَبْدَهُ وَ لَيْسَ لِلْعَبْدِ اَنْ يَخْتَبِرَ رَبَّهُ Yani: “Cenab-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: Sen böyle yapsan sana böyle yaparım, göreyim seni yapabilir misin? diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenab-ı Hakk’ı tecrübe etsin ve desin: Ben böyle işlesem, sen böyle işler misin? diye tecrübevari bir surette Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine karşı imtihan tarzı sû’-i edebdir, ubudiyete münafîdir.” Lem’alar 130)
* * *
Beğendiğin şeyde ifrat etme
Bir derdin dermanı, başka derde derd olur. Panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse derd getirir, öldürür. (Meselâ Âl-i Beyte muhabbet dermandır ifrat edilince derd getirir, Allah’a dayanmak dermandır. İfrat etse Allah’a dayandım diyerek vazifeyi terk etse derd getirir. Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Muhakemat 31
Hasıl-ı kelâm: Her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikata lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Muhakemat 32)
* * *
İnadın gözü, meleği şeytan görür
İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine “melek” der, rahmeti de okutur.
Muhalif tarafında eğer meleği görse; libasını değişmiş, onu şeytan zanneder, adavet lanet eder.
(İnsan birisiyle inadlaşırsa, inadlaştığı kişiye muhalif olanlara taraftar oluyor.)
* * *
Hakkı bulduktan sonra ehak için ihtilafı çıkarma
Ey talib-i hakikat, madem hakta ittifak, ehakta ihtilaftır. Bazan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.
(O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi gibi, kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem de mübtedi’ hocalara mübareze kapısını açmasın. Kastamonu Lahikası 242)
* * *
İslâmiyet, selm ve müsalemettir; dâhilde niza ve husumet istemez
Ey Âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen düsturun bu olmalı:
“Hüvel Hakku” yerine “Hüve Hakkun” olmalı. “Hüvel Hasen” yerine “Hüvel Ahsen” olmalı…
Her müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır, başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.”
Dememeli: “Budur hak, başkaları battaldır.” Ya “Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.”
Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor, sonra maraz oluyor, niza ondan çıkıyor. Derd ile dermanlar
Taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hacat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder.
İstidad, terbiyeler, tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.
İki mizaca göre mesail-i fer’îde hakikat sabit değil, izafî ve mürekkeb, mükellefîn mizaclar (Medar-ı niza’ bir mes’ele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız, herkes bir meşrebde olmaz. Müsamaha ile birbirine bakmak, şimdi elzemdir. Kastamonu Lahikası 234)
Ona bir hisse verip, ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.
Mezhebinin hududu tayinini bırakır temayül-ü mizaca; taassub-u mezhebî tamime sebeb olur.
Tamimin iltizamı sebeb olur nizaa. İslâmiyet’ten evvel tabakat-ı beşerde derin uçurumlar,
Hem tebaüd-ü acibi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiya, tenevvü-ü şerâyi’, müteaddid mezhebler.
Beşerde bir inkılab İslâmiyet yaptırdı, beşer tekarüb etti, Şer’ etti ittihad, vâhid oldu Peygamber.
Seviye bir olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhebler…
(İşte bu müdhiş sebebin verdiği vahim neticeleri görmemenin yegâne çaresi, “dokuz emirdir.”
1 – Müsbet hareket etmektir ki; yani kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkisi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin; onlarla meşgul olmasın.
2 – Belki daire-i İslâmiyet içinde hangi meşrebde olursa olsun, medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu düşünüp ittifak ederek…
3 – Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise: “Mesleğim haktır yahud daha güzeldir” diyebilir. Yoksa başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini îma eden, “Hak yalnız benim mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek.
4 – Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-i İlahînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…
5 – Hem ehl-i dalalet ve haksızlık -tesanüd sebebiyle- cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevînin dehasıyla hücumu zamanında; o şahs-ı manevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlub düştüğünü anlayıp ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevî çıkarıp o müdhiş şahs-ı manevî-i dalalete karşı, hakkaniyeti muhafaza ettirmek.
6 – Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için…
7 – Nefsini ve enaniyetini
8 – Ve yanlış düşündüğü izzetini
9 – Ve ehemmiyetsiz rekabetkârane hissiyatını terketmekle ihlası kazanır, vazifesini hakkıyla îfa eder. Lem’alar 151)
* * *
İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var. Kudret elinde şems ve zerre birdir.
Ey birader-i kalbhüşyar! Ezdadın cem’indendir tecelli-i iktidar; lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,
Hüsnün içinde kubhu, nef’in içinde darrı, nimet içinde nıkmet, nurun içinde nârı bilir misin ki sırrı?
(S- Hakaik-i nisbiyenin ne kıymeti var ki, onun için şerler istihsan edilecek?
C- Hakaik-i nisbiye denilen şeyler, kâinatın eczası arasında bulunan rabıtalardır. Ve kâinattaki nizam, ancak hakaik-i nisbiyeden doğmuştur. Ve hakaik-i nisbiyeden kâinatın enva’ına bir vücud-u vâhid in’ikas etmiştir. Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. (Hakaik-i hakikiye, Cenab-ı Hakkın isim sıfat ünvanlarıdır. Hakaik-i nisbiye ise Cenab-ı Hakkın her bir esmasının mevcudatta olan tecellisidir. Meselâ Adl isminin kâinatta her bir mevcudatta tecellisi o mevcudun kabiliyet-i mahiyetine göredir. Her bir mevcudda tecelli eden Adl isminin birbirine nisbetine Hakaik-i nisbiye denir.) Hattâ bir zâtın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubh ve şerde şer varsa da kalildir. İşarat-ül İ’caz 27)
Hakaik-i nisbiye, sübut takarrür etsin, birşeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. Sür’at-i hareketle bir nokta bir hat olur.
(Cenab-ı Hakkın tek bir nokta hükmündeki isminin hadsiz mevcudatta tecellisi ile adeta bir hat vaziyetini alıyor.)
Çevirmenin sür’ati yapar bir lem’a-i nur, daire-i nurani. Hakaik-i nisbiye vazifesi, dünyada taneler sünbül olur. (Hakaik-i nisbiyenin mahlukata bakan ciheti; zıtların ictimaı ile imtihan açılarak çekirdek halindeki mahiyetlerin dünyada sünbül olup ahirette dal ve budak vermesi içindir. Elbette âlem-i misal ve berzahta dal ve budak verecek Sözler 322)
Kâinatın çamuru, revabıt-ı nizamı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakaik olur.
Hararette meratib, ona olmuştur sebeb tahallül-ü bürudet. Hüsündeki derecat kubhun tedahülüdür. Sebeb, illet oluyor.
Ziya zulmete borçlu, lezzet eleme medyun; sıhhat, marazsız olmaz. Cennet olmazsa belki Cehennem tazib etmez. Zemherirsiz olmuyor…
Ger zemherir olmazsa, o da ihrak edemez. O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur…
O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zâtî olur
O Zât-ı Ezelî’ye, hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, herşeye nisbeti bir, hiç bir şey ağır olmuyor.
O kudretin ziyasına Güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü âyine, şebnemlerin gözleri birer mir’at olmuştur.
Denizin geniş yüzü, gösterdiği güneşi çin-i cebînindeki katreler de gösterir, şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.
Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında, kudreti tanzir eder; şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.
Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir; gözbebeği bir nurdur ki şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.
Semavat bir denizdir; bir nefes-i Rahman’la (Rahman isminin tecellisiyle) çin-i cebînlerinde mevcelenip (İnsanın alnındaki kırışıklığa teşbih edilmiş sanki esmanın semavatta tecellisi dalgalanarak nücum ve şümusta tecelli ediyor.), katarat ki nücum ve hem şümustur.
Kudret tecelli etti, o katarata serpti nurani lemaatı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem’a timsaldir.
O feyz-i tecellînin küçücük bir aksidir o katre-misal güneş. Eder mücellâ camını o lümey’a zücace dürri-misal parlıyor
O şebnem-misal yıldız latif gözü içinde, bir yer yapar lem’aya, lem’a olur bir sirac, gözü olur zücace, misbahı nurlanıyor.
(Bu makamda izahatı yapılan sırları yalnız Kudret için değil İlim, İrade ve sair sıfatlar için de düşünebiliriz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın Vücudu zâti olduğu gibi sıfatları da zatidir.)
(Önce kaide gösterilecek sonra kaide kâinata tatbik edilecek böylece Kudret-i İlahiyyenin zâti olduğu isbat edilmiş olunacak. Yoksa Kudretin zâti olması kuru kuruya bir kabul değildir. Kaide şöyledir.
Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.
Bir şeyin zıddı yoksa o şeyde mertebeler bulunmaz.
Bir şeyde mertebeler bulunmazsa hiçbir icad ona ağır gelmez
Hiçbir icad ona ağır gelmezse o şeyin herşeye olan nisbeti müsavidir.
O şeyin herşeye olan nisbeti müsavi ise en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur.
İşte bu mezkûr kaideye binaendir ki:
- Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymetdar ve
- Gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı
Olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıkların bir tekini yapmak bütün hepsini yapmak kadar kolay olur.
Madem en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi kolay olur. Elbette kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir.
Madem kudretin herşeye olan nisbeti müsavidir. Elbette hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez.
Madem hiçbir şeyin icadı ona ağır gelmez. Elbette kudretinde mertebeler bulunmaz.
Madem kudretinde mertebeler bulunmaz. Elbette kudretin zıddı olan acz tedahül etmez.
Madem kudretin zıddı olan acz tedahül etmez. Elbette kudret-i İlahiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdes’in lâzım-ı zarurîsidir.)
* * *
Meziyetin varsa hafa türabında kalsın; tâ neşvünema bulsun
Ey zîhâssa-i meşhure! Taayyünle zulmetme, ger perde-i hafanın altında sen kalırsan, ihvanına verirsin ihsan ve bereketi.
Herbir ihvanın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimali, herbirine celbeder bir nazar-ı hürmeti.
Eğer taayyün edip perde altından çıksan, mükrim iken altında; üstünde zalim olursun. Güneş iken orada; burada gölge edersin.
İhvanını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zalim birer emirdir, sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.
Nerede kaldı yalancı tasannu’ ve riya ile kesb-i teşahhus-u şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlahî, hem o nizam-ı ahsen
Bir ferd-i fevkalâde, kendi nev’i içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.
İşte sana misali: İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum’ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.
Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esma-ül hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam. Bu misallerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen
İbhamda izhar eder, ihfada isbat eder. Meselâ: Ecelin ibhamında bir müvazene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.
Kefeteyn-i havf u reca, hizmet-i ukba, dünya; tevehhüm-ü bekaî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene mübhem bir ömür olsa ahsen
Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zira nısfı geçerse, her saati geldikçe güya adım atarak dar ağacına gidersin
Şey’en şey’en üzülmek.. vehm de teselli vermez, sen de rahat etmezsin…
* * *
Allah’ın rahmet ve gazabından fazla tahassüs hatadır
Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.
(Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir. Kastamonu Lahikası 75)
Allah’ın gazabından fazla gazab edilmez.
Öyle ise işi bırak o Âdil-i Rahîm’e. Fazla şefkat elemdir, fazla gazab zemîme…
* * *
İsraf sefahetin, sefahet sefaletin kapısıdır
Ey müsrifli kardeşim! Tegaddi noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsavi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç sâniyede bîhûşe verir nûşe.
Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika; bedene, hem mideye kapıcı, müfettişe.
Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek! Nûş verirsin o bîhûşe
Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine onbir kuruşu vermek, olur şeytanî pişe.
İsrafın en sefihi, tebzirin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi; heves etme bu işe…
(Cenab-ı Hakkın verdiği her cihazın hakk-ı hayatını vermek iktisad, vermemek hısset fazla vermek ise israftır. İsraf olmamasının şartı yüzde beşi geçmemektir. Madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın. Lemalar – 140
Yüzde beş meselesi; Aynı kalitede olan emsal malların alımında sırf marka gibi hevese hitab eden şeylerde ancak yüzde beş oranında bir fiyat fazlalığı olabilir. Misal olarak aynı kalitede iki gömleğin fiyatı biri 100 lira ise diğerinin markasından ötürü fiyatı ancak 105 lira olursa alınabilir. Markadan sebeb 106 lira olan gömlek alınmaz.)
* * *
Zaika telgrafçıdır, telziz ile baştan çıkarma
_______
{(*): İktisad Risalesi’nin çekirdeğidir. Belki on sahife olan İktisad Risalesini kabl-el vücud on satırda okumuş.}
_______
Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudud karakolu, hem
Muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sagirde damarları telefon, a’sabları telgraf hükmüne vaz’eylemiş. Şâmme telefonu, hem
Telgrafa zaika inayet memur etmiş. O Rezzak-ı Hakikî, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife; taam ve levn ve hem
Rayiha. İşte şu havass-ı selâse, o Rezzak canibinden birer ilânnamesi, birer davetnamesi, bir izinnamesi, hem
Bir dellâldır ki muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur. Mürtezik hayvanlara zevk ve rü’yet ve şemm, birer âlet vermiş. Hem
Taamları muhtelif zînetlerle süsletmiş; hevaî gönülleri avutup, lâkaydları tehyic ile cezbetmiş. Vakta, taam girse hem
Ağıza, birdenbire zaika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktarına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nev’i, hem
Çeşitleri de söyler. Hacetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezik, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir. Hem
Kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür. İnayet tarafından madem buna memurdur; zevkle baştan çıkarma. Hem
Telziz ile aldatma. Sonra o da unutur doğru iştiha nedir, bir iştiha-yı kâzib gelir; başına çatar. Hatası, maraz ile hem
İlletlerle cezalar gelir. Hakikî lezzet hakikî iştihadan çıkar, doğru iştiha sadık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide, şah hem
Geda beraber. Hem bahemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened eleme olur merhem.
* * *
Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir
Şu noktaya dikkat et; nasıl olur niyetle mubah âdât, ibadat… Öyle tarz-ı nazarla fünun-u ekvan, olur maarif-i İlahî…
Tedkik dahi tefekkür, yani ger harfî nazarla, hem san’at noktasında “ne güzeldir” yerine “ne güzel yapmış Sâni’, nasıl yapmış o mâhi”
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem’a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlahî. Eğer mana-yı ismiyle, tabiat noktasında, “zâtında nasıl olmuş” eğer etsen nigahı,
Bakarsan kâinata, daire-i fünunun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatlar, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvahı…
* * *
Böyle zamanda tereffühte izn-i Şer’î bizi muhtar bırakmaz
Lezaiz çağırdıkça “Sanki yedim” demeli. Sanki yedim düstur eden, bir mescidi yemedi. {(*): İstanbul’da Sanki Yedim namında bir mescid var. “Sanki Yedim” diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.}
Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.
Şimdi ise, ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i Şer’î kalmadı.
Sevad-ı a’zam, hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tegaddi besatetiyle onlara tâbi’ olmak
Bin kerre müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tegaddide tereffüh noktasında benzemek…
* * *
Zaman olur ki, adem-i nimet nimettir
Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona racihtir.
Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur.
* * *
Her musibette, bir cihet-i nimet var
Ey musibetzede! Musibetin içinde bir nimet münderiçtir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır
Bir derece-i hararet, her musibette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin
Dereceyi görerek Allah’a çok şükür et. Yoksa isti’zamla ürkersen, “of of”la üflersen, o da aksine şişer.
Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalbde olan misali, döner hakikat olur;
Hakikattan ders alır. Sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor…
* * *
Büyük görünme küçülürsün
Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mizanı bilmeli: Her adam için elbet cem’iyet-i beşerde, içtimaî binada,
Görmek (Kendini yüksek görmek) görünmek (kendini yüksek göstermek) için şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere, kamet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetavül edecek,
Uzanacak. Ger pencere, kamet-i himmetinden alçaksa, tevazu’la tekavvüs edecek, eğilecek.
Kâmillerde, büyüklük mikyasıdır küçüklük. Nâkıslarda, küçüklük mizanıdır büyüklük…
(Böyle pek ağır şerait altında iman kurtarmak hizmeti, herşeyin fevkindedir. Şahsî makamlar ve hüsn-ü zanların ilâve ettikleri meziyetler, böyle dağdağalı, sarsıntılı hallerde hüsn-ü zanlarını kırmakla muhabbetleri azalır ve meziyet sahibi dahi onların nazarlarında mevkiini muhafaza etmek için tasannua ve tekellüfe ve sıkıntılı vakara mecburiyet hisseder. İşte hadsiz şükür olsun ki, bizler böyle soğuk tekellüflere muhtaç olmuyoruz. Şualar 307)
* * *
Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir
(Kur’an “sâlihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler. Nev’den nev’e geçtikçe değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir. Meselâ: Cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebebdir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebeb olabilir. Sünuhat-Tuluat-İşarat ( 5 )
Bir haslet.. yer ayrı, sîma bir. Kâh dev, kâh melek, kâh sâlih, kâh tâlih; misali şunlardır:
Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.
Kavînin bir zaîfe karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaîfte, tezellül ve riyadır.
Bir ulü-l emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.
Hanesinde bulunsa mahviyeti tevazu’, ciddiyeti kibirdir.
Mütekellim-i vahde olsa eğer bir zâtta: Müsamaha, hamiyet. Fedakârlık; bir haslet, bir amel-i sâlihtir.
Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta: Müsamaha, hıyanet. Fedakârlık; bir sıfat, bir amel-i tâlihtir.
Tertib-i mebadide tevekkül, tenbelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.
Semere-i sa’yine, kısmetine rıza ise, memduh bir kanaattır, meyl-i sa’ye kuvvettir.
Mevcud mala iktifa, mergub kanaat değil; belki dûn-himmetliktir. Misaller daha çoktur.
Kur’an mutlak zikreder, sâlihat ve takvayı. İbhamında remz eder makamatın tesiri. Îcazı bir tafsildir. Sükûtu geniş sözdür.
* * *
“El-Hakku Ya’lû” bizzât, hem akibet muraddır
Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: “Madem (El-hakku ya’lû) haktır. Neden kâfir, müslime; kuvvet hakka galibdir?”
Dedim: Dört noktaya bak! Bu müşkil de hallolur.
Birinci nokta şudur:
Her hakkın her vesilesi hak olması lâzım değildir. (İttihad ve ittifak galibiyetin vesilesi iken bu vesile batıl kişiler tarafından tutulduğu için hakka galib gelebilir.)
Öyle de, her bâtılın her vesilesi bâtıl olması, yine lâzım değildir. Neticesi şu çıkar: Hak olan bir vesile, bâtıl vesileye galibdir.
Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlubdur. Muvakkaten, bilvasıta olmuştur. Yoksa bizzât, hem daima değildir.
Lâkin akibet-ül akibe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, (Buradaki kuvvet vesiledir.) bir sırr-ı hilkati var.
İkinci nokta şudur:
Her müslimin her vasfı müslim olmak vâcib iken, haricen her dem vaki’, sabit değildir.
Öyle de: Her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.
Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de her dem sabit değildir.
Demek bir kâfirin müslim olan bir vasfı, müslimdeki lâmeşru’ vasfına galib olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galibdir.
Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.
Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelal’in iki vasf-ı kemalden iki Şer’i tecelli; vasf-ı iradeden gelen meşietle takdirdir,
O da şer’-i tekvinî… Vasf-ı Kelâm’dan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evamire karşı itaat, isyan
Nasıl olur. Öyle de tekvinî evamire itaat ve isyan olur. Birincisi galiba dâr-ı uhrada görür,
Mücazatı, sevabı. İkincisi ağleba dâr-ı dünyada çeker, mükâfat ve ikabı. Meselâ: Nasıl sabrın mükâfatı zaferdir;
Ataletin mücazatı sefalet. Öyle de, sa’yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfat. Zehirin ikabı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattır.
Bazan iki şeriat evamiri, bir şeyde beraber müctemi’dir. Her birine bir cihet…
Demek tekvinî emre itaat ki bir haktır. İtaat galib olur, o emrin isyanına ki bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesile olmuş olursa bir hak, vaktaki galib olsa
Bir bâtıla ki, olmuş o da vesile-i hak. Bilvasıta bir hakkın bir bâtıla mağlubdur. Fakat bizzât değildir.
Demek “El-hakku ya’lû” bizzât demektir. Hem akibet muraddır, kayd-ı haysiyet maksuddur.
Dördüncü nokta şudur:
Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur, hem mahşuş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
Mühezzeb ve müzehheb yapmak için, muvakkat bâtıl ona musallat, tâ ki sebike-i hak ne miktar lüzum vardır
Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebadide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. “Akibet-ül müttakin” ona vurur bir darbe!
İşte bâtıl mağlubdur. “El-hakku ya’lû” sırrı onu çarpar ikaba; işte hak da galibdir.
(Maksadımız: Dinî cemaatlar maksadda ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreblerde ittihad mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklid yolunu açar ve “Neme lâzım, başkası düşünsün” sözünü de söylettirir. Hutbe-i Şamiye 99)
* * *
Bir kısım desatir-i içtimaiye
İçtimaî heyette düsturları istersen:
1-Müsavatsız adalet, önce adalet değil.
2-Temasülse, tezadın mühim bir sebebidir.
3-Tenasübse tesanüdün esası.
4-Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. (Kendinin faziletsiz olduğunu bilen insan faziletli insanlar arasında küçük görünmemek için kibirlenebilir.)
5-Za’f-ı kalbdir gururun madeni. (Kalbin hastalığı neticesinde fazileti kendinden bilen insan gururlanır.)
6-Olmuş acz, muhalefet menşei.
7-Meraksa ilme hocadır.
8-İhtiyaçtır terakkinin üstadı.
9-Sıkıntıdır muallime-i sefahet. Demek sefahetin menbaı sıkıntı olmuş. Sıkıntı ise madeni: Yeisle sû’-i zandır,
10-Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, (Bir hakikatı anlayamamak veya yaşayamak kalbi zulmette bırakır.)
israf-ı cesedîdir.
* * *
Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış, yuvalarına dönmeli
(Beşerin tesettürsüzlükle yoldan çıkması; fıtratların bozulmasıyla, âhiretteki birlikteliğin unutulmasıyla, dünya hayatındaki saadetin vesilesi olan emniyet ve sadakat, hürmet ve muhabbetin kalkmasıyla, nikâha rağbetin kalkıp hayat-ı içtimaiyi bozmasıyla yoldan çıkmıştır.)
اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ السُّفَهَاءُ بِالْهَوَسَاتِ ٭ اِذًا تَرَجَّلَ النِّسَاءُ النَّاشِزَاتُ بِالْوَقَاحَاتِ
(Kadınların erkekleşmesi ise kadınların hürriyet-i nisvan adı altında hayat-ı içtimayede her alanda bil fiil bulunması şeklinde görülmektedir. Bunun sebebi ise erkeklerin kadınların peşinde kendilerini beğendirmek için koşmalarıdır. Halbuki kadınlar hilkaten zaîf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var. Lem’alar 196)
(Bekârlık, bîkârların kârıdır. Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. İzdivac, tasfiye tehzib eder. Sünühat – 117)
______
{(*): Tesettür Risalesi’nin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkûmiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedî mahkûm ve mahcub eylemiş.}
______
Mimsiz medeniyet, taife-i nisayı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metaı yapmış. Şer’-i İslâm onları
Rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zînetleri.
Haşmetleri, hüsn-ü hulk; lütf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemali, şefkat; eğlencesi, evlâdı. Bunca esbab-ı ifsad, demir-sebat kararı
Lâzımdır tâ dayansın. Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe (Erkeklerin hevesi uyandığından) riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları! (Erkeklerin kadınlaşması: his ve hevese esir olup riya, rekabet, hased gibi kadınlara has hasletlerin erkeklere geçmesindendir.) Demek inkişaf-ı nisvandan, medenî beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.)
Yatmış olan hevesat, birdenbire uyanır. Taife-i nisada serbestî inkişafı, sebeb olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birdenbire inkişafı.
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri. (Hevesperane seyyiata giren insanların ulvi hissiyatları bozulduğu için hırçınlık gösterip konulan emir ve yasakları kırmak ister. Veyahut daha çok seyyiata girmek için de hırçınlık gösterebilir.)
______
{(**): Nasıl meyyite bir karıya nefsanî nazarla bakmak nefsin dehşetle alçaklığını gösterir. Öyle de, rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür.}
______
Memnu’ heykel, suretler:
- Ya zulm-ü mütehaccir,
- Ya mütecessid riya,
- Ya müncemid hevestir.
- Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları.
(Uzza denilen sanemi tahrib ettikleri vakit, siyah bir kadın şeklinde, o sanem içinden bir cinniye çıktı. Mektubat – 157)
* * *
Tasarruf-u kudretin vüs’ati, vesait ve muinleri reddeder
O Kadîr-i Zülcelal; tasarruf-u kudreti tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre-misal
Nev’-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vasi’dir. İki zerre beyninde cazibeyi ele al;
Git de tâ Şemsüşşümus ve Kehkeşan beynindeki cazibenin yanında koy. Yükü bir kar danesi bir melek, şemsi ele almış bir şems-misal
Meleğin yanına getir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yanyana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelal
Tecelli-i vasii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Cazibe ve nevamis, vesail-i pür-seyyal
Gibi örfî emirler; tecelli-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması.. odur yalnız meal.
(Evet kanun emirdendir, (Kanun hariçte vücuda çıkmayan Cenab-ı Hakkın ilminde olan emirlere düsturlara denir.)
namus iradedendir. (Namus hariçte vücuda çıkan Cenab-ı Hakkın irade ettiği düsturlara denir.) Mesnevi-i Nuriye 59)
Başka meali olmaz, beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki: Esbab-ı hakikî, vesait-i zî-misal,
Muinler, hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhal, o kudret nazarında.. hayat vücuda kemal,
Makamı büyük, mühimdir; buna binaen derim: Küremiz, âlemimiz neden muti, müsahhar olmasın hayvan-misal.
O Sultan-ı Ezel’in bu tarz hayvan tuyuru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezada, muhteşem ve pür-cemal.
Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor, onlardaki nağamat, bunlardaki harekât; tesbihattır o akval,
İbadettir o ahval, Kadîm-i Lemyezel’e, Hakîm-i Lâyezal’e. Küremiz hayvana pek benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse bilfarz-ıl muhal,
Minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karib bir ihtimal.
Âlemimiz insan kadar küçülse; yıldızları, zerreler suretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi caiz olur, akıl da bulur mecal.
Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer muti’ müsahhar Hâlık-ı Lemyezel’e, Kadîr-i Lâyezal’e.
Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez; zira daha cezaletlidir saat-ı hardal-misal,
Bir saattan ki timsali Ayasofya kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezadır filden, o mahluk-u bîfasal.
Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü ferd üstüne esîrin cevahir-i ferdiyle yazılsa bir Kur’an ki, sıgar-ı sahife nisbeti, bir kibr-i san’at-meal
Sahife-i semada yıldızlarla yazılan bir Kur’an-ı Kerim’e cezaletle müsavi. Nakkaş-ı Ezelî’nin san’atı her tarafta pürcemal ve pürkemal.
Her tarafta böyledir. Derece-i kemalde kalemdeki ittihad, tevhidi ilân eder. Bu kelâm-ı pür-meal; iyi bir dikkate al!
* * *
Melaike bir ümmettir; şeriat-ı fıtriye ile memurdur
(Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabehetleri yoktur. Çünki onların nezaretleri sırf Cenab-ı Hakk’ın hesabıyladır ve onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız rububiyetin tecelliyatını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalaa etmek ve evamir-i İlahiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o nev’in ef’al-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhâssa zeminin tarlasındaki nebatata nezaretleri, onların tesbihat-ı maneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-ı Zülcelal’e karşı takdim ettiği tahiyyat-ı maneviyelerini melek lisanıyla ilân etmek; hem onlara verilen cihazatı, hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Melaikelerin şu hizmetleri, cüz’-i ihtiyarîleriyle bir nevi kesbdir. Belki bir nevi ubudiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikîleri yoktur. Sözler 354)
Şeriat-ı İlahî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş, iki insan muhatab, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı iradeden gelen şer’-i tekvinî.
(Şu hilkatte cari olan namuslar, kanunlar kâinatın hayatdar olmasına kâfi gelir. Çünki o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar; itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır, ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melaike denilen ibadullah olmazsa; o namuslara, o kanunlara bir vücud taayyün edemez. Bir hüviyet teşahhus edemez. Bir hakikat-ı hariciye olamaz. Halbuki hayat, bir hakikat-ı hariciyedir. Vehmî bir emr, hakikat-ı hariciyeyi yüklenemez. Sözler 510)
İnsan-ı ekber olan âlemin ahvalini, hem de harekâtını ki ihtiyarî değil, tanzim eden şer’dir. O meşiet-i Rabbanî
Yanlış bir ıstılahla tabiat da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanın ef’âlini,
Ki ihtiyarî olmuş, tanzim eden şer’dir. İki şer’ bir yerde bazan eder içtima’. Melaike-i İlahî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhanî
Birinci şer’a olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibad-ı müsebbihtir (Nezaret ettiğinden müsebbihtir.). Bir kısmı da müstağrak, (Amel işlemesiyle müstağrak oluyor.) arşın mukarrebîni.
(Evet nasılki beşer bir ümmettir, “Kelâm” sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, (Hamele; şer’i emirleri işleyen ibadullaha bakıyor.) mümessilleri, (Mümessil; şer’i kanunları işleyen ibadullahın şahs-ı manevisini temsil eden Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’a bakıyor.) mütemessilleridir. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın şer’i kanunlarını işleyen ibadullahın şahs-ı manevisinin her asırda temessülüne vasıta olan Müceddidlere bakıyor.) Öyle de: Melaike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı “İrade” sıfatından gelen Şeriat-ı Tekviniyenin hamelesi, (Hamele; tekvini emirleri işleyen melaikeye bakıyor.) mümessili (Mümessil; tekvini kanunları işleyen melaikelerin ilim nev’inden şahs-ı manevisini temsil eden Cebrail Aleyhisselama bakıyor.) ve mütemessilleridirler. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın tekvini kanunları ortaya çıkdıktan sonra bu kanunları işleyen melaikenin şahs-ı manevisinin tasarrufatı anında temessülüne vasıta olan melaike-i izama bakıyor.) Müessir-i Hakikî olan Kudret-i Fâtıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tâbi’ bir nevi ibadullahtırlar ki; ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler. Sözler 511)
* * *
Madde rikkat peyda ettikçe, hayat şiddet peyda eder
Hayat asıl, esastır; madde ona tâbi’dir, hem de onunla kaimdir. Bir hurdebînî huveyn havass-ı hamsesiyle, insanın havassını
(Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona müsahhar kalsın ve tâbi’ olsun. Belki madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşahede madde, mahdum değil ki herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur. Sözler 509)
İşte hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni’-i Zülcelal’i ve Hakîm-i Zülcemal’i, bu camid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun manasını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasib ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin? Sözler 514
Madem, güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının manevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşahede bulunabilirler. Ve madde ile mukayyed bir cüz’î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Sözler 611)
Müvazene edersen, görürsün; insan ondan ne derece büyükse, havassı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini.
Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havassı hayret-feza; hayatı şu’le-feşan; rü’yeti de berk-âsâ bir nur-u âsumanî.
İnsan, bir kitle-i mevattan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyratından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.
اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ (يس) كُتِبَتْ فِيهَا سُورَةُ (يس) فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
(Hurdebini bir huveynenin havassı ile insanların havassı arasında münasebet vardır.)
* * *
Maddiyyunluk, bir taun-u manevîdir
Maddiyyunluk bir taun-u manevî, beşere de tutturdu şu müdhiş bir sıtmayı
______
{(*): Eski harb-i umumîye işaret eder.}.
______
Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlahî, telkin hem de taklid,
Tenkide kabiliyet-i tevessüü nisbeten, o taun da ediyor tevessü’ ve intişar. Telkini fenden almış, medeniyetten taklid.
Hürriyet, tenkid vermiş, gururundan dalalet çıkmış.
(İ’lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir! Sen, kendi nefsini aşağı göstermeye ve nedamet ederek kusurlarını ilân etmeye hakkın var. Fakat şeair-i İslâmiyeye zıd ve muhalif olan herzeler ile İslâmiyeti lekelendirmeğe kat’iyyen hakkın yoktur.
Seni kim tevkil etmiştir? Fetvayı nereden alıyorsun? Hangi hakka binaen milletin namına, ümmetin hesabına İslâmiyet hakkında hezeyanları savurarak dalaletini neşr ve ilân ediyorsun? Milleti, ümmeti kendin gibi dâll zannetme. Dalaletini kime satıyorsun? Burası İslâmiyet memleketidir, Yahudi memleketi değildir. Cumhur-u mü’minînin kabul etmediği bir şeyin gazete ile ilânı, milleti dalalete davettir, hukuk-u ümmete tecavüzdür. Bir adamın hukukuna tecavüze cevaz-ı kanunî olmadığı halde, koca bir milletin belki âlem-i İslâmın hukukuna hangi cesarete binaen tecavüz ediyorsun? Ağzını kapat!.. Mesnevi-i Nuriye 89)
* * *
Vücudda atalet yok. İşsiz adam, vücudda adem hesabına işler.
En bedbaht sıkıntılı muzdarib, işsiz olan adamdır; zira ki atalet: Vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.
Sa’y ise: Vücudun hayatı, hem hayatın yakazasıdır elbet!
(Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir. Hayatın kıymetini tenzil eder. Ömrün lezzetini sıkıntıya kalbeder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete, ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymetdar ömrüne adavet edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor. Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. “Aman Güneş batmadı, ya gece bitmedi” diye sıkıntısından of! of! etmiyor. Evet gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor; ne haldesin? Elbette, aman vakit geçmiyor, gel bir şeş-beş oynayalım, veyahud vakti geçirmek için bir eğlence bulalım, gibi müteellimane sözleri ondan işiteceksin.. veyahud tûl-i emelden gelen, bu şey’im eksik, keşke şu işi yapsaydım gibi şekvaları işiteceksin. Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor; ne haldesin? Aklı başında ise diyecek ki: “Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk Güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum, fakat bu da geçer, herşey böyle çabuk geçiyor.” diye, manen ömür ne kadar kıymetdar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor. Demek meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor. Lemalar – 216
Kardeşlerim, ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Demek vazifemiz Nurlarla iştigaldir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir. Şualar – 523
Ya Rabbi! Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’aniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Âmîn! Şualar – 329)
* * *
Riba, İslâm’a zarar-ı mutlaktır
Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her
Dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır; onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır, onlar da zalimler. Her
Dem zalimlerdeki nef’i en fena kısmınadır, onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâm’a bir zarar-ı mutlaktır. Mutlak beşer her
Dem refahı nazar-ı şer’îde yoktur; (Yani âlem-i İslâm içinde ribadan dolaylı veya doğrudan zarar görenler varken diğer tüm insanlık fayda dahi görse Kur’anın hükmünce ribaya girilmez. Zira harbî gâvurlar İslâma hürmetsiz ve âlem-i İslâm’ı sefahete irtikab ettirmek için her türlü zulüm ve sefaheti irtikab etmek için banka gibi kaplarda topladığı paralarla manen ve maddeten ezdiklerinden ribaya girilmez.) zira harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir her
Dem… (Demi hederdir, yani ellerine fırsat geçtiği her zaman âlem-i İslâmın kanını heder etmişlerdir.)
(Medeniyet, bütün cem’iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir. Sözler 409)
(İhsanlar zekat namına olmazsa, üç zararı var. Bazan da faidesiz gider. Çünki Allah namına vermediğin için, manen minnet ediyorsun; bîçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenab-ı Hakk’ın malını ibadına vermek için bir tevziat memuru olduğun halde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfran-ı nimet ediyorsun. Eğer zekat namına versen; Cenab-ı Hak namına verdiğin için bir sevab kazanıyorsun, bir şükran-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeğe mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet zekat kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riya ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak nerede? Zekat namına o iyilikleri yapıp, hem farzı eda etmek, hem sevabı, hem ihlası, hem makbul bir duayı kazanmak nerede? Mektubat 274)
* * *
______
{(*): Otuzbeş sene evvel yazılan bu makam, bu sene yazılmış tarzını gösteriyor. Demek Ramazan bereketiyle yazdırılmış bir nevi ihbar-ı gaybîdir.}
______
Kur’an, kendi kendini himaye edip hâkimiyetini idame eder
Bir zâtı gördüm ki yeis ile mübtela, bedbînlikle hasta idi. Dedi: Ülema azaldı, kemmiyet keyfiyeti. Korkarız dinimiz sönecek de bir zaman
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, iman-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an
Olan İslâmî şeair, dinî minarat, İlahî maabid, şer’î maalim itfa olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be-an!..
Her bir mabed bir muallim olmuş tab’ıyla tabayie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisan-ı hali eder telkin-i dinî; hatasız, hem bînisyan.
Herbir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor. Mürur-u a’sar ile sebeb-i istimrar-ı zaman.
Güya tecessüm etmiş envâr-ı İslâmiyet, şeairi içinde. Güya tasallüb etmiş zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u iman.
Güya tecessüd etmiş ahkâm-ı İslâmiyet, maâlimi içinde. Güya tahaccür etmiş erkân-ı İslâmiyet, avalimi içinde. Birer sütun-u elmas. Onunla murtabıttır zemin ile âsuman.
Lâsiyyema bu Kur’an-ı hatib-i mu’ciz-beyan; daima tekrar eder bir hutbe-i ezelî, aktar-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiç bir mekân;
Nutkunu dinlemesin, talimi işitmesin. اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla hâfızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilavet ise, ibadet-i ins ü cânn.
Onun içinde talim, hem müsellematı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyat, kalbolur müsellemata hem döner bedihiyata. İstemez daha beyan.
Zaruriyat-ı dinî, nazariyattan çıkıp zaruriyat olmuştur. Tezkir ise kâfidir. İhtar ise vâfidir. Şâfîdir her dem Kur’an.
İhtara, hem tezkire, şu intibah-ı İslâm, hem içtimaî yakaza her birine veriyor: Umuma ait olan delail ve hem mizan.
Madem içtimaî hayat İslâmda başlamıştır; her birinin imanı kendine mahsus olan delile münhasıran değil; müstenid vicdan.
Belki cemaatın kalbinde gayr-ı mahdud esbaba dahi eder istinad. Hattâ cây-ı dikkattir: Bir mezheb-i zaîfi, mürur ettikçe zaman,
İbtali müşkil olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi, iki metin esasa hem istinad etmiştir; hem bu kadar a’sarda nafizane hükümran!..
Râsih esaslarıyla, bahir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peyda etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş; nasıl küsufa girer.. küsuftan çıkmış el’ân!
Fakat maatteessüf, bazı zevzek kefere, safsatalı adamlar şu kasr-ı âlînin metin esaslarına ilişir buldukça imkân.
Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz, sussun şimdi dinsizlik! İflas etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.
Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan
Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan.
En mütesallib olmalı, en müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma’kes-i nur-u iman.
Bazan da mücahiddir, bazan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pek çok ihtimaller kalb içine girmese, sarsılmaz iman, vicdan.
Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa; ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman.
Kalb ile vicdan, mahall-i iman. Hads ile ilham, delil-i iman. Bir hiss-i sâdis; tarîk-ı iman… Fikr ile dimağ, bekçi-i iman.
* * *
Talim-i nazariyattan ziyade, tezkir-i müsellemata ihtiyaç var
Zaruriyat-ı dinî, müsellemat-ı Şer’î; kulûblerde hasıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.
(Müsellemat: Teslim olunan hükümler)
Matlub da hasıl olur. İbare-i Arabî
______
{(*): On sene sonra gelen bir hâdiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.}
______
daha ulvî ediyor tezkiri, hem ihtarı.
Onun için Cum’ada hutbe-i Arabiye, zaruriyatı ihtar, müsellematı tezkir, maalkifaye olur onun tarz-ı tezkiri.
Nazariyatı talim onda maksud değildir. Hem İslâmın vahdanî sîmasında şu Arabî ibare bir nakş-ı vahdettir; kabul etmez teksiri.
* * *
Hadîs der âyete: Sana yetişmek muhal!
Hadîs ile âyeti müvazene edersen, bilbedahe görürsün beşerin en beligi, vahyin de mübelliği, o dahi baliğ olmaz
Belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki: Lisan-ı Ahmedî’den gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.
(Hâdisin âyete yetişememesinin sebebi yedi noktada Îcaz ile Beyan İ’caz-ı Kur’an bahsinde izah ediliyor.)
* * *
Îcaz ile Beyan İ’caz-ı Kur’an
(Burası Yirmibeşinci Söz’ün hülasası hükmündedir. Yedi nevi Mu’cizeliği gösterilmiştir.
1- Belagat: Muktezayı hale mutabık söz söylemektir. Beş kısma ayrılır. 1- Nazmında cezalet, 4- Lafzında fesahat, (Usandırmaması) 2- Manasında belâgat, 3- Üslûbunda bedaat var. İşlenmemiş bir yolda gitmiş. Huruf, maksad, âyât, kelime, kelimat, sure itibariyle misalleri vardır 5- Beyanında dahi faik bir beraat vardır. (Tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irşad, ifham ve ifham gibi bütün aksam-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyanat-ı Kur’aniye en yüksek mertebededir.) (Birinci Şule: Birinci Şua)
2- İhbarat-ı Gaybiyesidir. Üç kısıma ayrılmıştır. Mazi, müstakbel ve Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir. (Birinci Şule Üçüncü Şua Birinci Cilve)
3- Camiiyet-i harikasıdır. Beş kısma ayrılır. Lafzındaki, Manasındaki, İlmindeki, Mebahisindeki ve Kur’anın üslûb ve îcazındaki câmiiyet-i hârikadır. Bunda “Beş Işık” var. (Birinci Şule İkinci Şua)
4- Şebabetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. (Birinci Şule Üçüncü Şua Birinci Cilve)
5- Yaptığı nakiller nakil tarzıdır.
6- Dini tazammun etmesi içine almasıdır.
7- Herbir âyetinde bu altı harikalığın bulunmasıdır.)
Bir zaman rü’yada gördüm ki:
Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihanı. (Bu sarsıntı menfi dahi görünse neticesi müsbet olmuştur.)
(Eski Harb-i Umumî’den evvel ve evâilinde, (evvel ve evailinde denilmesi rüyadaki aynı hakikat farklı zamanlarda farklı suretlerde göründüğüne bir işarettir. Bazen rüyayı sadıka bazende evliyaların keşfiyatları suretinde görülmüştür.) bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki:
Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım.
Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. (Yani büyük bir inkılâb olacak. Lemaatta dar manada insanların fikir aleminde inkılab olacağına ve birbirinden farklı fikir akımlarının çıkacağına işaret ettiği gibi geniş manada ise Âlem-i İslâm dağ suretinde iken Osmanlının parçalanması ile İslâm ülkeleri birbirinden ayrılacak paramparça olacağına işaret etmiştir.)
O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. Mektubat – 368
(Kastamonu Lahikası sayfa 30’da geçtiği gibi “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı, bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan, dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun bâhusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan
1- İslâmî esaslar ve (Emirdağ 2 sayfa 53’te geçtiği gibi
A. Nurlar, mektebleri tam nurlandırmağa başladı. Mekteb şakirdlerini medrese talebelerinden ziyade Nurlara sahib ve naşir ve şakird eyledi.
B. İnşâallah medrese ehli yavaş yavaş hakikî malları ve medrese mahsulü olan Nurlara sahib çıkacaklar. Şimdi de çok müftülerden ve çok ülemalardan Nurlara karşı çok iştiyak görülüyor ve istiyorlar.
C. Şimdi en mühim tekyeler ehli, ehl-i tarîkattır. Bütün kuvvetleriyle Nur Risalelerini nurlandırmaları ve sahib çıkmaları lâzım ve elzemdir.
a) Mekteb
b) Medreseler
c) Tekkeler)
2- Cereyanlar ve
3- Şeairler kırılması ile bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla o geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor.)
Füc’eten bir adam yanımda peyda oldu. Dedi ki: Îcaz ile beyan et, icmal ile îcaz et, bildiğin enva’-ı i’caz-ı Kur’anı!
Daha rü’yada iken tabirini düşündüm, dedim: Şuradaki infilâk, beşerde bir inkılaba misal. İnkılabda ise elbet hüda-yı Furkanî,
Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ’cazının beyanı, zamanı da gelecek! O sâile cevaben dedim: İ’caz-ı Kur’anî,
(Belagatın tarifi: 1- Nazmında cezalet, 4- lafzında fesahat, 2- manasında belâgat, 3- üslûbunda bedaat var. 5- Beyanında dahi faik bir beraat vardır. Sözler 380)
Yedi menabi-i külliyeden tecelli, hem yedi anasırdan terekküb eder. Birinci Menba’: 1- Lafzın fesahatından selaset-i lisanı;
2- Nazmın cezaletinden, 3- mana belâgatından, 5- mefhumların bedaatından, mazmunların beraatından, 4- üslûbların garabetinden birden tevellüd eden bârika-i beyanı.
Onlarla oldu mümtezic, mizac-ı i’cazında acib bir nakş-ı beyan, garib bir san’at-ı lisanî. Tekrarı hiç bir zaman usandırmaz insanı.
(İhbarat-ı Gaybiyesidir. Üç kısıma ayrılmıştır. Mazi, müstakbel ve Hakaik-i İlahiyeye ve hakaik-i kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dair ihbarat-ı gaybiyesidir.)
İkinci Unsur ise: Umûr-u kevniyede gaybî olan esasat, İlahî hakaikten gaybî olan esrardan, gaybî-yi âsumanî.
Mazide kaybolan gaybî olan umûrdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvalden birden tazammun eden bir ilm-ül guyub hızanı,
Âlem-ül guyub lisanı, şehadet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumuz ile beyanı, hedef nev’-i insanî, i’cazın bir lem’a-i nuranî…
(Camiiyet-i harikasıdır. Beş kısma ayrılır. Lafzındaki, Manasındaki, İlmindeki, Mebahisindeki ve Kur’anın üslûb ve îcazındaki câmiiyet-i hârikadır. Bunda “Beş Işık” var.)
Üçüncü Menba’ ise: Beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır. 1- Lafzında, 2- manasında, 3- ahkâmda, 4- hem ilminde, 5- makasıdın mizanı.
1- Lafzı tazammun eder pek vasi’ ihtimalat; hem vücuh-u kesîre ki, her biri nazar-ı belâgatta müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor ânı.
2- Manasında: Meşarib-i evliya, ezvak-ı ârifîni, mezahib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menahic-i hükema, o i’caz-ı beyanı (Evet “İşarat-ül İ’caz”da şuradaki manalar misillü kelimat-ı Kur’aniyenin müteaddid manalarını İlm-i Sarf ve Nahv’in kaideleriyle ve İlm-i Beyan ve Fenn-i Maânî’nin düsturlarıyla, Fenn-i Belâgat’ın kanunlarıyla isbat edilmiştir. Bununla beraber ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-i diniyece hak olmak şartıyla ve Fenn-i Maânîce makbul ve İlm-i Beyanca münasib ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûl-üd din ve ehl-i usûl-ül fıkhın icmaıyla ve ihtilaflarının şehadetiyle Kur’anın manalarındandırlar. Sözler 395
Fenn-i bediin ve tezyinat-ı lafzıyenin şartı ise, tesadüf ve adem-i kasddır. Veyahut tesadüfî gibi tabiat-ı manaya yakın olmaktır. Muhakemat 112)
Birden ihata etmiş, hem de tazammun etmiş. Delaletinde vüs’at, manasında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün ne geniştir meydanı!
3- Ahkâmdaki istiab: Şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat. Saadet-i dâreynin bütün desatirini, bütün esbab-ı emni,
(Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tazibinden men’etse; nasıl benî âdem’in hukukunu ihmal eder? Münazarat 30
Ümmi bir zâtta (A.S.M.) zuhur eden o şeriat; ondört asrı ve nev’-i beşerin humsunu, âdilane ve hakkaniyet üzere ve müdakkikane, hadsiz kanunlarıyla idare etmesi emsal kabul etmez. Şualar 128)
İçtimaî hayatın bütün revabıtını, vesail-i terbiye, hakaik-i ahvali birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyanı…
4- İlmindeki istiğrak: Hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlahî, onda meratib-i delalat, rumuz ile işarat, sureler surlarında cem’etmiştir cinanı.
5- Makasıd ve gayatta: Müvazenet, ıttırad, fıtrat desatirine mutabakat, ittihad; tamam müraat etmiş, hıfzeylemiş mizanı. (Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın dahi, hakikat-ı mümkinata dair (ki o hakikat; dünyanın ibtidasından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatına dair) beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki; bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’anın tasvirine “Mâşâallah, Bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muamma-yı hilkatı keşf ve fetheden yalnız sensin ey Kur’an-ı Hakîm!” demişler. Sözler 140)
İşte lafzın ihatasında, mananın vüs’atında, hükmün istiabında, ilmin istiğrakında, müvazene-i gayatta câmiiyet-i pürşanı!..
(Şebabetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor.)
Dördüncü unsur ise: Her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakata, derece-i istidad, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifaza-i nuranî.
Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmanî.
İhtiyarlandıkça zaman, Kur’an da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbabın perdesini de yırtar o hitab-ı Yezdanî.
Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehadet perdesini gayb üstünden kaldırır. Ulviyet-i hitabı dikkate davet eder, o nazar-ı insanı.
Ki o lisan-ı gaybdır; şehadet âlemiyle bizzât odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar hârika tazeliği bir ihata-i ummanî!
Te’nis-i ezhan için akl-ı beşere karşı İlahî tenezzülât. Tenzil’in üslûbunda tenevvüü munisliğidir mahbub-u ins ü cânı.
(Yaptığı nakiller nakil tarzıdır.)
Beşinci Menba’ ise: Nakil ve hikâyatında, ihbar-ı sadıkada esasî noktalardan hazır müşahid gibi bir üslûb-u bedî-i pür-maânî
Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahval-i âhirîni, esrar-ı cehennem ve cinanı.
Hakaik-i gaybiye, hem esrar-ı şehadet, serair-i İlahî, revabıt-ı kevnîye dair hikâyatıdır hikâyet-i ayânî
Ki ne vaki’ reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse red de bile edemez. Semavî kitabların ki matmah-ı cihanî.
İttifakî noktalarda musaddıkane nakleder. İhtilafî yerlerinde musahhihane bahseder. Böyle naklî umûrlar bir “Ümmi”den sudûru hârika-i zamanî…
(Dini tazammun etmesi içine almasıdır.)
Altıncı Unsur ise: Mutazammın ve müessis olmuş Din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mazi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı!..
Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semavîdir; tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş. Bırakmıyor isyanı.
(Herbir âyetinde bu altı harikalığın bulunmasıdır.)
Yedinci Menba’ ise: Şu altı menba’dan çıkan envâr-ı sitte, birden eder imtizac. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vasıta-i nurânî.
Şundan çıkan bir zevktir; zevk-i i’caz bilinir, tabirine lisanımız yetişmez. Fikir dahi kasırdır, görünür de tutulmaz o nücum-u âsumanî.
(Hem ehl-i zikir ve münacata karşı, Kur’an’ın zînetli ve kafiyeli lafzı ve fesahatlı, san’atlı üslûbu ve nazarı kendine çevirecek belâgatın mezayası çok olmakla beraber; ulvî ciddiyeti ve İlahî huzuru ve cem’iyet-i hatırı veriyor, ihlâl etmiyor.
Hatta manayı da fehmetmeyen cahil âmi tabakaya karşı da Kur’an-ı Hakîm, usandırmamak suretiyle i’cazını gösterir.
Çocukların hâfızalarında yerleşmesi.
Hastalara ve sekeratta olanlara.)
Onüç asır müddette meyl-üt tahaddî varmış Kur’anın a’dasında, şevk-i taklid uyanmış Kur’anın ahbabında. İşte i’cazın bir bürhanı…
(Hattâ yalnız gözü bulunan kulaksız, kalbsiz, ilimsiz tabakasına karşı da, Kur’anın bir nevi alâmet-i i’cazı vardır.)
Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır meydanda, milyonlarla kütüb-ü arabiye, gelmiştir kütübhane-i vücuda. Onlar ile Tenzil’i düşerse bir mizanı
(Kur’an-ı Hakîm’in umum sahifeleri âhirinde âyet tamam oluyor. Güzel bir kafiye ile nihayeti hitam buluyor.)
Müvazene edilse, değil dânâ-i bî-müdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: Bunlar ise insanî, şu ise âsumanî!
Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı; bu ise, bilbedahe malûm olmuş butlanı.
Öyle ise, umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine davet etmiş ervah ile ezhanı!
Beşer onda tasarruf, kendine de maletmiş. Onun mazmunları ile yine Kur’ana karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.
Sair kitablara benzemez, onlara makîs olmaz; zira yirmi sene zarfında müneccemen hacetlere nisbeten nüzulü; müteferrik mütekatı’, bir hikmet-i Rabbanî.
Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es’ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.
Hâlât-ı telakkisi mütenevvi’, mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebaid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaı, hem beyanı,
Cevabı, hem hitabı. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemalini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i Beyan Maânî.
Kur’anda bir hâssa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.
Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin, ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde!.. Sinek seyretmez âsumanı.
Zira o kırk enva’-ı i’cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmıdır;
İşarat-ül İ’cazda sıkışmadı tibyanı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade. Ben istiyorum senden tafsil ile beyanı!
اولاشماز دست أدب غرب هوسبار هواكار دهادار
دأب أدب أبد مدت قرآن ضيابار شفاكار هدادار
Kâmilîn insanların zevk-i maalîsini hoşnud eden bir halet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat romanvari nazarla, Kur’anda olan letaif-i ulviyet, mezaya-yı haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki miheki ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelan; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz:
Ya aşkla hüsündür, ya hamaset ve şehamet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabani edebse hamaset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zalim nev’-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında, aşk-ı hakikî bilmez.
Şehvet-engiz bir zevki nefislere de zerkeder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlahî suretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmanî suretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir, ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb müsekkin hem münevvim; hakikî fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitab gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvat! Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenasühvari, mazi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.”
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Kur’andaki edebse hevayı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemalperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir; hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor; belki bir san’at-ı İlahî, bir sıbga-i Rahmanî noktasında bahseder, akılları şaşırtmaz.
Marifet-i Sâni’in nurunu telkin eder. Herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor, fakat birbirine benzemez.
Avrupazade edebse fakd-ül ahbabdan, sahibsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor, ulvî hüznü veremez.
Zira sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemane aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdar. Âlemi bir vahşetzar tanır, başka çeşit göstermez.
O surette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahibsiz de olarak yabaniler içinde koyar, hiçbir ümid bırakmaz.
Kendine verdiği şu hissî heyecanla git gide ilhada kadar gider, ta’tile kadar yol verir, dönmesi müşkil olur, belki daha dönemez.
Kur’anın edebi ise: Öyle bir hüznü verir ki, âşıkane hüzündür, yetimane değildir. Firak-ul ahbabdan gelir, fakd-ül ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlahî onun medar-ı bahsi, tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cem’iyet-i ahbab. Her tarafta tecavüb, her canibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istinas, o cem’iyet içinde mahzunu vaz’ediyor bir hüzn-ü müştakane, bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez.
Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binaen, Şeriat-ı Ahmediye (A.S.M) lehviyatı istemez.
Bazı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip.. Demek hüzn-ü Kur’anî veya şevk-i Tenzilî veren âlet, zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsanî verse, âlet haramdır. Değişir eşhasa göre, herkes birbirine benzemez.
* * *
Dallar semeratı rahmet namına takdim ediyor
Şecere-i hilkatın dalları her tarafta semerat-ı niamı zîruhun ellerine zahiren uzatıyor.
Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki, o semeratı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.
O yed-i rahmeti, siz de şükr ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdis ediniz…
(Meselâ: Nasılki bir padişah-ı âlî, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var: Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha ait değil. Belki huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki; padişah o nefisperverane olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir. Hem zeval bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır. İkinci muhabbet ise: Elma içindeki elma ile gösterilen iltifatat-ı şahanedir. Güya o elma, iltifat-ı şahanenin nümunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder. Hem iltifatın gılafı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi bütün nimetlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilane telezzüz etse, o muhabbet nefsanîdir. O lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenab-ı Hakk’ın iltifatat-ı rahmeti ve ihsanatının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatatın derece-i lütuflarını takdir etmek suretinde kemal-i iştiha ile lezzet alsa; hem manevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir… Sözler 641)
* * *
Fatiha’nın âhirinde işaret olunan üç yolun beyanı
Ey birader-i pür emel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz, etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.
Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde karanlıklı bir bulut tabakası atılmış, hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü.
Müncemid bir sakf olmuş, fakat altı yüzü açıkmış, o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız, sıkıyor zulmet bizi.
Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var: Bir âlem-i ziyadar, bir kerre seyrettimdi bu zemin-i mecazî.
Evet bir kerre buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider; o da devr-i âlemdir, seyahata çeker bizi.
(Birinci yol: Esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir verenlerin yoludur. Meşaiyyun hükeması gibi; Sokrat, eski bir Yunan Feylesofudur. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. “Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir.” sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunun zehirini içirmek suretiyle idam edilmiş. Sonra Eflâtun, Sokrat’ın fikirlerini müdafaa etmiştir.)
İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahranın kum deryalarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdid ediyor bizi!
Bak şu deryanın dağvari emvacına! O da bize kızıyor. İşte Elhamdülillah öteki yüze çıktık; görürüz güneş yüzü.
Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of! tekrar buraya döndük şu zemin-i vahşetzâr, bulut damı zulmettar. Bize lâzım: Revnakdar eder kalbdeki gözü
Bir âlem-i ziyadar. Fevkalâde eğer bir cesaretin var; gireriz de beraber, bu yol-u pür-hatarkâr. İkinci yolumuzu:
(İkinci yol: Tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir. Sözler)
Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim bî-naz ve pür-niyazî.
(Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Sözler )
Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde.
(Tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde Risale-i Nur ve Risale-i Nur mesleğindeki hakikata gitmekte gösterilen düsturlardır.)
Üçüncü yolun o delil-i mu’cizi.
Kur’an onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma! Bak hâ şurada tünelvari mağaralar, tahtel’arz akıntılar beklerler ikimizi.
Bizi geçirecekler. Tabiat da şu müdhiş cümudiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zira bu abus çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.
Radyumvari o madde-i Kur’anî ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyadar âleme çıktık, bak şu zemin-i pür-nâzı
Bu feza-yı latif, şirin. Yahu başını kaldır! Bak semavata ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış. Davet ediyor bizi.
Şu şecere-i tûbâ, meğer o Kur’an imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedelli eden bu dala biz de asılmalıyız, oraya alsın bizi.
O şecere-i semavî; bir timsali zeminde olmuş şer’-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyaya, sıkmadan zahmet bizi.
Madem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz; şu dağlar üstünde durmuş olan şehbazi
Hem de bütün cihana okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i a’zama, Muhammed-ül Hâşimî (A.S.M.) davet eder insanı âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.
Bulutları da yırtmış, bak bu hüda dağlarına. Semavata ser çekmiş, bak şeriat cibaline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.
İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziya, nesim orada, nur u cemal orada. İşte buradadır Uhud-u Tevhid, o cebel-i azizi.
İşte şuradadır Cûdi-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebel-ül Kamer olan Kur’an-ı Ezher, zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menba’dan. İç o âb-ı lezizi!..
فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
وَ آخِرُ دَعْوَينَا اَنِ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir! Evvelki iki yolun mağdub ve dâllîn yolu; hatarları pek çoktur, kıştır daim güz yazı…
Yüzde biri kurtulur; Eflatun, Sokrat gibi. Üçüncü yol; sehildir, hem karib-i müstakimdir. Zaîf, kavî müsavi. Herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak ya gazi.
İşte neticeye gireriz. Evet deha-yı fennî: Evvelki iki yoldur ona meslek ve mezheb. Fakat hüda-yı Kur’anî: Üçüncü yoldur, onun sırat-ı müstakimi îsal eder o bizi.
اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَ لاَالضَّالِّينَ آمِينَ
* * *
Hakikî bütün elem dalalette, bütün lezzet imandadır
Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat
Ey yoldaş-ı hüşdar! Sırat-ı müstakimin o meslek-i nuranî, mağdub ve dâllînin o tarîk-ı zulmanî, tam farklarını görmek eğer istersen ey aziz,
Gel vehmini ele al, hayal üstüne de bin, şimdi seninle gideriz zulümat-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i pür-emvatı bir ziyaret ederiz.
Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretle bu zulümat kıt’adan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya; şu şehr-i bî-lezaiz.
İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahra-yı hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık; evvel istîtafkârane önümüze bakarız.
Lâkin beliyyeler, elemler önümüzde düşmanlar gibi tehacüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anasır-ı tabâyia bakarız, ondan meded bekleriz.
Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kasiyye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar; ne naz dinler, ne niyaz!
Muztar adamlar gibi me’yusane nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdadkârane ecram-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli tehdidkâr da görürüz.
Güya birer gülle bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezada pek sür’atli geçerler, her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.
Ger birisi yolunu kazara bir şaşırtsa, el’iyazü billah, şu âlem-i şehadet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.
Me’yusane nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sinemizde saklandık, nefsimize bakarız. Mütalaa ederiz.
İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hacetlerin sayhaları geliyor. Binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.
Ondan da hayır gelmedi. Pek ilticakârane vicdanımıza girdik; içine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah! Yine bulmayız; biz meded vermeliyiz.
Zira onda görünür binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyat, kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.
O âmâl sıkışmışlar vücud-adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs’atları var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.
İşte bu elîm yolda nereye bir baş vurduk, onda bir bela bulduk. Zira mağdub ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalalet, o yolda nazar-endaz.
O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde’ ve meâdi, hem Sâni’ ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.
Cehennem’den beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zira o şeş cihetten ki onlara baş vurduk. Öyle halet almışız.
Ki yapılmış o halet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra’şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdan-sûz.
Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalışırız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz, vâesefâ görürüz
Ki âcize zaîfe. Sâniyen: Nefiste olan hacatın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ durmayıp bağırırlar görürüz.
Sâlisen: İstimdadkârane, bir halaskârı için bağırır, çağırırız, ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:
Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garib. Hiçbirşey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.
Râbian: Biz ecram-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş geliyor: Akıl-sûz, evham-sâz!
İşte ey birader! Bu dalaletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.
Tekrar yine geliriz. Bu kerre tarîkımız sırat-ı müstakimdir, hem imanın yoludur. Delil ve imamımız, inayet ve Kur’andır, şehbaz-ı edvar-pervaz.
İşte Sultan-ı Ezel’in rahmet ve inayeti, vakta bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşiete: Etvar üstünde perdaz.
Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu, emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.
Şu edvar ve etvarın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirname vermiş, sahifede cebhemiz.
Her nereye geliriz, herhangi taifeye misafir oluyoruz, pek uhuvvetkârane istikbal görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.
Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi’ ederler. Gele gele işte geldik, dünya kapısındayız işitiyoruz âvâz.
Bak girdik şu zemine; ayağımızı bastık şehadet âlemine: Şehr-âyîne-i Rahman, gürültühane-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz, delil ve imamımız
Meşîet-i Rahman’dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?
Garib, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu, bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u iman ile o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz
İstinadî noktamız, hem himayetkârımız def’eder düşmanları. O iman-ı billahtır ki ziya-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.
İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. (Düşman olarak tanımaz iman nazarıyla dost görür.) Evvelki yolumuzda, vakta vicdana girdik; işittik ondan binlerle feryad u fizar ve âvâz.
Ondan belaya düştük. Zira âmâl, arzular, istidad ve hissiyat; daim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik, bizden yol bilmemezlik, onda fizar ve niyaz.
Fakat elhamdülillah, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdad, ki daim hayat verir o istidad, âmâle; tâ ebed-ül-âbâda onları eder pervaz.
Onlara yol gösterir, o noktadan istidad hem istimdad ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemaline koşuyor; o nokta-i istimdad, o şevk-engiz remz ü nâz.
İkinci kutb-u iman ki: Tasdik-i haşirdir, saadet-i ebedî; o sadefin cevheri iman, bürhanı Kur’an.. Vicdan insanî bir râz.
Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müdhiş görünürdü. Şimdi de mütebessim her tarafa gülüyor, nâzenînane niyaz ve âvâz.
Görmez misin: Gözümüz arı-misal olmuştur; her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler, her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.
Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir; şehd-i şehadet yapar. Balda bir bal akıtır, o esrar-engiz şehbaz. (Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlar ile müzeyyen bir Cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, bal arısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi üsare ve şiralarından vicdanda o tatlı, iman balları yapar. Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa; dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tevahhuş eder. Kalbi ahzan ve ekdar ile dolar. İşarat-ül İ’caz 70)
Harekât-ı ecrama, ya nücum, ya şümusa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlıkın hikmetini. Hem mâye-i ibreti, hem cilve-i rahmeti alır ediyor pervaz.
Güya şu Güneş bizlerle konuşuyor: Der: “Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız, ehlen sehlen merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz.
Ben de sizin gibiyim; fakat sâfi isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni müsahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziya; sizden namaz ve niyaz.”
Yahu, bakın Kamer’e! Yıldızlarla denizler herbiri de kendine mahsus birer lisanla: “Ehlen sehlen merhaba!” derler. “Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?”
Sırr-ı teavünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: “Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelal’in birer âyinedarıyız; hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.”
Zelzele na’raları, hâdisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i nâz u niyaz.
(Meselâ: Bu âhirde beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı Arz ve Semavat dahi, değil hususî bir rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle, küllî ve geniş bir tecelli ile kâinatın heyet-i mecmuasında ve rububiyetin daire-i külliyesinde nev’-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri kâinat sultanını tanıttırmak için emsalsiz, kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli âfâtı nev’-i insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini, adaletini, kayyumiyetini, iradesini ve hâkimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde; insan suretinde bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işarat-ı Rabbaniyeye ve terbiye-i İlahiyeye karşı eblehane bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki: “Tabiattır; bir madenin patlamasıdır, tesadüfîdir. Sözler 174)
Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelal, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini. İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.
Ey mü’min-i kalbi hüşyâr! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler, onların bedeline hassas kulağımızı imanın mübarek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir sâz.
Evvelki yolumuzda bir matem-i umumî, hem vaveylâ-yı mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevaz u namaz, birer âvâz u niyaz, birer tesbihe âğâz.
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, raadlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer manidar nevaz…
Terennümat-ı hava, naarat-ı ra’diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecatı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikata bir mecaz.
Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: Ben de varım derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: “Bizi camid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!.”
Tuyurları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzul-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar, nimet üstünde iner, şükür ile eder pervaz.
Remzen onlar derler: “Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: Şefkatle perverdeyiz, Hâlimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezaya saçıyorlar birer âvâz-ı pür-nâz.
Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evham-sâz.
Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misalîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları ber-endaz.
Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vicdana, tâ en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıd olmuşuz.
Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryad u fizar dinlenmez.
Hüdâ ise şifadır; heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesat-ı sihirbaz.
Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fizara dayanılmaz, elem-i ye’s çekilmez.
Demek sırat-ı müstakimden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu halet tesir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.
Demek heves, heva, eğlence, sefahetten memzuc olan şaşaa-i medenî, bu dalaletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehir-baz.
Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarîkte bir haleti hissettik; o haletle oluyor hayat, maden-i lezzet. Âlâm, olur lezaiz.
Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i iman nisbetinde ruha bir halet verir. Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz.
Bir saadet-i âcile, vicdanda münderiçtir; bir firdevs-i manevî, kalbinde mündemiçtir. Düşünmekse deşmektir; şuur ise, şiar-ı râz.
Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse; lezzet ziyade olur, hem de döner ateşi nur, şitası yaz.
Vicdanda firdevslerin kapıları açılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpez namaz u niyaz.
Ey aziz yoldaşım! Şimdi Allah’a ısmarladık. Gel, beraber bir dua ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız…
اَللّٰهُمَّ اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ آمِينَ
* * *
Anglikan Kilisesine Cevab
(İstanbul’u işgal eden İngilizlerin baş kumandanı, İslâm içinde ihtilaf atıp hattâ şeyhülislâm ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek itilafçı, ittihadçı fırkalarını birbiriyle uğraştırmasıyla Yunan’ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde “Hutuvat-ı Sitte” eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab’ ve neşretmek ile o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun i’dam tehdidine karşı geri çekilmeyen Şualar 449)
(Onikinci Âyet: وَ يُزَكِّيكُمْ وَ يُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَ الْحِكْمَةَ âyetleridir. Meal-i icmalîleri der ki: “Kur’an hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi manevî kirlerden temizlendiriyor.” Bu âyet ise: Bin üçyüz otuzsekiz (1338) olduğundan hikmet-i Kur’aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risale-in Nur müellifi “Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye”de hikmet-i Kur’aniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngiliz’in baş papazı sual ettiği ve altıyüz kelime ile cevab istediği altı sualine altı kelime ile cevab vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur’anın ilhamatından Risale-i Nur’un mes’elelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar. Şualar 701)
Bir zaman bîaman İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle hem inkâr suretinde,
Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde pek şematetkârane bir istifham ile dört şey sordu bizden.
Altıyüz kelime istedi. Şematetine karşı yüzüne “Tuh!” demek, desisesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da
Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir hak-perest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:
“Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?” Dedim: İşte Kur’andır. Erkân-ı sitte-i iman, erkân-ı hamse-i İslâm, esas maksad-ı Kur’an. Der ikincisinde:
“Fikir ve hayata ne vermiş?” Dedim: “Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dair şahidim: فَاسْتَقِمْ كَمَا اُمِرْتَ ٭ قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ
Der üçüncüsünde: “Mezahim-i hazıra nasıl tedavi eder?” Derim: “Hurmet-i riba, hem vücub-u zekatla. Buna dair şahidim: يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبَوا da. وَاَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبَوا ٭ وَاَقِيمُوا الصَّلَوةَ وَآتُوا الزَكَوةَ Der dördüncüsünde:
“İhtilal-i beşere ne nazarla bakıyor?” Derim: Sa’y, asıl esastır. Servet-i insaniye, zalimlerde toplanmaz, saklanmaz ellerinde.
Buna dair şahidim:
لَيْسَ ِلْلاِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى ٭ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلاَ يُنْفِقُونَهَا فِى سَبِيلِ اللّٰهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَلِيمٍ
* * *
(Yüz mâşâallah bu cevaba.)
(İngiliz’in en yüksek meclis-i ilmiyesinin, Meşihat-ı İslâmiye’den sorduğu altı sualin cevabını, altıyüz kelime ile Meşihat-ı İslâmiye’den istedikleri zaman, bura maarifinin hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i marifet, o altı suale altı kelime ile mazhar-ı takdir olmuş bir cevab veren… Lem’alar 174)
Anglikan Kilisesi’sinin Osmanlı Meşihat Kurumuna Soruları
İngiltere Anglikan Kilisesi tarafından 1335 (1916) yılında Osmanlı Şeyhülislamlık makamına bir mektup gönderilmiştir. Londra’dan gönderilmiş olan bu mektupta İslam Dini hakkında bazı sorular sorulmuştur. Bu dönemde İngiltere’de Dinler Külliyatı Cemiyeti adı altında dinler hakkında yazılmış önemli eserlerin toplanacağı bir kütüphane kurulmuştur. Bu kütüphanenin yazı işleri müdürü olan Mr. Arthur Bouthwood tarafından İslam Dini hakkında tanıtıcı bilgiler edinilmek istenmiştir. Anglikan Kilisesinin matbaa sorumlusu da olan Arthur Bouthwood, kendi imzasıyla fakat Kilise adına dönemin Osmanlı Şeyhülislam’ı Haydarizade İbrahim Efendiye bir mektup göndermiştir. Mektupta Şeyhülislamlık Makamı tarafından cevaplandırılması için şu sorulara yer verilmiştir.
1. Hz. Muhammed’in dini nedir? İslam nedir?
2. Bu din fikir ve hayata ne veriyor?
3. Bu din zamanımızın çeşitli sıkıntılarını nasıl tedavi ediyor?
4. Dünyayı gerek daha iyi, gerek daha kötü biçimde çeviren siyasi ve manevi
güçlere ne diyor?
Anglikan Kilisesi, sormuş olduğu bu sorulara kapsamlı cevap istemektedir. Gönderilmiş olan mektupta, bu sorulara otuz bin kelimelik bir eserle cevap verilmesi talep edilmiştir. Anglikan Kilisesi, daha sonra ikinci bir mektupla daha Meşihat Makamına müracaat ederek, taleplerini yenilemiş ve detaylandırmıştır. Anglikan Kilisesi dini matbaası başyazarı Arthur Bouthwood ikinci mektupta sorulara verilecek cevabın elli bin kelimeye kadar çıkabileceğini Meşihat Makamına bildirmiştir.
Anglikan Kilisesi’nin Sorularına Cevap Mahiyetinde Yapılmış Olan Çalışmalar;
1. İzmirli İsmail Hakkı “El Cevabu’s-Sedid fi Beyan-i Dini’t-Tevhid”
2. Abdülaziz Çaviş “el-Ecvibe Fi’l-İslam An Es’ileti’l Ancilikiyye”
3. Milaslı İsmail Hakkı “Hakikat-ı İslam”
4. Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin Lemaâtta geçen Anglikan Kilisesi’ne verdiği cevaptır.
5. Abdülaziz Çavîş’in Anglikan Kilisesine verdiği diğer bir cevaptır ki, bu cevab altı sualden biri olabilir.
Sual: Kadının şeriat-ı İslâmiyedeki yeri nedir? (Tekalif-i diniye ve itikad-ı istiklâl bakımından)
(Avrupa medeniyet ve felsefesi namına ve belki İngilizlerin ifsad siyaseti hesabına “Tesettür Âyeti”ne ettikleri itiraza karşı, gayet kuvvetli ve müskit bir cevab-ı ilmîdir. Böyle bir cevab-ı ilmî, değil bundan onbeş sene evvel, her zaman takdir ile karşılanır. Bu hürriyet-i ilmiyeyi, elbette hürriyetperver bir Hükûmet-i Cumhuriye tahdid etmez. Tarihçe-i Hayat 249)
Lemaât
İp üstünde olan, yerde olanla döğüşse kaybeder.
Gavurlarla barışmak zelillerin kârıdır. Hayattaki yaralar belki de iyileşir. İzzet-i İslâmîde hem namus-u millîde yaraları
Derindir. İp üstündeki canbaz yerde olan adamla eğer döğüş isterse, yerde olan çekinmez. Zira canbaz hayatı
Hem muhteşem san’atı, mevazinle bağlıdır. Bir kerre o bozulsa seyreyle gümbürtüyü. Yerdeki çıplak adam, olsa olsa değişir kıyam ile kuudu.
(Bu makam da ip üstündeki cambazı hem ehl-i iman hemde ehl-i küfürü düşüne biliriz. Ehl-i iman için düşündüğümüzde ehl-i iman dostuna karşı muhabbette ölçülü olduğu gibi düşmanına karşıda mukabele-i bir misil de bulunamaz. Zira şeriatta hak ve hukuka uymak mecburiyeti vardır ki. Bu nokta-i nazardan ehl-i iman düşmanıyla barışmasada sulh içinde bulunması için dengeleri koruması ehemmiyetli bir esastır.
Eğer ip üstündeki cambazı ehl-i küfür olarak düşünürsek; âlem-i İslâma karşı aldatmakla sömürmek siyaseti üzerinde hassas dengeler üzerinde hareket eden ehl-i küfür âlem-i İslâm’ın top yekû karşısına çıkmaması ve diğer devletlerle menfaatlerinin çakışmaması için hassas siyaset takib etmesi gerekmektedir. Âlem-i İslâm ise terakki itibariyle zaten yerde olduğu için kaybedecek şeyi çok az olduğundan cesur olması iktiza eder. Böylelikle düşmanını mağlub edebilir.)
* * *
Mübhem bir hüküm, küllî bir hüküm değil.
Nusus-u vâridede kaziye-i mutlaka, bazan telakki olur kaziye-i külliye. Vaktî münteşire bazan telakki olur
Kaziye-i daime. Belki onun sıdkına bazı ferd ve zamanın tahakkuku kâfidir. Meselâ denilir: Bir saatlik nöbeti bir sene ibadettir.
Evet Eskişehir’in sırtında İnönü’nün önünde. Âyet işaret eder; bir masumu öldüren ger elinden gelirse, beşeri de öldürür.
Öyle zaman oluyor kelime-i vâhide bir orduyu batırır. Otuz milyonun mahvı bir gülle ile olmuştur.
* * *
Paslanmış hüda, yine elmastır
Hüda-yı İslâmiyet paslanmıştı heva ile, deha-yı medeniyet cilalanmış hevesle. Çendan paslanmış olsa bir elmas-ı bîhemta
Bir cam-ı mücellaya müreccahtır daima. O elmasa nakşolmuş olan hatt-ı semavî, maddîlerin gözü görmez o nakş-ı yektâ
Hem de onu okumaz. Maddîler her bir şeyi madde içinde arar. Böylelerin akılları gözlerinde yerleşir
Akılları gözleşir, maneviyatı görmez. Manada göz kör olur.
* * *
İslâm siyaseti kendinden çıkmalı.
(Yani dinden gelen hamiyetle meydana çıkacak.) Başkasına vasıta olmamalı. Fırkacılık kulüpleri tevhid-i kulûbe değil tefrik-i kulûbe sebebdir.
İstanbul’un siyaseti İspanyol nezlesi gibi, insana bulaşıyor, hem hezeyan devrini arasıra geçiriyor.
Bizans bir kafadır, fırkacılık cünunu. O bizzât bire’sihi müteharrik değildir, bilvasıta dönüyor.
Kulağına Avrupa, tenvim ile uyutup telkin ile üflüyor. Burada oyun başlıyor. Madem oradan geliyor
Ya menfîdir ya müsbet. Menfî ise harf gibi, gayrın menfaatine delaleti ediyor; ihtiyar selboluyor
Niyeti tesir etmez. Müsbet ise benziyor bir mana-yı ismîye, bizzât eder nefsine delalet ve hem hizmet, sonra vasıta olur.
Buradaki ihtilaf münharifen gidiyor, telaki noktası da vatanda bulunmuyor, hattâ kürede de olmuyor.
Madem ki öyle olur; müsbet, ismî olmalı; kuvvetli el hangiyse Kur’ana sahib olmalı. Zaîf, kalil madem düşer; (Meselâ: İki adam döğüşürler. Biri, zaîf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’an’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin. Kur’an’a muhabbetini, hürmetini göstersin. Kur’an’ı, Kur’an olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celbeder. Kur’an’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zaîf bir elde beraber yere düşerse o, Kur’an’ı kendi nefsi için sever demektir. Sünuhat 54)
Kur’anı, çünki Kur’andır hıfzetmeli, sevmeli, onu siper etmemeli, yed-i kavîye vermeli, hıfzı ona bırakmalı, muhafaza o ediyor.
Zira ki din dâhilde menfî tarzda edilmez istimal ve istihdam. 31 Mart gösterdi, gösteriyor
En ehven sureti de müdhiş netice verdi, İslâm zararlı çıktı.
* * *
Beklemediğin yerde bazan imdad alırsın
Deli adama, iyisin iyisin denilse iyileşmesi, iyi adama fenasın fenasın denilse fenalaşması nadir değildir.
Nasılki düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Öyle de düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
Maymun dost oldu, (Ey maymun-u meymun! Mü’minleri memnun, kâfirleri mahzun, Yunan’ı da mecnun eyledin. Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun. Loyd Corc’u kudurttun, Venizelos’u geberttin! Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun ki; küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini bir hamlede havaya fırlattın. Başlarındaki maskelerini düşürüp maskara ederek, bütün dünyayı güldürdün. Cennet’le mübeşşer olan hayvanların isrine gittin. Cennet’te saidsin; çünki gazi, hem şehidsin!) yardım etti. Ayı (Ruslar) neden etmesin? Bir hınzır (Amerika) seni boğar, bir ayı onu boğar; ayı sana dost olur.
Sakın bağrına dürtme, kendine de saldırma. Ger yangından yanarsan, seyl-i azîm gelirse, o da sana dost olur. Nasıl maymun olmadın, hiç ayı da olmazsın.
(Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. (Yenilenlerin tarafı ikinci cereyan oluyor.) Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir.
Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.
Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese “Öl!”, diğeri diyecek “Diril!”. Birinin menfaatı, zarar – ihtilaf – tedenni – za’f – uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi – ittihadımızı bizzarure iktiza eder.
Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyor idi; zâil oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, bâki kalmalı. Sünuhat 50)
* * *
Cemaatın maye-i hayatı tesanüddür
الجمعية التي فيها التساند آلة خلقت لتحريك السكنات
الجماعية التي فيها التساند آلة خلطت لتسكيك الحركات
Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa eğer, cemm ve zammı büyütmez. Küsur darbı gibidir. Çoğalmakla küçültür, ziyadesi noksandır.
______
{(Haşiye): Hesabda malûmdur ki; darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kerre dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’, bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü’ olur; yani, dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.}
______
Mektubat ( 475 )
* * *
Bir şeyi kabul etmemek hakkın ise, reddetmek hiç hakkın olmaz.
Ey talib-i hakikat! Sana olsa rivayet, sana düşer kabulü eğer varsa bürhanı. Yoksa adem-i kabuldür. Ki şekk ve tereddüddür.
Adem-i delil, delildir şu adem-i kabule. Lâkin kabul-ü adem hem reddir, hem inkârdır.
Aksine isbat ister. Menfî isbat edilmez, butlan-ı zâtîsiyle ger müntefî olmazsa. Ger adem-i delilse caiz adem-i kabuldür.
Ger delil-i ademse, olur kabul-ü adem. Birbiriyle mültebis, hükümleri ayrıdır; bir şekktir, bir inkârdır. İnkâra hakkın yoktur.
Bazan matlub vâhiddir, delaili kesîrdir. Biri, hattâ onu da şübhe ile reddedilse, yine matlub reddolmaz.
Bazan netice-i hak delili bâtıl olur, zihinde onunla durur. Madem netice haktır, delile ilişilmez.
(Evet birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin. 17. Lem’a 6. Nota Lem’alar 121
Nefy ve inkârda ise, nefs-ül emre bakmaz ve bakamaz. Çünki, “hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilmez” meşhur bir düsturdur. 7. Şua Mukaddime Şualar 101
Ve bu ehemmiyetli sırdandır ki; hususî bir yere bakmayan ve imanî hakikatlar gibi umum kâinata bakan nefyler, inkârlar (zâtında muhal olmamak şartıyla Kâinatta Allah’ın şeriki olması zâtında muhaldir.) isbat edilmez diye ehl-i tahkik ittifak edip bir düstur-u esasî kabul etmişler. 11 Şua 7 Mes’ele Şua Şualar 213)
* * *
Sevad-ı azama ittiba’ etmeli
Ey talib-i selâmet! Hadîs etmiş işaret, sevad-ı azama et tebaiyet, refakat. Emevîlik lâkayddı kazandı en nihayet
Ekseriyet-i ümmet, dayandı ehl-i sünnet, oldu ehl-i cemaat. Alevîlikte vardı azimet ve salabet.
Ekalliyette kalan bir kısmı en nihayet Râfızîliğe dayandı. İşte bir cây-ı dikkat.
* * *
Kesretin tarafeyni vahdettir
Bir cilve-i tevhiddir ki, kesretin mebdei vâhid olur, münteha kesbediyor vahdeti
Bir cilve-i kudrettir kâinattaki kuvvet, bu mütehavvil kuvvet eder kesret vahdeti
Zerratlara dağılır, istihale geçirir, onda tahassül eder cazibe kataratı
O lemaat birleşir, Sâni’ ondan halkeder, bir cazibe-i umumî, yine kesbediyor vahdeti.
* * *
Akibet-i dünyeviye ikab-ı uhrevîye delildir
Herkesin bir zamanda hususi tecrübe ile böyle netice bulmuş: “Filan fenalık etti, belasını da buldu.” Bir düstur-u hayattır
Şu cümle-i manidar, zebanzed-i cumhurdur. Masiyetin muhtelif envaının içinde tek hadd-i müşterek var ki, tab’-ı masiyettir.
Demek masiyet haysiyeti müstelzim-i cezadır. Küçükleri bu dârda, büyükleri o dârda. Masiyetin akibeti burada, ukbadaki ikaba bir delildir.
* * *
Beşerin rahatı ihtiyar, iktidarıyla makusen mütenasibdir. Rızk, tekasüf etmiş genişçe bir ceseddir.
Ey beşer-i pürşer, sendeki iktidar ihtiyar sebebdir, menşe’dir açlığa zahmete. Za’ftır aczdir rızkının sebebi.
Bir zaman bir hayvanı gördüm, bîçare bir deri bir kemik. Yavrular getirdi, muktedir valide bir kemik bulmazdı.
Âciz yavrulara sekiz musluğundan akar bir latif rızık. Geldi beslettirdi mugaddi bir madde kudretten verildi.
O zaman rahm-ı maderde sâkindi, ez’aftı, a’cezdi. Rızkı da ahsendi, ekmeldi. Geldi de dünyaya âcizdi, zaîfdi.
Rızkı da kâmildi, hasendi. Bir parça büyüdü, ihtiyarı geldi. Zahmete de çattı. İktidarı yoktu, ebeveyn şefkati muini edildi.
İhtiyar, iktidar beraber geldiği bir zaman ipi boğaza dolandı. Kendisi kendine bıraktı. O vakit ihtiyar nereye ilişti, karıştı.
İhtiyar girmedi mideye, bedene makine işledi, nizamı bozmadı. Hanede beldede işledi, çalıştı,
Nizamı bozuldu, noksan da bıraktı. İhtiyar daimî demeli:
رَبَّنَا لاَتَكِلْنَا اِلَى اَنْفُسِنَا فِى رَزْقٍ فِى جَدِى
İktidar demeli daimî:
يَارَبِّى تَوَكَّلْتُ عَلَيْكَ, في بدئى وعودى
Hayvanın rızkı da hayatı kadardır, nazar-ı kudrette mevkii, kıymeti
Nasılki o kudret âdeta bahane buluyor, hayatı veriyor. Öyle de rızkını önünde halkeder, serpiyor.
Güya ki kudret çalışır, hummalı bir faaliyetle âlem-i mevatı âlem-i hayata, kesifi latife kalb ve tebdil eder.
Hattâ ki en hasis bir maddede hayatın lemaatı serper. Öyle de her şeyde rızkı da hem eker, hem saklar.
O hayat nuruyla birleşmek içindir zerrat-ı meyyite bir kısmı hakiki ceseddir toplanır, bir kısmı mecazî ceseddir.
Rızk olur, geliyor, birleşir, tutuşur. Rızk dahi münteşir, hem geniş ceseddir. Elhasıl: Hayatın ikidir cesedi.
Birisi muhassal, diğeri münteşir. Rızık ile hayatın ikisi ikizdir tev’emdir, nazar-ı kudrette bir olur kıymeti
Kudrettir her şeyi ademden çıkarır. Kaderdir birinci cesedi nazmedip giydirir. İnayet topluyor rızkını, münteşir cesedi
Teksifle sevkeder, besletir. Yalnız bir fark var: Hayatın mazbut ve muhassal olduğu içindir def’aten görünür zîhayat cesedi.
Rızık ise tedricî münteşir olduğu içindir, vesvese verdirir. Beşerin zalim ihtiyarı tavassut etmezse âtideki hüküm vaki’dir, doğrudur.
Açlıktan ölmek yok, rızıksızlık öldürmez. Zira ki bedende çok vardır ihtiyat mahzenler, her biri doludur.
Şahm ile çok şeyler suretinde muhazzar, orada müddehar bir gıda-yı ekser. O gıda bitmeden şahsın mevti gelir.
O mevtin sebebi rızıksızlık değildir. Zira o yüz güne kâfiydi. O ise on günde fevt oldu.
Belki terk-i âdetten tevellüd eden bir maraz, bir illet geldi vurdu onu. Rızkı da var iken öldürdü.
اِنَّا لِلَّهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
* * *
Âkil-ül lahm hayvanların helâl rızkı
Her şeyde bir hikmet ve nizam caridir, hem saridir. Tesadüf ittifak yoktur da görünür o hikmet-i İlahî inayetli nizama
Hayvandaki vahşiler kısmından âkil-ül lahm sınıfına ihsan etti yabani hayvanların hadsiz cenazeleri etti onlara kısmet, davet etti taama
Onlara sevkeyledi. Bunlar dahi hem zemin yüzünü temizlerler, hem rızkını bulurlar, o helâldir onlara, düşmezlerse harama.
Onlara haram olur şu mezheb-i hayatta bir zîhayatı yemek, yemek için öldürmek. Her bir zaman her günde fillerden tâ hevama
Yabani hayvanların milyonlar, milyarların cenazeler veriyor, meydanda da görünmez. İşte bir cây-ı dikkat. Bak hikmet ve nizama
O kudret-i fâtıra, o hikmet-i bahire bir ihtiyacı vermiş hayvana hem beşere; açlıkla ihtiyacı yapmış yular onlara, takmış başa licama.
Başta insan olarak açlıkla hem hacatla gem vurarak sokmuştur nizam ve intizama. Daire-i hacette onları gezdiriyor deveran-ı daime
Harice meydan vermez, çekiyor insicama. Hem âlemi kurtarıp vahşice halt u mercden. Hem hacet zenberektir terakki-i âleme.
* * *
Yalnız bir isim takmak, müsemmayı bilmek yerine bazan ikame ediliyor.
İşte bir nur-u muzlim, zulmet-i münevvere efkâr-ı hazırada, cehl-i basiti yapar cehl-i mürekkebe kalb. En mühim de bir sebeb:
Meçhul bir şeye parlak bir ismi takar, bu meçhul hakikatı bununla bildim zanneder. Sair meçhul şeyleri ona da irca’ edip
İzah ettim zanneder. Halbuki tarif, izah ya hadd ya resim iledir. Yoksa bir ism-i camid ki vâzı’-ı cahildir, bir vechi dahi cazib.
Müsemmaya mümas vechi kara muzlimdir, göze çarpan vechi parlak, şeffaftır. O isimle ne tarif olur, ne de izaha câlib
Belki zihni aldatır. Meselâ; cazibe-i umumî, kuvve-i mıknatısî, elektrik kuvveti, telepati, hem ihtizaz, hem manyetizma gibi esamî cezb ve celb.
* * *
Lezzetin elemde, elemin lezzette
Ey musibetzede! Âlâmın hedefi, muvakkat lezzetten ziyade muvakkat eleme tebessüm etmeli, hoş geldin demeli,
Yüzüne gülmeli. Âlâmlar arılara benzer: İlişsen toplanır başına, lâkaydsan dağılır işine. Kim geçmiş ömrünü
Yüzünü çevirip düşünse ya kalbi, ya lisanı ya âhı, ya ohu
Ya ahı ya elhamdülillah diyecek, tahattur edecek. Âhh, âh ruhunda müstetir bir elem gösterir, bir derdin vücudu
Tercüman oluyor. Oh ve elhamdülillah ise ruhunda münderic, kalbinde mümtezic bir lezzet, bir nimetin muhbiri
Mazharı oluyor. Ah, vah dedirten lezaiz oluyor. Lezaiz-i mazi
Zevali tahattur, tasavvur, hem kalbe lisana âh vâh dedirtir, ettirir feryadı.
Nasılki zeval-i elem lezzet olur, öyle de zeval-i lezzet de elemdir. Hem vehm-i zevali
Belki de zeval-i lezzetin tasavvur, tahattur; ruhanî elem-i müstemir. Bu sırdır uşşak-ı mecazî
Her biri bir divan, her divan bir feryad. Şu feryad, bu elemden gelir. Âlâm-ı mazidir lezzet-i zevali
Oh ve elhamdülillah hem kalbe lisana dedirtir. Bir günlük lezzetin zevali, müstemir elemdir. Bir günlük elemin zevali,
Daimî lezzettir. Ruhunda muzmerdir. Düşünmek deşmektir. Beşerin vicdanı, insanın fıtratı
İstiyor daima daimî bir lezzet, müstemir bir nimet. O ise muhabbet-i marifet, tefekkür-ü tecelli, kemalât-ı ruhî,
füyuzat-ı kalbî, lem’a-i hakikat, emel-i saadet. İmandır, yakîndir bunların hem başı, esası.
* * *
Meyl-üt tevsi’ mütedeyyinde olmazsa meyl-üt tahribdir
Ey tevsi’e tarafdar, içtihadı isteyen! Cesedine dikkat et: Sebeb-i tevsi’ dâhilse büyülttürür cismini, hariçse eğer yırtar cildini.
Öyle İslâmiyet’te olan müsellematı eder bir zât imtisal tamamen, itaatı bihakkın; daire dâhiline girmiş olan o zâtta meyl-üt tevsi’ meyl-üt tekemmül olur.
Lâkaydlıkla hariçte sayılmış olan zâtta tevsi’ meyli, meyl-üt tahribdir. Fırtına, zelzeleli olmuş böyle zamanı
İçtihad kapısını açmak değil, belki pencerelerin dahi kapatılması lâzımdır. Lâübali lâkaydlar her bir zaman ve anı
Okşanılmaz ruhsatla. Şiddeten ikaz olur, terhib ve azimetle.
* * *
Tarz-ı nazar ikidir: Biri zulmetdar, diğeri ziyadar.
Tarz-ı nazar ikidir, tedkik iki çeşittir: Biri; gittikçe nur-un alâ nur tenevvür eder. Diğeri de gittikçe şübehatta boğulur, zihni olur zulmetdar.
Meselâ: Tatlı, leziz bir su var. Onun da menbaı var. O menba’dan ise binler cedavili var. Şu’beleri çok yerlerde dolaşır. Bazan ecza-i murdar
Onunla da bulaşır. İşte eğer bir adam o menbaı da gördü, onun suyunu tattı. Tatlılığı anladı, bir his ile de bildi. Şuubatta ittisal var.
Sonra hangi cedvele yahud hangi bir fer’e birdenbire rastgelse, en edna bir emare tatlılığına dair onu eder teslimkâr.
Meğer kat’î delil ile aksini isbat ile o emareyi nakzeder. O vakit o da der: Başka madde karışmış, şu zülal-i hayatdar.
Bu tarz ile bir tedkik imana kuvvet verir, kalbe verir inşirah, hakka verir inkişaf, Kur’ana da yakışır bu nazar-ı revnekdar,
Başka nazar hatardır. İkinci tarz-ı tedkik: O menba’dan aşağı zihnen inmeğe bedel, tutar aşağıda gezer, sersem gibi o davar.
Tedkikinde zemini semaya tercih eder. Bu adam hangi fer’e birdenbire rastgelse, acılığına dair bir emare-i şübhedar
Görürse şübheye düşer. Tatlılığına hükmetmek, kat’î delili ister, yakînî bir bürhanı, daim bu arzu var.
Heyhat, bürhan her yerde ucuz ele gelemez. Böyle her incecik bir fer’e, bir delile, umumun semeresi netice-i cesîme ona bindirmeğe talebkâr.
Git gide şübhe tezayüd eder, emniyetsizlik basar, vesvesede şekk olur. İşte böyle bir nazar, cezası olur sakar, akılda da kusur var.
Desatiri fakirdir, havsalası da dardır. Ger eli yetişmezse bir ulvî hakikata, döner der: Değil hak. Red ile eder inkâr.
Emsal-i Kürdiyemiş, bir vakit ayı gitmiş üzüm ağacının altına, ağzı yetişmeyince demiş: Tuh! Bu ekşidir, murdar.
* * *
Kıssa-i Musa’nın tekrarından çıkan lemaat-ı i’caz
اِنَّ قِصَّةَ مُوسَى اَجْدَى مَنْ تَفَارِيقِ الْعَصَا أَخَذَ هَا الْقُرْآنُ بِيَدِهِ الْبَىْضَاءِ
فَخَرَّتْ سَحَرَةُ الْبَيَانِ سَاجِدِينَ لِبَلَاغَتِهِ الزَّهْرَاءِ!
Şu kıssa, Kur’anda tekraren zikrolunur. Zira azîm bir kıymeti var. Hakikatı büyüktür. Çok esrara mâliktir. Tesis-i İslâmiyet, hem tebliğ-i risalet,
Tahammül-ü meşakkat, hem de telkin-i ümmet, telakki-i millette bir üsve-i hasene, hem bir misal-i enseb o kıssa-i Musa’dır. Esasat-ı risalet,
Desatir-i mühimme, o kıssa zımnındadır. Vücuhunda tenevvü’, cihatı da kesîre. İkinci derecede tebaiye bir cihet
Hayatın maziye, müstakbele uzanmış derin hem pek de geniş içtimaî hayatın desatiri câmi’dir. Ziya gıda gibidir ihtiyac-ı hakikat.
Düstur tekerrür etse, ders de tekerrür eder. İkinci derecede binler düsturlarından birkaç tane nümune: Meselâ Firavuna hitaben şu cümle-i azamet,
Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ
Şu Feraîn-i Mısrî’nin mumyalarla emvatın ecsadını maziden müstakbele nakleden garib bir düstur-u mevtâlûd-u hayatı ihtarla verir dehşet.
Hattâ Firavun-u Musa bedeni de nacidir, seyl-i zaman atmıştır mumya tahta üstünde şu asrın sahiline. Atîk bir yadigâr-ı ibret.
(Meselâ: فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ Gark olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” ünvanıyla umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizane bir işaret-i gaybiyeyi, bir lem’a-yı i’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade eder. Sözler 401 – 402)
Meselâ: يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا
Şu kelâm bize diyor: O dağsız, düz kıt’anın tâgi salatîninde ehramların inşası arzu-yu garibi bir meyelan-ı haşmet,
Hükümran olduğunu muhteşem ehramlara, zulüm ve abes şeylere vücud veren bir düstur. Bu cümle eder ihtar, verir bir ders-i hikmet.
(İkinci Misal: Kur’anda çok tekrar edilen kıssa-i Musa Aleyhisselâm’ın cümleleri ve cüz’leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz’ü, bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor. Meselâ: يَا هَامَانُ ابْنِ لِى صَرْحًا Firavun, vezirine emreder ki: “Bana yüksek bir kule yap, semavatın halini rasad edip bakacağım. Semanın gidişatından acaba Musa’nın (A.S.) dava ettiği gibi semada tasarruf eden bir İlah var mıdır?” İşte صَرْحًا kelimesiyle ve şu cüz’î hâdise ile,
1- Dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan (Mecaz olarak düşünüldüğünde alçak olup kendini yüksek göstermek arzusu)
2- Ve Hâlıkı tanımadığından tabiat-perest olup rububiyet dava eden
3- Ve âsâr-ı ceberutlarını göstermekle ibka-yı nam eden,
4- Şöhret-perest olup dağ-misal meşhur ehramları bina eden
5- Ve sihir ve tenasühe kail olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhafaza eden Mısır firavunlarının an’anesinde hükümferma bir düstur-u acibi ifade eder. Sözler 401)
Meselâ: اِنَّ قَارُونَ كَانَ مِنْ قَوْمِ مُوسٰى
Şu hüküm beşere der: “Akvam-ı cihanın beyninde, kavm-i benî İsrail efradları elinde muzır, hem de haram gayet büyük bir servet.
Lâsiyyema vesail-i riba ile servetleri tutturan, hem de onu toplayan hariskâr bir düsturu şu cümle ihtar eder. Dinliyor beşeriyet.
Meselâ: وَ لَنْ يَتَمَنَّوْهُ اَبَدًا
Şu cümlenin zımnından kavm-i Yehud’a mahsus bir tarz hırs-ı hayat, bir çeşit havf-ı memat; beşere ihtar eder bir düstur-u garabet.
Onlardan bir cemaat huzur-u Nebevîde münazara isterken, kendini haklı bilen mevti temenni edip izhar etsin bir hüccet
Teklif etti Peygamber. Kimse lisan-ı kalle etmedi hiç cesaret. Yine lisan-ı halle, hırs-ı hayat hissiyle şimdiye dek o millet
Hâlâ kılar istinkâf, mevti etmez temenni. Bunu bilsin her cebîn: Havf-ı mevt, mevt getirir; hırs-ı hayat zilleti. İşte i’caz-ı âyet.
Meselâ: يُذَبِّحُونَ اَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ
Bu cümlenin zımnında bedbaht kavm-i Yehud’un kaderin kalemiyle alınlarına yazılmış hayatî müdhiş düstur daimî bir musibet
O da budur: O kavmin cihanın aktarında hemen şimdiye kadar mükerrer hedef olmuş, o bedbaht olmuş millet
Pek çok katl-i âmlara. Kızlarıyla hayatta sefahet âleminde büyük rol oynanılmış. İşte bu kelâm der: O asırda hâdise-i musibet,
A’sarın düsturudur, ihtar eder beşere. Hâdise düstur olmuş, o milletin manevî şahsiyeti göstermiş müşahhas bir cemaat.
Meselâ: وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ
Evet havf-ı mevt, mevte sebeb. Hırs-ı hayat, illet-i zillet. Bu iki düstur-u hikmet, içine almış iki cümle-i âyet.
Hem şu cümlenin zımnında, evvelki düstur gibi kaderî bir düsturu, ihbar-ı gayb nev’inden beşere ihtar eder. Hem de eder işaret
Ki, o kavm-i azîmin eskide hâkimiyet, azametli bir tarih olmuş olduğu halde; inad ve hırs-ı hayat, vermiş onlara zillet ile esaret.
Meselâ: وَلاَ تَعْثَوْا فِى اْلاَرْضِ مُفْسِدِينَ ۞ لَتُفْسِدُنَّ فِى اْلاَرْضِ
Şu cümlede o kavmin bu zamana kadar da beşerde oynadığı ifsad ile, riba ile, hile ile, hem hıyanet
Derin bir intikamla müfsidane bir rolü, o inadlı rolünü oynattıran hâlet-i ruhîdeki düsturu ihtar eder şu âyet.
Şu kaç cümle nümune, denizden yedi katre. Hâdise etse tekerrür, inkılab eder düstura. Kur’andaki tekerrür bu sırra eder remzi, hem de eder delalet.
* * *
Tekrar-ı Kur’anın bir sırrı
Bazan görünür bir nurda nar, tahkikte tekrar. Tezkâr ile takrir, terdad ile ihtar güzeldir bülegaya, hutebaya
İnsan nasıl her an havaya, her gün gıdaya, her hafta ziyaya, her ay nisaya, her sene devaya
Muhtaç ve hem fakirdir. Tekerrür-ü esbabla müsebbebat eder teceddüd-ü iade. Ona tekrar denilmez. Öyle de insan-ı zû zekâya
Aklı, canı, cenanı, hem sırrı, hem vicdanı her an hakikata muhtaçtır. Her dakikada hakka dahi müştaktır. Her zaman âşıktır tecellaya.
Her saat keza zikre fakirdir, her günde marifete talibdir. Şu hâcât tekerrür eder. Kur’an dahi tekrar ile sevk ediyor ziyaya
Tekrarı ciddi tezkâr. Evet tekrar bazan kusurdur, fakat lezaiz ve zevaid olan umûrda ki zînet olur eşyaya.
Meselâ: Bir taamda eğer kût ve gıda ise tekrarı ülfet verir, ünsiyete sebebdir. Mizac daim müştaktır, me’nus olan gıdaya.
Ger tefekküh nev’indense, lezzeti teceddüdde tekrarı usandırır. Meselâ: Bir kelâmda hakikat-ı sabite ki kabildir nemaya
Tekrarı takrir eder, iadesi tahkiktir. Kalb dahi öyle ister. Eğer üslûb suretse tenevvü’ü lâzımdır, müstahsen bülegaya.
Suret eskileniyor, teceddüdü istiyor. Kur’an baştan aşağı kût-u kalbdir, kût-u vicdan, yüksektir zeminden ta semaya
Hem gıda-yı ervah, hem deva-i ezhandır. Tekrar ve terdad ise tahkik ile takrirdir, tenvir ile tekmildir. Kuvvet verir hüdaya.
Ondan bir kısmı ise o kûtun hülâsası, ona hacet ziyade, tekrarı o nisbette. O kısımdan bir kısmı hülâsat-ül hülâsa hakaika bir maye
Mütecessid bir nurdur, sermedî bir cesedle, o da “Besmele” gibi, ona hacet ânidir, hava-yı nesimî gibi, hayatî bir havaya
Madem Kur’an ki haktır, hem nuranî hakikat, hakikat massedilmez, belki verir bir ziya, hem de hazmolunmaz, îsal eder şifaya.
* * *
Bir insanla bir şeytanın bir mes’elede mücadeleleri
Bir zaman bir şeytan o hasm-ı bîeman vesveseye bindi. Çağırdı meydana zînisyan bir insan, başladı cidal ve imtihan
Müvesvis dedi ki: Kur’anı dinlersen, bîtarafane bak. Sonra da i’cazı nerededir tahkik et. Cevaben dedi insan:
Ey mel’un! Bîtarafane düşünmek ise muvakkat bir dinsizlik olur, iltizamı kırar. İltizam imanın lâzımı. Döndü yine şeytan
Dedi: Farz et ki, beşerin sözü imiş, o nazarla bir bak. Belâgatı nasıldır, tahkik de böyledir. Yine o insan
Dedi: Ey racîm! Bîtarafane düşünmek başka; aksini, nakîzini düşünmek, hem farz etmek büsbütün başka olur her zaman
Zira o tevakkuf, bu reddir. O adem-i kabul, bu kabul-ü ademdir. O dedi: Muhal dahi farz olunur. Farzı da müşahat olamaz. Döndü yine o insan
Dedi: Belâgat mukteza-yı hale mutabakatıdır kelâmın. Halbuki mütekellim, muhatab ve esas-ı maksad mutabakatta üç esastır bîgüman
Tesirleri azîmdir. En âlî bir noktada olan şu üç esas, dediğin bir farz ile minareden kuyuya indirip edip tebdil-i mekân
En edna bir surette esasat-ı âhere kalb ve tebdil etmektir. Mezayası da söner, sadefi yaz baharken olur manası kış bir hazân.
Müdhiş acılık veren bir kaba ifrağ etsen gayet şirin bir suyu, tatlılığı kaybolur, zevke de acı gelir. Döndü yine o şeytan
Dedi: Muhakkik bir hâkimdir, hâkim de bîtaraftır. İnsan dedi: Ey mel’un! İlmî mes’ele değil, o bir mes’ele-i iman
İltizam ve itikad her dem onun şe’nidir. İlmî mes’elelikten çoktan beri çıkmıştır. Başkaya kıyas olmaz o mes’ele-i vicdan.
Zira bir mes’ele ki; tarafeyn yakındır birbirine, ortası düşünülür, iki taraf da razı, elde yetişebilir kime düştüğü zaman
İki tarafı birer ihtimalle hissesine rabt eder. Fakat bir tarafı Süreyya fevkinde ise, diğeri seranın tahtında ise o zaman
İki taraf ortası bîtarafî düşünmek, hiç bir vakit olamaz, orta yerinde durmak. Biri leke-i zemin, diğeri zînet-i âsuman.
İki tarafa elini uzatıp birer hisseyi vermek, tahkike hiç sıkışmaz. Mesafenin nısfında aşağı tarafında farz ile bir meyelan
Hem vehim ile ne kadar indirirse, ona temayül etse tarafgirlik olur. Fakat fena tarafta vesveseye itaat, insafa olur isyan.
Madem orta yeri tutulmaz. Ya serada farzedilir; o halde bahaneler çoğalır, lâzım olur kat’î bedahet îkan
Mani’leri kıracak fevkalâde bir kuvvet tâ mefruzu seradan Süreyya fevkine çıkarsın. Evet oturmuş Furkan bir fark ferkadân.
Tahkikin şe’ni şudur: Madem Süreyya’da görünmüş, o sureti göstermiş, orada farzetmesi tahkikin mezhebinde farz ve vâcibdir her an.
Onu orada görecek arş-ı a’lâda tutup onun berahinini mismar gibi takacak delailin sütunu birer birer takacak dest-i emin-i iman.
Şeytan dedi: Zannınız nazımdaki letaif derece-i i’cazdır, meziyet-i kelâmı şu farz ile değişmez. Yine döndü o insan
Dedi: Tam bâtılı iltizam demek olan bu farzdan müzahref ve farazî bir sahib-i kelâm çıkar, tedehhüş eder vicdan.
O mefruzdan öyle müdhiş noktalar gelir, değil i’caz-ı belâgat belki bütün meziyeti mahveder. Döndü yine o şeytan
Dedi: Neden öyledir? O insan dedi: Zira tahkik ve insafa zıdd o küfrî farzında, el’iyazü billah bir mecmua-i riya-i bühtan
Farz etmek demektir. Bu farza şeytan dahi elbet cesaret etmez. O dedi: Şeytan olmasaydım, tasdik ederdim seni ey insan!
Fakat bu noktadan veririm kâfirlere şübheler, mü’minlere vesvese. Bundan o mülzem oldu, başka şübheye döndü, yine o şeytan
Dedi: Beşerle hem beşer gibi konuşmak nasıl ona yakışır, hem nasıl da konuşur, azameti tenezzül etmez? Döndü dedi de insan:
اَلَا يَتَكَلَّمُ مَنْ عَلِمَ bir düstur-u kat’îdir. اَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ o düsturun lâzımı. Mütekellimdir bîgüman evvelâ mekânı her zaman
Evet dünya içinde insan, insan içinde lisan, lisan içinde beyan, beyan içinde kelâm, kelâm içinde hurufu halkeden Hallak-ı Rahman
Hem lisanımızı, hem lisanımız içinde huruf ve kelimatı halkeden dahi, hem tamamıyla bilen o Zülkelâm-ı Zülkemal, o Rahîm-i Mennan
Kendi tenezzülat-ı rahmetiyle bizim lisanımızla, tarz-ı beyanımızla neden konuşmasın bizimle? İşte Tevrat, Zebur’la, Suhuf ve İncil ve Kur’an.
Evet rububiyet istiyor, uluhiyet muktezi, hikmet tensib ediyor, inayet müstelzimdir, belâgat der ahsen. Ona eder istinad sırr-ı nizam-ı cihan.
Tokmak gibi bu cevab o şeytanın başına öyle müdhiş bir indi ki o şeytanı kaçırdı, zabtetti insanoğlu o meydan-ı imtihan.
Bundan da mülzem oldu, o şeytan döndü dedi: Dersiniz Kur’an beşere rahmet. Halbuki ekseriyet elîm zahmete düştü, sebeb küfür ile küfran.
Yine o insan dedi: Zeminde yüz çekirdek mâ’ ve ziya gelmezse sağlam kalıyor. Fakat çekirdek kıymetinde beş para. Eğer şems ve âsuman
Mâ’ ve ziya verirse, sekseni sû’-i mizaçları için eğer çürüse, yirmisi her biri bir şecer-i meyvedar, bir ağac-ı sayedar. Ger verilse bir lisan,
Her çekirdek diyecek: Ey âb-ı hayatımız, ey ziya-i ruhumuz! Siz mahza rahmetsiniz. Pek şefkatli bir elden bize süzülmüşsünüz. Sizi bize gönderen o Rahîm hem Rahman.
Yahud mehd-i zeminde yüz yumurta bulunur. Fakat Hüma tayrının. Eğer tayr oturmazsa onlar sağlam kalır. Fakat birer adi yumurta, ne kıymetdar ne mizan.
O kuş eğer otursa, şefkatli harareti onlara da verirse, çendan seksen bozulsa, lâkin yirmisi her biri birer piliç çıkacak. O nev’e gelse lisan
Mutlak böyle diyecek: Ey şefkatli valide, ey hürmetli mürebbi! Sen bir latif rahmetsin. Diyecek, ayağına kapanıp şükran ile öpecek. O Hüma-misal, hüda-yı Kur’an.
Kaçtı o şeytan dedi: Seninle işim yoktur. Korkarım senden. Beni yolumdan şaşırtırsın ey insan-ı bîeman.
* * *
Ruhun dört havassına dört gayet-ül gayat var
Vicdana dört anasır, ruha da dört havastır: İrade ve zihin ve his, latife-i Rabbanî.
Şu dörtten her birinin var bir gayet-ül gayatı: İradenin gayeti ibadet-i Rahmanî,
Zihnin marifetullah, hissin muhabbetullah, latifenin şuhuddur, bir ihsan-ı Sübhanî.
Ubudiyet-i mutlak, ibadet-i kâmile dördüne de câmi’dir. Bunun ismi takvadır, bir tabir-i Kur’anî.
Şeriatın esası; şu dörtleri terbiye, tenmiye ve tehzibdir. Hem gayet-ül gayata saik ve hem mizanı.
* * *
لَا مُوءَثِّرَ فِى الْكَوْنِ اِلَّا اللهُ
İcad ve halk-ı kevnde vasıta sırf zahirî. Ger vasıta hakiki olsa idi, hem hakiki bir tesir verilse idi
Hem bir şuur-u küllî verilmek lâzım idi; hem itkanın eseri, hem san’atın kemali muhtelif olacaktı.
Halbuki en âdiden en âlî, en küçükten en büyüğe kadar hiçbir vakitte nazar futur, kusur görmedi.
Her şeyde itkanı, her şe’nde ihtimam derece-i kemalde. Her mahiyet kameti nisbetinde biçilmiş giydirmiştir mûcidi.
Demek müessir-i hakikî olan Zât-ı Vâcib’den tesiri noktasında denilmez bazı karib, bir kısmı da baîd veya eb’addı.
İtkan kat’an gösterir; bir kısmı vasıtasız, kısmen vasıta ile, kısmen vesaitiyle olmamıştır icadı.
İnsanda ihtiyar var, zira eserinde noksan var. İtkansızlık gösterir, cebir yok ihtiyar var. (Cüz’i ihtiyarinin varlığının delilleri kader risalesinde enfusî ve afakî olarak izah edilmişti. Bir üçüncü delilde bura da insanın cüz’i ihtiyarisinin varlığına delil eserinde noksan olması olduğu anlatılmaktadır.) O teklifin imadı,
Beşerin ihtiyarı, bir vasıtadır fakat itibarî eşyada, nisbî olan şuunda. Vahdet rıza gösterdi, hikmet böyle istedi.
Şâyan-ı temaşadır: Cüz’î bir ihtiyarın tavassut etmesiyle akıl ve zekâ eseri olan bir insan şehri içindeki efradı
Cemaat intizamca geridir; hiç bir vakit yetişmedi, yetişmez, vahiy ve ilham semeri bir arı kovanına, ondaki cem’iyete hem onların efradı
Hem arılar meşher-i san’atları bir petek hüceyrat şehri olan bir nar ve cülnardan intizamca geridir, sebeb de ihtiyardı.
Demek cazibe-i umumî hangi kalem yazmıştır, cevahir-i ferde de küçücük cazibeler o kalemden damlandı, zerrelere serpildi.
* * *
İslâmiyet evliyalara, Nasraniyet azizlerine tarz-ı nazarlarını müvazene
İslâmiyet şiarı لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ vesait ve esbabın hakiki tesirini kabul etmez, tanımaz. Vasıtaya bakıyor
Bir nazar-ı harfîyle. Akide-i tevhidi ona öyle göstermiş. Vazife-i teslimi onu öyle sevketmiş. Mertebe-i tevekkül o dersini veriyor.
İhlas-ı ubudiyet ona öyle nur vermiş. Nasraniyet veriyor vesaite, esbaba bir tesir-i hakiki, hem onlara bakıyor
Bir mana-yı ismîyle. Zâtında tesiri var zanneder de sapıyor velediyet mezhebi, akide-i tevellüd öyle de gösteriyor
Vazife-i ruhbanî, meslek-i ruhbaniyet onu öyle sevketmiş. Felsefe-i tabiî o dini mağlub etmiş, işine karışıyor.
Ona öyle ders vermiş. Hristiyanlık bir mana-yı ismîyle kendi azizlerine nazar eder bakıyor, lâmba-misal görüyor.
Bir fikre göre lâmba nuru güneşten almış, fakat temellük etmiş. Demek azizlerin her biri, onların nazarında menba’-ı feyz oluyor.
Bizzât birer maden-i nur. Bu nazardan bir şirkin tereşşuhu zahirdir. İslâm velilerini bir mana-yı harfîyle nazar edip görüyor,
Müstazî bilir müstear, âyine-misal tanır, nuru güneşten gelir, tabiatında yoktur, Şems-i Ezel ziyasını alır da neşrediyor.
Demek enbiya, evliyaya birer tecelli ma’kesi, birer feyzin âyinesi, şehd-i şuhudun mikessi nazarıyla bakıyor.
Bu sırra müessestir Nakşibend rabıtası. Şeyhte teşahhus yoksa zararı olmaması, eğer varsa da mürid onu fâni bilir.
Bu sırdandır ki; bizde tevazu’dan başlıyor tarîkatın sülûku, mahviyetten geçiyor, git gide tâ fena fillah makamını buluyor.
Sonra nihayetsiz meratibde seyr ü sülûk başlıyor. Bu sırdandır ki; “ene” hem de nefs-i emmare kibriyle kırılır, gururuyla sönüyor.
Hazır Hristiyanda ise “ene” bütün levazımıyla kuvvetleşir, gurur kırılmaz. Enesi kuvvetli müteşahhıs bir adam Hristiyandan olursa mütesallib oluyor. (İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise “velediyet” fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir. Mektubat 325)
Fakat eğer Müslümandansa lâkayddır, lâübali. Bu sırdandır ki, Hristiyanın aksine, avamımız havastan ziyade dindardır, dine merbut kalıyor.
* * *
Mahbub-u hakikî en akreb hem en eb’addır
Ey esbabperest arkadaş! Rahmet ve ilim ve kudret denizinde daima müsebbihane yüzen kâinat timsalini
Görmek eğer istersen benimle beraber gel! Hayalî bir seyahat. İşte bahr-i ummanın fakat suyu tatlıdır, en derin bir yerini
Kendine makarr etmiş, yüzlerce menzillere havi olan bir cesîm, tahtaları pek ince taht-el bahrin içine sen karınca cismini (Felsefe karıncaya teşbih edilmiştir.) ben arı libasını (Kur’an nazarı arıya teşbih edilmiştir.)
Giyeriz de gireriz. İstersen gel de otur kanadımın üstüne beraber de uçarız, muhit-i havaînin denizinde yüzeriz. Onun orada var bir balonu
Bu müdhiş bir balondur. Binlerle bölmeleri var, müretteb muntazamdır. Biz de girdik içine, ben kondum pencereye, sen istedin altını.
Ey karınca kardeşim! Taht-el bahrde isterdik suyun yüzünü görmek (Cenab-ı Hakkın kudreti suyaya teşbih edilmiş), burada istiyoruz ziya ile yıkanmak (Cenab-ı Hakkın ilmi ziyaya teşbih edilmiş) olan , ben bilirim yolunu.
İkisinde ikişer yolumuz var: Bir basar, nazar yolu. Basar surete bakar, bölmelerde dolaşır, dama ulaşır ya ulaşmaz (Enfüsi ve afaki esbaba takılır.). İşte tarîk-i fennî.
İkincisi hidayet, basiret tarîkidir. Hidayet hakka bakar (Esmanın menbaı olan Cenab-ı Hakka bakar.), basiret hakikata (Esmanın neticeleri olan esbaba bakar.). Hak ve hakikat öyle birer keskin âlettir ki taht-el bahr balonu
Neresini istersen onlar ile delersin mâ ve ziya alırsın. Bu pencerede görürüm, zâten pek çoktur pencereler, sen zulmette oturdun görmezsin hiçbirini.
Bizim gibi küçücük hayvanlara kâfidir mesamatta tereşşuh, menafizde şuaat. Sen sözümü tutmadın, bölmelerde dolaştın. Bir şey bulmadın. Ayaklar ezdi seni.
İşte âlemde olan sebebler, vasıtalar benzer o bölmelerde müretteb ve muntazam perdelere, duvarlar her birinin altında hem dahi pek yakını
Melekûtiyet vechinde mâ-i kudret işliyor, ziya-yı ilim okşuyor, nesîm-i rahmet yelpezler yüzünü hem gözünü canını cenanını.
* * *
Evliyadan âşıkîn ve ârifîn beynlerinde mühim bir fark
Eğer hakiki âşık yolunda fena gitse, (Câmî ve İbn-ül Fârıd gibi zatlar tasavvuf yolunda zevkî olarak anladıkları manayı dile şiirlerle dile getirmişler) ya tabirde hata etse, ya tavsifte yanılsa, yine maşuka gider. Maşuktur onu çeker, yolunu da şaşırtmaz.
Zira aşk, cazibedar bir cemale müncezib cenanî bir cezbedir. Bazan netice haktır, hem de mütehakkiktir. Lâkin delil bâtıldır, vesile de hatadır, ona zarar veremez.
Eğer veli-i ârif yolunda fena gitse, (Muhyiddin-i Arabî Hazretleri ve İbn-üs Seb’în gibi zatlar ilmî olarak keşfettikleri hakikatları eserlerinde izah ederken ehl-i sünnet itikadına zahiren muhalif fikirler beyan etmişler.) ya suret hata görse, ya sözde yanlış etse, matlubuna yetişmez, maksuduna ulaşmaz.
Zira bir yol bozuksa, hiç maksada götürmez. Eğer şartı olmazsa, meşrut hasıl olamaz. O âşıka benzemez. Mukayyeddir, hür olmaz.
Zira ârif kendisi yukarıya çıkıyor, basamaklara basar, lâzım dikkat-ı nazar. Fakat âşık, birisi onu yukarı çeker, hür kalır, mukayyed kalmaz.
Demek veli-i âşık muhtîyse yine binefsihî hâdîdir, ligayrihî mudıldır. Fakat ârif muhtîyse mudıl, hem dâll olur, iktida da edilmez.
Bu sırdandır bir kısmı güruh-u ârifînden i’dam ve idlâline sebeb olan rumuz ve şatahiyat ki tevili götürmez.
Zümre-i âşıkînî rumuzdan çıkardılar işaret-i şatahiyatı, sarihan söylediler. Yine nazar-ı ümmet onları ta’zim etti, onlara ilişilmez.
Bu sırdandır Muhyiddin, Câmî ve İbn-ül Fârıd, İbn-üs Seb’în beraber işaret-i şatahatta birbirine benziyor, telakkide benzemez.
Vakta ki Muhyiddin’in irfanı galib çıktı, aşkına. Sebeb oldu ki işaratı, yağdırdı ona dehşetli oklar, tâ selime keşf oldu remz.
Fakat Câmî âşıktı. Vâzıhan tasrih etti, hem hürmetle yaşadı. Oklardan selim kaldı, hem tenkid de edilmez.
İbn-ül Fârıd a’şak o a’ref Muhyiddin’den daha ileri gitti. Ümmetin itabından ondan geride kaldı. Kusuruna bakılmaz.
İbn-üs Seb’înin vaktâ sözünde safî bir aşk pek de görünmez oldu. Nazarvarî kelâmı sebeb oldu ki, ona isnad-ı ilhad oldu. Kendini kurtaramaz.
Eğer desen Muhyiddin kelâmında tahalüf, belki tenakuz vardır. Ben derim: Elbette o zât görmüş de demiş, görmezse hiç söylemez.
Lâkin nasıl görünse bir şey, nefs-ül emirde aynen öyle olması her dem lâzım gelemez. Basar doğru görüyor, yanlış hükmediyor. Bazan basiret öyle tamamını göremez.
Eğer Muhyiddin dese: “Gördüm.” Doğrudur, görmüş. O ruh öyle âlîdir. Kasden yalan söylemek, ona hiç yanaşmaz. Kat’an tenezzül etmez.
Şu sırra faysal budur: O bir seyyare-i ruh, gayr-ı sabit tecelli, tecelliyat-ı seyyal, ona olmuş hakikat-ı sabite sevabit-i hakaik. Dane sünbülsüz olmaz.
Fakat sabit hakikat, hem de seyyar tecelli, bir çekirdek bir çiçek. Ne zâtîdir ne gayrı, hakikat hak mizanı Kur’andır, başka olmaz.
Ger desen: Muhyiddin’in âsâr-ı kelâmlarında öyle sözleri vardır, Şer’de hiç yeri yoktur. Belki ona küfür demiş bazı imamlarımız.
Cevaben de derim: Bir kaide-i umumî beyanı lâzım gelir. Meselâ şeriat bir vasfa ya bir söze dese ki; bu küfürdür, mü’min işi olamaz.
Murad ve manası: O hal imandan gelmez, sıfat da kâfiredir. O söz de bir kâfirdir. O zât onunla küfretti demektir, mutlak o zât kâfirdir denilmez.
Zira imandan neş’et eden pek çok sıfâtı vardır imana delil-i azher. Bir tevile muhtemel bir hali de bir sözü bunları hiç kıramaz.
Demek o zâta kâfir demek bir şart ile caizdir ki; yakînen bir kanaat gelse, o söz küfürden tereşşuh etmiş, sıfat ondan naşidir, başka sebebden gelmez.
Öyle sıfât sözlerin pek çok sebebleri var. Demek öyle vasıf ve kelâmın delaletinde şekk var, küfre kat’î delalet etmez.
Evsaf-ı sairenin imana delaleti, hem düstur-u “Asıl bekadır.” Onun da şehadeti, tahakkuk-u imanı yakînen isbat eder. Sû’-i zan asıl olamaz.
Şekk yakînin hükmünü her dem zâil edemez. Nisyan veya sehv ile, hata ve iltibasla muhtemel bir söz ile çabuk tekfir edilmez.
Eğer desen: Muhtelif tarîkatlarda vardır muhtelif âyinler, ibadet şekli giymiş. Derim: Üç şartı varsa, bir niyet-i hayır ile belki de zarar vermez.
Birinci şartı şudur: O münafî olmamak kat’iyyen vakar-ı zikre, hem âdâb-ı huzura. İkincisi: Menhî olan ef’alin içinde bulunmamak. Menhî olsa hiç olmaz.
O ef’al ve harekât, kasdî birer ibadet nazarıyla yapmamak. Evet hal ve harekât ihtiyarî ve kasdîden daha ziyade olmalı şuursuz, incizabî ızdırarî. Başka çeşit yakışmaz.
Zira asıl ibadet, bizzât nefs-i zikirdir. O ahval-i mubaha bir vesile-i müşevvik. Harekât tayininde ihtiyar-ı zâkiri âyet serbest bırakmış, mubahta takyid etmez.
O ef’al hiç benzemez Şer’an muayyen olan ibadat ef’aline. Zira ef’al-i Şer’î bir ceviz-i Hind’e benzer, süt-misal lübbü gibi beyaz kışrı da lübdür, cevizimize benzemez.
Fakat âyin-i zikirde olan ef’al ve ahval cevizimize benziyor. Kışrı bir gılaftır, hiçbir vakit yenilmez. Ceviz-i Hind’e benzemez, ona makîs olamaz.
* * *
Kâinattaki faaliyette büyük bir lezzet var.
Bir hikmet-i ezelî, dest-i kudret, fıtratta bil-kuvveden bil-fiile çıkarmak, hem kuvveden amele geçirmek için bir faaliyet dercetmiş.
O faaliyet içinde şedid bir lezzeti mezcetmiş. Mütenevvi’ her şeyde müstetir olan lezzeti, tegayyür-ü âleme mühim bir maye yapmış.
O mayeyi kanun-u tekâmül ve nümuvve bir dane nüve etmiş. O nüveye kudreti vücud verir, hikmeti bir sureti giydirir, rahmet onu beslermiş.
Nasılki zindandan geniş bostana çıkmak adama bir lezzettir. Öyle dahi daneden sünbüle geçmek, ölmek, o münkabız daneye münbasit bir lezzetmiş.
İmtizac-ı kimyevî istihaleye geçirtir, ziya hararet verir. Öyle de faaliyet istihaleye geçerse lezzet tezayüd eder, etrafa da taşarmış.
Vazifede külfeti taşıttıran o tattır, şevki veren o lezzet. Zîşuura nisbeten gayette olan kemal ne kadar cazib imiş.
Gayr-ı müdrike nisbet bizzât o faaliyet öyle cazibedardır, sa’ye onu sevkeder, tesbihle şükreder. Zira Hâlıkını tanırmış.
Bu sırdandır ki; rahat zahmet, zahmet rahattır. Âtıl şakî, saî şâkirdir. Meşietten gelen nizama âtıl âsi, saî muti’miş.
* * *
Ekserin ateşiyle ekall de yanar. Yoksa sırr-ı teklif fâş olursa, hikmet-i imtihan zayi’ olur.
Masum ekalliyet, günahkâr bir ekserin musibetinden olur hissedar-ı azabı. Zira teklif nazarî kalsa, kalır ihtiyar,
Sırr-ı teklif-i şer’î hem hikmet-i ibtila kat’an tahakkuk eder. Teklifin telkininde bedahet ve zaruret olsa, olur ızdırar
İhtiyar zâil olur, hem hikmet-i teklif-i ibtila zayi’ olur. Bir âsi-i günahkâr
Muhterik hanesinde bir masum da var idi. Ger bir dest-i gaybiyle masum masun kalsa idi, maadin-i ervahın tenmiyesine medar
Hem sebeb-i tehzibi olan evamir imtisali, nevahi içtinabı sebebiyle elmaslaşmış Ebu Bekir-i namdar, hem de o sahib-i gar
O sadîk-ı sâdıkın o ruh-u musaffası, onun aksiyle fahmlaşmış Ebu Cehl’in zulmetdar
Ruhundan temeyyüz, teâli edemezdi. Biri zulmet-i yelda, biri bir necm-i zehra. Biri bir semm-i murdar, biri bir sırr-ı serdar
Bu sır sebeb olmuştur; teklifte nazariyet, telakkide meşakkat, cihad ve müsabakat. Nur içinde bir nar
O nar ise hem tehzib, hem tezhib ve tasaffi ervah-ı âliyeyi ervah-ı safileden. Dane oldu bir şecer, şecer oldu meyvedar.
* * *
Bazan za’f zalim olur
Ye’s ile sû’-i zandan za’f-ı kalb neş’et eder. Öyle adam görüyor, zalimin darbeleri bir mazlumu döğüyor
Elîm darbe iniyor, o mazlumun âlâmı tabiî aksediyor o zaîfin kalbine teellümat veriyor
Teellümat incitir, za’fı tahammül etmez, ondan kurtulmak ister. Rahat-ı kalbi için, mazlumun istihkak-ı darbe arzu ediyor.
Hem bahane buluyor, belki der müstehaktır. Madem o sefil güneş ona vermiyor, neden gölge ediyor
Manen zalim oluyor, zulme yardım ediyor. Bir kaplan parçalıyor bir bîçare adamı, za’fından kaçamıyor
Felâketin sebebi canavarda vahşettir, bîçarenin za’fıysa ona bir bahanedir. Vahşet cinayetiyle zaîfi mahkûm ediyor
Ademin günahıyla, vücud mahkûm oluyor.
* * *
Hırs sebeb-i haybettir
Hırs haybeti getirir, aculiyet hüsranı. Zira ki fıtratta var müretteb basamaklar, müselsel terettübe tatbik-i hareketi
Etmediğinden haris ağleb muvaffak olmaz. Tatbik etse de onun bir tertib-i ca’lîsi, hem bir süllem-i himmeti
Var. Bir basamak miktar seyr-i fıtrîden kısa olduğundan bir ye’se düşüp, gaflet bastıktan sonra kapı açılır; rahmet verir nimeti.
Herkes başından geçmiş buna benzer bir şeyler. Allah kalbin bâtını, iman ve marifeti, tecelli-i muhabbeti,
Aşk ve şuhudu için yaratmış, nazik yapmış. O nazenin-i gaybî, Samed âyinesidir, sanem ona giremez. O şişeyi kırıyor, o hacerin sıkleti.
Allah kalbin zahiri, sair şeylere yapmış bir mahzen-i muntazam. O hırs-ı cinayetkâr o nazik kalbi deler, ona verir zahmeti.
Sanemleri içine izinsiz idhal eder. Allah ondan darılır. Maksudunun aksiyle veriyor mücazatı.
Siyaset efkârını İslâm akaidinin harîm-i ismetine tam yerlerine kadar îsal eden herifler ettikleri hizmeti
Şan ü şeref almazlar, belki şeyn ü şenaat zemme mazhar oldular. Nefsanî aşklardaki felâket ve haybetler
Bu sırdandır elbette. Mecazî âşıkların bütün bu divanları birer feryad-ı matem, birer fizar-ı zulüm, bir vaveyl-i zilleti
Zira ekser maşuklar zalim olurlar_ O nevi aşkları tahkir ederler, etmezler merhameti
Zira bâtın-ı kalble bu nev’ aşk-ı mecazî, fıtrata karşı tahkir, bir nev’ istihza olur. İncitiyor fıtratı.
Fıtrat, fıtrî olmayan her şeyi tezyif eder. Hem dahi tahkir eder. Tahkiri işmam eden böyle tarz-ı hürmeti
Bu hırsın düsturuna iki cüz’î nümune, girmiş hiss-i umuma. Biri merak-ı nevmî, nevmi dahi uçurur, kaçırır bakiyyeti
Dilenci-i muhteris sadakayı kaçırır. Sende bir dâ’-üs seher var. Gece kalben nevmi merak edersin, kaçırır bakiyyeti
Sen uyanık kalırsın. İki dilenci, biri musırr ve muhteristir. Biri müstağni ve muhteriz, var sırr-ı kanaatı.
İkincisine vermek ziyade istiyorsun. İşte te’dib-i fıtrat. Bunun gibi çok nümuneler var, îma eder şu keskin kanununun vüs’ati.
* * *
İslâm’a yakışan Hudabinane insaftır, hodbinane tenkid değil.
En müdhiş marazımız, hem manevî musibet; cerbeze ve gurura dayanan şu tenkiddir. O tenkidi işleten, ger insafın eliyse
Hakikatı rendeşler. Ger o tenkid, gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin müdhişi şöyle tenkid ger girse
İmanî akaide, dinî müsellemata. Zira iman tasdikle beraber hem iz’andır. İz’an ile beraber teslim ve iltizamdır. Eğer za’fı olmazsa
İltizamla beraber manevî imtisaldir. Şöyle tenkid kırıyor teslim ve imtisali, iz’an ve iltizamı. Çendan bir şekk vermezse
Tasdikte de kalıyor bîtaraf, lâübali. Şu zaman-ı tereddüd evham ve vesvesede lâzım budur herkese
İz’an ve iltizamı. Tenmiye ve takviye eden safi âsârı nuranî sıcak kalblerden çıkan bîvesvese
Müsbet efkârı müşevvik beyanatı hüsn-ü zanla temaşa, tedkik etmek gerektir. Avrupa kâselisi beynindeyse
Zebanzeddir bîtarafane düşünmek, muhakeme. Halbuki bu kelime muvakkat dinsizliktir. Yeni mühtedi olsa, ya dine müşteriyse
Belki o yapabilir. Evet yüzde birisi farz ve kifaye için hasm-ı dini ilzamen, ya talibi iknaen muvakkaten istese
O tavrı takabilir. Lâkin yüzde doksana böyle terbiye vermek, bir hasmı kazanmadan kırk müslim feda olur, her biri bir vesvese.
* * *
Gurur za’ftan gelir, dalalete gider.
Gurur dâhilde ilhaddır, harice küffarın efkârına karşı salabettir.
Bir menba’-ı dalalet gurur-u fikriyedir. Gurur onu çıkarır cadde-i cumhurîden, açık yerde bırakır. Kendine cadde yapmak onu mecbur ediyor.
Menhec-i cumhurîden çıkmış şükûk ve evham, iki taraf atılmış. Yanında cadde yapsa, o evhamla çarpışmak ona zarurî olur.
O mağrur serseri hasenat-ı cumhurdan mahrum kaldığı halde, cumhurun evhamına daim mübtela olur. Onlarla da çarpışır, binden biri kurtulur.
Ey talib-i hidayet! Şu gururun başını ayak altına al, ez. Hısn-ı hasîn-i iman cumhurun menhecine gel, teslim ile gir, gör, gez.
Günahkâr, hevaperest, rahat-ı kalbi için Cehennem’i istemez. Cehennem aleyhinde her şeyi alkışlıyor. Bu arzuyla gitgide inkâra kadar gider.
* * *
Gıybetin derece-i şenaatı:
اَيُحِبُّ اَحَدُكُمْ اَنْ يَاْكُلَ لَحْمَ اَخِيهِ مَيْتًا
Bu âyet-i kerime şu altı kelime ile altı derece şiddetle gıybeti takbih eder. Zemmi zemmedip tevbih eder âdemi.
Su gibi nüfuz eden kelimat-ı sittede istifhamî hemze ile der: Aklına bir bak, böyle şer bir şeye cevaz, izin verir mi?
Müstakim aklın yoksa, kalbin içine bir bak. Eğer kalbin var ise, böyle elîm bir şeye hiç muhabbet eder mi?
Selim kalbin yok ise, vicdanına da bir bak. Böyle kendi dişinle hem de kendi elini, hem çekersin elemi, parçalamak misali, içtimaî hayatı ifsadına vicdanın rûy-i rıza acaba böylece gösterir mi?
İçtimaî vicdanın eğer o da olmazsa insaniyetine bak. Böyle canavarvari iftirasa iştiha, arzu hiç gelir mi?
İnsaniyetin olmazsa rikkat-i cinsiyene, karabet-i rahmiyene bak. Böyle kendi belini kıracak harekete vahşice meyleder mi?
Karabet-i rahmiyen, hem rikkat-i cinsiyen de o da eğer olmazsa, hiç sağlam tabiatın, selim fıtratın yok mu?
Ki muhterem meyyiti dişinle parçalarsın. Demek akıl ile hem kalb, vicdan ve insaniyet, hem karabet-i rahmî,
Hem rikkat-i cinsiye, tabiat ve şeriat nazarında o müzmin maraz zemm-i mezmumdur, merdud gıybet matruddur. İçilir mi her dem dem-i âdemî?
* * *
Fâsıkımız başka fâsıka benzemez. Ahlâkımız dinimizle kaimdir.
Bizde biri fâsıksa galiben ahlâksızdır. Ekser vicdansız olur. Zira bir arzu-yu şerri, vicdanındaki imanın sadasını
İskâtla, susturmakla inkişaf edebilir. Demek o şahs-ı fâsık vicdanını, kalbini birdenbire sarsmadan, hem maneviyatını
İstihfaf, iskât etmeden, tam bir ihtiyarla serbest şerri işlemez. Bundandır İslâm dini fâsıkı hain bilir, hem görür onu cani
Şahidliği reddeder. Mürtedi de zehir bilir. Hem de bir semm-i katil. Onun için i’dam eder, heder eder kanını.
Fakat zimmî ve muahidi şartıyla ibka eder. Niyettir hayrı hayr eder. Hem icra-i adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb, vicdanı
Ruh ile de beraber müteessir olsunlar, imtisal de etsinler. Yoksa yalnız kanun, nizam namına olsa, yalnız müteessir olur vehm-i insanî,
Hem vehim-âlûd bir aklı müteessir ediyor. Vaktâ şerre meyletse, onun vehmi düşünür hükûmet cezasını, te’dibin kamçısını.
Yalnız ondan korkar, eğer tahakkuk etse. Tahkikteki işkali o vehmi teşci’ eder. Yahud itab-ı nâstan utanır, çeker elini
Şayet tebeyyün etse. Tebeyyün her vakit olmaz, ona teselli verir. Bu sır sebeb olmuştur, içimizde adalet kaybetmiş hürmetini.
Şer’ namına olmayan adalet çendan mahzsa, öyle namaza benzer: Ya niyetsiz oluyor, ya kıblesiz oluyor, ya abdestsiz kılıyor o bâtıl namazını.
* * *
Mü’min mü’mine karşı vazifesi; büyüğe hürmet, küçüğe merhamet, müsaviye muhabbet, mürüvvettir.
Tek bir cani yüzünden masumları muhtevi bir gemi batırılmaz. Onun gibi bir cani vasıf ve fiilin yüzünde çok evsaf-ı masume
Muhtevi bir mü’mine adavet hiç edilmez. Lâsiyyema sebeb-i muhabbet olan iman, tevhid ve İslâm gibi evsaf-ı mükerreme
Uhud Dağı gibidir. Adavetin sebebi olan hatalı şeyler çakıl taşlar gibidir. O evsaf-ı mezmume
Evet çakıl taşları Uhud Dağı’ndan daha ağır telakki etmek ne kadar akılsızlıksa hem cinnet-i mahmume.
Mü’min mü’mine karşı adaveti o kadar elbette kalbsizliktir. Hem de mizan-ı histe mü’minlerde adavet zıddır İslâm selâma.
Olsa olsa yalnız acımak manasında garazsız olabilir. Elhasıl: İslâmiyet uhuvveti istiyor. Muhabbetse imana bir lâzıme
Sû’-i hulkun azabı, içinde mündemiçtir. Hüsn-ü hulkun sevabı, içinde münderiçtir. Öyle ise işi bırak o Âdil-i Hakîm’e.
Fenn-i hazır içinde cehl-i mahz müstetirdir. (Fenni hazır, Mü’min’in mü’mine karşı vazifesi olan büyüğe hürmet, küçüğe merhamet, müsaviye muhabbet, mürüvvet etmenin Cenab-ı Hakkın bir emri olduğundan bahsetmiyor. Hem fenn-i hazır, sû’-i hulkun neticesinde çekilen azabın tedavisinde cahildir. Hem Âdil ve Hakîm olan Cenab-ı Hak, hem şahsî, hem içtimaî hayatta hem de tekvini emrinde herşeyde müvazene ile hareket etmeyi emrettiğinden fenni hazır bu müvazeneyi bozduğu ve müvazeneyi koyanı tanımadığı için nihayetsiz bir cehil içindedir. Evet İsm-i Hakîm’in cilve-i a’zamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisad ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor; iktisadı emrediyor. Ve İsm-i Adl’in cilve-i a’zamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın müvazenelerini idare ediyor ve beşere de adaleti emrediyor. Lem’alar 309) Zira âsâr-ı Hâlık-ı Kadîr esbabın hesabına, vesaitin namına kaydediyor, telkin eder âleme.
((Bu parça çok kıymetlidir. Tâ İkinci Nükte’ye kadar herkese faidesi var.)
Eskişehir Hapishanesinde, sû’-i ahlâktan değil, belki sıkıntıdan gelen nâhoş bazı haller münasebetiyle, ahlâka dair bir nükte ile, meşhur bir âyetin mestur kalmış bir nüktesine dairdir.
Birinci Nükte: Cenab-ı Hak kemal-i kereminden ve merhametinden ve adaletinden, iyilik içinde muaccel bir mükâfat ve fenalıklar içinde muaccel bir mücazat dercetmiştir. Hasenatın içinde, âhiretin sevabını andıracak manevî lezzetler, seyyiatın içinde, âhiretin azabını ihsas edecek manevî cezalar dercetmiş.
Meselâ: Mü’minler mabeyninde muhabbet, ehl-i iman için güzel bir hasenedir. O hasene içinde, âhiretin maddî sevabını andıracak manevî bir lezzet, bir zevk, bir inşirah-ı kalb dercedilmiştir. Herkes kalbine müracaat etse bu zevki hisseder.
Meselâ: Mü’minler mabeyninde husumet ve adavet bir seyyiedir. O seyyie içinde kalb ve ruhu sıkıntılarla boğacak bir azab-ı vicdanîyi, âlîcenab ruhlara hissettirir. Ben kendim belki yüz defadan fazla tecrübe etmişim ki; bir mü’min kardeşe adavetim vaktinde, o adavetten öyle bir azab çekiyordum, şübhe bırakmıyordu ki, bu seyyieme muaccel bir cezadır, çektiriliyor.
Meselâ: Hürmete lâyık zâtlara hürmet ve merhamete lâyık olanlara merhamet ve hizmet bir hasenedir, bir iyiliktir. Bu iyilikte sevab-ı uhrevîyi ihsas eder derecede öyle bir zevk, lezzet vardır ki; hayatını feda etmek derecesine o hürmeti, o merhameti ileri götürür. Validenin çocuğa merhametindeki şefkat vasıtasıyla kazandığı zevk ve mükâfat için, hayatını o merhamet yolunda feda eder dereceye gider. Yavrusunu kurtarmak için arslana saldıran bir tavuk, hayvanat milletinde bu hakikata bir misaldir. Demek, merhamet ve hürmette muaccel bir mükâfat var; âlîhimmet ve âlîcenab insanlar onları hisseder ki, kahramanane bir vaziyet alıyorlar.
Hem meselâ: Hırs ve israfta öyle bir ceza var ki; şekvalı, meraklı, manevî ve kalbî bir ceza insanı sersem eder. Ve hased ve kıskançlıkta öyle bir muaccel ceza var ki, o hased, hased edeni yakar. Hem tevekkül ve kanaatta öyle bir mükâfat var ki, o lezzetli muaccel sevab, fakr u hacetin belasını ve elemini izale eder.
Hem meselâ: Gurur ve kibirde öyle bir ağır yük var ki; mağrur adam herkesten hürmet ister ve o istemek sebebiyle istiskal gördüğünden daimî azab çeker. Evet hürmet verilir, istenilmez.
Hem meselâ: Tevazu’da ve terk-i enaniyette öyle lezzetli bir mükâfat var ki; ağır bir yükten ve kendini soğuk beğendirmekten kurtarır.
Hem meselâ: Sû’-i zan ve sû’-i tevilde, bu dünyada muaccel bir ceza var. “Men dakka dukka” kaidesiyle, sû’-i zan eden, sû’-i zanna maruz olur. Mü’min kardeşinin harekâtını sû’-i tevil edenlerin harekâtı, yakın bir zamanda sû’-i tevile uğrar, cezasını çeker.
Ve hakezâ bütün ahlâk-ı hasene ve seyyie, bu mikyasa göre ölçülmeli. Ben rahmet-i İlahiyeden ümid ederim ki; Risale-i Nur’dan bu zamanda tezahür eden manevî i’caz-ı Kur’anîyi zevk eden zâtlar, bu manevî ezvakı hissederler; sû’-i ahlâka mübtela olmayacaklar, inşâallah. Osmanlıca 28. Lem’a)
* * *
Beşerde şu zelzele, İslâm’daki tezelzül, tenezzül, tezellülü izale ederek ona istiklâl, istikrar verecek. Belki Garbı gârıb, şarkı şârık edecek
Bir vakit biri dedi: Medeniyet-i küffar İslâm’a bela oldu, şimdi sosyalist çıktı, dünyayı karıştırdı, müfritleri dehşetli.
Ben demiştim: Hiç korkma; medeniyet-i avam, sosyalist gayesidir. Düsturları bozmuyor İslâmî esasatı, düşünsün Avrupalı.
Fakat havassa mahsus medeniyet-i sefihe bozmaya çalışırdı; İslâma pek pahalı düştü, hem de belalı.
Büyük rüşveti aldı. Zira ki maddiyyunluk hem engizisyonluk mayesiyle yoğrulmuş şu hâzır medeniyet câzibe cerbezeli,
Aldatıcı, müşevvik vesaitle mücehhez, hevesle câzibedar o sehhare-i fettane, din ve namus, fazilet, hissiyat-ı maâlî
Bedeline kendini İslâmlara satıyor, şaşaalı bir hayat gösterip takdim eder. Dinden hem de namustan, hem de bir iki katlı
Fazla rüşvet alıyor. Fakat sosyalistlikse basit ve hem de sade bir hayatı gösterir, cumhura eder takdim. Onun da mukabili
Kimse dinden, namustan büyük bir hisse vermek, hem de feda etmeğe icbar etmez, edemez. Hem de kimse hissetmez kendini ona borçlu.
Nasıl herbir insanda gıdaya ihtiyaç var, onun gibi zevke de bir ihtiyacı vardır. Nefis ve heva yolunda süflî ve hem zelilî
Zevki tatmin olmazsa, ruh ve hüda vechinde zevkini arayacak. Meselâ burada iki adam var, sen onlara davetli
Birinci pek müşa’şa’ hem dahi cazibedar, eğlenceli heveskâr, seni bir ziyafete teşriflerle çağırır. Öbürüsü sadeli
Fakirane bir yerde, hem basit bir çorbaya seni umumla çağırır. Namaz vakti de gelmiş. Birinci davet için, ki o pek şaşaalı
Cemaat ve sünneti belki de hem namazı terk edersin gidersin. Zevksiz diğer davete, zevk-i ruhanî olan lezzet bîzevali,
İbadet ve sünneti terk etmezsin, gitmezsin. Birinci ziyafetse şimdiki medeniyet, ikinci ziyafetse avamî medeniyet, o daha adaletli.
Adalet-i hâlise İslâmiyet’ten çıkar. Ruha hayat veriyor. Hayatını öldürmez, zulmetsizdir hayatı, hakikattır kemali.
İslâm bir ibret aldı. İslâmiyet eskide gaflet edip de küstü. Hristiyanlık dini ise kendi hasm-ı galibi ki, medeniyetle fenni dost ederek hileli.
Kendine mal ederek o iki silâh ile bize galebe çaldı. Şimdi şarkta bir müdhiş silâh imal edilir, yakın oldu ikmali.
Bunun kısm-ı azamı hem haktır hem malımız, biz sahib olmalıyız. Zira hak kısmı hakkımızdır. Müzahref kısmı ise onlara bırakmalı, başlarına vurmalı.
Eğer bundan müstağni, eski gibide küssek; o hayyal Hristiyanlık kendine dost ederek, onu aleyhimizde ederek istimali
İslâmın zararına yine istihdam eder. Karşısında husumetle dayanmak pek güç olur. O yeni bir fikirdir belalı hem faideli
Cumhura müteveccih, muhatabı avamdır. Şu cumhur-u avama tevcih olan bir fikir ger kudsiyet almazsa yakın olur zevali
Çabuk söner de ölür. O yeni desatire bir kudsiyet verecek iki muazzam din var; ona ziya buna zulmetli, buna zulmet ona ziyalı.
Şu şarkî keskin fikir vaktâ gözünü açmış, başında duran hasmı Hristiyan dini bulmuş. Hasmın elinde silâh yine o din olmalı.
Öyle ise o fikir onunla hiç barışmaz. Elbet o fikir ve meslek beka, yaşamak ister. Yaşaması cumhurda kat’â takarrur ister. Kalb etmeli kabulü.
Avam kalbinde takarrur, bir kudsiyet ister. Kudsiyeti verecek içtimaî din ister; avamı çok düşünmüş, ihsanlı, merhametli
Bir şeriat ister. Demek ister istemez dehalet edecek, İslâmiyete teslim olacak, ya ölecek. Bunu iyi bilmeli.
Eğer desen nedendir İslâmiyet pek garib düştü de zaîf oldu, izzeti gaib oldu, saadeti âfile tali’le gurub ettik,
Yıldız tulû’ etmedi. Derim onun sebebi: Garba karşı istihsan, muhabbetimiz oldu. Biz menhus bir muhabbetle garba teveccüh ettik.
Şems-i İslâmiyet de guruba yüz tutturduk. Garbdan şedid nefretle ne vakit yüz çevirip, şarka bir muhabbetle cidden teveccüh ettik
Şevket-i İslâmiyet Kamer’i işrak eder. İslâmiyet şemsinden nuru alır dağıtır. Hilâli teâli eder. Aldandık, hata ettik
Muhabbeti hariçte, husumeti dâhilde sarfettik. Hem de düştük. Kalkmak için lâzımdır bunları becayiş etmek, hata ettik de gördük.
* * *
İslâmiyet insaniyette temin-i müsalemet ve i’lâ-i Kelimetullah için cihad ister.
Cihad mertebe-i şehadetin merdivenidir.
Âlem-i İslâm cihadı zamanen ikiyüz senelik, mekânen ikiyüz günlük, tedafüî bir harb ve darb cephesi daima var idi. (Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemi 1699 ‘da başlamakla beraber ikiyüz senelik bir zaman ve Osmanlı’nın yüz ölçümü ikiyüz günlük bir mesafe olduğuna işarettir.)
En son siper ise bu yeni senedir hem Eskişehir idi. Zalim kâfirin en son taarruzu da bu cephede de hemen kırıldı.
Bu harb başka harbe benzemez. Şu küçücük cephede muvakkat galebesi, hakiki gaddar hasma zaferi temin etmez, boşa gider inadı.
Şarkta onun hayatı, şu İslâm kuvvetinin imha-i mevtindendir. Kuvvetimiz hayatı, ona müdhiş bir mevttir. Zulüm etmez temadi.
İslâm kuvveti ise nasılki dayanmışsa dayansa nerde olsa, gaddar hasmın hayatı şarkta elbette söner, bâki kalır remadı.
İki yüz günlük vâsi’ bir cephede hem de yedi noktada hasım manen mağlubdur. (Yedi Nokta; Barla, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Emirdağ, Afyon ve Isparta şehirlerinde hakikatın neşri ve müdafaalarında görülmüştür.) Yalnız Anadolu cephesinde muvakkat biraz ileri gitti.
Sebebiyse aldandık, infiradî siyaseti bilmeyerek takındık. اَصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَ رَابِطُوا fermanına mü’minane imtisal etsek gelir Allah’ın va’di
Âlem-i İslâmın hak ve hürriyetinin istirdadı için biiznillahi teâlâ tedafü’den taarruza geçiyor, belki çok yerlerde de geçti.
İnönü’nün iki zaferi (Eskişehir ve Denizli Mahkemeleri zahiren küçük 120 ve 60 kişinin beraati iken, hakikatın galebesine bir delildir.) zahiren ger küçüktü, bâtınen pek büyüktü. Nasılki devletlerin haysiyet ve şevketi, kuvvet ile inadı
Bir mizanla tartılır derahim ve mark gibi mizan-ül iktisadla derecesi bilinir. Öyle de milletlerin izzetinin imadı
Hem de tarz-ı hayatı, bir mizanla tartılır. Mizan tarz-ı nazardır, bakmak barometredir. Mecruh mazlum adamın meyusane feryadı (Millet nokta-i nazarında Müslümanlar mağlub vaziyette iken düşülen zilletten dolayı âlem-i İslâm meyus idi.)
fakirane nazarı zilletine mizandır. Fakat ümidkârane, müntakimvari nazar izzetine mikyastır. Yeni sene cephe idi, Eskişehir bir siperdi (Ne zaman ki Müslümanlar Eskişehir Mahkemesiyle ehl-i dalalete hakikat nokta-i nazarında galibiyetini gösterdi.)
İnönü zaferi olmadan her müslim-i mazlumun kâfir olan hasmını mütecebbir bir zalim mevkiinde görürdü. Aşağıdan yukarı cihetine bakardı.
Yüksekte tanıyordu. Zaferden sonra gördü birer, hain alçak derekesinde görür, habaset çamurunda çabalar da batardı. (Bu galibiyet, ehl-i dalaleti yüksek, kendini alçakta gören ehl-i imana kuvve-i maneviye temin etmiştir.)
O mizan nazarı derecatı kuyudan minareye çıkmıştır. İntibah-ı İslâmî izzet ve intikamla ayak üstüne kalktı.
Ey Âlem-i İslâmî dinle âyet ne der, ediyor işareti ki; havf-ı mevt mevt getirir, hırs-ı hayat zilleti. Bizde lezzetsiz zillet oldu. (Bu kuvve-i maneviye ile şefkat-i cinsiyeden gelen cesaretle ehl-i dalalete mukabele edilir.)
Tavuğa bir dikkat et: Piliçleri yanında camuş tecavüz etse, o şefkat-i cinsiye verdiği cesaretle hem verdiği inadı
Kaplan gibi camuşa birdenbire saldırır. Keçiye et bir nazar: Vaktâ kalırsa muztar, o sivri boynuzuyla kurdun karnını delerdi. (Bu şefkat-i cinsiyeden gelen cesaretle beraber Izdırarî şecaatle ehl-i dalalet mağlub edilir.)
Izdırarî şecaat mukavemetsûz olur. Demek şefkat-i cinsiyede müdhiş cesaret vardır. Izdırarî vaktinde vaktâ ki ümid kalmadı,
Hârika hem de fıtrî bir şecaat vardır. Bunlar ile beraber mahiyet-i imanda öyle şehamet vardır, mevti hayat bilirdi. (Bu Izdırarî şecaatle beraber mahiyet-i imandan gelen şehametle ehl-i dalalet mağlub edilir.)
Dünyayı cennet eder, şehadet devletidir. İzzet-i İslâmiyet tabiatında vardır âlempesend şecaat, hayatı her dem satardı. (Bu mahiyet-i imandan gelen şehametle beraber İzzet-i İslâmiyetten gelen şecaatle ehl-i dalalet mağlub edilir.)
Firdevs’e gözü diker. Elhasıl: Bu dört nokta İslâmî uhuvvetin intibahı vaktinde elbette mu’cizeler izhar edebilirdi. (Beşinci Nokta da bu dört noktanın İslâmî uhuvveti intibaha getirmesiyle Hakkın himaye edilip ehl-i dalaletten intikam alınabilmesidir.)
Hakkı himaye eder, intikam alabilir. Eğer desen: Şimdi ise harbe kuvvet kalmadı, telefiyat çok oldu, (Eğer bu beş noktadan gaflet edilir de maddi kuvvetimizin azlığı ve baştakilerin niyetlerinden şüphe edilse; kuvvetimiz az da olsa bizi harbin içine sokmuşlar ya şehid oluruz ya gazi geri çekilmek olmaz. Baştakilerin niyeti bozuk bile olsa bizimle aynı safta olmaları kâfidir. Hem bu manevi Cihadda verilen ihsan az bir mükafat değildir.)
Baştaki adamların niyetleri şübheli. Bende derim: Muztarız, harb gelir, çekmiyoruz. Şehid de bir velidir. Cihadımız eskide farz-ı kifaye idi
Şimdi farz-ı ayn olmuş. Belki muzaaf bir farz. Hacc ve zekatta gibi cihaddaki niyetin tasarrufu pek az idi.
Hattâ adem-i niyet de, niyet hükmünde olur. Zira asıl hâkimdir. Demek niyetin zıddı kat’an sübut bulmazsa, intac eder cihadı
Hakiki bir şehadet. Zira vücub tezauf etse taayyün eder, ihtiyarî niyetin tesiri de azalır, olmaz fiilin mesnedi.
Şu günahkâr millette birdenbire on binler veli olan şehidler etse inkişaf zuhur; az mükâfat değildir, küçük ihsan değildi.
Ger desen tehlikedir, tehlikeye atılmaz. Derim: Tehlike odur; ondan biri olmazsa necatın ihtimali. Halbuki değil biri, belki de yedi (Eğer desen; Tehlike ihtimali onda birdir. Elcevab: Yedi de bir dahi olsa mevhum mazarrat muhakkak maslat için terkedilmez.)
İhtimal zafer ihtimali. Eğer desen: Evvel de bilirdik ki olmazdı, bilerek bizi attı bazılar bu belaya. Ben derim: Nasıl oldu (Bilerek bizi attıkları bu beladan biliyoruz ki, mağlub çıkacağız desen; Harbin neticesi dışarıdan bakanlar için nazarî iken galibiyet ve mağlubiyet gibi… Harbin içinde bulunanların arasında bile maddi harblerin neticesi meçhul kaldı. Siz acemîler dahi harbin neticesini düşünmeksizin Allah’ın yardımını beklediniz.)
Ki harbin nihayeti nazarî kalmış idi, harbdeki dâhîlerin nazarında saklandı, dört sene meçhul kaldı;
Siz gibi acemîler bedaheten bildiniz? Sakın o fikir dediğiniz tasavvur, bir arzu olmasın el’iyazü billah o öyle olamazdı. (Şimdi ise sakın kendinizi düşünmekten gelen bir arzu-yu nefsani ile mağlub olacağını vehmederek maddi manevi cihaddan geri çekilmeyiniz.)
Şahısperest bir muhteris, bir garaz-ı şahsiyle arzu-yu nefsanî bir fikir zannediyor, suretini giydirir. Ger desen: Hata bizdendi, (Eğer desen; Bizde medeniler gibi gaflet ve günahla sefahete girmekle onlarla dost olalım. Bu sözü sana söylettiren senin gibi fısk çamurunda yüzen fasıklardır.)
Medenî olmalıyız. Ben de derim: Hatamız, hata-i hasmın aksidir. Gölge ile uğraşmak, asıl hasmın hücumu hem dahi temerrüdü
Onunla teshil olur. Hem de nasıl halettir, pis bir çamura düşen kendini aldatıyor, nefsini iğfal eder, güya çamur değildi.
Misk ü anber diyerek yüzüne hem gözüne bulaştırır sürüyor. Cisme hayat verdim diye, vicdan ruh öldürülmez. Eyvah ki öldürüldü.
Yahu hakperest, hakikatbîn ol. Hakikatbîn göz keskindir, hiç aldanmaz. Hakperest bir kalb yüksektir, hiç aldatmaz. Şeriattır mizanı, Kur’andır müstenidi. (Yahu sen fısk çamurundan çık Kur’an’ın hakikatları etrafında toplanmakla cazibe-i umumiyi celb edip teavün düsturunu tatbik et. Teavüne mani’ olan sivri taşlar hükmündeki anlayışlarını kalbinden çıkar. Anlaşmazlıkları çıkaran anlayışını bırak Kur’an’ın hakikatlarından kaçmayı bırak bu kadar kaçtığın yeter.)
Cazibe-i umumî gibi sırr-ı teavün bir düstur-u fıtrattır, hattâ cemada girmiş; kubbedeki taşlara, başlarıyla dururdu,
Eğer nazar edersen, usta elinden çıksa bir taş başını eğer, kardeşinin başına huzu’ ile sarılır, başı başa verirdi
Tâ aşağı düşmesin. Ey taş yürekli arkadaş! Taştan daha taş oldun, taşlar başına yağar tavşan gibi kaçarsın, bin taş başına değdi.
* * *
Cazibe-i Umumîden Ziyade, Küremizi Muhafaza Eden Cazibe-İ Manevî-i Kur’andır.
Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semavîdir tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş, bırakmıyor isyanı.
Şeriat arştan indi, beşerden de çıkardı nuranî bir ibadet. İbadetten beş namaz, başlarında ezanlar, namaz ile ezanı
Dane dane olmuştur, birbirine muttasıl, hem âlem-i gayb ile, hem de arş-ı azamla, insan ile zemini bağlatmış da tutturmuş o beş hayt-ı nuranî.
Başı evkat-ı hamse, nihayeti arş ve gayb. Aynı zamanda olmuş rabıta-i ittisal. Şehadeti gayb ile, zemin ile insanı, insanla âsumanı.
Bu beşler, bu küreye beş kemer hem tek kemer, hem ayrı hem muttasıl, hem kemer de hem gömlek, iki kutbu iki el, üryan yoktur sükkânı.
Bir ân-ı vâhidde beşi birdir beraber, ziya-i şemse benzer, hem de ayrı ayrılar kavs-ı kuzeh misali o nuranî elvanı.
Bir nokta-i vâhidede hem arş ile bağlanır, hem küreyi bağlıyor, hayat verir döndürür. Ger gömleği yırtılsa küre-i sergerdanî
Veya ipi bir kopsa, seyreyle gümbürtüyü. Zulmet soğuğu basar, o da incimad eder. O vakit mevti geliyor, kıyameti kopuyor, dehhaş zelzele-i cihanî.
* * *
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِى آدَمَ
Biri dedi: Nedendir haml-i emanet olan mertebe-i azîme, yalnız insanoğlu onunla tekrim edilmiş, onunla halife olmuş?
Derim: Zira o evsat, خَيْرُ الْاُمُورِ الْاَوْسَطُ . Kâinatın vücudu, bir şekl-i mahrutîdir, sivri ucunda cüz’-ü lâ-yetecezza durmuş.
Cesîm kaidesinden Şems-üş Şümus’a kadar nuranî bir kutru var. Tam kutrun ortasında insan ayakta durmuş, emaneti beklermiş.
İnsandan tâ zerreye, hem ondan tâ o şemse olan iki mesafe birbirine müsavi, kılade-i hilkatta bir cevher-i ferîdmiş.
Zira o cevher-i yegâne Muhammed-ül Haşimî (A.S.M.) olan dürr-i yetime bir sadef-i latiftir. İnsan enmuzec-i câmi’dir. Gayb ve şehadet tutmuş,
Bütün avalimlere birer penceresi var, onunla onlara bakar. Malûm bâtın ve zahir on hassesinden başka çok hasseleri varmış.
Şâmme, zâika gibi sâika da bir histir, şâika diğer bir his. İkisi de pek hassas, akıl ve nazar girmemiş çok yerlerde gezermiş.
Hiss-i kabl-el vuku’la, rü’ya-yı sadık ile, hem de keşf-i sahihle derk olunan çok şeyler miftahları bu hisler ellerinde tutarmuş.
* * *
Kışrı lübb zannetmek, lübbü zayi’ etmektir.
Beş şey, beş şeye perde: Şehadet ise gayba, tabiat meşîete, kör kuvvet de kudrete, lafız medlûl-ü zihnîye, medlûl dahi manaya.
Perdeye hasr-ı nazar, daim olur pür-hatar. Vesvese ondan çıkar. Meselâ ki: Medlûlün zihindir ona her makarr, eğlencedir zekâya
Mana haricî olur o medlûl-ü zihniyle kasden ismî hem bizzât eğer meşgul olursa televvünlü bir suret, ya bir lafz-ı hayalî bînema-i bîmaye
Himmeti meşgul eder o daracık seyyale (Mananın anlaşılması için getirilen deliller daracık seyyaleye teşbih edilmiştir.), incecik hem cevvale. O medlûlün veledi suret-i bîmeale ne deva ne şifaya
Himmeti tatmin etmez, şevki de teskin etmez, zevki de taltif etmez. Öyle ise o medlûlü ya cam gibi etmeli, ya her taraf delmeli, harice baktırmalı, zekâ çıksın ziyaya.
Zira hariç geniştir, meydan-ı cevelandır, hakaik sabitedir. O küçücük zihninden, medlûlün parçasından diktiğin ankebutî dam vehim ve hevaya
Bir sineğe dar gelen bir gömleği getirme, Arş-ı Kürsî’ye giydirme. Sinek kanadı kadar küçücük bir harita vesveseye sermaye. (Hakikatı anlatmak isterken zihnen getirilen deliller manayı anlamakta bazen zihni bulandırır anlayışa vesveseler karışır.)
Sahife-i medlûlde zihinde tersim edersin, sonra onun içinde kendini kaybedersin, at koşturmak istersin. Bak dahi bu belaya!
Ey maddeperest tabiatla âlûde kör kuvvet de kör etmiş, lafız ve suret aldatmış. Bırak deha-yı fenni, tâ çıkasın hüdaya.
Beş perdeden bir perde sana misal gösterdim ki, beşinci en küçüğü, başkaları kıyas et, safsata-i maddiyyun seni atar gayyaya. Sarıl silsile-i semaya
Îsal eder o bizi tâ Cennet-i A’lâya.
* * *
Dua muhal hem masiyet olmamalı
Dua kat’an samimiyse kabul olur, gehi aynen gehi manen. Fakat şart-ı taleb de’b-i edeb, daim olur lâzım. Edeb yoksa niyaz olmaz.
Tehevvüskârî, nazvari, itabvari dua olmaz. Muhalî ya muhalvari, nizam ve hikmete uymaz umûru istemek olmaz.
Nihayetli emirde bir nihayetsiz aded olmaz. Bana ver aksa-l gayatı tecavüzkârî bir nazdır, niyazî bir dua olmaz.
Aded-i malûmatillah veya mikdar-ı makdurat, dua mikyası kaldırmaz. Meğer olsa kinayet kesrete, o da niyet ister, her dem niyet bulunmaz.
* * *
حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ in bir nüktesi
Biri dedi: Kur’anda Kamer hilâl oldukça, كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ le Tenzil teşbih eylemiş; zahir zevke hoş gelmez, letafeti görünmez?
Dedim: Yahu Süreyya, o unkud-u semavî bir menzil-i Kamer’dir. قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ hilâl ona kondukça o misafir-i aziz
Küçük beyaz eğilmiş bir dal ile bağlanmış lü’lü misal bir salkım Süreyya suretini hilâl ile gösterir, nazeninane bir iz.
Güya azîm bir ağaç semavat arkasında durmuş da her nasılsa sema yüzünü yırtmış onun sivri bir dalı, manzarası pek leziz
Başı ondan çıkarmış, zeminlilere güler der: Ey insan çocukları! Bana da bir bakınız. Ben mi letafetliyim, ya hurma ağacınız,
Unkudlu ağsanınız? Saff-ı evvel muhatab ebna-i nahl u sahra. Bir zemine bir semaya bakar, orada ezhar ve esmar, burada hilâl ve yıldız.