Hüve Nüktesi

(Hüve Nüktesinin 13. Sözle münasebeti;

  • Hava sayfasında bulunan parlak tevhid sahifesini adiyat perdesini yırtarak göstermesi,
  • En küçük mevcudat olan hava zerreleri en büyük mevcudat olan yıldızlarla beraber birbirine münasebettar olarak tesbih vazifelerini yerine getirmeleri
  • Zerrelerin vazifeleri parlak sönük bir hakikat olmayıp mu’cizeliğini kör gözlere de göstermesidir.)

Hüve Nüktesi

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok aziz ve sıddık kardeşlerim; (Gençlik rehberinin müsadere edilmesinin gerçek sebebi hüve nüktesidir. Aynı şekilde Siracünnur’un müsaderesinin gerçek sebebi de münacat risalesidir.)

(Üstadımızın tefekkür hayatı gittikçe kemalat kazanmıştır. Önceleri kesif maddeleri tefekkür ederken âhir ömründe lâtif maddeleri de tefekkür edildiği görülmüştür.)

Kardeşlerim, لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ deki هُوَ lafzında yalnız maddî cihette bir seyahat-ı hayaliye-i fikriyede hava sahifesinin mütalaasıyla âni bir surette görünen bir zarif nükte-i tevhidde; meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasını ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni’ binler muhal bulunduğunu müşahede ettim. (Binler muhal binbir esmanın tecellisiyle olan icraatın inkar edilmesinin mümkün olmadığını ifade etmek içindir.)

(Bu müşahedeyi Birinci Söz nazarı ile baksak; Nasılki görsen: Bir tek hava zerresi geldi. Bütün bütün mevcudatı cebren bir yere sevketti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin; o tek hava zerresi kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor. Belki o bir askerdir. Allah namına hareket eder. Allah’ın kuvvetine istinad eder. Burada iki husus var; kendi başına yapamaz fakat yapıyor, öyleyse başka birine dayanıyor. İkinci husus istinad ettiği Zât tüm kâinatın tedbirini görecek bir Zâttır. Çünkü yapılan iş böyle bir iş. Eğer bu hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli meslek-i imaniye kabul edilmezse hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni’ binler muhal bulunan şirk ve dalaletin mesleğini kabul etmek lazım gelecekti.)

Gayet kısa bir işaretle o geniş ve uzun nükteyi beyan edeceğim.

(Meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasının ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni’ binler muhal bulunduğunun gayet kısa bir işaretle beyanıdır. Mevzunun daha iyi anlaşılması için şimdi toprak misali veriliyor.)

Evet nasılki bir avuç toprak, yüzer çiçeklere nöbetle saksılık eden kabında eğer tabiata, esbaba havale edilse lâzım gelir ki;

  • Ya o kabda küçük mikyasta yüzer, belki çiçekler adedince manevî makineler, fabrikalar bulunsun
  • Veyahut o parçacık topraktaki herbir zerre, bütün o ayrı ayrı çiçekleri, muhtelif hasiyetleriyle ve hayattar cihazatıyla yapmalarını bilsin; âdeta bir ilah gibi hadsiz ilmi ve nihayetsiz iktidarı

Aynen öyle de: Emr ve iradenin bir arşı olan havanın, rüzgârın her bir parçası ve bir nefes ve tırnak kadar olan هُوَ lafzındaki havada; (Bir avuç toprağın binlerce çekirdeğe menşe olması gibi; bir tırnak kadar hava zerresi de bir saksı gibi binlerce asvata, elektrik, cazibe, dafia, ziya gibi sair letaifin nakline vasıta ve menşe olabilir.

Zât-ı Zülcelal olan sahib-i arş-ı azamın manevî bir merkezi, âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmündeki olan küre-i arzdaki mahlukatın tedbirine medar dört arş-ı İlahîsi var:

Birisi: Hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafîz ve Muhyi’nin mazharıdır.

İkincisi: Fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur.

Üçüncüsü: İlim ve hikmet arşıdır ki, unsur-u nurdur.

Dördüncüsü: Emr ve iradenin arşıdır ki, unsur-u havadır.)

  • Küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri bulunsun ve o hadsiz işleri beraber ve bir anda yapabilsin
  • Veyahut o هُوَ deki havanın belki unsur-u havanın herbir parçasının herbir zerresi, bütün telefoncular ve ayrı ayrı umum telgrafçılar ve radyo ile konuşanlar kadar manevî şahsiyetleri ve kabiliyetleri bulunsun ve onların umum dillerini bilsin ve aynı zamanda başka zerrelere de bildirsin, neş Çünki bilfiil o vaziyet kısmen görünüyor ve havanın bütün eczasında o kabiliyet var.
  • هُوَ nin lafzında, havasında birtek zerrenin muntazam bir tek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisab ve istinad ile ve Sâni’inin cilve-i kudreti ile bir anda şimşek sür’atinde ve هُوَ telaffuzu ve havanın temevvücü sühuletinde yapılmasından gelen bir lem’a-yı vâhidiyet vardı

İşte ehl-i küfrün ve tabiiyyun ve maddiyyunların mesleklerinde değil bir muhal, belki zerreler adedince muhaller ve imtinalar ve müşkilâtlar aşikâre görünüyor.

Eğer Sâni’-i Zülcelal’e verilse, hava bütün zerratıyla onun emirber neferi olur. Birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisab ve istinad ile ve Sâni’inin cilve-i kudreti ile bir anda şimşek sür’atinde ve هُوَ telaffuzu ve havanın temevvücü sühuletinde yapılır. (Hem “imtisal” sırrıyla, bir kumandan birtek neferi bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bir koca orduyu da aynı kelime ile tahrik eder. Sözler 90 Aynen öylede Cenab-ı Hakk birtek hava zerresini bir arş emriyle tahrik ettiği gibi, bütün hava zerrelerini de aynı kelime ile tahrik eder.)

Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur. Birtek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır.

(Cenab-ı Hakk kâinatı yaratmasındaki külli maksadlarını göstermek için

  • Kudret kalemi ile zerratı yaratır
  • Kader kalemi ile de her bir zerrenin vazifesi tanzim eder.)

(Meselâ, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği, meselâ kırkbinler başlı, herbir başta kırkbinler lisan ve her lisanda kırkbinler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikata Sözler – 164)

İşte ben لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ deki hareket-i fikriye ile seyahatimde hava âlemini temaşa ve o unsurun sahifesini mütalaa ederken, bu mücmel hakikatı tam vâzıh ve mufassal aynelyakîn müşahede ettim ve هُوَ nin lafzında, havasında (yaptığı vazifelerle) böyle parlak bir bürhan ve bir lem’a-yı vâhidiyet bulunduğu gibi;

Manasında ve (Ehadiyet cilvesi herbir mevcudda ekser esmasının bulunması ile görünüyor. Yani ekser esma tek bir zerrenin imdadına yetişip herşeyi ona hizmetkâr etmesi ile Ehadiyet ve ihtiyaçlarını yerine getirmesi ile Samediyet görünüyor.)

İşaretinde (Hadsiz O’lardan teşekkül eden bir O’dur.

Birinci cümle: قُلْ هُوَ karinesiz işarettir. Demek ıtlakla tayindir.

O tayinde taayyün var.

Ey LÂ HÜVE İLLA HU…   Onu göstermeyen O yoktur.

Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir.

Hakikat-bîn nazar tevhide müstağrak olursa der ki: LÂ MEŞHUDE İLLA HU

Sözler – 696 Muhyiddini Arabi Hazretleri görünen hiçbir şey yok, sadece “O” görünüyor, demiş. Bu hakikatı ifade etmiş.)

Gayet nurani bir cilve-i ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid ve هُوَ zamirinin mutlak ve mübhem işareti hangi zâta bakıyor işaretine bir karine-i taayyün o hüccette bulunması içindir ki, hem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, hem ehl-i zikir makam-ı tevhidde bu kudsî kelimeyi çok tekrar ederler diye ilmelyakîn ile bildim. (Herşey Onu gösterdiği için bunu ifade etmek noktasında ehli velayet Hu’yu çok tekrar etmişler.)

  1. هُوَ nin manasında ve işaretinde gayet nurani bir cilve-i ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid bulunur.

Evet meselâ

(Mevzuyu daha iyi anlamak ve inceliklerine nufüz etmek için dört misal veriliyor.)

  • Bir nokta beyaz kâğıtta, iki-üç nokta konulsa karıştığı ve
  • Bir adam, muhtelif çok vazifeleri beraber yapmasıyla şaşıracağı ve
  • Bir küçük zîhayata, çok yükler yüklenmesiyle altında ezildiği ve
  • Bir lisan ve bir kulak, aynı anda müteaddid kelimelerin beraber çıkması ve girmesi intizamını bozup karışacağı halde;

aynelyakîn gördüm ki: هُوَ nin anahtarı ile ve pusulasıyla fikren seyahat ettiğim hava unsurunda herbir parçası hattâ herbir zerresi içine

  1. Muhtelif binler noktalar, harfler, kelimeler konulduğu veya konulabileceği halde, karışmadığını ve intizamını bozmadığını;
  2. Hem ayrı ayrı pek çok vazifeler yaptığı halde, hiç şaşırmadan yapıldığını ve
  3. O parçaya ve zerreye pek çok ağır yükler yüklendiği halde hiç za’f göstermeyerek, geri kalmayarak intizam ile taşıdığını;
  4. Hem binler ayrı ayrı kelime, ayrı ayrı tarzda, manada o küçücük kulak ve lisanlara kemal-i intizamla gelip çıkıp, hiç karışmayarak bozulmayarak o küçücük kulaklara girip, o gayet incecik lisanlardan çıktığı ve o her zerre ve her parçacık, bu acib vazifeleri görmekle beraber kemal-i serbestiyet ile cezbedarane hal dili ile ve mezkûr hakikatın şehadeti ve lisanıyla لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ deyip gezer ve fırtınaların ve şimşek ve berk ve gök gürültüsü gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar içerisinde intizamını ve vazifelerini hiç bozmuyor ve şaşırmıyor ve bir iş diğer bir işe mani olmuyor… Ben aynelyakîn müşahede ettim. (Bu dört misal ile havanın herbir zerresi bu vazifeleri ben yapmıyorum; bana yaptıran biri var diyor. Ve Cenab-ı Hakkın vücuduna delil oluyor.)

(Havanın Kur’anın lisanında iki tarifi: Hava, Zât-ı Zülcelal’in hadsiz gayr-ı mütenahî ilim ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesidir. Diğeri ise hava bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuunatında bir levh-i mahv-isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.)

Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hâssaları bulunmak lâzımdır ki; bu işlere medar olabilsin. Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez. (Havanın yaptığı şeylerle; (vazifeler) isnad edilen şeyler arasında nispetsizlik var.)

Öyle ise bu sahife-i havanın hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn derecesinde bedahetle Zât-ı Zülcelal’in hadsiz gayr-ı mütenahî ilmi ve hikmetle çalıştırdığı kalem-i kudret ve kaderin mütebeddil sahifesi ve bir levh-i mahfuzun âlem-i tegayyürde ve mütebeddil şuunatında bir levh-i mahv-isbat namında yazar bozar tahtası hükmündedir.

(Zerratın ilk yaratılışı ibda ve ihtira ile olduğu gibi zerrelerin suret ve vazifesi de ibda ve ihtira ile yaratılıyor. Sun’ ve icad şeklinde yaratılması ise terkib şeklinde zerratın bir araya getirip toplanmasıdır.)

  1. Havanın maddîcihetindeki vazifeleri: asvat, elektrik, cazibe, dafia, ziya gibi sair letaifin nakli ve bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiş Herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hal ile yaptığı vazifelerle tevhidi gösterir.
  2. İşte hava unsurunun yalnız nakl-i asvat vazifesinde mezkûr cilve-i vahdaniyeti ve mezkûr acaibi gösterdiği ve dalaletin hadsiz muhaliyetini izhar ettiği gibi,
  3. Unsur-u havaînin sair ehemmiyetli vazifelerinden biri de elektrik, cazibe, dafia, ziya gibi sair letaifin naklinde şaşırmadan muntazaman, asvat naklindeki vazifeyi gördüğüaynı zamanda,
  4. Bu vazifeleri dahi gördüğüaynı zamanında, bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiş

Emir ve irade-i İlahiyenin bir arşı olduğunu kat’î bir surette isbat ediyor. (Bir odada yüz kadar radyo olsa, ayrı ayrı istasyonlar ayarlayıp açılsa; tüm bu yüz çeşit sesleri tefrik edecek bir de kulak olsa; hepsi aynı anda dinlenebilir. Demek hava zerresi aynı anda yüz farklı sesi birbirine karıştırmadan nakledebiliyor. Aynen öyle de وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلَى Hâlık-ı Hakîm ve Rahîm ve Vedud mukteza-yı rahmet ve hikmet ve vedudiyet olarak, kâinat fabrikasına hareket veriyor; herbir vücud-u fâniyi çok bâki vücudlara çekirdek yapar, makasıd-ı Rabbaniyesine medar eder, şuunat-ı Sübhaniyesine mazhar kılar, kalem-i kaderine mürekkeb ittihaz eder ve kudretin dokumasına bir mekik yapar ve daha bilmediğimiz pek çok gayat-ı galiye ve makasıd-ı âliye için, kendi faaliyet-i kudretiyle kâinatı faaliyete getirir. Zerratı cevelana, mevcudatı seyerana, hayvanatı seyelana, seyyaratı deverana getirir, kâinatı konuşturur; âyâtını ona sessiz söylettirir ve ona yazdırır. Ve mahlukat-ı Arzıyeyi rububiyeti noktasında, havayı emir ve iradesine bir nevi arş ve nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş ve suyu ihsan ve rahmetine başka bir arş ve toprağı hıfz ve ihyasına bir çeşit arş yapmış. O arşlardan üçünü, mahlukat-ı Arzıye üstünde gezdiriyor. Mektubat 296)

Ve serseri tesadüf ve kör kuvvet ve sağır tabiat ve karışık, hedefsiz esbab ve âciz, camid, cahil maddeler bu sahife-i havaiyenin kitabetine ve vazifelerine karışması hiçbir cihetle ihtimal ve imkânı bulunmadığını aynelyakîn derecesinde isbat ettiğini kat’î kanaat getirdim ve herbir zerre ve herbir parça lisan-ı hal ile لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ ve قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ dediklerini bildim ve bu هُوَ anahtarı ile havanın maddî cihetindeki bu acaibi gördüğüm gibi,

  1. Havanın manevîcihetindeki vazifeleri: âlem-i misal ve âlem-i manaya suret ve manaların naklidir.

Hava unsuru da bir هُوَ olarak Âlem-i misal ve Âlem-i manaya bir anahtar oldu.

Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı. Umuma binler selâm.

(Alem-i misale buradan kapı açılıyor. Şöyle ki; Alem-i misal, vücuda gelen her şeyin kaydedildiği yerdir. Levhi mahfuz ise vücuda gelen gelmeyen herşeyin yazılı olduğu yerdir. Kuvveyi hayaliye: alemi misale, kuvveyi hafıza: levh-i mahfuza misaldir.)

* * *

“Hüve Nüktesi”nin âhirinde bu parça yazılacak

Gördüm ki; âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve Cennet’te saadet-i ebediye ashablarına dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.

Hem Levh-i Mahfuz’un, hem âlem-i misalin iki hücceti ve iki küçük nümunesi ve iki noktası insanın başında olan kuvve-i hâfıza ve kuvve-i hayaliye mercimek küçüklüğünde iken, hiç karıştırmayarak kemal-i intizamla içlerinde bir büyük kütübhane kadar malûmatın yazılması kat’î isbat eder ki, o iki kuvvenin nümune-i ekber ve a’zamları, âlem-i misal ile Levh-i Mahfuz’dur. Hava ve su unsurlarının, hususan nutfelerin suyu ve hava unsuru toprak unsurunun pek fevkinde daha ziyade hikmet ve irade ile ve kalem-i kader ve kudret ile yazıldıkları ve tesadüf ve kör kuvvetin ve sağır tabiatın ve camid ve hedefsiz esbabın karışması yüz derece muhal ve hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve Hakîm-i Zülcelal’in kalem-i kader ve hikmetinin sahifesi olduğu ilmelyakîn ile kat’î bilindi. Mütebâkisi şimdilik yazdırılmadı.

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

Kardeşiniz

Said Nursî

Emirdağ Lahikası-1 262

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir