Anasayfa » İkinci Şua

İkinci Şua

İkinci Şua

Eskişehir Hapishanesinin Son Meyvesi

(Üstadımız 1935 senesinde 11 ay tutuklu kalmıştır. 27. 28. 29. 30. Lem’a 1. ve 2. Şua burada yazdırılmıştır. Bu son meyveyi yalnız başına yazmıştır. 120 talebesi hapse alınıp ve 105 talebesi beraat edip 15 talebesi 6 ay hapiste kalmıştır. Bu risale 5 ay Üstadımızın yalnız başına kaldığı zamanda yazılmıştır. Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işarat-ı Kur’aniye namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Sözler 651

اِنْ هُوَ اِلاَّ وَحْىٌ يُوحَى Evet, hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir. Hakikatbînin gözüne hayalin ne haddi var ki, hakikat görünsün aldatsın? Sözler 238)

Otuzbirinci Lem’anın İkinci Şuaı

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

Onaltı sene evvel, Eskişehir Hapishanesinde, arkadaşlarımın tahliyeleriyle yalnız kaldığım bir vakitte şu Şua, gayet acele, pek noksan kalemimle, sıkıntılı, rahatsızlık bir zamanda te’lif edildiğinden bir derece intizamsız olmakla beraber, bugünlerde tashih ederken iman ve tevhid noktasında pek çok kıymetdar ve kuvvetli ve ehemmiyetli gördüm.

Said Nursî

[“Allahü Ehad” ism-i a’zamına dair yedinci nükte-i a’zam ve altı ism-i a’zamın altı nüktesinin yedincisi]

(Ehad ismi burada ve mi’raç risalesinde Cenab-ı Hakkın Zatını gösterir tarzda kullanılmıştır. Ekser esmanın temerküz etmesi manasında değildir.)

İhtar

Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünki, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşâallah. (Yani bir insan imanın rükünlerinden birisini tam anlasa o anladığı rükün diğer rükünlere de kuvvet verdiği için imanı kurtulur. Çünki herbir rükn-ü imanî, kendini isbat eden hüccetleriyle sair erkân-ı imaniyeyi isbat eder.)

Maatteessüf ben burada kimse ile görüşemediğimden, kendime tebyiz edip yazdıramadım. Bu risalenin kıymetini anlamak istersen, başta bulunan İkinci ve Üçüncü Meyve’yi ve âhirdeki hâtimeyi ve hâtimeden iki sahife evvelki mes’eleyi evvelce dikkatle okuduktan sonra tamamını teenni ile mütalaa eyle!..

(Marifetullahın delillerinin farklı farklı olduğunu bilmemekten dolayı hâsıl olan şüpheleri def ediyor. Marifetullahın şahidleri, bürhanları üç çeşittir.

Bir kısmı

Su gibidir; aklen görünebilen ve kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı, Yirmiikinci ve Otuzüçüncü Söz gibi risalelerdir.

İkinci kısım

Hava gibidir; aklen görünmeyen fakat kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak aklen tam görünmeyip kalben hissedilebilen, İkinci Şua gibi risalelerdir.

Üçüncü kısım

Nur gibidir; aklen görünebilen fakat kalben hissedilmeyen marifetullah delillerini maddi mizanlarla tartmamak gerektir. Misal olarak Yirmiüçüncü Lem’a verilebilir.)

Altı ism-i a’zamın altı nüktelerinin “Allahü Ehad”e dair yedinci nükte-i a’zamıdır

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ

1- فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ  âyetinin bir muhteşem nüktesiyle,

2- Meşhur bir kasem-i Nebevînin işaretiyle ve (Âyeti en güzel anlamanın yolu kasemle dikkat çekilen meselenin anlaşılması ile olur.)

3- İlhamıyla

hissettiğim gayet güzel ve çok şirin ve nihayet derecede latif

Birinci makam: Üç meyve-i tevhid (Tevhid ile alınan lezzetler)

İkinci makam: Ve üç muktezisi (Akılla tevhidin gerektirdiği şeyleri düşünüp tesbit ettikten sonra kâinata baktığımızda bu tevhidi gerektiren icraatları görmekle tevhidin isbatı yapılıyor.)

Üçüncü makam: Ve üç hüccetine dair bir nüktedir. (Aklımızla delilleri getirmek değil, Kâinattan tevhide olan delilleri görüp aklımızla şüpheleri temizleyip kalben tasdik edilen bir tevhid dersidir.)

İşte Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm yemin ettiği vakit, en çok istimal ve tekrar ile her zaman ferman ettiği şu وَالَّذِى نَفْسُ مُحَمَّدٍ بِيَدِهِ kasemidir. (Burada ifade edilen nefis manası Altıncı Sözde geçen nefis manası ile düşünülmelidir.)

Ve bu kasem gösteriyor ki, şecere-i kâinatın en geniş dairesi ve en müntehası ve nihayatı ve teferruatı dahi Zât-ı Vâhid-i Ehad’in kudretiyle ve iradesiyledir.

(Kasemle dikkat çekilen mana; en büyük şeyde en küçük şey gibi Allah’ın iradesiyle, ilmiyle ve kudretiyle olduğudur. Ve bu yemin Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) Allah’a kemal-i itminanını gösteriyor.

Esbab içinde, bilbedahe en eşrefi ve ihtiyarı en geniş ve tasarrufatı en vasi’, insandır. İnsanın dahi en zahir ef’al-i ihtiyariyesi içinde en zahiri; ekl ve kelâm ve fikirdir. Yani: Yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gayet muntazam, acib, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz’ünden, insanın dest-i ihtiyarına verilen ancak bir cüz’üdür. Madem esbab içinde en eşrefi ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakikî icaddan eli bağlansa, sair cemadat ve behimat ve anasır ve tabiat; nasıl hakikî mutasarrıf olabilirler? Sözler 608)

Çünki mahlukatın en müntehab ve en müstesnası olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nefsi,

1- Kendi kendine mâlik olmazsa

2- Ve ef’alinde serbest bulunmazsa

3- Ve harekâtı başka bir ihtiyara bağlı ise; elbette hiçbir şey, hiçbir şe’n, hiçbir hal, hiçbir keyfiyet -cüz’î olsun küllî olsun- o muhit iktidarın, o şamil ihtiyarın daire-i tasarrufunun haricinde olamaz.

Evet, bu çok manidar kasem-i Muhammedî’nin (A.S.M.) ifade ettiği gayet muazzam ve muhit bir tevhid-i rububiyettir. Ve bu tevhidin isbatına dair yüz belki bin bahir bürhanlar, Siracünnur olan Risale-i Nur’da beyan edildiğinden, bu hakikat-ı âliyenin tafsilât ve isbatını ona havale ederek bu İkinci Şua’da muhtasar üç makam içinde bu çok ehemmiyetli hakikat-ı imaniyenin

Birinci makamında gayet latif ve tatlı ve çok kıymettar ve nurlu, hadsiz semerelerinden üç küllî meyvelerini gayet muhtasar bir surette beyanla, o meyvelere benim kalbimi sevkeden zevklerime ve hislerime işaret edilecek.

İkinci Makam’da ise bu kudsî hakikatın üç küllî muktezisi ve esbab-ı mûcibesi beyan edilir ve o üç muktezi üçbin muktezilerin kuvvetindedirler. (Cenâb-ı Hakkın esmasının hakikatlarına bakarak tevhidin üç küllî muktazisi gösterilmiştir.)

Ve Üçüncü Makam’da, o hakikat-ı tevhidiyenin üç alâmetleri zikredilecek ve o üç alâmet üçyüz alâmet ve emare ve delil kuvvetindedirler. (Kâinatta görünen hakikatlere bakarak tevhidin üç alâmeti gösterilmiştir.)

(Hakikatın neticelerindeki güzellikler hakikatın doğruluğuna delil olduğu gibi hakikatın neticelerini bilmekte tarafgirlik hissini arttırır.)

Birinci Makam’ın

Birinci Meyvesi

(Bu Birinci Meyvenin hülasası olarak Mesnevi-i Nuriye de şöyle geçmiştir.

İ’lem Eyyühel-Aziz!

İnsanı gaflete düşürtmekle Allah’a ubudiyetine mani olan, cüz’î nazarını cüz’î şeylere hasretmektir. Evet cüz’iyat içerisine düşüp cüz’îlere hasr-ı nazar eden, o cüz’î şeylerin esbabdan sudûruna ihtimal verebilir. Amma başını kaldırıp nev’e ve umuma baktığı zaman, edna bir cüz’înin en büyük bir sebebden sudûruna cevaz veremez.

Meselâ: Cüz’î rızkını bazı esbaba isnad edebilir. Fakat menşe-i rızık olan arzın, kış mevsiminde kupkuru, kıraç olduğuna, bahar mevsiminde rızk ile dolu olduğuna baktığı vakit, arzı ihya etmekle bütün zevilhayatın rızıklarını veren Allah’dan maada kendi rızkını verecek bir şey bulunmadığına kanaatı hasıl olur.

Ve keza evindeki küçük bir ışığı veya kalbinde bulunan küçük bir nuru bazı esbaba isnad edebilirsin.

Amma o ışığın, şemsin ziyasıyla, o nurun da Menba’-ul Envâr’ın nuruyla muttasıl olduğuna vâkıf olduğun zaman anlarsın ki; kalıbını ışıklandıran, kalbini tenvir eden ancak leyl ü neharı birbirine kalbeden Fâtır-ı Hakîm’dir. Mesnevi-i Nuriye – 213)

(Birinci meyvede Tevhid ve vahdetin birinci neticesi; tevhid ayinesiyle veya tevhid nuruyla kâinata bakıldığında cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî’nin görünmesidir.)

Tevhid ve vahdette cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır. Evet,

  • Hadsiz cemal ve kemalât-ı İlahiye ve
  • Nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbanî ve
  • Hesabsız ihsanat ve beha-i Rahmanî ve
  • Gayetsiz kemal-i cemal-i Samedanî,

Ancak vahdet âyinesinde ve vahdet vasıtasıyla şecere-i hilkatin nihayatındaki cüz’iyatın sîmalarında temerküz eden cilve-i esmada görünür.

Meselâ;

  • (Menfaatlerin celbine misaldir.) iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz’î fiil ise; tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden bütün yavruların pek çok hârikulâde ve pek çok şefkatkârane olan küllî ve umumî iaşeleri ve vâlidelerini onlara müsahhar etmeleriyle rahmet-i Rahman’ın cemal-i lâyezalîsi kemal-i şaşaa ile görünür.

Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz’î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir; bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder.

Hem meselâ,

  • (Mazaratı def etmenin misalidir.) müdhiş bir hastalıktan şifa bulmak, eğer tevhid nazarıyla bakılsa; birden zemin denilen hastahane-i kübrada bulunan bütün dertlilere, âlem denilen eczahane-i ekberden ilâçları ve dermanlarıyla şifa ihsan etmek yüzünde, Rahîm-i Mutlak’ın cemal-i şefkati ve mehasin-i rahîmiyeti küllî ve şaşaalı bir surette görünür.

Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz’î fakat alîmane, basîrane, şuurkârane olan şifa vermek dahi, camid ilâçların hasiyetlerine ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata verilir. Bütün bütün mahiyetini ve hikmetini ve kıymetini kaybeder.

Bu makam münasebetiyle hatıra gelen bir salavatın bir nüktesini beyan ediyorum. Şöyle ki: Namaz tesbihatının âhirinde Şafiîlerde gayet müstamel ve meşhur bir salavat olan

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ

 بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَدَوَاءٍ وَبَارِكْ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ وَعَلَيْهِمْ كَثِيرًا كَثِيرًا

nin ehemmiyeti yüzündendir ki, insanın hikmet-i hilkatı ve sırr-ı câmiiyeti ise; her zaman, her dakika hâlıkına iltica ve yalvarmak ve hamd ve şükür etmek olduğundan,

İnsanı dergâh-ı İlahiyeye kamçı (kamçı, her hangi bir şeyi istenilen maksada koşturmak için vurulduğu gibi Cenab-ı Hakk bizi istediği maksadlara koşturmak için hastalık kamçısını vuruyor.) vurup sevkeden en keskin ve müessir saik, hastalıklar olduğu gibi;

İnsanı, kemal-i şevk ile şükre sevkeden ve tam manasıyla minnetdar edip hamdettiren tatlı nimetler ise, başta şifalar ve devalar ve âfiyetler olduğundan bu salavat-ı şerife gayet müşerref ve manidar olmuştur. Ben bazan بِعَدَدِ كُلِّ دَاءٍ وَ دَوَاءٍ dedikçe, küre-i arzı bir hastahane suretinde ve maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i Hakikî’nin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahîmiyetini hissediyorum.

(Bu salâvat vasıtasıyla hem tevhidin azamet-i asarına bakarak marifetimiz arttığı gibi hemde Peygamber’e (A.S.M.) edilen salâvatın adedi de artmaktadır.)

Hem meselâ:

  • (Celb edilen en büyük ihsan ve def’ edilen en büyük zarar hidayettir.) Dalaletin gayet müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan etmek,

Eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden o cüz’î ve fâni ve âciz adam bütün kâinatın hâlıkı ve sultanı olan Mabudunun muhatab bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şaşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lütfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve sîmasında, bir Zât-ı Kerim ve Muhsin’in öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki, bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor.

(Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilâ-tereddüd sarfedecek. Şualar – 202)

Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz’î imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mu’tezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakikî fiyatı ve bahası Cennet olan o Rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip âyinedarlık ettiği kudsî cemalin lem’asını kaybeder.

(Yani mutezile bir adama hidayet ve imanı ihsan etmek fiilini esbaba verirken düştükleri hatâ; umum insanlığa hidayet ihsan edildiğinden ve hidayeti ihsan edenin hidayetin neticesi olan saadet-i dareyni veren Zât olduğundan gaflet etmeleridir.)

İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz’iyatın, cüz’iyat-ı ahvalinde tevhid noktasında cemal-i İlahînin ve kemal-i Rabbanînin binler enva’ı ve yüzbin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur.

Tevhid ve vahdetteki birinci netice; İşte tevhidde cemal ve kemal-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki; bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan “Lâ ilahe illallah” zikrinde ve tekrarında buluyorlar. (Lâ ilahe illallah’ın ifade ettiği hakikatın kâinattaki tecellilerini gören evliya en tatlı zevklerini bulmuşlar.)

(Tevhid ve vahdetteki ikinci netice; azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniyenin tahakkuk etmesidir.)

Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celal-i Sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i Samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki,

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَفْضَلُ مَا قُلْتُ اَنَا وَالنَّبِيُّونَ مِنْ قَبْلِى لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ Yani: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, “Lâ ilahe illallah” kelâmıdır.” (Tek bir aynaya bakmakla tevhidin anlaşılması kolaylaşırken bütün aynalara birden bakıldığında tevhidin azami derecede mertebesi görünür.)

Evet bir meyve, bir çiçek, bir ışık gibi küçücük bir ihsan, bir nimet, bir rızık; bir küçük âyine iken, tevhidin sırrıyla birden bütün emsaline omuz omuza verip ittisal ettiğinden, o nevi büyük âyineye dönüp o nev’e mahsus cilvelenen bir çeşit cemal-i İlahîyi gösterir. Ve fâni, muvakkat olan güzellik ile, bâki bir nevi hüsn-ü sermedîyi irae eder.

Ve Mevlâna Celaleddin’in dediği gibi,

آنْ خَيَالاَتِى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ ٭ عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ

(Evliyaların hayalleri birer tuzak olup Cenab-ı Hakkın kâinatta tecelli eden esmalarının eşya üzerinde görünen nakışlarını birleştirerek büyük bir âyine elde edilir. Böylelikle cemal-i İlahî ve kemal-i Rabbanî görünür.)

sırrıyla bir âyine-i cemal-i İlahî olur. Yoksa eğer tevhid sırrı olmazsa, o cüz’î meyve tek başına kalır. Ne o kudsî cemal, ne de o ulvî kemali gösterir. Ve içindeki cüz’î bir lem’a dahi söner, kaybolur. Âdeta başaşağı olup elmastan şişeye döner.

(Tevhid ve vahdetteki üçüncü netice; herbir zihayatın arkasında şahsiyet-i İlahiye, ehadiyet-i Rabbaniye, sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmaînin görünmesidir.)

Hem tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatın meyveleri olan zîhayatta

  • Bir şahsiyet-i İlahiye, (Güneş’in timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delaletinin vuzuhuna işareten “O âyine Güneş’tir” denildiği gibi… ehl-i Vahdet-ül Vücud’un mutedil kısmı “Lâ Mevcude illâ Hu” bu sırra binaen, bu delaletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir ünvan olarak demişler. Lem’alar 101)
  • Bir ehadiyet-i Rabbaniye (Şimdi hayatının sırr-ı hakikatı şudur ki: Tecelli-i Ehadiyete, cilve-i Samediyete âyineliktir. Yani bütün âleme tecelli eden esmanın nokta-i mihrakıyesi hükmünde bir câmiiyetle Zât-ı Ehad-i Samed’e âyineliktir. Sözler 129)
  • Ve sıfât-ı seb’aca manevî bir sîma-i Rahmanî (Sıfat-ı seb’aya ayinedarlık)
  • Ve Temerküz-ü esmaî (Zîhayatta ve bilhâssa insanda, o derece san’at-ı câmia içinde; hadsiz enva’-ı nimeti anlayacak, kabul edecek, isteyecek cihazat ve âletler vardır ki; bütün kâinatta tecelli eden bütün esmasının cilvesine mazhardır. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde, bütün esma-i hüsnayı birden mahiyetinin âyinesiyle gösterir ve onunla ehadiyet-i İlahiyeyi ilân eder. Mektubat 235)
  • Ve اِيَّاكَنَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ deki hitaba muhatab olan zâtın bir cilve-i taayyünü ve teşahhusu (Herbir zihayata mahsus o zihayatın tanıdığı mertebede Cenab-ı Hakk ile görüşmesi vardır.)

tezahür eder.

Yoksa o şahsiyet, o ehadiyet, o sîma, o taayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünki azamet ve kibriya perde olur, herkesin kalbi göremez.

(Cenab-ı Hakk kemâl-i merhametinden kâinatta tecelli eden esma-yı hüsnasının azamet ve kibriyasını ihata etmekten aciz olan biz zihayatları, bütün esmasının bir nokta-i mihrakiyesi hükmünde esmasının temerküz edeceği ve sıfat-ı seb’asının arkasında manevî Rahmanî simasının görüneceği ve ehadiyeti ile rububiyetini anlayarak İlahî şahsiyetine muhatab olabileceği bir câmiyet vermiştir. Bu sayede bizler, cilve-i taayyünü ve teşahhusuyla her vakit kendisiyle görüşüp doğrudan doğruya Ondan yardım isteyip Ona ibadetlerimizi takdim edebiliyoruz. Elhamdülillahi alâ din-il İslâm ve kemal-il iman)

(Tevhid ve vahdetteki dördüncü netice; zîhayatların Cenab-ı Hakka nümuneler, nakışlar ve zıddıyet itibariyle ayine olmasıdır.)

Hem o cüz’î zîhayatlarda pek zahir bir surette anlaşılır ki; onun Sâni’i, onu görür, bilir, dinler, istediği gibi yapar. Âdeta o zîhayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücü bir zâtın manevî bir teşahhusu, bir taayyünü imana görünür.

  • Ve bilhâssa zîhayattan insanın mahlukıyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî taayyün sırr-ı tevhid ile, imanla müşahede olunur. Çünki o teşahhus-u ehadiyetin esasları olan ilim ve kudret ve hayat ve sem’ ve basar gibi manaların hem nümuneleri insanda var; o nümuneler ile onlara işaret eder. Çünki meselâ, gözü veren zât, hem gözü görür, hem ince bir mana olan gözün gördüğünü görür, sonra verir. Evet senin gözüne bir gözlük yapan gözlükçü usta, göze gözlüğün yakıştığını görür, sonra yapar. Hem kulağı veren zât, elbette o kulağın işittiklerini işitir, sonra yapar, verir. Sair sıfatlar buna kıyas edilsin.
  • Hem esmanın nakışları ve cilveleri insanda var; onlar ile o kudsî manalara şehadet eder.
  • Hem insan, za’fıyla ve acziyle ve fakrıyla ve cehliyle diğer bir tarzda âyinedarlık edip, yine za’fına fakrına merhamet eden ve meded veren zâtın kudretine, ilmine, iradesine ve hâkeza sair evsafına şehadet eder.

İşte daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz’iyatında, sırr-ı vahdetle binbir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektublarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni’-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhâssa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.

(Demek hayat bir nokta-i mihrakıye hükmünde; muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güya hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkeza…

İşte hayat bu câmi’ mahiyeti itibariyle şuun-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir.

İşte bu sırdandır ki: Hayy-u Kayyum olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud, hayatı pek çok kesretle ve mebzuliyetle halkedip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder.Çünki hayatın vazifesi büyüktür. Evet Samediyetin âyinesi olmak kolay bir şey değil, âdi bir vazife değil. Sözler – 675)

Bu birinci meyvenin hakikatına beni îsal ve sevkeden zevkî bir hissimdir. Şöyle ki:

(Daha ziyade akla bakan dersler; Yirmiüçüncü Lem’a

Daha ziyade hem akla hem de kalbe bakan dersler; Yirmiüçüncü ve Otuzikinci Söz

Daha ziyade kalbe bakan dersler; İkinci Şua)

Bir zaman,

  • Ziyade rikkatimden
  • Ve fazla şefkatten
  • Ve acımak duygusundan

(“Bu müddei umumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Emirdağ-2 – 245)

(Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nazeninlere acıyordum. Şualar – 70)

  • Zîhayat
  • Ve hususan onlardan zîşuur
  • Ve bilhâssa insanlar
  • Ve bilhâssa mazlumlar
  • Ve musibete giriftar olanların halleri çok ziyade rikkatime ve şefkatime ve kalbime dokunuyordu.

Kalben diyordum: “Bu âciz ve zaîf bîçarelerin dertlerini, âlemde hükmeden bu yeknesak kanunlar dinlemedikleri gibi; istilâ edici ve sağır olan unsurlar, hâdiseler dahi işitmezler. Bunların bu perişan hallerine merhamet edip hususî işlerine müdahale eden yok mu?” diye ruhum çok derin feryad ediyordu.

Hem “O çok güzel memluklerin ve çok kıymetdar malların ve çok müştak ve minnetdar dostların işlerine bakacak ve onlara sahabet edecek ve himayet edecek bir mâlikleri, bir sahibleri, bir hakikî dostları yok mu?” diye kalbim bütün kuvvetiyle bağırıyordu.

İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise: Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal’in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memluklerine kanunların fevkinde olarak,

  • İhsanat-ı hususiyesi
  • Ve imdadat-ı hâssası
  • Ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi
  • Ve herşeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi
  • Ve herşeyin derdini bizzât dinlemesi
  • Ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile bildim. O hadsiz me’yusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim.

Ve herbir zîhayat öyle bir Mâlik-i Zülcelal’e mensubiyeti ve memlukiyeti cihetiyle nazarımda binler derece bir ehemmiyet, bir kıymet kesbettiler. Çünki madem herkes efendisinin şerefiyle ve mensub olduğu zâtın makamıyla ve şöhretiyle iftihar eder, bir izzet peyda eder;

Elbette nur-u iman ile bu mensubiyetin ve memlukiyetin inkişafı suretinde, bir karınca bir firavunu o mensubiyet kuvvetiyle mağlub ettiği gibi (İmdadat-ı vahidiyet; Güya vâhidiyet-i saltanat sırrıyla herkesi, herşey’i, bir ferdin imdadına gönderebilir. Ve herbir ferdi, bütün efrad kadar bir kuvvete istinad edebilir; yani ondan meded alabilir. Mektubat – 246)

(o mensubiyet şerefiyle dahi) gafil ve kendi kendine mâlik ve başıboş kendini zanneden ve ecdadıyla ve mülk-ü Mısır ile iftihar eden ve (“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vâsıl olasınız. İşarat-ül İ’caz – 83) kabir kapısında o iftiharı sönen bin firavun kadar iftihar edebilir.

Ve sinek dahi Nemrud’un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılab eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.

İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ âyeti, şirkte hadsiz ve çok büyük bir zulüm bulunduğunu ifade ile bildirir. Şirk öyle bir cürümdür ki, herbir mahlukun hakkına ve şerefine ve haysiyetine bir tecavüzdür. Ancak onu Cehennem temizler.

Tevhidin İkinci Meyvesi

Birinci meyve Hâlık-ı Kâinat olan Zât-ı Akdes’e baktığı gibi, ikinci meyve dahi kâinatın zâtına ve mahiyetine bakar.

Evet sırr-ı vahdetle

(Kâinatın kemalatı sırr-ı vahdetle tahakkuk eder. Bu hakikat Onsekizinci ve Yirmidördüncü Mektubun hülasası şeklinde sekiz kısma ayrılarak izah edilmiştir.)

  1. Kâinatın kemalâtı tahakkuk eder (Mevcudatın kemalleri, Sâni’a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. Lem’alar 190)
  2. Ve mevcudatın ulvî vazifeleri anlaşılır
  3. Ve mahlukatın netice-i hilkatleri takarrur eder (Belki her şeyin gayat-ı vücudu ve netaic-i hayatı üç kısımdır. Birincisi ve en ulvîsi, Sâni’ine bakar. İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Üçüncü kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, o şeyin nefsine bakar ki; telezzüz ve tenezzüh ve beka ve rahatla yaşamak gibi cüz’î neticelerdir. Sözler – 75)
  4. Ve masnuatın kıymetleri bilinir (
  5. Ve bu âlemdeki makasıd-ı İlahiye vücud bulur. (Makasıd-ı Rabbani: Kendini zîşuurlara tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve minnetdarlıklarını kendine celbetmektir.)
  6. Ve zîhayat ve zîşuurların hikmet-i hilkatları ve sırr-ı icadları tezahür eder
  7. Ve bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi sîmaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür
  8. Ve fena ve zevalde kaybolan mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücudları kendilerine bedel âlem-i şehadette bırakıp, sonra gittikleri bilinir.

(Kâinatın ulvi hukukunu gösteren beş hakikatın anlaşılması sırr-ı tevhid ile mümkündür. O beş hakikat ise kitab, mektub, ordu, memur ve ayine temsili ile nazara verilmiştir.)

    1. Ve kâinat baştan başa gayet manidar bir kitab-ı Samedanî (Onbirinci Sözde geçtiği gibi kitabı yazmak ihtiyaçtan değil Kemalinin iktizasıdır.)
    2. Ve mevcudat ferşten arşa kadar gayet mu’cizane bir mecmua-i mektubat-ı Sübhaniye
    3. Ve mahlukatın bütün taifeleri, gayet muntazam ve muhteşem bir ordu-yu Rabbanî
    4. Ve masnuatın bütün kabîleleri mikroptan, karıncadan tâ gergedana, tâ kartallara, tâ seyyarata kadar Sultan-ı Ezelî’nin gayet vazifeperver memurları olduğu bilinmesi
    5. Ve herşey, âyinedarlık ve intisab cihetiyle binler derece kıymet-i şahsiyesinden daha yüksek kıymet almaları ve

(Kâinatın kudsi hakikatlarını gösteren tılsım-ı kâinatın dört muamması ancak sırr-ı tevhid ile anlaşılır.)

“Seyl-i mevcudat ve kafile-i mahlukat

  1. Nereden geliyor (Yirmidördüncü Mektubda vücuda gelen mevcudatın neden durmadan fenaya gittiğini dai ve muktazilerle ve gaye ve faidelerle izah edilmiştir.)
  2. Ve nereye gidecek (Âhiretin anlaşılması tevhid ile mümkündür.)
  3. Ve ne için gelmişler (İmtihan için gelmişler. Enenin anlaşılması tevhid ile mümkündür.)
  4. Ve ne yapıyorlar?” (Derece ve rütbe alıyor.)

diye halledilmeyen tılsımlı suallerin manaları ona inkişaf etmesi, ancak ve ancak sırr-ı tevhid iledir.

(Tevhid olmazsa kâinatın kemalatı sönecek, ulvi hukukları ve kudsi hakikatları zıdlarına inkılab edecek.)

Yoksa kâinatın bu mezkûr yüksek kemalâtları sönecek ve o ulvî ve kudsî hakikatları zıdlarına inkılab edecek.

İşte şirk ve küfür cinayeti,

  • Kâinatın bütün kemalâtına
  • Ve ulvî hukuklarına
  • Ve kudsî hakikatlarına

bir tecavüz olduğu cihetledir ki,

  • ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor
  • Ve semavat ve arz hiddet ediyor
  • Ve onların mahvına anasır ittifak edip,

(Dünyada ki neticeleri)

  • Kavm-i Nuh Aleyhisselâm
  • Ve Âd
  • Ve Semud
  • Ve Firavun gibi ehl-i şirki boğuyor, gark ediyor.

(Ahirette ki neticeleri)

تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ âyetinin sırrıyla Cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor.

Evet şirk, kâinata karşı büyük bir tahkir ve azîm bir tecavüzdür. Ve kâinatın kudsî vazifelerini ve hilkatin hikmetlerini inkâr etmekle şerefini kırıyor. Nümune için binler misallerinden birtek misale işaret edeceğiz.

(Hadis, melekût âlemine âyet ise mülk âlemine bakıyor. Hadiste kâinatın intizamlı ve vüsatli idaresini melaikelerin âlem-i misaldeki vazifeleri ile nazara verilirken Âyette ise kâinatın intizamlı ve vüsatli idaresini âlem-i şehadete bakan yönüyle mevcudattaki nizam ve intizam ile nazara veriliyor.)

(Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata çıkmak için, şuna dikkat et ki: Zât-ı Zülcelal

 تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ ٭

وَ سَخَّرْنَا الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ مَعَهُ ٭ اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ 

gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi, kendi külliyetine göre ve azametine münasib bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor. Sözler – 164)

Meselâ sırr-ı vahdet ile kâinat

  1. Öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her başında o nevide bulunan ferdlerin sayısınca yüzbinler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve a’za ve hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Sâni’ini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvî bir makam sahibi bir acaib-ül mahlukat iken
  2. Hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa
  3. Ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika
  4. Ve âlem-i bekada hususan Cennet-i A’lâ’daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken;

   Şirk ise,

  • (Kâinatı) bu çok acib ve tam muti’, hayatdar ve cismanî melaikeyi; camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hêlik, manasız, hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vâhiyesi,
  • Hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayı; mahsulâtsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir.

İşte اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ sırrıyla, şirk birtek seyyie iken ne kadar çok ve büyük cinayetlere medar oluyor ki, Cehennem’de hadsiz azaba müstehak eder. Her ne ise… “Siracünnur”da bu ikinci meyvenin izahatı ve hüccetleri mükerreren beyan edildiğinden, o uzun kıssayı kısa bıraktık.

Bu ikinci meyveye beni sevkedip îsal eden acib bir his ve garib bir zevktir. Şöyle ki:

(Tevhid bahislerinin farklı farklı cihazlarımıza ve hissiyatlarımıza bakan feyiz ve nurları vardır.)

Bir zaman, bahar mevsiminde temaşa ederken gördüm ki:

  • Zemin yüzünde haşir ve neşr-i a’zamın yüzbinler nümunelerini gösteren bir seyeran ve seyelan içinde kafile kafile arkasında gelen geçen mevcudatın ve bilhâssa zîhayat mahlukatın, hususan küçücük zîhayatların kısa bir zamanda görünüp der-akab kaybolmalarıve daimî bir faaliyet-i müdhişe içinde mevt ve zeval levhaları bana çok hazîn görünüp, rikkatime şiddetle dokunarak beni ağlatı O güzel hayvancıkların vefatlarını gördükçe kalbim acıyordu. “Of, yazık! Ah, yazık!” diyerek, bu ahların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum. Ve bu akibete uğrayan hayat ise, ölümden beter bir azab gördüm.
  • Hem nebatat ve hayvanat âleminde gayet güzel, sevimli ve çok kıymetdar san’atta olan zîhayatların bir dakikada gözünüaçıp bu seyrangâh-ı kâinata bakar, dakikasıyla mahvolur, gider. Bu hali temaşa ettikçe, ciğerlerim sızlı Ağlamak ile şekva etmek istiyor; neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?.. diye feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyor ve böyle faydasız, gayesiz, neticesiz, çabuk i’dam edilen bu masnu’cuklar gözümüz önünde bu kadar ihtimam ve dikkat ve san’at ve cihazat ve terbiye ve tedbir ile kıymetdar bir surette icad edildikten sonra, gayet ehemmiyetsiz paçavralar gibi parçalanıp, hiçlik karanlıklarına atılmalarını gördükçe; kemalâta meftun ve güzelliklere mübtela ve kıymetdar şeylere âşık olan bütün latifelerim ve duygularım feryad edip bağırıyorlardı ki: “Neden bunlara merhamet edilmiyor? Yazık değiller mi? Bu baş döndürücü deverandaki fena ve zeval nereden gelip bu bîçarelere musallat olmuş?” diye mukadderat-ı hayatiyenin dış yüzünde bulunan elîm keyfiyetleriyle kadere karşı müdhiş itirazlar başladığı hengâmda;

Birden nur-u Kur’an, sırr-ı iman, lütf-u Rahman ile tevhid imdadıma yetişti; o karanlıkları aydınlattı, benim bütün “Ah!” ve “Of!”larımı “Oh!”lara ve ağlamalarımı sürurlara ve “Yazık” demelerimi “Mâşâallah, bârekâllah”lara çevirdi. “Elhamdülillahi alâ nur-il iman” dedirtti. Çünki sırr-ı vahdetle şöyle gördüm ki:

Herbir mahluk, hususan herbir zîhayatın sırr-ı tevhid ile çok büyük neticeleri ve umumî faydaları vardır. Ezcümle:

Herbir zîhayat,

meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek,

(Birinci gaye zîşuurlara bakıyor.)

  • Öyle manidar, İlahî, manzum bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemal-i lezzetle mütalaa ederler.
  • Ve öyle kıymetdar bir mu’cize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâni’inin san’atınınihayetsiz ehl-i takdire cazibedarane teşhir eder.

(İkinci gaye Sani’ine bakar)

  • Hem kendi san’atınıkendisi temaşa etmek
  • Ve kendi cemal-i fıtratınıkendisi müşahede etmek (Arslanın fıtratında parçalamak olduğu ve pençesiyle bu fıtratta olduğunu gösterdiği gibi; nihayetsiz mutlak cemal ve kemal sahibi olan Allah’ında nihayetsiz cemal ve kemalinin noksansız olmasının iktizasıyla mahlukatı yaratıp cemal-i fıtratını kendisi müşahede edecektir.)
  • Ve kendi cilve-i esmasının güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek

isteyen Fâtır-ı Zülcelal’in nazar-ı şuhuduna görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir.

(Şuunatını tezahür ettirmek istemesi dördüncü gayesidir. Yirmidördüncü Mektubun İkinci Remzinde geçtiği gibi;

İşte o zaman rahmet-i İlahiye, Hakîm ismini imdadıma gönderdi; bana da masnuatın büyük gayelerini gösterdi.

Yani herbir masnu’ öyle bir mektub-u Rabbanîdir ki, umum zîşuur onu mütalaa eder.

Şu gaye bir sene bana kâfi geldi.

Sonra san’attaki hârikalar inkişaf etti, o gaye kâfi gelmemeye başladı.

Daha çok büyük diğer bir gaye gösterildi.

Yani: Herbir masnu’un en mühim gayeleri Sâni’ine bakar; onun kemalât-ı san’atını ve nukuş-u esmasını ve murassaat-ı hikmetini ve hedaya-yı rahmetini, onun nazarına arzetmek ve cemal ve kemaline bir âyine olmaktır, bildim.

Şu gaye hayli zaman bana kâfi geldi.

Sonra san’at ve icad-ı eşyadaki hayret-engiz faaliyet içinde, gayet derecede sür’atli tağyir ve tebdildeki mu’cizat-ı kudret ve şuunat-ı rububiyet göründü.

O vakit bu gaye dahi kâfi gelmemeye başladı.

Belki şu gaye kadar büyük bir muktezi ve dâî dahi lâzımdır bildim.

İşte o vakit, şu İkinci Remiz’deki mukteziler ve gelecek işaretlerdeki gayeler gösterildi.

Ve yakînen bana bildirildi ki: “Kâinattaki kudretin faaliyeti ve seyr ü seyelan-ı eşya o kadar manidardır ki; o faaliyet ile Sâni’-i Hakîm, enva’-ı kâinatı konuşturuyor.” (Eşyanın kemale gitmesinden dolayı alınan ulvi lezzetler) Güya göklerin ve zeminin müteharrik mevcudları ve hareketleri, onların o konuşmalarındaki kelimelerdir ve taharrük ise bir tekellümdür.

Demek faaliyetten gelen harekât ve zeval, bir tekellümat-ı tesbihiyedir.

Ve kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve enva’ının sessizce bir konuşması ve konuşturmasıdır. Mektubat – 286)

Hem kâinattaki hadsiz faaliyeti iktiza eden tezahür-ü rububiyete ve tebarüz-ü kemalât-ı İlahiyeye (Yirmidördüncü Mektub’da beyan edildiği gibi) beş vecihle hizmeti dahi, ulvî bir vazife-i fıtratıdır.

(Yirmidördüncü Mektubda vücuda gelen mevcudatın neden durmadan fenaya gittiğini dai ve muktazilerle ve gaye ve faidelerle izah edilmiştir. Şöyle ki; dai ve muktaziyi gösteren beş remiz

  • Eşyanın hakikatı tebarüz etmesi için
  • Cenab-ı Hakkın şuunatının iktizası olarak
  • Eşyanın zeval ve fenası Baki ve sermedi bir Zâtın cemal ve kemalini farklı nakışlarda gösterdiği için
  • Her esmadaki Cemal ve Kemalin ayrı ayrı nakışlarının görünmesi için
  • İmanın ne kadar kıymetdar olduğunun anlaşılması eşyanın zeval ve fenaya gitmesini iktiza eder.)

Ve böyle faideleri ve neticeleri vermekle beraber; (Üçüncü Remizde tafsilli izahatı yapılmıştır.) kendi yerinde, bu âlem-i şehadette zîruh ise ruhunu ve hadsiz hâfızalarda ve sair elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını ve âlem-i gaybda ve daire-i esmada âyinedarlık ettiği kemalleri ve güzellikleri bırakıp, mesrurane terhis manasında bir zahirî mevt ile bir zeval perdesi altına girer; yalnız dünyevî gözlerden saklanır mahiyetinde gördüm, “Oh Elhamdülillah!” dedim.

Evet kâinatın bütün tabakatında ve umum nevilerinde göz ile görünen ve her tarafa kök salan gayet esaslı ve çok kuvvetli ve kusursuz ve nihayet derecede parlak olan bu cemaller ve güzellikler,

Elbette şirkin iktiza ettiği çok çirkin ve haşin ve gayet menfur ve perişan olan evvelki vaziyet muhal ve mevhum olduğunu gösteriyor.

Çünki böyle çok esaslı bir cemal perdesi altında, böyle dehşetli bir çirkinlik saklanamaz ve bulunamaz.

Eğer bulunsa; o hakikatlı cemal hakikatsız, asılsız, vâhî ve vehmî olur.

Demek şirkin hakikatı yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümteni’dir.

Bu mezkûr hissî olan hakikat-ı imaniye, tafsilatla ve kat’î bürhanlar ile Siracünnur’un müteaddid risalelerinde beyan edildiğinden burada bu kısacık işaretle iktifa ederiz.

Üçüncü Meyve

Zîşuura, (İkinci kısım gaye-i vücud ve netice-i hayat, zîşuura bakar. Yani herşey, Sâni’-i Zülcelal’in birer mektub-u hakaiknüma, birer kaside-i letafetnüma, birer kelime-i hikmet-eda hükmündedir ki; melaike ve cin ve hayvanın ve insanın enzarına arzeder, mütalaaya davet eder. Sözler – 75)

bilhâssa insana bakar.

Evet

(Kemalât-ı İnsaniye tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur. Sırr-ı vahdetle insana baktığımızda beş madde ile insanın kıymeti anlaşılır.)

sırr-ı vahdet ile insan,

  • Bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi
  • Ve kâinatın en kıymetdar meyvesi
  • Ve mahlukatın en nazenini ve en mükemmeli
  • Ve zîhayatın en bahtiyarı ve en mes’udu
  • Ve Hâlık-ı Âlem’in muhatabı ve dostu olabilir.

Hattâ bütün kemalât-ı insaniye ve

Beşerin bütün ulvî maksadları tevhid ile bağlıdır ve sırr-ı vahdetle vücud bulur.

(Meseleye önce zıddı ile baktığımızda eğer sırr-ı vahdet olmazsa insanın kıymeti dört madde altında sukut eder.)

Yoksa eğer vahdet olmazsa,

  • İnsan mahlukatın en bedbahtı
  • Ve mevcudatın en süflîsi
  • Ve hayvanatın en bîçaresi
  • Ve zîşuurun en hüzünlüsüve azablısı ve gamlısı

(Yukarıdaki iddia cümlelerinin isbatı altta gelen cümlelerdir.)

Çünki (İnsanın saadeti beş şeye mütevakkıftır. Fıtrat-ı İnsaniye bunların yerine getirilmesi ile mesud olabilir.)

  1. İnsan nihayetsiz bir aczi ve nihayetsiz düşmanları
  2. Ve hadsiz bir fakrı ve hadsiz ihtiyaçları bulunmakla beraber,
  3. Ve mahiyeti öyle çok ve mütenevvi âlâtla ve hissiyatla teçhiz edilmiş ki, yüz bin çeşit elemleri hisseder
  4. Ve yüzbinler tarzlarda lezzetleri zevkederek ister.
  5. Ve öyle maksadları ve arzuları var ki, bütün kâinata birden hükmü geçmeyen bir zât o arzuları yerine getiremez.

(Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan sual edilse: “En leziz ve en tatlı haletin nedir?” Belki diyecek: “Aczimi, za’fımı anlayıp, vâlidemin tatlı tokatından korkarak yine vâlidemin şefkatli sinesine sığındığım halettir.” Sözler – 32)

(Bir yavru validesinin sinesine yaslanmakta saadet bulduğu gibi insanda Cenab-ı Hakkın Rahmetinin arşı olan toprağa yüz sürmekle yani secde etmekle saadet bulabilir.)

(Ayet-ül Kübra’nın mukaddimesinde geçtiği gibi “Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, (Nokta-i istinad Allaha olan imanıdır. İşte böyle bir nokta-i istinad Otuzüç mertebede izah edilmiştir.) elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur.” Şualar – 100)

Meselâ,

(Beşerin bütün ulvî maksadları iki kısımda aşağıda izah edilmiştir.)

Birincisiinsanda gayet şedid bir arzu-yu beka var.

(Madem insan bekaya âşıktır, elbette bütün kemalâtı, lezzetleri, bekaya tâbi’dir.

Ve madem beka, Bâki-i Zülcelal’e mahsustur ve madem Bâki’nin esması bâkiyedir ve madem Bâki’nin âyineleri Bâki’nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur.

Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife; o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır.

Çünki Bâki yoluna sarfolunan herşey, bir nevi bekaya mazhar olur. Lemalar – 16)

İnsanın bu maksadını öyle bir zât verebilir ki, bütün kâinatı bir saray hükmünde tasarruf eder. Bir odanın kapısını kapayıp, diğer bir menzilin kapısını açmak gibi kolay bir surette dünya kapısını kapayıp âhiret kapısını açabilsin. Beşerin bu arzu-yu beka gibi ebed tarafına uzanmış ve aktar-ı âleme yayılmış binler menfî (Başımıza gelmesini istemediğimiz şeyler menfi arzularımızdır. Cehenneme girmeyi, hasta olmayı ve musibete düşmeyi istememiz menfi arzuya misal olabilir.) ve müsbet arzuları var ki, onları vermekle beşerin iki dehşetli yaraları olan aczini ve fakrını tedavi eden zât ise, ancak sırr-ı vahdetle bütün kâinatı kabzasında tutan Zât-ı Ehad olabilir. (Yirmiüçüncü Söz İkinci Mebhas Birinci Nüktede tafsilli izah edilmiştir.)

İkincisiHem beşerde,

  • Kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î matlabları
  • Ve ruhunun bekasına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksadları var ki, (Ruha ekilen istidadların inkişaf etme arzusu gibi)

Onları öyle bir zât verebilir ki,

  • Kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayd kalmaz.
  • Hem en gizli ve işitilmez gayet mahfîseslerini işitir, cevabsız bırakmaz.
  • Hem semavat ve arzı, iki muti’ nefer gibi emrine müsahhar ederek küllî hizmetlerde çalıştıracak derecede muktedir olabilsin.

(Sırr-ı tevhid ile insanın bütün cihazat ve hissiyatlarının kıymet kazandığına dair altta üç misal verilmiştir.)

Hem insanın bütün cihazatları ve hissiyatları, sırr-ı vahdetle, gayet yüksek bir kıymet alırlar ve şirk ve küfür ile gayet derecede sukut ederler. Meselâ:

(Birinci Misal;) İnsanın en kıymetdar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa, o akıl, hem İlahî kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur. Eğer şirk ve küfre düşse, o akıl, o halde geçmiş zamanın elîm hüzünlerini ve gelecek zamanın vahşi korkularını insanın başına toplattıran meş’um ve sebeb-i taciz bir âlet-i bela olur.

Hem meselâ:

(İkinci Misal;) İnsanın en latif ve şirin bir seciyesi olan şefkat; eğer sırr-ı tevhid onun yardımına yetişmezse, öyle müdhiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil vâlide, bu hırkatı tam hisseder.

Hem meselâ: (İhsan, cemal ve kemale olan muhabbet gibi)

(Üçüncü Misal;) İnsanın en lezzetli ve tatlı ve kıymetli hissi olan muhabbet, eğer sırr-ı tevhid yardım etse, bu küçücük insanı, kâinat kadar büyüttürür ve genişlik verir ve mahlukata nazenin bir sultan yapar. Eğer şirk ve küfre düşse el’iyazü billah öyle bir musibet olur ki, mütemadiyen zeval ve fenada mahvolan hadsiz mahbublarının ebedî firakları ile bîçare kalb-i insanîyi her dakika parça parça eder. Fakat gaflet veren lehviyatlar, muvakkaten ibtal-i his nev’inden zahiren hissettirmiyor.

İşte bu üç misale yüzer cihazat ve hissiyat-ı beşeriyeyi kıyas etsen; vahdet, tevhid ne derece kemalât-ı insaniyeye medar olduğunu anlarsın. Bu Üçüncü Meyve dahi Siracünnur’un belki yirmi risalelerinde gayet güzel bir tafsil ve hüccetli bir surette beyan edildiğinden burada kısa bir işaretle iktifa ederiz.

Beni bu meyveye sevk ve îsal eden şöyle bir histir:

Bir zaman yüksek bir dağ başında idim. Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî vasıtasıyla,

  1. Kabir tam manasıyla, ölüm bütün çıplaklığıyla bana göründü
  2. Ve zeval ve fena ağlattırıcı levhalarıyla bana göründü.

Herkes gibi fıtratımdaki fıtrî aşk-ı beka, birden zevale karşı isyan edip galeyana geldi. Ve muhabbet ve takdir ile pek çok alâkadar olduğum ehl-i kemalât ve meşahir-i enbiya ve evliya ve asfiyanın sönmelerine ve mahvolmalarına karşı mahiyetimdeki rikkat-i cinsiye ve şefkat-i nev’iye dahi kabre karşı tuğyan edip feveran etti.

Ve altı cihete istimdadkârane baktı Hiç bir teselli, bir meded göremedim. Çünki zaman-ı mazi tarafı bir mezar-ı ekber ve müstakbel bir karanlık ve yukarı bir dehşet ve aşağı ve sağ ve sol taraflarından elîm ve hazîn haller, hadsiz muzır şeylerin tehacümatını gördüm.

Birden sırr-ı tevhid imdadıma yetişti, perdeyi açtı. Hakikat-ı halin yüzünü gösterdi. Bak, dedi.

En evvel beni çok korkutan ölümün yüzüne baktı Gördüm ki: Ölüm,

  • Ehl-i iman için bir terhistir; ecel, terhis tezkeresidir. (Vatan-ı aslisine sevdiklerine kavuşmaktır.)
  • Bir tebdil-i mekândır,
  • Bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesi ve kapısıdır
  • Zindan-ı dünyadan çıkmak ve bağistan-ı cinana bir uçmaktır
  • Hizmetinin ücretini almak için huzur-u Rahman’a girmeğe bir nöbettir
  • Ve dâr-ısaadete gitmeğe bir davettir diye kat’î anladığımdan, ölümü ve mevti sevmeğe başladı

Sonra, zeval ve fenaya baktı

  • Gördüm ki:
  1. Sinema perdeleri gibi
  2. Ve güneşe mukabil akan kabarcıklar misillü,

lezzet verici bir teceddüd-ü emsaldir, bir tazelenmektir.

  • Ve esma-i hüsnanın çok hasna ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip, âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandı (Bir zâtın hakaik-i hakikiyesi yedi ise, hakaik-i nisbiyesi yediyüzdür. İşarat-ül İ’caz – 27 Bu izahata binaen herbir esmanın tecelliyatı adedince cemali vardır.)
  • Ve cemal-i rububiyetin hikmetdarane bir tezahüratıdır
  • Ve mevcudatın hüsn-üsermedîye karşı bir âyinedarlığıdır, yakînen bildim.

(Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı ile, Sâni’-i Zülcelal’in taze taze, renk renk, çeşit çeşit mu’cizat-ı nakşını, havarık-ı kudretini, tecelliyat-ı rahmetini, kemal-i lezzetle seyr ü temaşaya vasıta suretini alır. Sözler – 31)

Sonra altı cihete baktım, gördüm ki: Sırr-ı tevhid ile o kadar nuranidir ki, göz kamaştırı Geçmiş zaman bir mezar-ı ekber olmadığını, belki zaman-ı istikbale inkılab edip binler mecalis-i münevvere ve mecma-i ahbab, binler menazır-ı nuraniye gördüm.

Ve hâkeza bu iki madde gibi binler maddelerin hakikî yüzlerine baktım; sürur ve şükürden başka bir tesir, bir keyfiyet vermediklerini gördüm. (Binler maddeleri binbir Esmanın tecelliyatı itibariyle düşünebilir. Kâinatta tevhid sırrıyla bakıldığında rahmetin tecellilerini görmekten gelen lezzetler alındığı gibi küfür nazarıyla kâinata bakıldığında rahmetin tecellilerini görememekten gelen elemler alınır.)  

Bu üçüncü meyveye ait bu zevkimi ve hissimi Siracünnur’un belki kırk risalelerinde cüz’î, küllî deliller ile beyan etmişim. Ve bilhâssa “Yirmialtıncı Lem’a” olan İhtiyarlar Risalesi’nin onüç aded ricalarında o derece kat’î ve güzel izah edilmiştir ki, daha fevkinde izah olmaz. Onun için bu pek uzun kıssayı bu makamda pek çok kısa kestim.

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*