Üçüncü Makam
(Kâinatta görünen hakikatlere bakarak tevhid isbat ediliyor.)
[Bu makam, tevhidin üç küllî alâmetini icmalen beyan edecek.]
Vahdetin tahakkukuna ve vücuduna delalet eden deliller ve alâmetler ve hüccetler hadd ü hesaba gelmez. Onlardan binler bürhanlar Siracünnur’da tafsilen beyan edildiğinden bu “Üçüncü Makam”da yalnız üç küllî hüccetlerin icmalen beyanıyla iktifa edildi.
Birinci Alâmet ve Hüccet ki, وَحْدَهُ kelimesi onun neticesidir. Her şeyde bir vahdet var. Vahdet ise, bir vâhide delalet ve işaret eder. (Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zâtın icadıdır” Sözler 542)
Evet vâhid bir eser, bilbedahe vâhid bir sâni’den sudûr eder. Bir elbette birden gelir. Her şeyde bir birlik bulunduğundan, elbette birtek zâtın eseri ve san’atı olduğunu gösterir.
Evet bu kâinat,
Birinci teşbih: Bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. (Gül goncası misaline bağlı olarak düşündüğümüzde aynı maksada ve gayeye hizmet etmekteki vazifede birlik manasını ifade eder.)
İkinci teşbih: Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş birtek insan-ı ekberdir.
Üçüncü teşbih: Belki enva’-ı mahlukat sayısınca dallarına vahdetler, birlikler asılmış bir şecere-i tûbâ-i hilkattir. (Şecere-i tûbânın dalları hükmünde olan nevlerdeki birlik âlameti olan azalardaki birlik kâinat ağacını yaratan Zâtın birliğini gösteriyor.)
Evet
Birinci teşbihin baktırdığı hakikat: Kâinatın idaresi bir ve tedbiri bir ve saltanatı bir ve sikkesi bir, bir bir bir tâ binbir bir birler kadar…
İkinci teşbihin baktırdığı hakikat: Hem bu kâinatı çeviren isimler ve fiiller bir iken, herbiri kâinatı veya ekserini ihata eder. Yani, içinde işleyen hikmeti bir ve inayeti bir ve tanzimatı bir ve iaşesi bir ve
muhtaçlarının imdadlarına koşan rahmet bir ve o rahmetin bir şerbetçisi olan yağmur bir ve hâkeza bir bir bir tâ binler bir birler…
Üçüncü teşbihin baktırdığı hakikat: Hem bu kâinatın
- Sobası olan Güneş bir,
- Lâmbası olan Kamer bir,
- Aşçısı olan ateş bir,
- Levazımat deposu ve hazineli direği olan dağ bir,
- Sakacı ve sucusu bir ve bağları sulayan süngeri bir
Ve hâkeza bir bir bir tâ binbir birler kadar…
İşte âlemin bu kadar birlikleri ve vahdetleri, güneş gibi zahir birtek Vâhid-i Ehad’e işaret ve delalet eden bir hüccet-i bahiredir.
Hem kâinat unsurlarının ve nevilerinin herbirisi bir olmasıyla beraber, (Mahlukiyet)
- Zeminin yüzünü ihata etmesi
- Ve birbirinin içine girmesi
- Ve münasebetdarane ve belki muavenetkârane birleşmesi,
Elbette mâlik ve sahib ve sâni’lerinin bir olmasına bir alâmet-i zahiredir.
(Üçüncü Misal: Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesinden
اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ
yani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir.
Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek bir tek zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede?
Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan
اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ
Birden bir sudûr eder” yani “Bir zâttan, bizzât bir tek sudûr edebilir.
Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadîr-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip, âdeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Sözler – 542)
(Eski hükemanın İşrakiyyun kısmı dahi melaikenin manasında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “Ukûl-ü Aşere ve Erbab-ül Enva'” diye isim vermişler. Sözler – 509)
(Hiç bir menfi mes’elesi yoktur ki müsbet bir hakikata dayanmasın. Yani vahdehu kelimesinde tevhid isbat edildiği gibi Le şerike lehu de aynı hakikata zıddından baktırıp şeriki olmadığının isbatı yapılmıştır. Böylece hiç bir vehme yer kalmadı.)
(Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Bazı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zira akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir. Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Muhakemat – 76)
İkinci Alâmet ve Hüccet ki, لاَ شَرِيكَ لَهُ kelimesini intac ediyor. Bütün kâinatta zerrelerden tâ yıldızlara kadar herşeyde
- Kusursuz bir intizam-ı ekmel
- Ve noksansız bir insicam-ı ecmel
- Ve zulümsüz bir mizan-ı âdilin bulunmasıdır.
Evet kemal-i intizam, insicam-ı mizan ise, yalnız vahdetle olabilir. Müteaddid eller birtek işe karışırsa, karıştırır.
Sen gel, bu İntizamın Haşmetine bak ki;
(İntizamdaki haşmet, kâinatı saray, şehir ve kitaba teşbih edilerek izah edildi.)
Bu kâinatı
- Gayet mükemmel öyle bir saray yapmış ki, herbir taşı bir saray kadar san’atlı
- Ve gayet muhteşem öyle bir şehir etmiş ki, hadsiz olan vâridat ve sarfiyatı ve nihayetsiz kıymetdar malları ve erzakı, bir perde-i gaybdan kemal-i intizamla vakti vaktine umulmadığı yerlerden geliyor.
- Ve gayet manidar öyle mu’cizane bir kitaba çevirmiş ki, herbir harfi yüz satır ve herbir satırı yüz sahife ve her sahifesi yüz bab ve her babı yüz kitab kadar manaları ifade eder. Hem bütün babları, sahifeleri, satırları, kelimeleri, harfleri birbirine bakar, birbirine işaret ederler.
Hem sen gel, bu intizam-ı acib içinde şu Tanzimin Kemaline bak ki;
(Nezafet noktasındaki kemal, kâinatı şehir, kasr, hur-il în ve gül goncasına teşbih edilerek izah edildi.)
Bu koca kâinatı
- Tertemiz medenî bir şehir,
- Belki temizliğine gayet dikkat edilen bir güzel kasr,
- Belki yetmiş süslü hulleleri birbiri üstüne giymiş bir hur-il în,
- Belki, yetmiş latif zînetli perdelere sarılmış bir gül goncası gibi pâk ve temizdir.
Hem sen gel, bu intizam ve nezafet içindeki bu Mizanın Kemal-i Adaletine bak ki, (Kemal-i adalet ve mizanını her hak sahibine hakkını vererek gösteriyor. Misal olarak huveynat ve yıldızlar nazara verilmiştir.)
- Bin derece büyütmekle ancak görülebilen küçücük ve incecik mahlukları ve huveynatı
- Ve bin defa küre-i arzdan büyük olan yıldızları ve güneşleri, o mizanın ve o terazinin vezniyle ve ölçüsüyle tartılır ve onlara lâzım olan her şeyleri noksansız verilir.
Ve o küçücük mahluklar, o fevkalâde büyük masnu’lar ile beraber, o mizan-ı adalet karşısında omuz omuzadırlar. Halbuki o büyüklerden öyleleri var ki, eğer bir sâniye kadar müvazenesini kaybetse, müvazene-i âlemi bozacak ve bir kıyameti koparacak kadar bir tesir yapabilir.
Hem sen gel, bu intizam, nezafet, mizanın içinde, bu Fevkalâde Cazibedar Cemale ve Güzelliğe bak ki; (Esma-i hüsnanın cemal, hüsün ve güzelliği, koca kâinatı, koca baharı, her baharı, herbir nev’i, hattâ herbir ferdi, kabiliyetine göre hüsne mazhar etmesi daire-i imkânda bu mükevvenatın bundan daha bedî’ daha güzel olmayacağını gösteriyor.)
Bu koca kâinatı
- Gayet güzel bir bayram (Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i nebatatın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için ona taktığı murassa’ nişanları birer resm-i geçit tarzında o Sultan-ı Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına arzettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatat ve eşcar güya “San’at-ı Rabbaniye murassaatını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlahiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız.” emr-i Rabbaniyeyi dinliyorlar ki, rûy-i zemin dahi gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resm-i geçitte, sürmeli formaları ve murassa’ nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor. Sözler 52)
- Ve gayet süslü bir meşher
- Ve çiçekleri yeni açılmış bir bahar şeklini vermiş ve
Koca baharı
- Gayet güzel bir saksı,
- Bir gül destesi yapmış ki;
Her bahara,
Zeminin yüzünde mevsim be mevsim açılan yüzbinler nakışlı bir muhteşem çiçek suretini vermiş.
Ve o baharda herbir çiçeği
Çeşit çeşit zînetlerle güzelleştirmiş.
Evet nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan esma-i hüsnanın güzel cilveleriyle, (Yani her esmanın tecellisine göre Cemali ayrı ayrıdır. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş. Şualar 77)
Kâinatın herbir nev’i, hattâ herbir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki; Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî demiş: لَيْسَ فِى اْلاِمْكَانِ اَبْدَعُ مِمَّا كَانَ Yani: “Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedî’ daha güzel yoktur.”
İşte
- Bu muhit ve cazibedar olan hüsün
- Ve bu umumî ve hârikulâde nezafet
- Ve bu müstevli ve şümullü ve gayet hassas mizan
- Ve bu ihatalı veher cihette mu’cizane intizam ve insicam,
Vahdete ve tevhide öyle bir hüccettir, bir alâmettir ki, gündüzün ortasındaki ziyanın güneşe işaretinden daha parlaktır.
[Bu makama ait gayet mühim iki şıklı bir suale gayet muhtasar ve kuvvetli bir cevabdır.]
Sualin Birinci Şıkkı: Bu makamda diyorsun ki: Kâinatı hüsün ve cemal ve güzellik ve adalet ihata etmiştir. Halbuki gözümüz önünde bu kadar çirkinliklere ve musibetlere ve hastalıklara ve beliyyelere ve ölümlere ne diyeceksin?
Elcevab:
Çok güzellikleri intac veya izhar eden bir çirkinlik dahi, dolayısıyla bir güzelliktir. (Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Sözler – 231)
Ve çok güzelliklerin görünmemesine ve gizlenmesine sebeb olan bir çirkinliğin yok olması, görünmemesi, yalnız bir değil, belki müteaddid defa çirkindir.
Meselâ; (“Herşey zıddıyla bilinir.” Lemalar – 412)
- Vâhid-i kıyasî gibi bir kubh bulunmazsa, hüsnün hakikatı birtek nevi olur; pek çok mertebeleri gizli kalır. Ve kubhun tedahülü ile mertebeleri inkişaf eder.
- Nasılki soğuğun vücuduyla, hararetin mertebeleri
- Ve karanlığın bulunmasıyla ziyanın dereceleri tezahür eder.
(Hakaik-i nisbiye, büyük bir ölçüde hakaik-i hakikiyeden çoktur. Hattâ bir zâtın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür. Binaenaleyh kubh ve şerde şer varsa da kalildir. Malûmdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terkedilmez. Terkedilirse, şerr-i kesîr olur. Zekat ve cihadda olduğu gibi. İşarat-ül İ’caz – 27)
(İ’lem Eyyühel-Aziz!
Tabiatları latif, ince ve latif san’atlara meftun bazı insanlar, bilhâssa has bahçelerinde pek güzel hendesevari bir şekilde şekilleri, arkları, havuzları, şadırvanları yaptırmakla bahçelerine pek muntazam bir manzara verirler.
Ve o letafetin, o güzelliğin derecesini göstermek için bazı çirkin kaya, kaba, gayr-ı muntazam -mağara ve dağ heykelleri gibi- şeyleri de ilâve ediyorlar ki, onların çirkinliğiyle, adem-i intizamıyla bahçenin güzelliği, letafeti fazlaca parlasın. Mesnevi-i Nuriye – 211)
Aynen öyle de: Cüz’î şer ve zarar ve musibet ve çirkinliğin bulunmasıyla, küllî hayırlar ve küllî menfaatler ve küllî nimetler ve küllî güzellikler tezahür ederler. (Neticelerin çoğu güzeldir derken keyfiyet itibari ile olduğunu düşünelim. Kesretli çirkinlik keyfiyetteki güzelliğe, kalilde olsa yetişemez.)
Demek çirkinin icadı çirkin değil, güzeldir. Çünki, neticelerin çoğu güzeldir.
Evet yağmurdan zarar gören tenbel bir adam, yağmura rahmet namını verdiren hayırlı neticelerini hükümden iskat etmez; rahmeti zahmete çeviremez.
Amma fena ve zeval ve mevt ise, Yirmidördüncü Mektub’da gayet kuvvetli ve kat’î bürhanlar ile isbat edilmiş ki: Onlar umumî rahmete ve ihatalı hüsne ve şümullü hayra münafî değiller, belki muktezalarıdırlar.
Hattâ şeytanın dahi, manevî terakkiyat-ı beşeriyenin zenbereği olan müsabakaya ve mücahedeye sebeb olduğundan, o nev’in icadı dahi hayırdır, o cihette güzeldir. (İstidadatın inkişafatı, elbette bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki zenbereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır şeylerin vücuduyla olur. Lem’alar 71)
Hem hattâ kâfir, küfür ile bütün kâinatın hukukuna bir tecavüz ve şerefini tahkir ettiğinden, ona Cehennem azabı vermek güzeldir. Başka risalelerde bu iki nokta tamamen tafsil edildiğinden burada bir kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Sualin ikinci şıkkı: {(Haşiye): Bu ikinci şıkkın cevabı çok mühimdir, çok evhamı izale eder.}
Haydi şeytana ve kâfire ait bu cevabı umumî noktasında kabul edelim. Fakat Cemil-i Mutlak ve Rahîm-i Mutlak ve hayr-ı mutlak olan Zât-ı Ganiyy-i Alelıtlak, nasıl oluyor ki, bîçare cüz’î ferdleri ve şahısları musibete, şerre, çirkinliğe mübtela ediyor?
Elcevab: Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak’ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir.
Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek-tük cüz’î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerli, cüz’î neticeleri dahi halkeder. Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hâssa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryadlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi, daima irade ve ihtiyarına tâbi’ bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryad eden ferdleri, bir Rabb-ı Rahîm dinlediğini ve imdadlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıdsız ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz’î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususî tecelliyat kapılarını açmıştır.
Bu ikinci alâmet-i tevhid Siracünnur’un belki yüz yerlerinde beyan edildiğinden, burada hafif bir işaretle iktifa ettik.
(Eğer denilse: “Bu dünyadaki musibetler, çirkinlikler, şerler; o ihatalı rahmete münafîdir, bulandırıyor.”
Elcevab: Herbir unsurun, herbir nev’in, herbir mevcudun, küllî ve cüz’î müteaddid vazifeleri ve o herbir vazifenin çok neticeleri ve meyveleri var. Ve ekseriyet-i mutlakası, maslahat ve güzel ve hayır ve rahmettirler. Ve az bir kısmı,
1- Kabiliyetsizlere (Mahiyet itibariyle kabiliyetsiz)
2- ve yanlış mübaşeret edenlere
3- veya ceza ve terbiyeye müstehak olanlara
4- veya çok hayırları sünbül vermeye vesile olanlara rastgelir.
Zahirî, cüz’î bir şer, bir çirkinlik olur; bir merhametsizlik görünür. Eğer o cüz’î şer gelmemek için rahmet tarafından o unsur ve küllî mevcud o vazifesinden men’edilse; o vakit bütün hayırlı, güzel sair neticeleri vücud bulmaz. Şualar 610)
Üçüncü Hüccet ve Alâmet: لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ ile işaret edilen hadd ü hesaba gelmeyen tevhid sikkeleridir. (Mecmu-u kâinat yüzündeki, (Tesanüd ve teavün) Zemin yüzündeki (İdare) ve insanın yüzündeki (Tehalüf) birlik mührünü gösteriyor.)
Evet her şeyin yüzünde, cüz’î olsun küllî olsun, zerrattan tâ seyyarata kadar öyle bir sikke var ki, âyinede güneşin cilvesi güneşi gösterdiği gibi, öyle de o sikke âyinesi dahi, Şems-i Ezel ve Ebed’e işaret ederek, vahdetine şehadet eder. O hadsiz sikkelerden pek çokları Siracünnur’da tafsilen beyan edildiğinden burada yalnız kısa bir işaretle üç tanesine bakacağız. Şöyle ki:
(Sikke: Kıymetsiz bir şeyi kıymetdar hale getirir.
Hatem: Devlet memurlarının padişah namına hatem bastığı gibi bazen Cenab-ı Hakk çok kıymetdar şeyleri basit zahiri sebeblere takmasına hatem diyoruz.
Turra: Doğrudan doğruya Cenab-ı Hakka aittir.)
Mecmu-u kâinatın yüzüne, (Teavün) enva’ın birbirine karşı gösterdikleri teavün, tesanüd, teşabüh, tedahülden mürekkeb geniş bir sikke-i vahdet konulduğu gibi,
Zeminin yüzüne de, (İdare) dörtyüz bin hayvanî ve nebatî taifelerden mürekkeb bir ordu-yu Sübhanînin ayrı ayrı erzak, esliha, elbise, talimat, terhisat cihetinde gayet intizam ile hiçbirini şaşırmayarak, vakti vaktine verilmesiyle koyduğu o sikke-i tevhid misillü
İnsanın yüzüne de, (Tehalüf) herbir yüzün umum yüzlere karşı birer alâmet-i farika bulunmasıyla koyduğu sikke-i vahdaniyet gibi herbir masnu’un yüzünde -cüz’î olsun küllî olsun- birer sikke-i tevhid ve herbir mahlûkun başında -büyük olsun, küçük olsun, az ve çok olsun- birer hâtem-i ehadiyet müşahede edilir.
Ve bilhâssa zîhayat mahlûkların sikkeleri çok parlaktırlar. Belki herbir zîhayat kendisi dahi birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i samediyettirler.
Evet herbir çiçek, herbir meyve, herbir yaprak, herbir nebat, herbir hayvan;
öyle birer mühr-ü ehadiyet, birer hâtem-i samediyettir ki,
- Herbir ağacı birer mektub-u Rabbanî
- Ve herbir taife-i mahlukatı birer kitab-ı Rahmanî
- Ve herbir bahçeyi, birer ferman-ı Sübhanî suretine çevirerek,
O ağaç mektubuna, çiçekleri adedince mühürler ve meyveleri sayısınca imzalar ve yaprakları mikdarınca turralar basılmış (Tekbir ağaç)
Ve O nev‘ ve taife kitabına dahi, onun kâtibini göstermek, bildirmek için ferdleri adedince hâtemler basılmış. (Ağaç nev’i)
Ve o bahçe fermanına, onun sultanını tanıttırmak, tarif etmek için o bağ içinde bulunan nebat, ağaç, hayvan sayısınca sikkeler basılmış. (Bahçedeki her nev ağaç)
Hattâ herbir ağacın mebdeinde ve müntehasında ve üstünde ve içinde هُوَ اْلاَوَّلُ وَاْلآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ isimlerinin işaret ettikleri dört sikke-i tevhid var:
İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi: Herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan çekirdek
________
{(Haşiye): Eski zamandan beri darb-ı mesel olarak umumun dilinde ve lisan-ı nâsta gezen şu “Çekirdekten yetişme” sözü bu risalenin müellifine bir işaret-i gaybiye-i örfiye denilebilir. Çünki Risale-i Nur hâdimi olan şahıs Kur’anın feyziyle, çekirdek ve çiçekte tevhid için iki mi’rac-ı marifet keşfederek tabiiyyunları boğan aynı yerde âb-ı hayat bulmuş ve çekirdekten hakikata ve nur-u marifete yetişmiş ve bu iki şeyin (Çekirdek ve çiçekten yani her şeyin mebdeine ve neticesine bakmakla marifete yol açmış.) Risale-i Nur’da ziyade tekrarları bu hikmete binaendir.}
_______
Öyle bir sandukçadır ki, o ağacın proğramını ve fihristesini ve plânını..
ve öyle bir tezgahtır ki, onun cihazatını ve levazımatını ve teşkilatını.. (Teşkilatını yani dokunan şeylerini)
Ve öyle bir makinedir ki, onun ibtidadaki incecik vâridatını ve latifane masarıfını ve tanzimatını taşıyor.
(Tüm çekirdekleri sandukça, tezgah ve makine tarzında yaratmasıyla birlik mührünü gösteriyor.)
Ve İsm-i Âhir’le işaret edildiği gibi: Herbir ağacın neticesi ve meyvesi
Öyle bir tarifenamedir ki, o ağacın eşkalini ve ahvalini ve evsafını ve (meyve ağacı tarif ediyor)
Öyle bir beyannamedir ki, onun vazifelerini ve menfaatlerini ve hâssalarını ve
Öyle bir fezlekedir ki, o ağacın emsalini ve ensalini ve nesl-i âtisini o meyvenin kalbinde bulunan çekirdekler ile beyan ediyor, ders veriyor.
(Herbir ağacın neticesi ve meyvesi tarifename, beyanname ve fezleke suretinde yaratılmasında birlik mührünü gösteriyor.)
Ve İsm-i Zahir’le işaret edildiği gibi: Her ağacın giydiği suret ve şekil
Öyle musanna’ ve münakkaş bir hulledir, bir libastır ki, o ağacın dal ve budak ve a’za ve eczasıyla tam kametine göre biçilmiş, kesilmiş, süslendirilmiş.
Ve öyle hassas ve mizanlı ve manidardır ki, o ağacı bir kitab, bir mektub, bir kaside suretine çevirmiştir.
(Her ağacın giydiği suretin ve şeklin hulle ve kitab suretinde yaratılması birlik mührünü gösteriyor.)
Ve İsm-i Bâtın ile işaret edildiği gibi: Her ağacın içinde işleyen tezgâh,
Öyle bir fabrikadır ki, o ağacın bütün ecza ve a’zasını teşkil ve tedvir ve tedbirini gayet hassas mizanla ölçtüğü gibi,
Bütün ayrı ayrı a’zalarına lâzım olan maddeleri ve rızıkları, gayet mükemmel bir intizam altında sevk ve taksim ve tevzi ile beraber akılları hayret içinde bırakan şimşek çakmak gibi bir sür’at ve saati kurmak gibi bir sühulet ve bir orduya “Arş!” demek gibi bir birlik ve beraberlik ile o hârika fabrika işliyor.
(Her ağacın içinde işleyen tezgâhı, fabrika gibi ölçülü süratli ve kolaylıkla yaratılmasında birlik mührünü gösteriyor.)
Elhasıl: Herbir ağacın
- Evveli, öyle bir sandukça ve proğram..
- Ve âhiri, öyle bir tarifename ve nümune..
- Ve zahiri, öyle bir musanna’ hulle ve bir münakkaş libas..
- Ve bâtını, öyle bir fabrika ve tezgâhtır ki,
Bu dört cihet öyle birbirine bakıyorlar ve dördün mecmuundan öyle bir sikke-i a’zam, bir ism-i a’zam (Hayat) tezahür eder ki, bilbedahe bütün kâinatı idare eden bir Sâni’-i Vâhid-i Ehad’den başkası o işleri yapamaz.
Ve ağaç gibi her zîhayatın evveli, âhiri, zahiri, bâtını birer sikke-i tevhid, birer hâtem-i vahdet, birer mühr-ü ehadiyet, birer turra-i vahdaniyet taşıyor.
(Çekirdekteki evvel âhir, zahir, batınına bakıldığı gibi her zîhayata, bahara ve nev-i beşerede bakılabilir. Böylece her yerden tevhid delillerini görmekle huzur-u tam kazanıldığı gibi tevhid delillerini her şey üzerinde birden görmek ile de kibriyasını, azametini ve haşmetini anlamamızı sağlıyor.)
İşte bu üç misaldeki ağaca kıyasen, bahar dahi çok çiçekli bir ağaçtır:
Evvel: Güz mevsiminin eline emanet edilen tohumlar, çekirdekler, kökler, İsm-i Evvel’in sikkesini..
Âhir: Ve yaz mevsiminin kucağına dökülen, eteğini dolduran meyveler, hububat ve sebzevatlar İsm-i Âhir’in hâtemini..
Zahir: Ve bahar mevsimi, hur-il în misillü birbiri üstüne giydiği sündüs-misal hulleler ve yüzbin nakışlar ile süslenmiş fıtrî libaslar İsm-i Zahir’in mührünü..
Bâtın: Ve baharın içinde ve zeminin batnında işleyen samedanî fabrikalar ve kaynayan rahmanî kazanlar ve yemekleri pişirttiren rabbanî matbahlar, İsm-i Bâtın’ın turrasını taşıyorlar.
Hattâ herbir nevi, meselâ nev’-i beşer dahi bir ağaçtır:
(Evvel ve âhir) Kökü ve çekirdeği mazide ve semereleri, neticeleri müstakbelde olarak (Şuan itibari ile mazi ve müstakbele bakıyoruz.) hayat-ı cinsiye ve beka-yı nev’î içinde gayet muntazam kanunların bulunması gibi,
hal-i hazır vaziyeti dahi, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye düsturlarının hükmü altında bir sikke-i tevhid ve
(Zahir ve Batın) zahirî karışıklıklar altında gizli, muntazam bir hâtem-i vahdet ve
müşevveş ahval-i beşeriye altında mukadderat-ı hayatiye denilen kaza ve kaderin düsturlarının hükmü altında bir mühr-ü vahdaniyet taşıyor. (Cenab-ı Hakkın insan nev’ini yaratmasındaki maksadda Batın İsmi görünür.)
(Benim nev’imdeki karmakarışıklığa bakıp parmak karıştırabilirim deme. Çünki intizam mükemmeldir. O karmakarışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemal-i intizam ile bir istinsahtır. Çünki bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezaretimizde bulunan hayvanat ve nebatatın kemal-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitabettir. Sözler 594)
(Bir hakikat çok kuvvetli bir şekilde ortaya konulursa o hakikatın iktizaları olan diğer hakikatlarda ortaya konulmuş olur. Burada tevhidin delilleri çok kuvvetli bir şekilde ortaya konuluyor olması o hakikatın iktizaları olan diğer imanın erkânını da isbat ediyor.)