Hakikat Çekirdekleri
(Hakikat Çekirdekleri Külliyattaki mufassal hakaikın mücmel hülasasıdır. 1915 senesinde Eski Said tarafından yazılmıştır.
Lemaat, Çekirdekler Çiçekleri Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır. 1917 Eski Said’in yeni Saide geçişi döneminde yazılmıştır.
Arabî Mesnevî Mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Yeni Said’in en evvel hakikat ilminden bir derece şuhud suretinde gördüğü hakikatlardır. Mesnevi-i Nuriye’nin telif tarihi Hicri 1340, Miladi 1921 seneleridir. Lemalar – 113
Üstadın vazifelendirilerek yazdığı ilk risale 1926 senesinde Nurun İlk Kapısıdır. Risale-i Nur’un bir fihristesi ve bir listesi ve bir çekirdeği olan bu risalenin içindeki hakikatlar gerçi hem Küçük Sözler’de hem başka Sözler’de bir derece yazılıdır; fakat Said’e karşı Kur’an’ın birinci dersi ve tam ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bir meşhudatı tarzında olmasından, te’lifindeki acemîlikten gelen içindeki kusurata ve tekrarata bakmayıp, Nur şakirdleri onu neşretseler, inşâallah çoklar istifade edecekler. Nur’un İlk Kapısı 7)
[Otuzbeş sene evvel tab’edilen “Hakikat Çekirdekleri” namındaki risaleden vecizelerdir.]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
1- Marîz bir asrın, hasta bir unsurun, alîl bir uzvun reçetesi; ittiba’-ı Kur’andır. (1911 senesinde Hutbe-i Şamiyede izah edilen ilaçlar Kur’an dan çıkartılmıştır. Tafsilli olarak Külliyat ta bu ilaçlar gösterilmiştir. Hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Üçüncüsü: Adavete muhabbet.
Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.
Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde, eczahane-i Kur’aniye’den ders aldığım “altı kelime” ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.
Birinci Kelime: “El-emel” Yani rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümid beslemek. İslâmiyetin hakaikı hem manen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.
İkinci Kelime: Ye’s hastalığının tedavisi; لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız.
مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ (Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa Tamamının bırakılması da olmaz.) hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah. Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.
Üçüncü Kelime: Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
Dördüncü Kelime: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Adavete muhabbet.
Beşinci Kelime: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.
Altıncı Kelime: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyedir. Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.)
2- Azametli bahtsız bir kıt’anın (Asya), şanlı tali’siz bir devletin (Osmanlı), değerli sahibsiz bir kavmin reçetesi (Arap kavmi olabilir); ittihad-ı İslâmdır. (Uhuvvet Risalesinin hakikatlarını bu makamda düşünebiliriz.)
3- Arzı ve bütün nücum ve şümusu tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek kuvvetli bir ele mâlik olmayan kimse, kâinatta dava-yı halk ve iddia-yı icad edemez. Zira herşey, herşeyle bağlıdır. (Otuzikinci Söz Birinci Mevkıfı İkinci Mevkıfın Başı özetidir. Ayrıca Yirmialtıncı Mektub Dördüncü Mebhas Dördüncü Mes’elesinde, Otuzüçüncü Söz Yirmisekizinci Penceresinde, Yirmiikinci Söz Sekizinci Lem’a da izahatları vardır.)
4- Haşirde bütün zevi-l ervahın ihyası; mevt-âlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sineğin baharda ihya ve inşasından kudrete daha ağır olamaz. Zira kudret-i ezeliye zâtiyedir; tegayyür edemez, (Zâti olduğu için tegayyür etmez.) acz tahallül edemez, (Zıddı olmadığı için acz tahallül etmez.) avaik tedahül edemez. Onda meratib olamaz, herşey ona nisbeten birdir.
(O kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, bir tek ferd kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz’ kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve sühuletli olmak gerektir. Tâ ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.
İşte bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması; hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve isbat etmekle Kur’anın tılsımı açılır ve hilkat-i kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrakinden âciz bırakan muamması bilinir. Şualar – 158)
5- Sivrisineğin gözünü halkeden, Güneş’i dahi o halketmiştir. (Göz ile güneş arasındaki münasebet Hâlıklarının bir olduğunu gösteriyor. Göz bir misaldir, diğer cihazlar ve onların açıldığı alemlerle olan münasebetleri de düşünülebilir.)
6- Pirenin midesini tanzim eden, Manzume-i Şemsiye’yi de o tanzim etmiştir. (“Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise bahara bakar. Bahar ise şems ve kameri teshir eden, gece ve gündüzü çeviren zatın elindedir. Öyle ise bir elmayı, bir adama hakiki rızık olarak vermek; bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o zat verebilir. Mucizat-ı Kuraniye – 123)
7- Kâinatın te’lifinde öyle bir i’caz var ki; bütün esbab-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemal-i acz ile o i’caza karşı secde ederek
سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
diyeceklerdir. (Sebebler yapamazla ilgili olan Külliyat taki bütün yerlerin hülasasıdır. Hususan Yirmiüçüncü Lem’a ve Yirmiyedinci Pencerenin hülasasıdır.)
8- Esbaba tesir-i hakikî verilmemiş, vahdet ve celal öyle ister. (Sinema perdesi gibi izhar eden gösteren bir perdedir. Hadsiz esma o perdelerde görünerek esmanın Celal ve vahdetini göstersin.)
Lâkin mülk cihetinde esbab dest-i kudrete perde olmuştur, izzet ve azamet öyle ister. Tâ nazar-ı zahirde, dest-i kudret mülk cihetindeki umûr-u hasise ile mübaşir görülmesin. (Setreden bir perdedir. Hadsiz şekvaların Cenab-ı Hakka gitmemesi için setreden bir perdeyi iktiza ettiği gibi umur-u hasise ile mübaşeret etmesini de azamet-i iktiza ediyor. Ta ki herşeyin üstündeki sikkesi hatemi turrası görünmekle azamet-i anlaşılsın.)
(Esbabın icad edemeyeceğinin tafsilli izahatı Yirmiikinci Söz, Yirmiyedinci Pencere, Yirmiüçüncü Lem’a da yapılmıştır. Meselâ: Yemekten, bedenin tegaddi-i hüceyratından tut, tâ semeratın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef’al içinde, insanın dest-i ihtiyarına verilen yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir.
Ve söylemek silsilesinden yalnız meharic-i huruf kalıblarına, havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki ağzında bir tek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misalî sünbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir. İhtiyarın kısacık eli, nasıl yetişir? Madem esbab içinde en eşrefi ve en ziyade ihtiyar sahibi olan insan, böyle hakikî icaddan eli bağlansa, sair cemadat ve behimat ve anasır ve tabiat; nasıl hakikî mutasarrıf olabilirler. Yalnız o esbab, birer zarftır ve masnuat-ı Rabbaniyeye birer kılıftırlar ve hedaya-yı Rahmaniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar. Ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de esbab-ı zahiriye ve vesait-i suriyenin, rububiyet-i İlahiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz. Hizmet-i ubudiyetten başka nasîbleri yoktur. Sözler – 608)
9- Mahall-i taalluk-u kudret olan herşeydeki melekûtiyet ciheti şeffaftır, nezihtir. (Eşyanın melekutiyet ciheti Onsekizinci Pencerede şöyle izah edilmiştir. Bütün âlemdeki âsâr-ı san’at ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe’ne ve şe’n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince bir tek Sâni’-i Zülcelal’in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi’rac-ı marifettir. Sözler – 667
Hem melekutiyet ciheti güzel olduğu Yirmiikinci Sözün Birinci Lem’asında şöylece izah edilmiştir. Âyinenin iki vechi gibi, herşeyin bir “mülk” ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer. Muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri “melekût”tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedaniyenin izzetine ve kemaline münafî hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz’edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat canibinde, herşey şeffaftır, güzeldir. Kudretin bizzât mübaşeretine münasibdir, izzetine münafî değildir. Onun için esbab sırf zahirîdir, melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur. Sözler – 293)
10- Âlem-i şehadet, avalim-ül guyub üstünde tenteneli bir perdedir.
(Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin. Hâşâ ve kat’â ve aslâ! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemaat gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir. Sözler – 509)
(Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk’a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk’a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk’a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni’, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir. Mesnevi-i Nuriye – 51)
11- Bir noktayı tam yerinde icad etmek için, bütün kâinatı icad edecek bir kudret-i gayr-ı mütenahî lâzımdır. Zira şu kitab-ı kebir-i kâinatın herbir harfinin, bahusus zîhayat herbir harfinin, herbir cümlesine müteveccih birer yüzü, nâzır birer gözü vardır.
(O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki:
“Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa..
Hem, benim gibi hadd ü hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa..
Hem kemal-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvat-ı hamraya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana Rab olmak dava et; beni, Cenab-ı Hak’tan başkasına isnad et. Yoksa sus! Sözler – 591)
(Kur’anın küllü, cüz’lerinde göründüğü gibi; cüz’leri de, Kur’anın küllüne âyinedir. Bunun içindir ki, Kur’an müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî gibi tarif edilir. İşarat-ül İ’caz – 13)
12- Meşhurdur ki: Hilâl-i îde bakarlardı. Kimse birşey görmedi. İhtiyar bir zât yemin ederek “Hilâli gördüm.” dedi. Halbuki gördüğü hilâl değil, kirpiğinin tekavvüs etmiş beyaz bir kılı idi. O kıl nerede? Kamer nerede?
(Evvelâ, gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük bir şey, en küçük bir şey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir.
Sâniyen: Hem tebaî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal bir şey, mümkün görünebilir. Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semaya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı Ay zannetmiş. “Ay’ı gördüm” demiş. İşte muhaldir ki; hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat kasden ve bizzât Ay’a baktığı ve o saçı tebaî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için o muhali mümkün telakki etmiş. Mektubat – 314)
Harekât-ı zerrat nerede? Fâil-i teşkil-i enva’ nerede?
Tahavvülât-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa Maddiyyun ve Tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir. Sözler – 547)
(Yani, kalem-i kudretin hadsiz ve hârika ve muntazam yazılarına bir sahife olur ve zerreleri, o kalemin uçları ve zerrelerin vazifeleri dahi, kalem-i kaderin noktaları bulunur. Bir tek zerrenin hareketi derecesinde kolay çalışır. Sözler – 161)
13- Tabiat,
Misalî bir matbaadır, tâbi’ değil;
Nakıştır, nakkaş değil;
Kabildir, fâil değil;
Mistardır, masdar değil;
Nizamdır, nâzım değil;
Kanundur, kudret değil;
Şeriat-ı iradiyedir, hakikat-ı hariciye değil.
(Risale-i Nur’da tabiat hem kanun hemde sebeb manasında kullanılmıştır. Yirmiüçüncü Lem’anın üçüncü müşkülünde ilk iki muhalde sebeb manasında üçüncü muhal de ise kanun manasında kullanılmıştır.)
14- Fıtrat-ı zîşuur olan vicdandaki incizab ve cezbe, bir hakikat-ı cazibedarın cezbesiyledir. (Vicdan nokta-i istinadını bulmakla hakikatın cazibesine kapılır. Vicdan, cezbesi ile Allah’ı tanır. Vicdanda mündemiçtir, bir incizab ve cezbe. Bir cazibin cezbiyle daim olur incizab. Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemal görünse. Etse tecelli daim pür-şaşaa bîhicab. Bir Vâcib-ül Vücud’a, Sahib-i Celal ve Cemal; şu fıtrat-ı zîşuur kat’î şehadetmeab. Bir şahidi o cezbe, hem diğeri incizab. Sözler – 700)
15- Fıtrat yalan söylemez.
- Bir çekirdekteki meyelan-ı nümuvv der: “Ben sünbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. (Çekirdeğin nokta-i kemali sünbüllenip meyve vermektir. Hem çekirdeğin istidatında sünbüllenip meyve vermek varken o istidat israf edilmeyecektir. Hem çekirdeğin sünbüllenip meyve verme meyli meyve vereceği yerin varlığını gösterir. Ve hakeza fitrat yalan söylemez.)
- Yumurtada bir meyelan-ı hayat var. Der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. (Yumurtanın nokta-i kemali piliç olmaktır. Hem yumurtanın istidatında piliç olmak varken o istidat israf edilmeyecektir. Hem yumurtanın piliç olma meyli piliç olacağı yerin varlığını gösterir. Ve hakeza fitrat yalan söylemez.)
- Bir avuç su, meyelan-ı incimad ile der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz; sözünün doğruluğu demiri parçalar. (Suyun nokta-i kemali fazla yer tutmaktır. Hem suyun istidatında fazla yer tutmak varken o istidat israf edilmeyecektir. Hem suyun fazla yer tutmaya meyli fazla yer tutacağı yerin varlığını gösterir. Ve hakeza fitrat yalan söylemez.)
Şu meyelanlar, iradeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir.
(Fıtratın şehadeti sadıkadır. Sözler – 700)
(Kâinatta, bittecrübe herşeyin bir nokta-i kemali vardır. O şeyin, o noktaya bir meyli vardır. Muzaaf meyil, ihtiyaç olur. Muzaaf ihtiyaç, iştiyak olur. Muzaaf iştiyak, incizab olur. Ve incizab, iştiyak, ihtiyaç, meyil; Cenab-ı Hakk’ın evamir-i tekviniyesinin, mahiyet-i eşya tarafından birer habbe ve nüve-i imtisalidirler. Mümkinat mahiyetlerinin mutlak kemali, mutlak vücuddur. Hususî kemali, istidadlarını kuvveden fiile çıkaran ona mahsus bir vücuddur. İşte bütün kâinatın “Kün” emrine itaatı, bir tek nefer hükmünde olan bir zerrenin itaatı gibidir. İrade-i ezeliyeden gelen “Kün” emr-i ezelîsine mümkinatın itaatı ve imtisalinde, yine iradenin tecellisi olan meyil ve ihtiyaç ve şevk ve incizab; birden, beraber mündemiçtir. Latif su, nazik bir meyille incimad emrini aldığı vakit demiri parçalaması, itaat sırrının kuvvetini gösterir. Sözler – 528)
(Umum fıtratta, ezcümle insanda, Fenn-i Menafi’-ül A’zâ şehadetiyle sabit olan adem-i israf gösteriyor ki; insanda olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi israf edilmeyecektir. Öyle ise, insandaki o esaslı meyl-i tekemmül, bir kemalin vücudunu gösterir ve o meyl-i saadet, saadet-i ebediyeye namzed olduğunu kat’î olarak ilân eder. Öyle olmazsa insanın mahiyet-i hakikiyesini teşkil eden o esaslı maneviyat, o ulvî âmâl, hikmetli mevcudatın hilafına olarak israf ve abes olur, kurur, hebaen gider. Sözler – 519)
(Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor. İşte hiç yalan söylemeyen fıtrat ve fıtrattaki şu kat’î ve şedid ve sarsılmaz meyl-i saadet-i ebediye, saadet-i ebediyenin tahakkukuna dair vicdana bir hads-i kat’î veriyor. Sözler – 521)
16- (Merkeziyet kanununu her nevde vardır. Merkez hükmünde olan zatlarında merkezde olduğunu gösteren delilleri vardır. Cenab-ı Hakk, her asırda gönderdiği merkez hükmünde olan zatların insanlar tarafından tanınıp bilinmesi için inayetler, ikramlar ve kerametler ile o zatları te’yid etmiştir.)
Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan kudret-i ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz.
Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı Kamer, bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) olduğu gibi,
Mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu’cize-i kübra-yı Ahmediyedir ki; nübüvvetinin velayeti bu keramet-i bahire ile isbat edilmiştir ve o parlak zât, berk ve Kamer gibi melekûtta şu’le-feşan olmuştur.
17- Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir; ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir. (Nübüvetin Uluhiyete olan deliline bürhan-ı inni diyoruz ki görünür bir delil olduğu için daha sâlimdir. Uluhiyetin Nübüvvet olan deliline bürhan-ı limmi diyoruz. Onuncu Sözün ikinci işaretinde ve Miraç Risalesinde ve Ondokuzuncu Sözün Onüçüncü Reşhasında tevhidin nübüvvete delaleti izah edilmiştir. Ateşin dumana olan delaleti gibi, müessirden esere yapılan istidlale “bürhan-ı limmî” denildiği gibi; dumanın ateşe olan delaleti gibi, eserden müessire olan istidlale de “bürhan-ı innî” denir. Bürhan-ı innî, şübhelerden daha sâlimdir. İşarat-ül İ’caz 86)
18- Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi herşeye mâlik eder.
(Hayata dair külliyattan parçalar; Otuzuncu Lem’a Beşinci Nükte, Ondördüncü Sözün Üçüncü Mes’ele, Yirmidokuzuncu Söz Birinci Maksad Birinci Esas..
Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider. Barla – 124 Cemaatlerde tesannüdün bozulmasıyla cemaatin manevi hayatı gittiği gibi şahsında fiillerinde ittihad olmazsa yani her hali doğruluğunu sıdkını göstermezse şahsın manevi hayatı gider.
Evet müteaddid eşya bir cemaat şekline girse, bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cem’iyet, imtizac edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır. Sözler – 165
Ezcümle: Birlik hayattarlığa işarettir. Kesretin bir bütün göstermesi o şeyin hayattar olduğunu gösteriyor. Küremiz, Kehkeşan gibi Kâinatın heyet-i mecmuasındaki birlik kainatın bir cihette hayatı bir cihette ruhu hükmünde olan Zat-ı Ahmediyenin ASM )
19- Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. (Risale-i Nurda geçen vücud kelimesi varlık manasındadır. Vücud-u hissi demek hissi bir varlık demektir. Meleklerinde manevi vücudu aynı ruh gibi hissi, seyyal ve latif bir vücuddur.)
Bir seyyale-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, makul kanunun (Kanunda ruh gibi aklen anlaşıldığı için kardeştir. Hem de daimi olup ve alem-i emirden geldikleri için kardeştir.) kardeşidir. İkisi hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu.
(Beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi- ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i İsm-i Hayy, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür. Bu cihetle mahlûktur denilemez. Barla Lahikası 258)
(Buranın tafsilli izahı Yirmidokuzuncu Sözdedir. Yirmidokuzuncu Sözde haşri izah etmeden önce melaikenin vücüdu sonra ruhun bekası anlatılmıştır. Beşerin muhakemesi ve saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa bütün kâinat tahrib edilir ve tahrib ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. (Kudrete nisbeten bütün kâinatın tahrib edilmesi kolaydır. Ama hikmet ise kâinatın süfli kısmının harabiyetini iktiza eder. Çünkü süfli alemde zıtlar iç içe girmişlerdir. Ulvi alemlerde zıtlar yoktur. Bu yüzden hikmeten tahrib edilmeye ihtiyaç yoktur.) Fakat haşrin meratibi var. Bir kısmına iman farzdır, marifeti lâzımdır. Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve marifeti lâzım olur. Kur’an-ı Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi kat’î ve kuvvetli isbat için en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor. İşte umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. (Hayat mertebesi beştir. İnsalar öldükten sonra birinci tabakayı hayattan beşinci tabakayı hayata geçerler.) Cesedleri çürüyor. Fakat insanın cesedinden bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak “acb-üz zeneb” tabir edilen küçük bir cüz’ü bâki kalıp Cenab-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halkeder, onun ruhunu ona gönderir. Sözler – 614
(Vücud mertebesi üçtür. Vücud-u Vücub, İmkani vücud ve itibari vücuddur. İtibari vücuda eşyanın mahiyeti, ayan-ı sabit, ilmi vücud da denilir.)
20- Ziya ile mevcudat görünür, hayat ile mevcudatın varlığı bilinir. (Mevcudatın mahiyetinde nelerin olduğunu ruha hayat sıfatının verilmesi ile anlaşılır. Hemde hayat sahibi olan bir sinek bütün mevcudatla bir alaka peyda ettiğinden sinek diğer mevcudatın varlığını bilir. Dağ ise bilakistir.) Herbirisi birer keşşaftır. (Melaikenin mevzuu ile münasebettardır.)
21- Nasraniyet, ya intıfa veya ıstıfa edip İslâmiyet’e karşı terk-i silâh edecektir. Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, protestanlığa geldi. Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı. Tekrar yırtılmağa hazırlanıyor. Ya intıfa bulup sönecek veya hakikî Nasraniyetin esasını câmi’ olan hakaik-i İslâmiyeyi karşısında görecek, teslim olacaktır. (Hakaik-i İslamiyenin yedi esası; altı erkan-ı imaniye ve esas-ı ubudiyettir.)
İşte bu sırr-ı azîme, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm işaret etmiştir ki: “Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”
(Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. (Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın ruhları cesetlerinden ayrılmadan beşeriyet levazımatından tecerrüd ederek meleklerin manevi, latif ve nurani cesetleri gibi bir cesetleri vardır.) Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, …
(İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kàdir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kàdir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır. Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misalîyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek. Mektubat – 57)
… nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla (Kur’anın hakaiki İsa Aleyhisselam’ın elinde elmas bir kılınç olacak) o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek. Mektubat – 6)
(İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeğe çalışan meşhur hatibleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Sözler – 155)
22- Cumhur-u avamı, bürhandan ziyade, me’hazdaki kudsiyet imtisale sevkeder.
(Kur’anın Hâkimiyet-i Mutlakası: Ümmet-i İslâmiyenin ahkâm-ı diniyede gösterdiği teseyyüb ve ihmalin bence en mühim sebebi şudur: Erkân ve ahkâm-ı zaruriye ki, yüzde doksandır. Bizzât Kur’anın ve Kur’anın tefsiri mahiyetinde olan sünnetin malıdır. İçtihadî olan mesail-i hilafiye ise, yüzde on nisbetindedir. Kıymetçe mesail-i hilafiye (Yüzde on olan teferruat ile) ile erkân ve ahkâm-ı zaruriye arasında azîm tefavüt vardır. Mes’ele-i içtihadiye altun ise, öteki birer elmas sütundur. Acaba doksan elmas sütunu, on altunun himayesine vermek, mezcedip tâbi kılmak caiz midir? (Acaba hutbelerde erkân ve ahkâm-ı zaruriyeyi ders vermek ile Allah’ın kesin ve kat’i emirlerini insanlara duyurmak varken yüzde onu hükmünde olan teferruat mes’elelerle kişinin kendi ictihadını nazara vermesi caiz midir?)
Cumhuru, bürhandan ziyade me’hazdeki kudsiyet imtisale sevkeder. Müçtehidînin kitabları vesile gibi, cam gibi Kur’anı göstermeli, yoksa vekil, gölge olmamalı. (Mes’elenin daha iyi anlaşılması için izah edecek)
Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder ve lâzımın lâzımına tabiî olarak etmez. Etse de, ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise, gayr-ı tabiîdir. (İman-ı Şafi böyle dedi. Denildikten sonra neden böyle dediğini düşünmek iktiza ediyor. Düşünüldüğünde İmam-ı Şafi Kur’an’dan aldığı derse binaen böyle dedi diyecek. Kur’an’ın böyle demesinin ne demek olduğunu düşündüğümüzde Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu düşünmek iktiza ediyor. Bu ise mantıkçı uzun bir yoldur. Bu yüzden doğrudan me’hazdeki kudsiyet yani Allah’ın kelamı olduğunu düşünmek kişiye mantık kaidesince daha kolay tesir eder.)
Meselâ; hükmün me’hazı olan şeriat kitabları melzum gibidir. Delili olan Kur’an ise, lâzımdır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, lâzımın lâzımıdır. Cumhurun nazarı kitablara temerküz ettiğinden, yalnız hayal meyal lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını, nadiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cümudet peyda eder.
Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’an gösterilse idi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan “kudsiyet”e intikal ederdi. Ve bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.
Demek şeriat kitabları, birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin hatası yüzünden paslanıp, hicab olmuşlardır. Evet bu kitablar, Kur’ana tefsir olmak lâzım iken, başlı başına tasnifat hükmüne geçmişlerdir. Hacat-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya, cazibe-i i’caz ile revnakdar ve kudsiyetle haledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren hitab-ı ezelînin timsali bulunan Kur’ana çevirmek üç tarîkledir:
1- Ya müellifînin bihakkın lâyık oldukları derin bir hürmeti, emniyeti, tenkid ile kırıp, o hicabı izale etmektir. Bu ise tehlikelidir, insafsızlıktır, zulümdür.
2- Yahut tedricî bir terbiye-i mahsusa ile kütüb-ü şeriatı şeffaf birer tefsir suretine çevirip, içinde Kur’anı göstermektir. Selef-i müçtehidînin kitabları gibi; “Muvatta”, “Fıkh-ı Ekber” gibi.
Meselâ: Bir adam İbn-i Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’anı anlamak ve Kur’anın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbn-i Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil. Bu ikinci tarîk de zamana muhtaçtır.
3- Yahut cumhurun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, o hicabın fevkine çıkararak üstünde Kur’anı gösterip, Kur’anın hâlis malını yalnız ondan istemek ve bilvasıta olan ahkâmı vasıtadan aramaktır. Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder. Sünuhat – 30)
(Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatı, zaîf bir adamın elinde zaîf görür ve kıymetsiz bir mes’eleyi, kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder. Mektubat – 370)
23- Şeriatın yüzde doksanı -zaruriyat ve müsellemat-ı diniye- birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altunun himayesine verilmez. Kitablar ve içtihadlar Kur’ana dûrbîn olmalı, âyine olmalı; gölge ve vekil olmamalı!
24- Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.
(Madem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ulûm-u hakikiyenin enva’ına câmi’ ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor. Çünki bir ferd pek nâdir olarak kendi hususî meslek ve meşrebinin tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususî meşrebi tesir ettikçe, tam tamına hakikatı safî olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve manası ona hastır. O ferd, onu kabul eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhur-u ülema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü gösterse, o vakit başkasını o manaya davet edebilir ve hakikî tam tefsir olabilir. Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında (hevesi karışmamak şartıyla) o kendi nefsi için amel edebilir, fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma’ o hükmü tasdik etsin. Nasılki ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki; ülema-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki, o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ülemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma’-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma’ ile şer’an düstur olabilir. Ve icma’ın tasdik ve sikkesiyle umuma şamil oluyor. Emirdağ-2 – 89)
25- Bir fikre davet, cumhur-u ülemanın kabulüne vâbestedir. Yoksa davet bid’attır, reddedilir.
26- İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken, ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek kafasına giydiriyor.
27- Birbirinden eşeff ve eltaf, kudretin çok âyineleri vardır; (Eşya bir ayna gibi Cenab-ı Hakkın ayrı ayrı pek çok esmasını, şuunatını göstermektedir.) sudan havaya, havadan esîre, esîrden âlem-i misale, âlem-i misalden âlem-i ervaha, hattâ zamana, fikre tenevvü’ ediyor. (Esmaya ayine olan eşya ise muhteliftir. Bazı aynalar renkli bazısı eğri büğrü bazısı küçük bazısı düzgün bazısıda büyüktür. Cenab-ı Hakkın esmasına ayine olan yalnız maddi kesif şeyler değildir. Manevi latif şeyler de ayine olabilir. Fikrin ayine olması ilham ederek kelam sıfatının tecellisi ile oluyor. Zamanın ayine olması kudretin tecelliyatı ile zerratın ihtizaza gelmesi ile oluyor.)
Hava âyinesinde bir kelime milyonlar kelimat olur. Kalem-i kudret, şu sırr-ı tenasülü pek acib istinsah ediyor. (Hava âyinesinin kaydı nurlanmayan kelimat içindir. Nurani kelimat ihlas ile söylense pek acib istinsah ediliyor.)
İn’ikas, ya hüviyeti (kesif) veya hüviyetle mahiyeti (maddi nurani) tutar. Kesifin timsalleri birer meyyit-i müteharriktir. Bir ruh-u nuranînin (nim nurani) kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir. (Nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler âyine olur. Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhanîler hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Sözler – 195
Temessül de üç kayıt vardır. Biri temessül eden nim nuraninin nuraniyet mertebesi diğeri temessül edilen hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatının kabiliyeti bir diğeri de temessüle ayine olan şahsın kabiliyetidir.)
28- Şems hareket-i mihveriyesiyle silkinse, meyveleri düşmez; silkinmezse, yemişleri olan seyyarat düşüp dağılacaktır.
(Şems’in yerinde mevlevîvari yaptığı semavî hareketi, kuvve-i cazibeyi tevlid etmek içindir. Kuvve-i cazibe de manzume-i şemsiye ile anılan güneşe bağlı yıldızları düşmek tehlikesinden kurtarmak içindir. Demek Şems’in mihverinde dairevari cereyan ve hareketi olmasa, yıldızlar düşerler. Said Nursî Muhterem müellif, diğer bir risalesinde şöyle diyor: Evet güneş bir meyvedardır, silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri Eğer sükûnuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları. Mütercim} İşarat-ül İ’caz – 117)
(Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa “lâm”ı “fî” manasında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvari bir cereyan ile manzumesini emr-i İlahî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-ı kübrayı halkedip tanzim eden Sâni’-i Zülcelal’ine karşı kemal-i hayret ve istihsan ile “El-azametü lillah ve-l kudretü lillah” der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’aniyeye girer. Ve dikkatli bir hakîme şu “lâm”ı, hem illet manasında, hem zarfiyet manasında tutturup şöyle ifham eder ki: “Sâni’-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i umumiye namında bir kanun-u İlahîsiyle sapan taşları gibi seyyareleri Güneş’le bağlamış ve o cazibe ile muhtelif fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i hikmetinde döndürüyor ve o cazibeyi tevlid için Güneş’in kendi merkezinde hareketini zahirî bir sebeb etmiş.
Demek لِمُسْتَقَرٍّ manası: فِى مُسْتَقَرٍّ لَهَا ِلاِسْتِقْرَارِ مَنْظُومَتِهَا yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünki hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlahiye, bir kanun-u Rabbanîdir. İşte şu hakîm, böyle bir hikmeti, Kur’anın bir harfinden fehmettiği zaman, “Elhamdülillah Kur’andadır hak hikmet, felsefeyi beş paraya saymam” der. Ve şâirane bir fikir ve kalb sahibine şu “lâm”dan ve istikrardan şöyle bir mana fehmine gelir ki: “Güneş, nurani bir ağaçtır. (Güneş ile gezegenlerin arasındaki cazibeye bir hat çekildiğinde o hat ağacın dalları hükmünde oluyor.) Seyyareler onun müteharrik meyveleri… Ağaçların hilafına olarak Güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse, düşüp dağılacaklar.” Hem tahayyül edebilir ki: “Şems meczub bir ser-zâkirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir.” Bir risalede şu manaya dair şöyle demiştim: “Evet Güneş bir meyvedardır; silkinir tâ düşmesin seyyar olan yemişleri. Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezada muntazam meczubları.” Sözler – 393)
29- Nur-u fikir, ziya-yı kalb ile ışıklanıp (imanla nurlanıp) mezcolmazsa, zulmettir, zulüm fışkırır. Gözün muzlim nehar-ı ebyazı, muzii {(Haşiye): Meali: Gözün gündüze benzeyen beyazı, geceye benzeyen siyahlığıyla beraber olmazsa; göz, göz olmaz.} leyle-i süveyda ile mezcolmazsa basarsız olduğu gibi, fikret-i beyzada süveyda-i kalb bulunmazsa, basiretsizdir.
(Nur-u akıl, kalbden gelir Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezcolmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver. Sözler – 705)
(Onikinci Sözde geçtiği gibi Kur’an-ı Hakîm herbiri birer harf-i manidar olan mevcudata “mana-yı harfî” nazarıyla, yani onlara Sâni’ hesabına bakar, “Ne kadar güzel yapılmış, ne kadar güzel bir surette Sâni’inin cemaline delalet ediyor” der. Felsefe ise, “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Sözler 132
Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder. Münazarat – 86)
(Basar masnuatı görüp de, basiret Sâni’i görmezse çok garib ve pek çirkin düşer. Mesnevi-i Nuriye 210)
30- İlimde iz’an-ı kalb olmazsa, cehildir. İltizam başka, itikad başkadır. (İz’an, kuvvetli ve kesretli iman ve İslâmın bürhanlarını görmekle elde edilir. Sözler, Tûbâ-i Cennet’in meyveleri gibi tatlı ve güzel olan iman ve İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehasini gibi hoş ve şirin öyle neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi kuvvetli ve zerrat gibi kesretli iman ve İslâmın bürhanlarını göstermişler ki, nihayetsiz bir iz’an ve kuvvet-i iman verirler. Mektubat – 35
(Dimağda meratib-i ilim muhtelifedir, mültebise
Dimağda meratib var; birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif.
Evvel tahayyül olur, (Hayal hududsuz olduğundan hayalden safsata hâsıl olur)
Sonra tasavvur gelir, (Hudud konulur)
Sonra gelir taakkul, (tarafsız bakar)
Sonra tasdik ediyor, (Doğruluğunu kabul veya red ile tasdik etmek)
Sonra iz’an oluyor, (iz’an; delillerin çok veya kuvvetli olması neticesinde görülür, imtisal ortaya çıkar.)
Sonra gelir iltizam, (tarafdarlık)
Sonra itikad gelir. (sabit bir hakikat derecesine çıkar, bundan salâbet çıkar)
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır.
Herbirinden çıkar bir halet: Salabet itikaddan,
Taassub (körü körüne bağlanmak) iltizamdan, imtisal iz’andan, tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda.
Tahayyülde safsata hasıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.
Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde
Safi olan zihinleri cerhdir, hem idlâli. Sözler – 706)
31- Bâtıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlâldir. (Üstad Hazretleri bu manası fatihadan çıkarmıştır. Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin. İşarat-ül İ’caz – 27)
(Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlüfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz. Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktrisi karie ihtar eder. Zahiren der: “Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz.” Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefahete öyle müşevvikane bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz. İştihayı kabartır, hevesi tehyic eder, his daha söz dinlemez. Sözler – 736)
(En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. (İman hakikatlarına tenkid nazarı ile bakarsak hakikata imtisal, iltizam, iz’an kırılır.) Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. “Bîtarafane muhakeme” dedikleri şey, muvakkat bir dinsizliktir. Yeniden mühtedi ve müşteri olan yapar. Hutbe-i Şamiye – 140)
(İ’lem Eyyühel-Aziz! Ehl-i ilhad ile ve bilhâssa Avrupa mukallidleriyle münazara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye maruzdurlar. Çünki nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlub olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dava vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrarıyla, dimağında bir tenkid lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur. Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru’ ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir. Mesnevi-i Nuriye – 112)
32- Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna süt; kuş, yavrusuna kay verir. (İlmi olup ilmini insanlara anlatıp istifadelerine çalışanlar Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermelidir.)
(Hazmolmayan ilim telkin edilmemeli Hakikî mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz. Hasbî verir ilmini. Koyun verir kuzusuna hazmolmuş musaffâ sütünü. Kuş veriyor ferhine lüab-âlûd kayyını. Sözler – 706)
33- Bir şey’in vücudu, bütün eczasının vücuduna vâbestedir. Ademi ise, bir cüz’ünün ademiyle olduğundan;
(Birinci Temsil: Meselâ şâhane bir bağ var ki, nihayetsiz meyvedar ve çiçekdar masnu’lar içinde bulunuyorlar. Ona nezaret etmek için pek çok hademeler tayin edilmiş. Bir hizmetkârın vazifesi dahi, yalnız o bağa yayılacak ve içilecek suyun mecrasındaki deliğin kapağını açmaktır. Ve şu hizmetkâr ise tenbellik etti, (Bu tenbellik ehl-i imana bakıyor.) deliğin kapağını açmadı. (Kapağı açmamak cüz’i irademizi külli irade noktasında kullanmamaktır.)
- O bağın tekemmülüne halel geldi veyahut kurudu. (Kâinat bağında herşey tekemmül kanununa tabi olduğu için maddi manevi tekemmülünü görmemek yüzünden eşya bizim nazarımızı kuruyup cansız müdhiş cenazeler hükmüne geçti.)
- O vakit Hâlık’ın san’at-ı Rabbaniyesinden ve Sultan’ın nezaret-i şahanesinden ve
- Ziya ve hava ve toprağın hizmet-i bendeganesinden başka bütün hademelerin,
O sersemden şekvaya hakları vardır. Zira hizmetlerini akîm bıraktı veya zarar verdi.
İkinci Temsil: Meselâ cesîm bir sefine-i Sultaniyede, (Hadisin işaretiyle Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.) âdi bir adam cüz’î vazifesini terketmesiyle, (cüz’i iradesini külli iradenin maksadlarına göre kullanmamakla vazifesini terketmiş oluyor.) bütün gemideki vazifedarların netaic-i hidematına halel getirdiğinden ve bazı da mahvettiğinden, bütün o vazifedarlar namına gemi sahibi ondan şedid şikayet eder. Kusur sahibi ise, diyemez ki: “Ben bir âdi adamım, ehemmiyetsiz ihmalimden şu şiddete müstehak değildim.” Çünki tek bir adem, hadsiz ademleri intac eder. Fakat vücud kendine göre semere verir. Çünki bir şeyin vücudu, bütün şerait ve esbabın vücuduna mütevakkıf olduğu halde; o şeyin ademi, intıfası, tek bir şartın intıfasıyla ve tek bir cüz’ün ademiyle netice itibariyle mün’adim olur. Bundandır ki: “Tahrib, tamirden pek çok defa eshel olduğu” bir düstur-u mütearife hükmüne geçmiştir.
(Bilir misin misalin neye benzer? Mağrur ahmak bir adam, bir gemi ile ticaret eden bir cemaata şerik olur. O cemaatın herbiri bir kısım sermaye verip, gemide bir vazifeyi deruhde eder. Herkes kendi vazifesini îfa eder. Yalnız o mağrur, hareket-i sefineye medar olan vazifesini terkederek, geminin garkına sebebiyet verir. O cemaatin hepsi bin lira zarar ederler.
Ona denildi: Hak olan odur ki; bütün hasareti sen çekeceksin. Çünki bizim sa’yimizi de heba ettin.
O dedi: Yok kabul etmem. Belki bu hasaret taksim edilerek hissem mikdarınca çekebilirim.
Sonra ikinci seferde, o dahi onlar gibi vazifesini îfa etti. Bin lira kâr ettiler. Dediler ki: Hasaret vazifeye bakar. Kâr, re’s-ül male bakar. Öyle ise, re’s-ül mal nisbetinde taksim edelim.
O mağrur dedi ki: Yok, belki bütün kâr benimdir. Çünki çendan evvelce hasaret sana raci’dir demiştiniz, ben kabul etmemiştim. Öyle ise, bütün kâr da bana olmalı.
O vakit ona denildi: Ey cahil nâdan! Bir şeyin vücudu, bütün ecza ve şeraitinin vücuduna tevakkuf eder. Öyle ise vücudun semeresi, bütün esbab-ı vücuda verilir. Kâr ise, vücudun semeresidir. Hasaret ise, ademin semeresidir. Halbuki bir şeyin ademi, bir cüz’-i vâhidin ademiyle veya bir şartın fıkdanıyla oluyor. Öyle ise ademin semeresi, in’idamın sebebine verilecektir. Nurun İlk Kapısı – 43)
(Madem küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatta intıfadır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine perde çeker.
İşte bu hadsiz şikayete hakları olan mevcudat namına o mevcudatın sultanı, şu âsi beşerden azîm şikayet eder ve etmesi, ayn-ı hikmettir ve o âsi, şiddetli tehdidata elbette müstehaktır ve dehşetli vaîdlere, bilâ-şübhe sezâdır. Sözler – 167)
zaîf adam, iktidarını göstermek için tahrib tarafdarı oluyor, müsbet yerine menfîce hareket ediyor. (Ehl-i imanın bu hali esasatı kabul ile beraber furuatta dalalettir. Soru sorulduğunda gaflet eseri olarak böyle bir dalalete düştüğü anlaşılacaktır. İşte dalalette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret kazanmaları içindir ki, hodfüruş, şöhretperest, riyakâr insanlar ve az bir şeyle iktidarlarını göstermek ve ihafe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celbolunsun. Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve ataletle sebebiyet verdiği tahribat ona isnad edilip, ondan bahsedilsin. Lemalar – 86)
34- Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle;
(İki şartın yerine getirilmesi ile hikmet düsturları ve hükümetin nevamisinin menfaati neticeleri görülür.)
- kavanin-i hak, (Kanunun Hakka hakikatı dayanması ile beraber)
- revabıt-ı kuvvetle (Konulan kanunların uygulanması ile)
imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.
(Cây-ı dikkattir ki; merkez-i Hilafet üleması ve Dâr-ül Hikmet ve zabıta-i ahlâkiye ile fuhuş, işret, kumar gibi kebairi izale değil, tevkif edemediler. Anadolu Hükûmeti’nin bir emri ile, bütün işret, kumar gibi kebairler men’ edildi. Demek desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse, cumhur-u avamda müsmir olamaz. Sünuhat-Tuluat-İşarat 88)
(Hikmet-i Kur’aniye ise nokta-i istinadı, kuvvet yerine “hakk”ı kabul eder. Kuvvet hakta olmalı ama hakkın icrası hususunda kuvvetinde olması gerekir. Bununla beraber cumhur-u avam teşvike de muhtaçtır.
Gayatı, “hevesat-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzatına sed çekip ruhu maâliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevkedip insan etmektir.” Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. Sözler – 408)
35- (Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Münazarat – 14)
- Zulüm, başına adalet külahını geçirmiş;
- Hıyanet, hamiyet libasını giymiş;
- Cihada bagy ismi takılmış,
- Esarete hürriyet namı verilmiş. (Bazı sefih ve lâübaliler hür yaşamak istemediklerinden, nefs-i emmarenin esaret-i rezilesi altına girmek istiyorlar. Hutbe-i Şamiye – 97)
Ezdad, suretlerini mübadele etmişler. (Burda geçen ezdadın suretlerini mübadele etmesini zıddıyet itibari ile de düşünebiliriz. Şöyle ki
- Adalet, başına Zulüm külahını geçirmiş;
- Hamiyet, hıyanet libasını giymiş;
- Bagiye Cihad ismi takılmış,
- Hürriyete esaret namı verilmiş.)
36- Menfaat üzerine dönen siyaset, canavardır. (Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Sözler – 133)
(Üstadın siyasete girmemesinin sebebleri
- Daha büyük bir hâdise var
- Onunla meşgul olmanın zararı var Şualar 202)
- Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Şualar 349)
37- Aç canavara karşı tahabbüb; merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister. (Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci’ ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za’f göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler. Mektubat – 361)
(Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansız zalime karşı za’f göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci’ eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!.. Mektubat – 416)
38- Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.
(Cenab-ı Hakk’ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir. Evet zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde, Allah’ın fazlına mazhar olur. Masiyet ile azab arasında kavî bir münasebet vardır. Mesnevi-i Nuriye – 238)
39- Dünyaca havas tanınan insanlardaki meziyet, sebeb-i tevazu’ ve mahviyet iken; tahakküm ve tekebbüre sebeb olmuştur.
(S- Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız? Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz.
C- Velayetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevazu ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir. Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihtir. Siz de büyük tanımayınız. Münazarat – 24)
(Kibirlenmek insanın üstünde gördüğü nimetleri kendinden bilmesindendir.)
Fukaranın aczi, avamın fakrı sebeb-i merhamet ve ihsan iken; esaret ve mahkûmiyetlerine müncer olmuştur. (Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur. Kavînin bir zaîfe karşı da tevazuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zaîfte, tezellül ve riyadır. Sözler – 724)
40- Bir şeyde mehasin ve şeref hasıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiat olsa, avama taksim ederler. (Meselâ, bir tabur galebe çalsa, şan ü şeref kumandana verilir, taksim edilmez. Mağlub olduğu vakit, seyyie tabura taksim edilir. Meselâ: Bir aşiret namuskârane bir iş etse, “Âferin Hasan Ağa” derler. Fenalık ettikleri vakit, “Tuh ne pis aşiret imiş” diyecekler. Sünuhat-Tuluat-İşarat 93)
41- Gaye-i hayal (ve hedef-i ruh Şualar 66) olmazsa veyahut nisyan veya tenasi edilse (unutturulsa); ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.
(İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı Kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. Evet fıtraten daimî bir hayat ve ebedî yaşamak isteyen ve hadsiz emelleri ve nihayetsiz elemleri bulunan bîçare insana, elbette o hayat-ı ebediyenin üss-ül esası ve anahtarı olan iman-ı billah ve marifetullah ve vesilelerinden başka olan şeyler ve kemalâtlar, o insana nisbeten aşağıdır. Belki, çoğunun kıymetleri yoktur. Şualar – 100)
Bu hârika zâtın yüzer zahir ve bahir kat’î mu’cizelerinin kuvvetine ve dinindeki binler âlî ve esaslı hakikatlarına istinaden, bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi; Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir. Şualar – 132
İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar. İşarat-ül İ’caz – 75
Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Hutbe-i Şamiye 59
Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Hutbe-i Şamiye 60
Tam bir fedailikle her hissini maksadına feda etsin. Ve Risale-i Nur’un erkânları gibi herşeyini, enaniyetini bıraksın. Kastamonu – 233)
42- Bütün ihtilalat ve fesadın asıl madeni ve bütün ahlâk-ı rezilenin muharrik ve menba’ı tek iki kelimedir: (Bu iki kelimeyi düstur edinenler ahlak-ı rezileye düştükleri gibi bu iki kelimenin tatbik edildiği toplumlarda ihtilalat ve fesad olmuştur.)
Birinci Kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse bana ne!”
İkinci Kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış, ben yiyeyim.”
Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devası var ki, o da vücub-u zekattır.
İkinci kelimenin devası, hurmet-i ribadır. Adalet-i Kur’aniye âlem kapısında durup, ribaya “Yasaktır, girmeye hakkın yoktur” der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. (Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet beşer dinlemedi, ikinci harb-i umumî ile bu dehşetli silleyi de yedi. Sözler – 709)
Daha müdhişini yemeden, dinlemeli!.. (Hem serseri ve fakir olanlara, zenginlerin mallarını helâl eder ki; bütün beşer bu musibete karşı titriyor. Sözler – 148)
(Hayat-ı ihtilal; mevt-i zekat, hayat-ı ribadan çıkmış Sözler – 708)
43- Devletler, milletler muharebesi; tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. (fakir ve zengin ile emek ve sermaye muharebesi) Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez.
(28.Mektub 6.Risale olan 6.Mes’ele Haremeyn-i Şerifeyn’e Vehhabîler’in tasallutuna dairdir.
Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev’-i beşerin hayat-ı içtimaiyesi noktasında bakılsa görülüyor ki; hayat-ı içtimaiye-i siyasiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş.
Birinci devri: Vahşet ve bedevilik devri.
İkinci devri: Memlukiyet devri.
Üçüncü devri: Esir devri.
Dördüncüsü: Ecîr devri.
Beşincisi: Mâlikiyet ve serbestiyet devridir.)
(İslâmiyet gaflet edip (Fennî ilimlere) küstü, Hristiyanlık dini kendi hasmı olan fen ve medeniyeti kendine mal edip iki silâhla galebe çaldı. Şimdi şarkta müdhiş bir silâh imal ediliyor. (Bu yeni silah sosyalizm) Bunun hak kısmına sahib olmalı. Yoksa yine küssek, onu da Hristiyanlık İslâmiyet aleyhinde istimal edecektir. Buna karşı husumetle dayanmak pek güçtür. Asar-ı Bediiyye – 87)
44- Tarîk-ı gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, galiben maksudunun zıddıyla ceza görür. Avrupa muhabbeti gibi gayr-ı meşru muhabbetin akibetinin mükâfatı, mahbubun gaddarane adavetidir.
(“Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.” Sözler – 634
Müstehak bir ceza: Şeriatın اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ düstur-u âdilanesi, şeriat-ı fıtriye olan kavanin-i kadere muntabıktır ki, tarîk-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor. Wilson, Klemanso, Venizelos gibi. Sünuhat-Tuluat-İşarat 94)
45- Maziye, mesaibe kader nazarıyla ve müstakbele, maasiye teklif noktasında bakmak lâzımdır. Cebr ve İtizal, burada barışırlar.
(Şu bâtıl mezheblerde birer dane-i hakikat mevcud münderiçtir; mahsus mahalli vardır; bâtıl olan ta’mimdir. Sözler 710
Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Sözler 463)
(Cebriyenin maziye dair anladığı hakikatı istikbale teşmil etmekle hata ettiği gibi mutezile de istikbale dair anladığı hakikatı maziyede teşmil etmekle hata ediyor. Cebriyenin maziye dair istikametli nazarında misal olarak; Birisi birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da Kur’anın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musalaha etmektir. Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünki ecel birdir, değişmez. O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlahiyeye vasıta olmuş. Sözler – 152)
(Mutezilenin istikbale dair istikametli nazarında misal olarak; Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek meşrudur. Fakat tesiri ve şifayı, Cenab-ı Hak’tan bilmek gerektir. Dermanı o verdiği gibi, şifayı da o veriyor. Lemalar – 217)
46- Çaresi bulunan şeyde acze,
(Üstadımızın her hadisede bir çare-i necat bulduğuna misal; Onlar, beni bir köyde mahpus zannediyor. Zındıkların rağmına olarak, bilakis Barla kürsî-i ders olup, Isparta gibi çok yerler medrese hükmüne geçti… Mektubat ( 363 )
Zübeyir Abi’nin acze sığınmadığını ifade eden cümleler; Eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız. Şualar – 552
Hulusi Abinin de her hadisede bir çare-i necat bulduğuna misal; Eğer yalnız adüvv-i ekber olan nefsin hilesinden ve cinn ü ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye faidesi olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblağ edeyim de Allah-u Zülcelal nasıl şe’n-i uluhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Barla Lahikası 27)
Çaresi bulunmayan şeyde cez’a iltica etmemek gerektir. (Yani kaderin takdiriyle başa gelen hadisede zahiri sebeb olanlara ceza vermek değil kadere rıza gösterip tenkid kapısını açmamak gerektir.)
(Sakın sakın bu sıkıntıların verdiği asabîlik cihetiyle birbirinizin kusuruna bakmayınız. Kısmet ve kadere itiraz hükmünde olan şekvalar ve “Böyle olmasaydı şöyle olmazdı” diye birbirinizden gücenmeyiniz. Ben anladım ki, bunların hücumundan kurtulmak çaremiz yoktu, ne yapsaydık onlar bu hücumu yapacak idiler. Biz sabır ve şükür ve kazaya rıza ve kadere teslim ile mukabele ederek tâ inayet-i İlahiye imdadımıza gelinceye kadar, az zamanda ve az amelde pek çok sevab ve hayrat kazanmağa çalışmalıyız. Şualar – 310)
47- Hayatın yarası iltiyam bulur. (Maddi hayat için düşündüğümüz de; maddeten geri kalmanın yaraları iltiyam bulur. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz. Tarihçe-i Hayat – 64)
İzzet-i İslâmiyenin ve namusun ve izzet-i milliyenin yaraları pek derindir.
(Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniyedir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek, mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer’iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.
Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i’lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i’lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye’nin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı manevîsi o kat’î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şübhe edilmez. Tarihçe-i Hayat – 93)
48- Öyle zaman olur ki; bir kelime bir orduyu batırır, bir gülle otuz milyonun mahvına sebeb olur.
{(Haşiye): Sırp bir neferin Avusturya Veliahdine attığı bir tek gülle; eski harb-i umumîyi patlattırdı, otuz milyon nüfusun mahvına sebeb oldu.}
Öyle şerait tahtında olur ki; küçük bir hareket, insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır
(Nasıl bir asker bazı şerait dâhilinde, mühim ve mahuf bir mevkide, bir saat nöbette, bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velayet derecesi gibi bir makama çıkıyor. Öyle de, sahabelerin tesis-i İslâmiyette ve neşr-i ahkâm-ı Kur’aniyede hizmetleri ve İslâmiyet için bütün dünyaya ilân-ı harb etmeleri o kadar yüksektir ki, bir dakikasına başkaları bir senede yetişemez. Sözler – 493)
Ve öyle hal olur ki; küçük bir fiil, insanı esfel-i safilîne indirir.
(Meselâ, baş ile yapılan secde Allah için olursa ibadettir, gayrısı için dalalettir. Mesnevi-i Nuriye 196)
(Meselâ: “Gıybet, katil gibidir.” Demek gıybette öyle bir ferd bulunur ki, katil gibi bir zehr-i kàtilden daha muzırdır. Sözler – 347)
49- Bir tane sıdk, bir harman yalanları yakar. Bir tane hakikat, bir harman hayalata müreccahtır. (Yani Allah’ın varlığı veya âhiret gibi esmaya dayanan bir sıdk binlerle şirki ve batıl fikir olan yalanı yakar. Bir tane esmaya dayanan hakikat hakikat dayanmayan hayalata müreccahtır.)
لاَ يَلْزَمُ مِنْ لُزُومِ صِدْقِ كُلِّ قَوْلٍ قَوْلُ كُلِّ صِدْقٍ
Her sözün doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek, doğru değil. (Her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı bazan damara dokundurur, aks-ül amel yapar. Mektubat – 265)
(ÜÇÜNCÜ KELİME ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üss-ül esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz.
Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni’-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir. Hutbe-i Şamiye – 45)
50- Güzel gören, güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır. (Buranın izahı Sekizinci Sözdür diyebiliriz. Şöyle ki bahtiyar adamın hüsn-ü niyeti ve hüsn-ü zannı ve hüsn-ü hasleti ve hüsn-ü fikri, onu büyük bir ihsan ve saadete ve parlak bir fazilete ve feyze mazhar etmiş. Sözler – 37
Bu hakikatın tatbiki olarak iki misal:
Birincisi: Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirdlerinden -kalben ve ruhen ve fikren- daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünki kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurlarıyla sıkıntı çekmezler. Maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevablı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrada inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar. İman-ı tahkikî dünyada dahi medar-ı saadettir diye halleriyle isbat ediyorlar. Evet “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” deyip, metinane bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile çalışıyorlar. Şualar – 295
İkincisi: Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatla girenlerdir. Çünki bunlar, Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler. İşte buna binaen, değil yalnız hayat-ı uhreviyenin, belki dünyadaki hayatın dahi saadet ve lezzetini isteyenler, -hadsiz tecrübelerle- Risale-i Nur’un imanî ve Kur’anî derslerinde bulabilirler ve buluyorlar. Kastamonu – 123)
51- İnsanları canlandıran emeldir; öldüren ye’stir. (Ye’sin iki zararı vardır. Biri enfüsi diğeri afakidir. Enfüsi cihetinde ibadete ve takvaya muvaffak olamayıp ye’se düşer. Diğeri afakiye misal olarak; Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. Hutbe-i Şamiye – 19
Sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikın esrarını ihtizaza veren musika-i İlahiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm güm eder. Münazarat – 11)
52- Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile kendini, yek-vücud olan âlem-i İslâm’a fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi; âlem-i İslâmın saadet ve hürriyet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişafını hârikulâde ta’cil etti.
(Biri dedi: Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak, galibiyette ne olurdu?
Dedim: Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. (Zira Âlem-i İslâm tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm’ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm’ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm’ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…
Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet’in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev’-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir. Sünuhat-Tuluat-İşarat 73)
(Haccın bahusus tearüfle tevhid-i efkârı, teavünle teşrik-i mesaîyi tazammun eden içindeki siyaset-i âliye-i İslâmiye ve maslahat-ı vâsia-i içtimaiyenin ihmalidir ki, düşmana milyonlarla İslâmı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzar etti.
İşte Hind, düşman zannederek, halbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs bîçare vâlideleri olduğunu “ba’de harab-il Basra” anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arab, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımıyarak öldürdü, şimdi vaveylâ ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmiyerek öldürmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh-u fizar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. Sünuhat-Tuluat-İşarat 58 – 59)
Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde ta’cil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i (عَاجِلَهءِ) muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i (آجِلَهءِ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır. Sünuhat-Tuluat-İşarat 43 – 44)
53- Hristiyanlığın malı olmayan mehasin-i medeniyeti ona mal etmek ve İslâmiyetin düşmanı olan tedenniyi ona dost göstermek, feleğin ters dönmesine delildir. (Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesîre.. lâkin onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı, Ne şu asrın san’atı.. Belki umum malıdır: Telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi’den, hem hacat-ı fıtrîden, hususan şer’-i Ahmedî, İslâmî inkılabdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Sözler 714 – 715)
54- Paslanmış bîhemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır. (Bir müminin imanı elmas kıymetinde iken zahiren görülen küfrü işmam eden halleri pas hükmündedir.)
55- Herşeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür. (Hem de nazar-ı dikkate almak lâzımdır ki: Kim bir şeyde çok tevaggul etse; galiben başkasında gabileşmesine sebebiyet verir. Bu sırra binaendir ki: Maddiyatta tevaggul eden, maneviyatta gabileşir ve sathî olur. Bu noktaya nazaran; maddiyatta mehareti olanın maneviyatta hükmü hüccet olmasına sebeb olmadığı gibi, çok defa sözü dahi şâyan-ı istima’ değildir. Evet bir hasta; tıbbı hendeseye kıyas ederek, tabibe bedelen mühendise müracaat edip gösterdiği ilâcı istimal eder ise; akrabasına ta’ziye vermeye davet ve kendisi için kabristan-ı fenanın hastahanesine nakl-i mekân etmek için bir raporu istemek demektir. Kezalik hakaik-i mahza ve mücerredat-ı sırfeden olan maneviyatta, maddiyyunun hükümlerine müracaat ve fikirleriyle istişare etmek, âdeta latife-i Rabbaniye denilen kalbin sektesini ve cevher-i nuranî olan aklın sekeratını ilân etmek demektir. Evet herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatı göremez… Muhakemat 17 – 18)
56- Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikata inkılab eder; hurafata kapı açar. (Şöyle ki: Mecazat ve teşbihat, ne vakit cehlin yesar-ı muzlimanesi (Cehlin karanlıklı olan sol eli), ilmin yemin-i nuranîsinden (İlmin nurani elinden) kaçırıp gasbetse veyahut mecaz ile teşbih bir uzun ömür sürseler (Yani mecaz ve teşbihin ifade ettiği hakikatlar uzun zamanın geçmesiyle unutulsa), hakikate inkılab ederek taravet ve zülâlinden boş olup, şarab iken serab ve nazenin ve hasnâ iken acuze-i şemtâ ve kocakarı olur. Evet mecaz şeffafiyetiyle şu’le-i hakikat ondan telemmu’ eder. (Yani mecazın şeffafiyetiyle ince olan hakikatlar görünür. Fakat mecaz bazen ilmin elinden cehlin eline düşmekle bazende uzun zamanın geçmesiyle unutularak hakikat zannolunur.) Fakat hakikata inkılabıyla kesif olup, hakikat-ı asliyeyi münkesif eder. Lâkin bu tahavvül bir kanun-u fıtrîdir. Buna şahid istersen lügatın teceddüd ve tegayyüratının ve iştirak ve teradüfün sırlarına müracaat et. (Yani eskide kullanılan ama günümüzde kullanılmayan çok deyimler ve kelimelerin var olduğunu lügata baksak göreceğiz.)
İyi kulak versen işiteceksin ki: Selefin zevklerine giden çok kelimatı veya hikâyatı veya hayalâtı veya maânî, ihtiyar ve zînetsiz olduklarından halefin heves-i şebabanelerine tevafuk etmediklerinden meyl-i teceddüde ve fikr-i icada ve cür’et-i tağyire sebeb olmuşlardır. (Eskide kullanılan mecazlar günümüzde kullanılmadığından o manaları ifade edecek yeni mecazların icad edilmesi gerekir.)
Bu kaide lügatta olduğu gibi, hayalât ve maânî ve hikâyatta dahi cereyan eder. Öyle ise herşeye zahire göre hükmetmemek gerektir. Muhakkikin şe’ni; gavvas olmak, zamanın tesiratından tecerrüd etmek, mazinin a’makına girmek, mantığın terazisiyle tartmak, herşeyin menbaını bulmaktır.
Bu hakikate beni muttali eden, bir vakit sabavetimde ay tutuldu. Vâlidemden sual ettim. Dedi ki: “Yılan Ay’ı yutmuş.” Dedim: “Neden daha görünüyor?” dedi ki: “Âsumanın yılanı nim-şeffaftır.”
İşte bak: Nasıl teşbih hakikat olup hayluletiyle hakikat-ı hali münhasif etmiştir. (Yani teşbih hakikat zannedilirse hakikat-ı hal anlaşılmaz gizli kalır.)
Zira mail-i kamer, mıntakat-ül büruc ile re’s ve zenebde tekatu’ ettiklerinden o iki daire-i mevhumeden iki kavisi, yılanın müradifi olan tinnîn ile ehl-i heyet bir teşbihe binaen tesmiye eylediler. Zâten ay re’s veya zenebe ve güneş dahi ötekisine gelirse; arzın hayluletiyle inhisaf vuku bulur…
Ey benim şu müşevveş sözlerimden usanmayan zât! Bu mukaddemeye dahi dikkat et. Bir hurdebîn ile bak. Zira bu asıl üzerine pek çok hurafat ve hilafat tevellüd ederler. Mantığı ve belâgatı rehber etmek gerektir. Muhakemat – 25)
(Hâtime Mana-yı hakikînin bir sikkesi olmak gerektir. O sikkeyi teşhis eden, makasıd-ı şeriatın müvazenesinden hasıl olan hüsn-ü mücerreddir. Mecazın cevazı ise, belâgatın şeraiti tahtında olmak gerektir. Yoksa mecazı hakikat ve hakikatı mecaz suretiyle görmek, göstermek; cehlin istibdadına kuvvet vermektir. Evet herşeyi zahire hamlettire ettire nihayet Zahiriyyun meslek-i müteassifesini tevlid etmek şanında olan meyl-üt tefrit ne derecede muzır ise; öyle de herşeye mecaz nazarıyla baktıra baktıra nihayette Bâtıniyyunun mezheb-i bâtılasını intac etmek şe’ninde olan hubb-u ifrat dahi çok derece daha muzırdır.
Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla (Şeriattaki külli akılın felsefesi ile) belâgat ve mantık ile hikmettir. (Muktezayı hale mutabık bir surette mantık ve hikmet çerçevesinde izah etmek gerektir.) Evet hikmet derim, çünki hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. Usûl-i müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehven-üş şerri ihtiyar elzemdir. Evet eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır. Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir. Muhakemat – 27)
(Mecaz hiç kullanılmamış olsa idi Kur’anın i’cazından olan belagatın çoklukla kullandığı temsilat ve mecaz hakikatından gaflet edilmiş olunur.)
(Müteşabihat-ı Kur’aniyeyi anlayabilecek zatlar kimlerdir? denilse. Cevab olarak Ehl-i dalalet müteşabihat-ı Kur’aniyeyi yanlış tevilat ile tahrifine ve şübheleri çoğaltmasına çalıştığı bir zamanda, ilimde rüsuhu bulunan bir taife o müteşabihat-ı Kur’aniyenin hakikî tevillerini beyan edip ve iman ederek o şübehatı izale eder. Bu küllî mananın her asırda mâsadakları ve cüz’iyatları var. Bu şübehatı ve itirazları bu zamanda def’eden başta Risale-in Nur ve şakirdleri görünüyor. Şualar – 701)
(Eğer kişi ehil olmazsa müteşabih bir manayı hakikat olarak gösterdiği gibi hakiki bir manayı da müteşabih gösterebilir. Böylece ifrat ve tefritle dalalete giderler.)
(Demek ki eşyaya ve hadisata mecaz manasıyla değil işaret ettiği hakikata göre bakmak gerektir. Zira bedbaht adam, sû’-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Sözler – 35)
57- İhsan-ı İlahîden fazla ihsan, ihsan değildir. Her şeyi, olduğu gibi tavsif etmek gerektir. (Burda ifade edilen hakikatı hem şahıslar hem de kelamlar olarak düşünebiliriz. Eğer şahıslar için düşünülse şahıslara olduğundan fazla makam vermekle ifrat etmektir. Eğer istersen hayalât-ı Acemane içinde perverde olan Rüstem-i Zâl’in timsal-i manevîsine bak, gör.. ne u’cubedir! Zira şecaatle müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdad sırrıyla ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasb u garat ederek büyülttü. Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddeme olduğu için şu hârikulâde şecaat hârikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve tevabi’leri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil na’ra vurarak “Ben nev’un münhasırun fi’ş-şahs’ım” der. Gulyabanî gibi hurafatı arkasına takarak, dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar. Muhakemat 24
Eğer kelamlar için düşünülse kişi kendi kelamını olduğundan daha yüksek göstermek için mubağla yapması misal verilebilir. Zira Mübalağa ihtilâlcidir. Şöyle ki: Beşerin seciyelerindendir, telezzüz ettiği şeyde meyl-üt tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meyl-ül mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meyl-ül mübalağa ile, hayali hakikata karıştırmaktır. Bu seciye-i seyyie ile iyilik etmek, fenalık etmek demektir. Bilmediği halde tezyidinden noksan, ıslahından fesad, medhinden zemm, tahsininden kubh tevellüd eder. Muhakemat 31 – 32)
58- Şöhret, insanın malı olmayanı dahi insana maleder. (Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin Efendi’ye de: “Bu garib sözler umumen senin midir?” Elbette sana diyecektir: “Şu sözler ciltleri dolduruyor. Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların zekatını da bana verseler razıyım ve kâfidir. Fazlasını istemem. Zira zarafetimi tabiîlikten çıkarıp tasannua kalbeder.” Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir. Muhakemat 24)
59- Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır. (Onbirinci Sözde hayatın gaye ve mahiyeti ders verildiği gibi Otuzuncu Lem’anın hayata dair Yirmidokuz hassasında da hayat madeninin işlettirilmesiyle ortaya çıkan hakikatlar gösterilmiştir. Hem de Resul-i Ekrem (ASM) hadisler ile hayatının her anında Kur’anda vahiy olan hakikatları ders vermiştir.
Muhakematta da geçtiği gibi Hadîsin mefhumu mühecdir. Yani hadisin anlaşılması ile herşey hayatlanır. Şöyle ki: Kitab-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın misdakı i’cazıdır. Müfessiri eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir. Farazâ bu mutabakatı izhar etmekten maksad, o şahid-i sadıkın tezkiyesi için olsa da yine abestir. Zira Kur’an-ı Mübin, ona mekalid-i inkıyadı teslim eden öyle akıl ve naklin tezkiyelerinden pek yüksek ve ganidir. Çünki o, onları tezkiye etmezse; şehadetleri mesmu’ olamaz. Evet Süreyya’yı serada değil, semada aramak gerektir. Kur’an’ın maânîsini de esdafında ara. Yoksa karmakarışık olan senin cebinden arama; zira bulamıyorsun. Bulsan da sikke-i belâgat olmadığından Kur’an kabul etmez.
Zira mukarrerdir: Asıl mana odur ki: Elfaz onu sımahta boşalttığı gibi zihne nüfuz ederek vicdan dahi teşerrüb etmekle, ezahir-i efkârı feyizyab eden şeydir. Yoksa başka şeyin kesret-i tevaggulünden senin hayaline tedahül eden bazı ihtimalât.. veyahut hikmetin ebatîlinden ve hikâyatın esatîrinden sirkat edip cepte doldurarak sonra âyât ve ehadîsin telâfifinde gizletmek, çıkartmak, elde tutmak, çağırmak ki: “Budur mana, geliniz, alınız” dediğin vakit alacağın cevab şudur: “Yahu!. İşte senin manan siliktir. Sikkesi takliddir, nekkad-ı hakikat reddeder. Sultan-ı i’caz dahi onu darb edeni tardeder. Sen âyet ve hadîsin nizamlarına taarruz ettiğinden âyet şikayet edip hâkim-i belâgat senin hülyanı, senin hayalinde hapsedecektir. Ve müşteri-i hakikat dahi senin bu metaını almayacaktır. Zira diyecek: Âyetin manası dürrdür. Bu ise mederdir. Hadîsin mefhumu mühec, bu hemecdir. Tenvir için bir darb-ı mesel:
Kürdlerin emsal-i edebiyesindendir: Bir adamın ismi Alo imiş. Bal hırsızlıyordu. Ona denildi; “Hırsızlığın tebeyyün edecektir.” O da aldatmak için bir boş petekte yabancı arıları doldurup balı başka yerden hırsızlar, küvarda saklıyor idi. Biri sual etse idi, derdi: “Bu, bal mühendisi olan arılarımın san’atıdır.” Sonra da arıları ile konuştuğu vakit müşterek bir lisan ile فِظْ فِظْ ژِوَه هِنْگِڤِينْ ژِمِنْ derdi.
Yani: “Tanin sizden, bal benden…”
Ey teşehhi ve heves ile tevil edici efendi! Bu teşbih ile teselli etme. Zira bu teşbih temsildir. Senin manan bal değil, zehirdir. O elfaz arılar değil, belki kalb ve vicdana ervah-ı hakaiki vahyeden o kitab-ı kâmilin kelimatı melaike gibidirler. Hadîs, maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır.
Elhasıl: İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. (Hadise yanlış mana vermek ifrat iken hadise hiç bakmamak tefrittir.) Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki; umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin… Muhakemat – 22)
60- İhya-yı din, ihya-yı millettir. Hayat-ı din, nur-u hayattır. (Dinin hayatlanması ile hayatın nurlanmasının izahı İkinci ve Sekizinci Sözlerle, Yirmiüçüncü Sözün Birinci Makamının İkinci Noktasında yapılmıştır. Şöyle ki: Ey nefsim! Bil ki: Evvelki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir. Şu dünya, onun nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan ise; ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalaletinden neş’et edip, onu manen tazib eder. Diğer adam ise; mü’mindir. Cenab-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu dünya, bir zikirhane-i Rahman, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü cândır. Bütün vefiyat-ı hayvaniye ve insaniye ise; terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler, bu dâr-ı fâniden, manen mesrurane, dağdağasız diğer bir âleme giderler. Tâ yeni vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniye ise; ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü’minin nazarında, Seyyid-i Kerim’inin ve Mâlik-i Rahîm’inin birer munis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok latif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatlar, imanından tecelli eder, tezahür eder. Sözler – 17)
(İhya-yı din, ihya-yı millet olduğunun izahı için Ondokuzuncu Sözün yedinci ve sekizinci reşhalarına müracaat edilsin.
Hemde eğer denilse: “Bu taassub-u dinî, bizi geri bıraktı. Bu asırda yaşamak, taassubu bırakmakla olur. Avrupa, taassubu bıraktıktan sonra terakki etti?”
Elcevab: Yanlışsınız ve aldanmışsınız veya aldatıyorsunuz. Çünki Avrupa, dininde mutaassıbdır. Hattâ bir âdi Bulgar’a veya bir nefer-i İngiliz’e veya bir serseri Fransız’a “Sarık sar. Sarmazsan hapse atılacaksın!” denilse, taassubları muktezasınca diyecek: “Hapse değil, öldürseniz bile, dinime ve milliyetime bu hakareti yapmayacağım!”
- Hem tarih şahiddir ki: Ehl-i İslâm ne vakit dinine tam temessük etmiş ise, o zamana nisbeten terakki etmiş. Ne vakit salabeti terketmişse, tedenni etmiş. Hristiyanlık ise, bilakistir. Bu da, mühim bir fark-ı esasîden neş’et etmiş.
- Hem İslâmiyet, sair dinlere kıyas edilmez. Bir müslüman İslâmiyetten çıksa ve dinini terketse, daha hiçbir peygamberi kabul edemez; belki Cenab-ı Hakk’ı dahi ikrar edemez ve belki hiçbir mukaddes şey’i tanımaz; belki kendinde kemalâta medar olacak bir vicdan bulunmaz tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir hükmüne geçer. Halbuki Hristiyanın bir dinsizi, yine hayat-ı içtimaiyeye nâfi’ bir vaziyette kalabilir. Bazı mukaddesatı kabul eder ve bazı peygamberlere inanabilir ve Cenab-ı Hakk’ı bir cihette tasdik edebilir.
- Acaba bu ehl-i bid’a ve doğrusu ehl-i ilhad, bu dinsizlikte hangi menfaati buluyorlar? Eğer idare ve asayişi düşünüyorlarsa; Allah’ı bilmeyen dinsiz on serserinin idaresi ve şerlerini def’etmesi, bin ehl-i diyanetin idaresinden daha müşkildir. Eğer terakkiyi düşünüyorlarsa; öyle dinsizler idare-i hükûmete muzır oldukları gibi, terakkiye dahi manidirler. Terakki ve ticaretin esası olan emniyet ve asayişi kırıyorlar. Doğrusu onlar, meslekçe tahribatçıdırlar. Dünyada en büyük ahmak odur ki, böyle dinsiz serserilerden terakki ve saadet-i hayatiyeyi beklesin. Böyle ahmaklardan mühim bir mevkii işgal eden birisi demiş ki: “Biz, Allah Allah diye diye geri kaldık. Avrupa, top tüfek diye diye ileri gitti.”
“Cevab-ül ahmak-is sükût” kaidesince, böylelere karşı cevab sükûttur. Fakat bazı ahmakların arkasında bedbaht gafiller bulunduğundan deriz ki:
Ey bîçareler! Bu dünya bir misafirhanedir. Her günde otuzbin şahid, cenazeleriyle “El-mevtü hak” hükmünü imza ediyorlar ve o davaya şehadet ediyorlar. Ölümü öldürebilir misiniz? Bu şahidleri tekzib edebilir misiniz? Madem edemiyorsunuz; mevt, Allah Allah dedirtir. Sekeratta Allah Allah yerine; hangi topunuz, hangi tüfeğiniz, zulümat-ı ebedîyi o sekerattakinin önünde ışıklandırır, ye’s-i mutlakını ümid-i mutlaka çevirebilir? Madem ölüm var, kabre girilecek; bu hayat gidiyor, bâki bir hayat geliyor. Bir defa top tüfek denilse; bin defa Allah Allah demek lâzım gelir. Hem Allah yolunda olsa; tüfek de Allah der, top da Allahü Ekber diye bağırır, Allah ile iftar eder, imsak eder. Mektubat – 438)
61- Nev’-i beşere rahmet olan Kur’an; ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Medeniyet-i hazıra, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir:
- Nokta-i istinadı, kuvvettir. O ise, şe’ni tecavüzdür.
- Hedef-i kasdı menfaattır. O ise, şe’ni tezahümdür.
- Hayatta düsturu, cidaldir. O ise, şe’ni, tenazu’dur.
- Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise, şe’ni müdhiş tesadümdür. (Allah namına olmayan bütün bağlara unsuriyet veya menfî milliyet diyebiliriz.)
- Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci’ ve arzularını tatmindir. O heva ise, insanın mesh-i manevîsine sebebdir. (Yani sureten insan iken manen hayvani sıfatlar ile muttasıf bir vaziyet görünecektir. “Eğer istersen hayalinle Nurşin karyesindeki Seyda’nın meclisine git bak: Orada fukara kıyafetinde melikler, padişahlar ve insan elbisesinde melaikeleri bir sohbet-i kudsiyede göreceksin. Sonra Paris’e git ve en büyük localarına gir, göreceksin ki, akrepler insan libası giymişler ve ifritler adam suretini almışlar ilâ âhir” diyerek daha başka cihetteki farklarını “Lemaat” ve “Sünuhat”a havale eder. Mesnevi-i Nuriye – 263)
Şeriat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise: Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır ki; şe’ni, adalet ve tevazündür. Hedefi de, menfaat yerine fazilettir ki; şe’ni, muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de, unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî ve vatanî ve sınıfîdir ki; şe’ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı, yalnız tedafü’dür. Hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki; şe’ni, ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki; şe’ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür.
Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört el ile sarıl; yoksa mahvolursun.
(Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i felsefenin insanın hayat-ı içtimaiyesine verdiği ders-i terbiyenin gayet kısa bir fezlekesi beş düstur ile gösterilmiştir.
1- Felsefenin nokta-i istinadı Kuvvettir, şe’ni tecavüzdur.
Kur’anın nokta-i istinadı Haktır, şe’ni ittifaktır.
2- Felsefenin gaye-i hedefi Menfaattir, şe’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır.
Kur’anin gaye-i hedefi Fazilet rıza-ı ilahidir, şe’ni Tesanüddür.
3- Felsefenin hayatta düsturu cidaldir, şe’ni çarpışmaktır.
Kur’anın hayatta düsturu Teavündür, şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir.
4- Felsefenin cemaat rabıtalarında düsturu unsuriyet ve menfi milliyettir, se’ni başkasını yutmaktır ki tecavüzdür.
Kur’anın cemaat rabıtalarında düsturu rabita-i dini, sinifi ve vatanidir ki, se’ni uhuvvettir, incizabdir.
5- Felsefenin gayatı hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid etmenin, şe’ni beşerin saadetinin selb olmasıdır.
Kur’anın gayatı nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dareyndir.
İkinci Cilve: Kur’anın şebabetidir. Şu cilvenin “Üç Dereces”i var.
Birinci derecede: Birinci Söz’den tâ Yirmibeşinci Söz’e kadar olan Sözler ve daha sonra te’lif edilen bütün risaleler hakaik noktasında Kur’anın medeniyete karşı rüchaniyetini göstermiştir.
İkinci derecede: Onikinci Söz’de de isbat edildiği gibi, Kur’anın getirdiği düsturlar noktasında medeniyete karşı rüchaniyetini göstermiştir.
Üçüncü derece: Kur’anın ders verdiği ahkâm noktasında medeniyete karşı rüchaniyetini göstermiştir. Zira Kur’anın kanunları râsihtir. Binler mesail-i Kur’aniyeden dört esas misal verilmiştir.
Birinci Esas: Vücub-u Zekât ve Hurmet-i Riba
İkinci Esas: Taaddüd-ü Zevcat
Üçüncü Esas: Kur’anın kadına mirasta sülüs vermesinin hikmeti
Dördüncü Esas: Kur’an suret-perestliği men’eder.
Hem nasıl medeniyet-i hazıra, hikmet-i Kur’anın ilmî ve amelî i’cazına karşı mağlub oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâgatı da, Kur’anın edeb ve belâgatına karşı mağlub oluyor.)
62- Musibet-i âmme, ekseriyetin hatasından terettüb eder. Musibet; cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir. (Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Sünuhat – 43)
(Üçüncü Sual: Bazı eşhasın hatasından gelen bu musibet bir derece memlekette umumî şekle girmesinin sebebi nedir?
Elcevab: Umumî musibet, ekseriyetin üç hatasından ileri gelmesi cihetiyle; ekser nâsın o zalim eşhasın harekâtına
1- Fiilen veya (fiilen yapar taraftar olmaz)
2- İltizamen veya (taraftar olur fiilen yapmaz)
3- İltihaken (hem fiilen yapar hemde taraftar olur)
Taraftar olmasıyla manen iştirak eder, musibet-i âmmeye sebebiyet verir. Sözler – 172)
63- Şehid kendini hayy bilir. Feda ettiği hayatı, sekeratı tatmadığından, gayr-ı münkatı’ ve bâki görüyor. Yalnız daha nezih olarak buluyor. (Ruh cesedin kayıtlarından kurtulduğu için berzah aleminde daha ziyade bir lezzet aldığından daha nezih olarak buluyor.
Şehid velidir. Cihad farz-ı kifaye iken farz-ı ayn olmuştur. Belki muzaaf bir farz-ı ayn hükmüne geçmiştir. Hacc ve zekat gibi, cihadda da niyetin tasarrufu azdır. Hattâ adem-i niyet dahi asıl nokta-i nazarından niyet hükmündedir. Demek zıdd-ı niyet, yakînen tebeyyün etmezse, cihad şehadet-i hakikiyeyi intac eder. Zira vücub tezauf etse, taayyün eder. İhtiyarı tazammun eden niyetin tesiri azalır. Şu günahkâr millette, birdenbire onbinler evliya inkişaf ve tezahür etse, az bir mükâfat değildir. Hutbe-i Şamiye 143)
(Meratib-i hayat beştir.
Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki, çok kayıdlarla mukayyeddir.
İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyas Aleyhimesselâm’ın hayatlarıdır ki, bir vakitte pek çok yerlerde bulunabilir ve beşeriyet levazımatıyla daimî mukayyed değillerdir.
Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder.
Dördüncü Tabaka-i Hayat: Şüheda hayatıdır. Nass-ı Kur’anla şühedanın, ehl-i kuburun fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Onlar kendilerini ölmemiş ve daha iyi bir âleme gitmiş biliyorlar.. kemal-i saadetle mütelezziz oluyorlar.. ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar.
Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir. Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İ’dam ve adem ve fena değildir. Ervah-ı evliyanın temessülleri ve ehl-i keşfe tezahürleri ve sair ehl-i kuburun yakazaten ve menamen bizlerle münasebetleri bu tabakat-ı hayatiyeyi isbat etmiştir. Mektubat – 8)
64- Adalet-i mahza-i Kur’aniye; bir masumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa, heder etmez. İkisi nazar-ı kudrette bir olduğu gibi, nazar-ı adalette de birdir. Hodgâmlık ile, öyle insan olur ki; ihtirasına mani herşey’i, hattâ elinden gelirse dünyayı harab ve nev’-i beşeri mahvetmek ister.
(Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Hem hakkı anlayan bir kimse hakkı her şeyin üstünde tutar hiçbir şey için feda etmez. Mektubat 54
Hodgâm adam bizde diyor: “Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun.” İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor. Hutbe-i Şamiye – 59)
65- Havf ve za’f, tesirat-ı hariciyeyi teşci’ eder.
66- Muhakkak maslahat, mevhum mazarrata feda edilmez.
(65 ve 66 birbiriyle alakalı olduğundan bir okundu. Havf damarını ehl-i dalaletin tahrif etmesinin sebebi gelecek soruda izah edilmiştir.
Sual ediyorsunuz ki: Câmi-i şerifinize, Cum’a gecesinde sebebsiz olarak, mübarek bir misafirin gelmesiyle tecavüz edilmiş. Bu hâdisenin mahiyeti nedir? Neden sana ilişiyorlar?
O hâdisenin mahiyeti; hilaf-ı kanun ve sırf keyfî ve zındıka hesabına, Cum’a gecesinde kalbimize telaş vermek ve cemaata fütur getirmek ve beni misafirlerle görüştürmemek için, bir desise-i şeytaniye ve münafıkane bir taarruzdur. Mektubat – 360
Bu tür hadiseler de ifrat ve tefrit ile mukabele etmekten kaçınmalıyız. Kovmakla mukabele etmek maddeten karşı çıkmak ifrat iken hiç mukabele etmemek tefrittir. Hakikatı beyan etmek ise vasattır.
Eski Said damarıyla bu fevkalkanun, sırf keyfî muameleye karşı kovmak ile mukabele etmekti. Halbuki o bedbaht bilmedi ki; Said’in lisanında Kur’anın tezgâhından gelen bir elmas kılınç varken, elindeki kırık odun parçasıyla müdafaa etmez; belki o kılıncı böyle istimal edecektir.
İhvanlarıma da tavsiyem budur ki: Zaruret-i kat’iyye olmadan, bunlarla uğraşmayınız. “Cevab-ül ahmak-is sükût” nev’inden, tenezzül edip onlarla konuşmayınız. Fakat buna dikkat ediniz ki: Canavar bir hayvana karşı kendini zaîf göstermek, onu hücuma teşci’ ettiği gibi; canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle za’f göstermek, onları tecavüze sevkeder. Öyle ise dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler. Mektubat – 361
İnsanda en mühim ve esaslı bir his, hiss-i havftır. Dessas zalimler, bu korku damarından çok istifade etmektedirler. (Dam teşbihi ile insanın velayetteki mertebesine işaret edilmiştir. Velayette yükselmenin yolu ise marifet, ubudiyet, takva ve hizmettir.) Onunla, korkakları gemlendiriyorlar. (Ata gem vurunca istenilen tarafa sevk edildiği gibi ehl-i dalalet, ehl-i imanı korkutarak istedikleri tarafa sevk ediyorlar.) Ehl-i dünyanın hafiyeleri ve ehl-i dalaletin propagandacıları, avamın ve bilhâssa ülemanın bu damarından çok istifade ediyorlar. Korkutuyorlar, evhamlarını tahrik ediyorlar. Meselâ: Nasılki damda bir adamı tehlikeye atmak için, bir dessas adam, o evhamlının nazarında zararlı görünen bir şey’i gösterip, vehmini tahrik edip, kova kova tâ damın kenarına gelir, baş aşağı düşürür, boynu kırılır. (Boynu kırılan bir insan hareket edemeyeceği gibi korku damarı tahrik edilen bir ehl-i iman marifet, ubudiyet, takva ve hizmet gibi amelleri yapamaz hale gelmektedir.) Aynen onun gibi; çok ehemmiyetsiz evham ile, çok ehemmiyetli şeyleri feda ettiriyorlar. Hattâ bir sinek beni ısırmasın diyerek, yılanın ağzına girer. Mektubat – 415
Binler ihtimalden bir ihtimal ile, şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz binler zarar verecek bir yola, bizi ihtiyarımızla sevkedemezsiniz!”
Buna binaen; bin değil, binler ihtimalden bir tek ihtimal-i tehlike korkusuyla, bir hazine-i ebediyeyi elimizden kaçırmak, sizin gibi şeytanların hatırına gelmemeli!” deyip ehl-i dalaletin dalkavuklarının ağzına vurup tardetmelisiniz. Hem o dalkavuklara deyiniz ki:
“Yüzbinler ihtimalden bir ihtimal değil, yüzden yüz ihtimal ile bir helâket gelse; zerre kadar aklımız varsa, korkup, onu bırakıp kaçmayacağız!”
Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar vicdansız zalime karşı za’f göstermekle, kendisini ezdirmeye teşci’ eder. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!.. Mektubat – 416)
67- Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır. (Bu hastalığın nazara verilmesinin sebebi hızla intişar etmesinden dolayıdır. Siyasetteki tarafgirlik hastalığı kişiler arasında çabuk intişar ettiği gibi kendi siyasetine muvafık olan kişilerin kimler olduğu ve ne tür fikirleri olduğu da hızla intişar etmektedir.
Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm, “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim. Mektubat – 267)
68- Deli adama “iyisin, iyisin” denilse iyileşmesi, iyi adama “fenasın, fenasın” denilse fenalaşması nâdir değildir. (Bu hakikat şu gelecek kaideden çıkmıştır.
Eğer hasmını mağlub etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünki eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zahiren mağlub bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, (Yani iyilik yaparak fiilen sen iyisin iyisin sana kötülük yapılmaz denilse) nedamet eder; sana dost olur. Mektubat – 265
Fena adama, iyisin iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama, fenasın fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku’ bulmuştur.
S- Neden?
C- Farazâ, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira çok fenalık vardır ki; iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça ve ondan tegafül edildikçe, mahdud ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicab ve hayâ altında kendisinin ıslahına çalışır. Lâkin vakta ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık fena tevessü’ eder. Münazarat – 42)
69- Düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur; düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. (Bu düstur hem enfüsi hem afaki âleme tatbik edilebilir. Harici âleme tatbik ettiğimizde gayr-ı müslimler İslamiyet itibariyle düşmanımız iken aynı millet içinde bulunmakla hariçten gelen düşmana karşı dostumuz olmuştur.
S- Gayr-ı müslimin askerliği nasıl caiz olur?
C- Dört vecihle:
Evvela: Askerlik kavga içindir. Dünkü gün siz o dehşetli ayı ile boğuştuğunuz vakit karılar, çingeneler, çocuklar, itler size yardım ettiklerinden size ayıb mı oldu?
Sâniyen: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, Arab müşriklerinden muahid ve halifleri vardı. Beraber kavgaya giderlerdi. Bunlar ise, ehl-i kitabdır. Orduda toplu olmayıp müteferrik olduklarından, bizdeki ekseriyet ve kuvvet-i hissiyat, mazarrat-ı mütevehhimeye karşı sed çeker.
Sâlisen: Düvel-i İslâmiyede velev nadiren olsun gayr-ı müslim, askerlikte istihdam olunmuştur. Yeniçeri Ocağı buna şahiddir. Münazarat 37
Gâvurlardaki iki cereyanları nasıl görüyorsun?
Şimdilik biri necis, biri encestir. Tahir-i mutlak yalnız desatir-i İslâmiyettir. Öyle ise iki cereyana da lanet!
Evet lâkin bize bulaşmış olan encesin temizliği hesabına, onun izalesine çalışan necise necis demekle onu da kendimize sıçratmak maslahat olmasa gerektir.
Meselâ bir hınzır seni boğuyor. Bir ayı da onu boğuyor. Ayının bağrına dürtmekle kendine musallat etmek, akıldan ziyade cünundur. Zâten bir cinnet-i müstevliye dünyaya dağılmıştır. Asar-ı Bediyye Sayfa 83
Enfüsi aleme tatbik ettiğimizde bizim en zararlı düşmanımız nefsimizdir. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler. Şeytanın gayet zaîf desiselerine karşı Kur’anın büyük tahşidatı ve melaikeleri ve Cenab-ı Hakk’ın yardımını ehl-i imana gönderir. Doksandokuz esma-i İlahiyeyi onların ellerine verir. O düşmanlara karşı sebat etmelerine çok şiddetli emirler verir.
İnsanın manevi terakkisinde akıl ve kalbi onun dostudur. Aklı meşum ve muz’iç bir alet derekesine indiren kalbe alâka duyduğu mevcudat adedince elemler veren küfür ve dalalet bizim de düşmanımızdır.)
70- İnadın işi: Şeytan birisine yardım etse; “Melektir” der, rahmet okur; muhalifinde melek görse, “Libasını değiştirmiş şeytandır.” der, lanet eder. (Mehasin-i İslâmiyet, envâr-ı Kur’aniye, inad ve taassubat-ı kavmiye perdelerini yırtarak, hükmünü icra ettiğinden tarafgirlik hissi veren siyaseti terk etmek ehl-i imana elzemdir. Taki Kur’ana ve imana hizmet edebilsin. Lem’alar 29)
71- Bir derdin dermanı, başka bir derde zehir olabilir. Bir derman, haddinden geçse, dert getirir.
72-
اَلْجَمْعِيَّةُ الَّتِى فِيهَا التَّسَانُدُ آلَةٌ خُلِقَتْ لِتَحْرِيكِ السَّكَنَاتِ
وَالْجَمَاعَةُ الَّتِى فِيهَا التَّحَاسُدُ آلَةٌ خُلِقَتْ لِتَسْكِينِ الْحَرَكَاتِ
(Tesanüd içindeki bir cemiyet, atâleti harekete tebdil eden bir vasıtadır. Birbirlerini kıskanma içindeki bir cemaat ise, hareketi atâlete çevirmeye vasıtadır.)
73- Cemaatte vâhid-i sahih olmazsa; cem’ ve zamm, kesir darbı gibi küçültür.
{(Haşiye): Hesabda malûmdur ki; darb ve cem’, ziyadeleştirir. Dört kerre dört, onaltı olur. Fakat kesirlerde darb ve cem’, bilakis küçültür. Sülüsü sülüs ile darbetmek, tüsü’ olur; yani, dokuzda bir olur. Aynen onun gibi, insanlarda sıhhat ve istikamet ile vahdet olmazsa; ziyadeleşmekle küçülür, bozuk olur, kıymetsiz olur.} (Eksi değerler de toplama yapılması ile eksi değerlerin kıymeti düşmesi gibi birbirini eleştiren, tenkid eden, rekabet eden bir cemaat eksik kusur arayarak bir araya geldiği için sayıca çok da olunsa kıymeti düşük olur.
İkinci Düsturunuz: Bu hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların üstünde fazilet füruşluk nev’inden gıbta damarını tahrik etmemektir. Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır. Hem nasılki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârane uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkid edip sa’ye şevkini kırıp atalete uğratmaz. Belki bütün istidadlarıyla, birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler, hakikî bir tesanüd bir ittifak ile gaye-i hilkatlerine yürürler. Lemalar – 160)
74- Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul; adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.
(13. ve 17. Lem’a, 7. Şua ve 11. Şuanın Yedinci Meselesinde genişçe izah edilmiştir. Adem-i kabul sahibi delilleri görmemekten dolayı şek içinde kalır. Bu şek ise lakaydlığı netice verecektir. Kabul-u adem ise inkar olduğu için inkar ettiği şeyin delillerini göstermesi gerekir.
Bazan, adem-i kabul kabul-ü ademle iltibas olunur. Çok hatiata müncer olur. Halbuki adem-i kabul, adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şekk, biri inkârdır. Meselâ, bir hadîsin kabulü, adem-i kabulü, kabul-ü ademi vardır.
Birincisi: Bürhanî bir cazibe ister.
İkincisi: Kaziye-i tasdikî değil, belki cehildir.
Üçüncüsü: Red ve inkâr olduğundan, bürhan ve isbat ister. O nefiydir. Nefiy kolayca isbat edilmez. Belki butlan-ı mana ile binefsihî müntefî olur. Sünuhat-Tuluat-İşarat 99 )
75- İmanî mes’elelerde şübhe, bir delili, hattâ yüz delili atsa da; medlûle îras-ı zarar edemez. Çünki binler delil var.
(Katre risalesinde tevhidin yüksek olan delilleri gösterildikten sonra bu cümleler gelmiştir. Arkadaş! Şu yüksek olan matluba (Yani tevhid mevzuuna) zikrettiğimiz bürhanlar, matlubu ihata eden bir dairedir. Matlub olan vücub-u vücud ve vahdet o dairenin merkezindedir. Daireyi teşkil eden bürhanların her birisi, parmağını uzatıp, matlubun hak ve sadık olduğuna imza atıyorlar. O bürhanlardan zayıf olanların aralarında tesanüd vardır. Yani, birbirini teyid ve takviye etmekle, zayıf bürhanların za’fiyeti zâil olur. Zâil olmasa bile itibardan düşmez. İtibardan düşse bile, dairenin bozulmasına sebeb olmaz. Ancak daire küçülür.
Maahâza bürhanların heyet-i mecmuasına terettüb eden matlubun kuvvet ve vuzuhunu her ferdden istemek ve her ferdde aramak, aklın hastalığına, zihnin cüz’iyetine işaret olup, matlubu red ve inkâr için bir zemin teşkil ediyor. Binaenaleyh bir bürhana bakıldığı zaman za’fiyetten dolayı vehimler başgösterirse, öteki bürhanlardan süzülen kuvvet ile ortada za’fiyet kalmaz, vehimler de dağılır.
Maahâza
Bazı bürhanlar suya benziyor, (Bir kısmı: Su gibidir; aklen görünebilen ve kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı, Yirmiikinci ve Otuzüçüncü Söz gibi risalelerdir.)
Bir kısmı da havaya benziyor, (İkinci kısım: Hava gibidir; aklen görünmeyen fakat kalben hissedilebilen marifetullah delillerini tenkid etmemek gerektir. Misal olarak aklen tam görünmeyip kalben hissedilebilen, İkinci Şua gibi risalelerdir.)
Bir kısmı da ziya gibidir. (Üçüncü kısım ise: Nur gibidir; Aklen görünebilen fakat kalben hissedilmeyen marifetullah delillerini maddi mizanlarla tartmamak gerektir. Misal olarak Yirmiüçüncü Lem’a verilebilir.)
Binaenaleyh bu gibi bürhanları gayet latif ve dikkatli ince bir fikir ile arayıp tutmalıdır ki; dökülmesin, sönmesin, uçmasın!.. Mesnevi-i Nuriye – 63
Remz Arkadaş! Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mani’ bir hicab olur. Evet müşahedemle sabittir ki; kat’î, yakînî bürhanlar ile deliller dolu olan büyük bir kal’ada, küçük bir taşta bir za’fiyet görünürse, o kör olası nefis o kal’ayı tamamen inkâr eder. Altını üstüne çevirir. İşte nefsin cehaleti, hamakati, bu gibi insafsızca tahribattan anlaşılır. Mesnevi-i Nuriye – 82
İ’lem Eyyühel-Aziz! Hakaik-i imaniyeyi isbat için îrad edilen bürhan ve delilleri tedkik ederken, şu kocaman neticeyi bu zaîf, nahif delil intac edemez diye tenkidatta bulunma. Zira za’fiyetiyle ittiham ettiğin o delilin sağında ve solunda bulunan takviye kuvvetleri ve kıt’aları pek çoktur. Evet İslâmiyet’in sıdkına delalet eden şahidlerden, şehidlerden, bürhanlardan, delillerden, emarelerden her birisi, o müdafaa meydanında arkadaşını himaye etmekle sıhhat raporunu imzalayarak sağlam olduğunu tasdik eder. O da, onun ilim ve haberine ehl-i vukuf olur. Çünki hakaik-i imaniyede hedef sübuttur, nefy değildir. Sabit olan (isbat edilen) bir şeyi gösterenlerin biri, bin gibidir. Zira sübutta gösterenlerin gösterme tarzları birbirine uygun ve muvafık olduğundan, her birisi ötekileri tezkiye ve tasdik etmiş olur. Nefy cihetinde, nefyedenlerin şehadetlerinde tevafuk yoktur. Nefylerine mütehalif esbab gösterirler. Bunun için, şehadetleri birbirinin sıhhatine delil olamaz. Çünki tevafuk yok. Mesnevi-i Nuriye – 102
İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir. Mesnevi-i Nuriye – 180)
76- Sevad-ı a’zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a’zama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adedce ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı. (Âl-i Beyte muhabbeti esas alan salabetli Alevîlik, zaruriyat-ı diniyenin hameleleri ve direkleri olan sahabelerden bazılarına ilişerek kabul etmeyip onların İslamiyeti yaşamak hususunda bir yıldız gibi örnek oldukları noktalardan mahrum kalıp kendi yanlış analayışlarını da esas almaları neticesinde bozularak Râfızîliğe kadar gitti.
Bu hakikatı mesleğimize tatbik ettiğimizde bir nur talebesi, sadece bir abinin Risale-i Nur’u anlayış ve yaşayış şeklini esas alsa diğer abilerin faziletlerini kabul etmeyip onlardan istifade etmese ve kendi yanlış anlayışını esas alsa istikameti kaybede bilir.)
77- Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan; bazan hak, ehaktan ehaktır; hasen, ahsenden ahsendir. Herkes kendi mesleğine “Hüve hak” demeli, “Hüve-l hak” dememeli. Veyahut “Hüve hasen” demeli, “Hüve-l hasen” dememeli. İlmi istibdat
78- Cennet olmazsa, Cehennem tazib etmez.
(İcad ve cem’-i ezdadda büyük bir hikmet var.
Hakaik-i nisbiye, sübut takarrür etsin, birşeyde çok şey olsun, bulsun vücud, görünsün. (Bir hakikatta çok mertebelerin bulunması için o hakikatın zıddının olması iktiza eder. Ancak Kudret-i ezeliye, Zât-ı Akdes-i İlahiyenin lâzime-i zaruriye-i zâtiyesidir. Yani, bizzarure zâtın lâzımesidir. Hiç bir cihet-i infikâki olamaz. Öyle ise, kudretin zıddı olan acz, o kudreti istilzam eden zâta bilbedahe ârız olamaz. Sözler 526)
O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur…
O Kadîr-i Lâyezal, cem’-i ezdad içinde iktidarı gösterdi. Azamet etti zuhur. Madem o kudret-i İlahî lâzıme-i zâtî olur
O Zât-ı Ezelî’ye, hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda meratib olamaz, herşeye nisbeti bir, hiç bir şey ağır olmuyor. Sözler 720)
79- Zaman ihtiyarlandıkça, Kur’an gençleşiyor; rumuzu tavazzuh ediyor.
(Kur’anın şebabeti i’cazının bir vechi iken şiddetinden mübalağa zannedilmiştir.
İkinci Cilve: Kur’anın şebabetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet Kur’an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitab ettiği için öyle daimî bir şebabeti bulunmak lâzımdır. Sözler 407
Zaman dahi bir müfessirdir. Ahval ve vukuat ise, bir keşşaftır. Muhakemat 22
Birinci Nükte: “Kur’an-ı Hakîm’in esrarı bilinmiyor, müfessirler hakikatını anlamamışlar.” diye beyan olunan fikrin iki yüzü var ve onu diyen, iki taifedir:
Birincisi: Ehl-i hak ve ehl-i tedkiktir. Derler ki: “Kur’an, bitmez ve tükenmez bir hazinedir. Her asır nusus ve muhkematını teslim ve kabul ile beraber, tetimmat kabîlinden hakaik-i hafiyesinden dahi hissesini alır; başkasının gizli kalmış hissesine ilişmez.” Evet zaman geçtikçe, Kur’an-ı Hakîm’in daha ziyade hakaiki inkişaf eder demektir. Yoksa hâşâ ve kellâ selef-i sâlihînin beyan ettikleri hakaik-i zahiriye-i Kur’aniyeye şübhe getirmek değil. Çünki onlara iman lâzımdır. Onlar nasstır, kat’îdir, esastırlar, temeldirler. Kur’an عَرَبِىٌّ مُبِينٌ fermanıyla manası vazıh olduğunu bildirir. Baştan başa hitab-ı İlahî, o manalar üzerine döner, takviye eder, bedahet derecesine getirir. O mensus manaları kabul etmemekten, hâşâ sümme hâşâ, Cenab-ı Hakk’ı tekzib ve Hazret-i Risalet’in fehmini tezyif etmek çıkar. Demek maânî-i mensusa, müteselsilen menba’-ı Risaletten alınmıştır. Hattâ İbn-i Cerir-i Taberî bütün maânî-i Kur’anı muan’an sened ile müteselsilen menba’-ı Risalete îsal etmiş ve o tarzda, mühim ve büyük tefsirini yazmış.
İkinci Taife: Ya akılsız bir dosttur, kaş yapayım derken göz çıkarıyor veya şeytan akıllı bir düşmandır ki, ahkâm-ı İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye karşı gelmek istiyor. Kur’an-ı Hakîm’in -senin tabirinle- birer polat kal’ası hükmünde olan surlu sureleri içinde yol bulmak istiyor. Böyleler, hâşâ hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye şübhe îras etmek için bu nevi sözleri işaa ediyorlar. Mektubat 388)
Nur, nâr göründüğü gibi; bazan şiddet-i belâgat dahi, mübalağa görünür.
(Her parlayan şey, yakıcı ateş değildir. Evet tekrar ve tekerrür bazan usanç veriyor, fakat umumî değildir. Her yere, her kelâma ve her kitaba şamil değildir. Usanç verici addedilen pek çok zahirî tekrarlar, belâgatça istihsan ve takdir edilmektedir. İşarat-ül İ’caz 30
Temsil, i’caz-ı Kur’an’ın en parlak bir âyinesi olduğu halde temsiller hakikat zannedilmekle bütün bütün hakikata muhalif bir suret almıştır. Sözler 193)
80- Hararetteki meratib, bürûdetin tahallülü iledir; hüsündeki derecat, kubhun tedahülü iledir. Kudret-i ezeliye zâtiyedir, lâzımedir, zaruriyedir; acz tahallül edemez, meratib olamaz, herşey ona nisbeten müsavidir. (Kudret-i ezeliyenin zâtiye olması bir kabul değil belki kainat kadar delilleri vardır. Kadîr-i Mutlak’ın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemalde olan kudretinin nuranî tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyanın şeffafiyeti ve hikmet ve kaderin intizamatı ve eşyanın evamir-i tekviniyesine kemal-i imtisali ve mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki müvazenesi sırrıyla; az çok, büyük küçük ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir. Hem bir şeyin kuvvet ve za’fça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir. Sözler 91)
81- Şemsin feyz-i tecellisi olan timsali, denizin sathında ve denizin katresinde aynı hüviyeti gösteriyor. (Şemsin tecellisi, Cenab-ı Hakka nisbet edildiğinde Nuraniyet, insana nisbet edildiğinde ise şeffafiyet sırrı anlaşılıyor.)
82- Hayat, cilve-i tevhiddendir, müntehası da vahdet kesbediyor.
(Yani hayat; kesrete bir vahdet verir, ibka eder. Hayat gitse; dağılır, fenaya gider. Buda gösterir ki kâinatta kesretle görülen hayat, hayat sahibi bir zattan geliyor.
Elbette öyle hadsiz lemaat-ı hayatiye bir cilvesi olan hayat-ı vâcibeye, zeval ve fena yanaşamaz. Mektubat 240)
83- İnsanlarda veli, Cum’ada dakika-i icabe, Ramazanda Leyle-i Kadir, Esma-i Hüsnada İsm-i A’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.
(Sekizinci Asıl: Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki âhiret ve dünya müvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf u reca ortasında bulunmak maslahatı iktiza eder ki; her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır. Sözler 342)
84- Dünyada masiyetin akibeti, ikab-ı uhrevîye delildir.
(Akibet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Masiyetin ekseriya dünyada olan akibeti, bir emare-i hadsiyedir ki, cezası da bir ikab vardır. Çünki herkes hususî bir tecrübe ile hadsen görüyor ki; hiçbir münasebet-i tabiiye olmadığı halde, masiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz.
Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler nazara alınırsa görünür ki; nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı masiyettir ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, masiyetin lâzım-ı zâtîsidir. Madem ki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı masiyet için terettüb ediyor. Elbette bu dârda terettüb etmiyen, başka dârda terettüb edecektir. Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş ve dememiş ki: “Filan adam fenalık etti, belâsını buldu. Sünuhat – 7
Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden, hizmetin mükâfatını, hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuştur. Lem’alar 123)
85- Rızk, hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetlidir. Kudret (Kudret, mevcudata hayat vererek vücud alemine çıkarıyor.) çıkarıyor, kader giydiriyor, inayet besliyor. Hayat; muhassal-ı mazbuttur, görünür. Rızk; gayr-ı muhassal, (Elinde olmadığı için) tedricî münteşirdir, düşündürür. Açlıktan ölmek yoktur. Zira bedende şahm ve saire suretinde iddihar olunan gıda bitmeden evvel ölüyor. Demek, terk-i âdetten neş’et eden maraz öldürür; rızıksızlık değil.
(Evet madem hayatı veren odur. O hayatı koruyacak levazımatı da o verecektir. Yalnız, hükûmetin asker için ofislerde cem’ettiği erzakı askerlere taşıttırdığı, temizlettirdiği, öğüttürdüğü, pişirttirdiği gibi, Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem’ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun.
Ey insan! Rahm-ı maderde iken, tıfl iken, ihtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, sen hayatta kaldıkça o rızkı verecektir. Mesnevi-i Nuriye – 224)
(Şu hakikatın ve şu sırrın halli şudur ki: Taahhüd-ü Rabbanî hakikattır. Rızıksızlık yüzünden ölenler yoktur. Çünki o Hakîm-i Zülcelal, zîhayatın bedenine gönderdiği rızkın bir kısmını ihtiyat için şahm ve içyağı suretinde iddihar eder. Hattâ bedenin her hüceyresine gönderdiği rızkın bir kısmını, yine o hüceyrenin bir köşesinde iddihar eder. İstikbalde hariçten rızık gelmediği zaman, sarfedilmek üzere bir ihtiyat zahîresi hükmünde bulundurur.
İşte bu iddihar edilmiş ihtiyat rızık bitmeden evvel ölüyorlar. Demek o ölmek, rızıksızlıktan değildir. Belki sû’-i ihtiyardan tevellüd eden bir âdet ve o sû’-i ihtiyardan ve âdetin terkinden neş’et eden bir marazla ölüyorlar.
“Terk-ül âdât min-el mühlikât” sırrıyla, sû’-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Lemalar – 63)
86- Âkil-ül lahm vahşilerin helâl rızıkları, hayvanatın hadsiz cenazeleridir; hem rûy-i zemini temizliyorlar, hem rızıklarını buluyorlar.
(İhtar: Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, şeriat-ı fıtriyece haramdır. Mesnevi-i Nuriye – 74)
87- Bir lokma kırk paraya, diğer bir lokma on kuruşa. Ağıza girmeden ve boğazdan geçtikten sonra birdirler. Yalnız, birkaç sâniye ağızda bir fark var. Müfettiş ve kapıcı olan kuvve-i zaikayı taltif ve memnun etmek için birden ona gitmek, israfın en sefihidir. (Cenab-ı Hakkın verdiği her cihazın hakk-ı hayatını vermek iktisad, vermemek hısset fazla vermek ise israftır. İsraf olmamasının şartı yüzde beşi geçmemektir. Madem ağızdaki kuvve-i zaika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev’inden ancak beş derecesi muvafık olur, fazla olamaz. Tâ ki; kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp vazifeyi unutup, fazla bahşiş veren ihtilâlcileri saray dâhiline sokmasın. Lemalar – 140
Yüzde beş meselesi; Aynı kalitede olan emsal malların alımında sırf marka gibi hevese hitab eden şeylerde ancak yüzde beş oranında bir fiyat fazlalığı olabilir. Misal olarak aynı kalitede iki gömleğin fiyatı biri 100 lira ise diğerinin markasından ötürü fiyatı ancak 105 lira olursa alınabilir. Markadan sebeb 106 lira olan gömlek alınmaz.)
88- Lezaiz çağırdıkça, sanki yedim demeli. Sanki yedimi düstur yapan; “Sanki yedim” namındaki bir mescidi yiyebilirdi, yemedi. {İstanbul’da Sanki Yedim namında bir mescid var. “Sanki yedim.” diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş. Sözler – 723}
89- Eskiden ekser İslâm aç değildi, tereffühe ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.
(Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tena’uma ihtiyar bir derece var idi.
Şimdi ise, ekserî açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i Şer’î kalmadı.
Sevad-ı a’zam, hem ekseriyet-i masumun maişeti basittir. Tegaddi besatetiyle onlara tâbi’ olmak
Bin kerre müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tegaddide tereffüh noktasında benzemek… Sözler – 723
Bunun üzerine Dâr-ül Hikmet’e devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki, zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maişetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben:
-Ben sevad-ı a’zama tâbi’ olmak isterim. Sevad-ı a’zam ise, bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tâbi’ olmak istemem, demişlerdir. Tarihçe-i Hayat – 120)
90- Muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli; hoş geldin demeli. Geçmiş lezaiz, ah vah dedirtir. “Ah!” müstetir bir elemin tercümanıdır. Geçmiş âlâm, “Oh!” dedirtir. O “Oh” muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.
(Dünyanın akibeti ne olursa olsun, lezaizi terketmek evlâdır. Çünki akibetin ya saadettir, saadet ise şu fâni lezaizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Mesnevi-i Nuriye – 119)
91- Nisyan dahi bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakimi unutturur. (Zaman olur ki, adem-i nimet nimettir Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda musibet zamanında nisyan ona racihtir. Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterakim olmuş âlâmı unutturur. Sözler 723
Nisyanın nimet olmasının bir nimet ciheti dahi ülfetin kırılması noktasındadır. Kardeşlerim hakikaten bugün, Siracünnur’un başındaki münacatı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için, birden o münacatın hakikatlerine karşı -güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi- birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi, o malûm âdetler perde olamadı. Kemal-i şevk ile tam istifade edip okudum. Emirdağ-2 – 122)
92- Derece-i hararet gibi, her musibette bir derece-i nimet vardır. Daha büyüğünü düşünüp, küçükteki derece-i nimeti görüp, Allah’a şükretmeli. Yoksa isti’zam ile üflense, şişer; merak edilse, ikileşir; kalbdeki misali, hayali, hakikata inkılab eder.. o da kalbi döver.
Evet nimette kendinden yukarıya bakıp şekva etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Ve musibette herkesin hakkı, kendinden musibet noktasında daha yukarı olanlara bakmaktır ki şükretsin. Lemalar – 215
Bir insan hiçlikten vücuda gelip, taş olmayarak, ağaç olmayıp, hayvan kalmayarak, insan olup, müslüman olarak, çok zaman sıhhat ve âfiyet görüp, yüksek bir derece-i nimet kazandığı halde, bazı ârızalarla, sıhhat ve âfiyet gibi bazı nimetlere lâyık olmadığı veya sû’-i ihtiyarıyla veya sû’-i istimaliyle elinden kaçırdığı veyahud eli yetişmediği için şekva etmek, sabırsızlık göstermek, aman ne yaptım böyle başıma geldi diye rububiyet-i İlahiyeyi tenkid etmek gibi bir halet; maddî hastalıktan daha musibetli, manevî bir hastalıktır. Kırılmış el ile döğüşmek gibi, şikayetiyle hastalığını ziyadeleştirir. Lemalar – 216)
93- Her adam için, heyet-i içtimaiyede görmek ve görünmek için mertebe denilen bir penceresi vardır. O pencere kamet-i kıymetinden yüksek ise, tekebbür ile tetavül edecek; eğer kamet-i kıymetinden aşağı ise, tevazu’ ile tekavvüs edecek ve eğilecek.. tâ o seviyede görsün ve görünsün. İnsanda büyüklüğün mikyası; küçüklüktür, yani tevazu’dur. Küçüklüğün mizanı; büyüklüktür, yani tekebbürdür.
(Şahsiyetim itibariyle sizin ziyade hüsn-ü zannınız belki size zarar vermez. Fakat sizin gibi hakikatbîn zâtlar vazifeye, hizmete bakıp, o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Kastamonu – 89)
94- Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur; (Zaif, kaviye karşı iktisad etmekten gelen izzet ile yapılan yardımı geri çevirebilir. Bununla beraber zaifin hediyesini kabul etmeyen kavinin bu davranışı kibirdir. Zaif kaviye hediye verirken kavinin ihtiyacı olmadığını bilir. Hediye vermekteki niyeti muhabbetini göstermektir. Bu yüzden kavi hediyeyi geri çevirse kibir olur. O muktesid ihtiyar demiş ki: “Ben, bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım. Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.” Lem’alar 142)
Kavînin zaîfe karşı tevazu’u, zaîfte tezellül olur. (Zaif kaviye karşı tevazu gösterse tezellül etmiş olur. Ayrıca zaif kaviye karşı korkaklık gösterse tezellül etmiş olur.)
Bir ulü-l emrin makamındaki ciddiyeti, vakardır; mahviyeti, zillettir.. hanesindeki ciddiyeti, kibirdir; mahviyeti tevazu’dur.
Ferd mütekellim-i vahde olsa, müsamahası ve fedakârlığı amel-i sâlihtir; mütekellim-i maalgayr olsa, hıyanettir, amel-i talihtir.
Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.
(Kur’an “sâlihat”ı mutlak, mübhem bırakıyor. Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu nisbîdirler.
1- Nev’den nev’e geçtikçe değişir.
2- Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır.
3- Mahalden mahalle tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır.
4- Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur.
5- Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.
1- Nev’den nev’e Meselâ: Cesaret, sehavet erkekte gayret, hamiyet, muavenete sebebdir. Karıda nüşûze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebeb olabilir. Erkek nev’inden kadın nev’ine geçen cesaret ve sehavet kötü ahlaktır.
2- Sınıftan sınıfa Meselâ: Zaîfin kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür olur. Kavînin zaîfe karşı tevazuu, zaîfte tezellül olur. Fakir fukara sınıfında olan bir zaifin izzetli tavrı, zengin sınıfında olan bir kavide olsa tekebbür olur.
3- Mahalden mahalle Meselâ: Bir ulü-l emr, makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hanesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur. İşyeri Mahalinde yapılan ciddiyet vakar iken ev mahalinde ciddiyet gösterse kibir olur.
4- Muhtelif cihetlerde işin başı sonu gibi cihetler.. Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tenbelliktir. Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza kanaattır. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir. Cihet muhtelif olsa, muhtelif olur.
5- Ferdden cemaate, Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası, fedakârlığı amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maal-gayr olsa hıyanet olur.
Meselâ: Bir şahıs kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez; millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez. Herbirinde birer misal gördün, istinbat et. Ferdden cemaate, şahıstan millete çıktıkça mahiyeti değişir.
Madem ki Kur’an bütün tabakata, bütün a’sârda, kâffe-i ahvalde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur. Sâlihattaki ıtlakı, belîgane bir îcaz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu, geniş bir sözdür. Sünuhat – 5)
95- Tertib-i mukaddematta “tefviz” tenbelliktir, terettüb-ü neticede tevekküldür.
Semere-i sa’yine ve kısmetine rıza; kanaattır, meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûn-himmetliktir.
96- Evamir-i şer’iyeye karşı itaat ve isyan olduğu gibi, evamir-i tekviniyeye karşı da itaat ve isyan vardır. Birincisinde mükâfat ve mücazatın ekseri âhirette; ikincisinde, ağlebi dünyada olur.
Meselâ: (hem şer’i hem tekvini emirlere riayet etmenin neticelerine misal)
- Sabrın mükâfatı zaferdir,
- Ataletin mücazatı sefalettir,
- Sa’yin sevabı servettir,
- Sebatın mükâfatı galebedir.
- Müsavatsız adalet, adalet değildir. (Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir; hukuktadır. Hukukta ise, şah ve geda birdir. Münazarat 30)
97- Temasül tezadın sebebidir, (Birbirine misil olan efrad birbirine karşı muhalefet ile zıdlaşabilir.)
tenasüb tesanüdün esasıdır, (İnsanlar, teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa, taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar. İşarat-ül İ’caz – 39)
Sıgar-ı nefs tekebbürün menba’ıdır, (Kendini fazilet sahibi gören insan kibirlenebilir. Hakikatta ise faziletin kendinden olmadığını bilen insan kibirlenmez. Kişi kendinde birşey olmadığını bildiği halde kibirleniyorsa dayandığı nokta inaddır. Bu yüzden bir istimdad noktasına muhtaçtır. İstimdad noktası olmadığı için;
Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Sözler – 132)
Za’f gururun madenidir, (Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Sözler – 132)
Acz muhalefetin menşeidir,
Merak ilmin hocasıdır.
98- Kudret-i Fâtıra ihtiyaç ile, hususan açlık ihtiyacıyla; başta insan bütün hayvanatı gemlendirip, nizama sokmuş. (İhtiyaç, mahlûkatı bir hedefe, maksada koşturduğundan maksadın temini hususunda intizama sokmuş.)
Hem âlemi herc ü mercden halas edip, hem ihtiyacı medeniyete üstad ederek, terakkiyatı temin etmiştir. (Şükür Risalesinin bir hülasasıdır. Enva’-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın enva’ına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün esmasına câmi’ bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu’cize-i kudret ve bütün esmasının cilvelerinin ve san’atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rızkın hadsiz enva’ına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en a’lâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi irtikâb eder. Mektubat – 367)
(Cenab-ı Hak da hayat için lâzım olan levazımatı küre-i arz ofisinde yaratıp cem’ettikten sonra, o erzakın toplanmasını ve sair ahvalini insana yaptırır ki, insana bir meşguliyet, bir eğlence olsun ve atalet, betalet azabından kurtulsun. Mesnevi-i Nuriye 224)
Atalet, betalet azabından kurtardığı gibi mahlûkatı farklı farklı esmaya mazhar ederek adem-i haletlerden de kurtarır. Yeknesak istirahat, sükût, sükûnet, tevakkuf gibi haletler ademe, hiçliğe yakınlığı içindir ki, ademdeki karanlığı ihsas edip sıkıntı veriyor. Lemalar – 217)
99- Sıkıntı, sefahetin muallimidir. (Meselâ, haram sevmekte bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok ârızalar ile o cüz’î lezzet, zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin sû’-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Şualar – 204)
Ye’s, dalalet-i fikrin; (Bîçare hassas adam, kendini dalalet ve küfür içine düştüğünü tevehhüm edip imandaki yakîninin zâil olduğunu zanneder, ye’se düşer, o ye’sle şeytana maskara olur. Şeytan hem ye’sini, hem o zaîf damarını, hem o iltibasını çok işlettirir, ya divane olur yahut “herçi bad âbad” der, dalalete gider. Lemalar – 74
Birinci Hastalık: “Ye’s”tir. Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olamayan azabdan korkar, yeise düşer. Böyle bir me’yusun gözüne, dinî mes’elelere münafî edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez, diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. Mesnevi-i Nuriye – 65)
Zulmet-i kalb, (Bir hakikatı anlayamamak veya yaşayamak kalbi zulmette bırakır.) ruh sıkıntısının menba’ıdır. (Farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adamın küçük bir âmirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan o adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşke o vazife-i ubudiyeti bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şübhe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat’î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helâket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki: İnkâr vasıtasıyla, gayet cüz’î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârda milyonlar ile o sıkıntıdan daha müdhiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hâkeza.. Lemalar – 9)
100- اِذَا تَاَنَّثَ الرِّجَالُ بِالتَّهَوُّسِ تَرَجَّلَ النِّسَاءُ بِالتَّوَقُّحِ
Bir meclis-i ihvana güzel bir karı girdikçe; (Erkeklerin hevesi uyandığından) riya, rekabet, hased damarı intibah eder. (Erkeklerin kadınlaşması: his ve hevese esir olup riya, rekabet, hased gibi kadınlara has hasletlerin erkeklere geçmesindendir.) Demek inkişaf-ı nisvandan, medenî beşerde ahlâk-ı seyyie inkişaf eder.
(Kadınların erkekleşmesi ise kadınların hürriyet-i nisvan adı altında hayat-ı içtimayede her alanda bil fiil bulunması şeklinde görülmektedir. Bunun sebebi ise erkeklerin kadınların peşinde kendilerini beğendirmek için koşmalarıdır. Halbuki kadınlar hilkaten zaîf ve nazik olduklarından, kendilerini ve hayatından ziyade sevdiği yavrularını himaye edecek bir erkeğin himaye ve yardımına muhtaç bulunduğundan, kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale maruz kalmamak için, fıtrî bir meyli var. Lem’alar 196)
(Bekârlık, bîkârların kârıdır. Bâkire, iki sülüs kadın, bir sülüs erkektir. Bekâr, iki sülüs erkek, bir sülüs çocuktur. İzdivac, tasfiye tehzib eder. Sünühat – 117)
101- Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir. (Hevesperane seyyiata giren insanların ulvi hissiyatları bozulduğu için hırçınlık gösterip konulan emir ve yasakları kırmak ister. Veyahut daha çok seyyiata girmek için de hırçınlık gösterebilir.)
(Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder. Öyle de: Ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder. Sözler – 410)
102- Memnu’ heykel;
- Ya bir zulm-ü mütehaccir,
- Ya bir heves-i mütecessim
- Veya bir riya-yı mütecessiddir.
- (Ya tılsımdır: Celbeder o habis ervahları. Sözler – 727
Uzza denilen sanemi tahrib ettikleri vakit, siyah bir kadın şeklinde, o sanem içinden bir cinniye çıktı. Mektubat – 157)
103- (Bu Çekirdekte içtihada mani iki nokta üstünde durulmuştur. Biri kim içtihad yapıyor. Diğeri hangi zamanda yapıyor.)
Birincisi kim içtihad yapıyor. İslâmiyetin müsellematını tamamen imtisal ettiği cihetle bihakkın daire-i dâhiline girmiş zâtta; meyl-üt tevsi’ meyl-üt tekemmüldür. Lâkaydlık ile haricde sayılan zâtta meyl-üt tevsi’, meyl-üt tahribdir.
(İçtihadın kişiye bakan şartı; Nasılki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür.
(Takva-yı kâmilenin tarifi: Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havâssı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder. Hutbe-i Şamiye – 136)
Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir. Sözler – 482)
İkincisi hangi zamanda yapıyor. Fırtına ve zelzele zamanında; değil içtihad kapısını açmak, belki pencerelerini de kapatmak maslahattır. Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir.
(İçtihadın zamana bakan şartı; Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir. Sözler – 480)
(Yirmiyedinci Söz İçtihad Risalesi aslı Arabî yazılan bir risalenin izahıdır. İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani” vardır.
Birincisi: Şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.
İkincisi: Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Hemde dinin zaruriyatının terke uğradığı bir zamanda heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.
Üçüncüsü: Şu zamanda felsefede boğulmuş zihinler, siyasete dalmış akıllar, hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş kalbler, içtihad yapabilecek istidadda değillerdir.
Dördüncüsü: İçtihad yapabilecek olan zatın takva-yı kâmileye sahib ve zaruriyat-ı diniyeye imtisal ediyor olması lazımdır ki meyl-i tevsi’ ile içtihatları isabetli olsun. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlar içtihad yapamazlar.
Beşincisi: Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadatını arziye yapar, semavîlikten çıkarıyor.
Birincisi: Maslahat ve hikmeti illet yerine ikame etmek içtihadı arziye yapar, semavî değildir.
İkincisi: Evvelâ ve bizzât saadet-i dünyeviyeye bakan içtihadlar arzıyedir. Ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez.
Üçüncüsü: “Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” Ancak zaruret sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmamışsa! Bu zamanın zarureti ise sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle olduğundan içtihadı arzıyedir. Buna dair üç misal verilmiştir. Misaller talak mes’elesi, mübtele olma mes’elesi ve hutbe mes’elesidir.
Altıncısı: Yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle göründüğü Selef-i Sâlihînin müçtehidîn-i izamın asrında safi bir nur alınıp, hâlis bir içtihad edilebilinirdi. Şu zamanda ise en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiatla satıldığından şu zamanın ehl-i içtihadının marifetine ve sözüne itimad edip, körükörüne içtihadları kabul edilmez.)
104- Bîçare hakikatlar, kıymetsiz ellerde kıymetsiz olur.
(Yedinci Sebeb: Nev’-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki surete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesaili takliden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatı, zaîf bir adamın elinde zaîf görür ve kıymetsiz bir mes’eleyi, kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telakki eder. Mektubat – 370
İlm-i Mantık’ta “kaziye-i makbule” tabir ettikleri; yani büyük zâtların delilsiz sözlerini kabul etmektir. Mantıkça yakîn ve kat’iyyeti ifade etmiyor; belki zann-ı galible kanaat verir. Emirdağ-1 – 91
Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir. Onları satan ve gösteren eczacı ve dellâl ne halde bulunursa bulunsun; âdi olsun, müflis olsun, zengin olsun, makam sahibi olsun, hizmetkâr olsun çok fark yoktur. Mektubat – 358
Çok fark yoktur demesi dışardan bakan içindir. Zira kişi hakikatı görebiliyorsa delallın önemi yoktur. Hakikatı göremeyenler için dellal önemlidir.)
105- Küremiz hayvana benziyor, âsâr-ı hayat gösteriyor. Acaba yumurta kadar küçülse, bir nevi hayvan olmayacak mıdır? Veya bir mikrop küremiz kadar büyüse, ona benzemeyecek midir? Hayatı varsa, ruhu da vardır. Âlem, insan kadar küçülse, yıldızları zerrat ve cevahir-i ferdiye hükmüne geçse; o da bir hayvan-ı zîşuur olmayacak mıdır? Allah’ın böyle çok hayvanları var.
(Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârane ittihad gittiği vakit, manevî hayat da gider. Barla – 124
Bu hayattar dünyanın ruhu mesafesinde olan müekkel melek vardır.)
106- Şeriat ikidir:
Birincisi: Âlem-i asgar olan insanın ef’al ve ahvalini tanzim eden ve sıfat-ı kelâmdan gelen bildiğimiz şeriattır.
İkincisi: İnsan-ı ekber olan âlemin harekât ve sekenatını tanzim eden, sıfat-ı iradeden gelen şeriat-ı kübra-yı fıtriyedir ki; bazan yanlış olarak tabiat tesmiye edilir. Melaike bir ümmet-i azîmedir ki, sıfat-ı iradeden gelen ve şeriat-ı fıtriye denilen evamir-i tekviniyesinin
- Hamelesi ve
- Mümessili ve
- Mütemessilleridirler.
(Evet nasılki beşer bir ümmettir, “Kelâm” sıfatından gelen Şeriat-ı İlahiyenin hameleleri, (Hamele; şer’i emirleri işleyen ibadullaha bakıyor.) mümessilleri, (Mümessil; şer’i kanunları işleyen ibadullahın şahs-ı manevisini temsil eden Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam’a bakıyor.) mütemessilleridir. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın şer’i kanunlarını işleyen ibadullahın şahs-ı manevisinin her asırda temessülüne vasıta olan Müceddidlere bakıyor.) Öyle de: Melaike dahi muazzam bir ümmettir ki, onların amele kısmı “İrade” sıfatından gelen Şeriat-ı Tekviniyenin hamelesi, (Hamele; tekvini emirleri işleyen melaikeye bakıyor.) mümessili (Mümessil; tekvini kanunları işleyen melaikelerin ilim nev’inden şahs-ı manevisini temsil eden Cebrail Aleyhisselama bakıyor.) ve mütemessilleridirler. (Mütemessil; Cenab-ı Hakkın tekvini kanunları ortaya çıkdıktan sonra bu kanunları işleyen melaikenin şahs-ı manevisinin tasarrufatı anında temessülüne vasıta olan melaike-i izama bakıyor.) Müessir-i Hakikî olan Kudret-i Fâtıranın ve İrade-i Ezeliyenin emirlerine tâbi’ bir nevi ibadullahtırlar ki; ecram-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mabedi hükmündedirler. Sözler 511)
107-
اِذَا وَازَنْتَ بَيْنَ حَوَاسِّ حُوَيْنَةٍ خُرْدَبِينِيَّةٍ وَحَوَاسِّ اْلاِنْسَانِ تَرَى سِرًّا عَجِيبًا اِنَّ اْلاِنْسَانَ كَصُورَةِ يس كُتِبَ فِيهَا سُورَةُ يس
(Hurdebinî bir hayvanın hasseleri insanın hasseleriyle muvazene edildiğinde, acip bir sır görürsün: İnsan, içinde Yâsin Sûresi yazılmış bir Yâsin Sûresi gibidir. Yani hurdebini bir huveynenin havassı ile insanların havassı arasında münasebet vardır.)
108- Maddiyyunluk manevî taundur ki, beşere şu müdhiş sıtmayı tutturdu, gazab-ı İlahîye çarptırdı.
(Maddiyunluk hastalığının intişar etmesinin bu asırda iki sebebi vardır.)
- Telkin ve
(Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakolu şu dârülfünun idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan
Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan.
En mütesallib olmalı, en müteyakkız olmalı yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. Sözler – 731)
- Tenkid kabiliyeti tevessü’ ettikçe, o taun da tevessü’ eder.
(En müdhiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura istinad eden tenkiddir. Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikatı rendeçler. Eğer gurur istihdam etse tahrib eder, parçalar. O müdhişin en müdhişidir ki, akaid-i imaniyeye ve mesail-i diniyeye girse. Zira iman hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam, hem teslim, hem manevî imtisaldir. Şu tenkid; imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Şu zaman-ı tereddüd ve evhamda, iz’an ve iltizamı tenmiye ve takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet efkârı ve müşevvik beyanatı, hüsn-ü zan ile temaşa etmek gerektir. Hutbe-i Şamiye – 140)
109- En bedbaht, en muzdarib, en sıkıntılı; işsiz adamdır. Zira atalet ademin biraderzadesidir; sa’y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. (Hayat, daima sıhhat ve âfiyette yeknesak gitse, nâkıs bir âyine olur. Belki bir cihette adem ve yokluğu ve hiçliği ihsas edip sıkıntı verir. Hayatın kıymetini tenzil eder. Ömrün lezzetini sıkıntıya kalbeder. Çabuk vaktimi geçireceğim diye, sıkıntıdan ya sefahete, ya eğlenceye atılır. Hapis müddeti gibi, kıymetdar ömrüne adavet edip, çabuk öldürüp geçirmek istiyor. Fakat tahavvülde ve harekette ve ayrı ayrı tavırlar içinde yuvarlanmakta olan bir hayat, kıymetini ihsas ediyor, ömrün ehemmiyetini ve lezzetini bildiriyor. Meşakkatte ve musibette dahi olsa, ömrün geçmesini istemiyor. “Aman Güneş batmadı, ya gece bitmedi” diye sıkıntısından of! of! etmiyor. Evet gayet zengin ve işsiz, istirahat döşeğinde herşeyi mükemmel bir efendiden sor; ne haldesin? Elbette, aman vakit geçmiyor, gel bir şeş-beş oynayalım, veyahud vakti geçirmek için bir eğlence bulalım, gibi müteellimane sözleri ondan işiteceksin.. veyahud tûl-i emelden gelen, bu şey’im eksik, keşke şu işi yapsaydım gibi şekvaları işiteceksin. Sen bir musibetzede veya işçi ve meşakkatli bir halde olan bir fakirden sor; ne haldesin? Aklı başında ise diyecek ki: “Şükürler olsun Rabbime, iyiyim, çalışıyorum. Keşke çabuk Güneş gitmeseydi, bu işi de bitirseydim. Vakit çabuk geçiyor, ömür durmuyor gidiyor. Vakıa zahmet çekiyorum, fakat bu da geçer, herşey böyle çabuk geçiyor.” diye, manen ömür ne kadar kıymetdar olduğunu, geçmesindeki teessüfle bildiriyor. Demek meşakkat ve çalışmakla, ömrün lezzetini ve hayatın kıymetini anlıyor. İstirahat ve sıhhat ise, ömrü acılaştırıyor ki, geçmesini arzu ediyor. Lemalar – 216
Kardeşlerim, ben Nurlarla meşgul oldukça sıkıntılar azalıyor. Demek vazifemiz Nurlarla iştigaldir ve geçici şeylere ehemmiyet vermemek ve sabır ve şükretmektir. Şualar – 523
Ya Rabbi! Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’aniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Âmîn! Şualar – 329)
110- Ribanın kap ve kapıları olan bankaların nef’i; beşerin fenası olan gâvurlara ve onların en zalimlerine ve bunların en sefihlerinedir. Âlem-i İslâma zarar-ı mutlaktır; mutlak beşerin refahı nazara alınmaz. (Yani âlem-i İslam içinde ribadan zarar görenler varken diğer tüm insanlık fayda dahi görse Kur’anın hükmünce ribaya girilmez. Zira gâvurlar âlem-i İslamı banka gibi kaplarda topladığı paralarla manen ve maddeten ezdiler.) Zira gâvur harbî ve mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir.
(Yirmibeşinci Söz de geçen bu gelecek cümleler hem 109 hemde 110’a bakıyor. 109 için düşündüğümüzde say ve çalışmaya insana teşvik ediyor. 110’da ise ribadan men ediyor.
Bütün ihtilalat-ı beşeriyenin madeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.
Birinci kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.”
İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, müvazeneleriyle rahatla yaşarlar. O müvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi. İşte medeniyet, bütün cem’iyat-ı hayriye ile ve ahlâkî mektebleriyle ve şedid inzibat ve nizamatıyla, beşerin o iki tabakasını musalaha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müdhiş yarasını tedavi edememiştir. Kur’an, birinci kelimeyi esasından “vücub-u zekat” ile kal’eder, tedavi eder. İkinci kelimenin esasını “hurmet-i riba” ile kal’edip tedavi eder. Evet, âyet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine “Girmeyiniz” emreder. Sözler – 408)
111- Cum’ada hutbe; zaruriyat ve müsellematı tezkirdir, nazariyatı talim değildir. İbare-i Arabiye daha ulvî ihtar eder. (Hutbe makamı ise, ahkâm-ı İlahiyenin tebliği için ittihaz edilmiş bir makamdır. Avam-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilse de icmalen avam-ı nâsa malûm ve maruftur. Maahâza lisan-ı Arabda bulunan şehamet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur… Mesnevi-i Nuriye – 92)
Hadîs ile âyet müvazene edilse, görünür ki; beşerin en beligi dahi, âyetin belâgatına yetişemez, ona benzemez.
Said Nursî
*-*-*
[Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin, Risale-i Nur hakkında yazdığı bir manzumesidir.]
Gönüller Fâtihi Büyük Üstada
Nuruyla bütün gönlümü fetheyleyen üstad
Gönlüm seni, kudsî heyecanlarla eder yâd
İlhamıma can geldi beraet haberinle
Mü’minleri şâdeyleyen ulvî zaferinle
Sıyrıldı ufuklardan o kasvetli bulutlar
Göklerde melekler, bu büyük bayramı kutlar
Milyonların imanını kurtardı cihadın
Par-par yanar imanlı gönüllerdeki yâdın
Coşturmada imanları, binlerle vecizen
Tarihini kudsî heyecanlarla süzerken
İlhamımı mestetti tecellâ-yı cemalin
“Fâtih” gibi rehberleri andırmada halin
Dağlar gibi sarsılmadın, en korkulu günlerde
Her ânı ölümler dolu tazyikin önünde
Dünyalara dehşet salıyor sendeki iman
Sarsılmayan imanına düşman bile hayran
Rehber sana zira “Yüce Peygamberimiz”dir
Ölmez eserin: Gençliğe gösterdiğin izdir
Kur’an-ı Kerim’in ezelî feyzine erdin
İnsanlığa, iman ve kemal dersini verdin
Ey başlara Cennetlerin ufkundan inen tac
Âlem senin irfanına, irşadına muhtaç
Derya gibi nurlar taşıyor her eserinden
“Allah”a giden Nurcuların rehberisin sen
Milyonları derya gibi coşturmada “Sözler”
Cennetteki âlemleri seyretmede gözler
Hikmet dolu her cümlede, Kur’andaki nur var
Her lem’ada, binbir güneşin huzmesi çağlar
“Nur yolcusu” insanlığa örnek olacaktır
Kudsî heyecanlarla, gönüller dolacaktır
Mefkûresi, günden güne erdikçe kemale
Gark olmada iç âlemi, en tatlı visale
Coştukça denizler gibi kalbindeki iman
Bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur’an
Âzadedir İslâmı saran tehlikelerden
Davası temiz çünki siyasî lekelerden
Her hamlesinin kuvve-i kudsiyesi vardır
Vicdanları mesteyleyen ulvî sesi vardır
Aşkın ezelî sırrına erdikçe gönüller
Yer yer donatır ufkunu sevda dolu renkler
Bir ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nur
Nurun olacaktır, bütün insanlığa düstur
Kur’an seni teyid ediyor mu’cizelerle
Ey şanlı gönül fâtihi hiç durmadan ilerle
Tarih-i hayatın doludur hârikalarla
Hiç sönmeden âlemde güneşler gibi parla
Manzume-i Şemsiyeyi temsil ediyorsun
Heybetli fezalarda hız almış gidiyorsun
İmanlı nesiller seni takibedecektir
Yıllarca, asırlarca peşinden gidecektir
Tarihi aşarken sen o iman dolu hızla
Milyonları aşmış bütün evlâdlarınızla
Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem
Vasfeyleyemez aşkımı, şiirimdeki nâlem!
Ali Ulvî
*-*-*
[Bu mektub, oniki sene evvel yazılmış ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî mecmuasında dercedilmiş bir mektubdan bir parçadır.
Risale-i Nur’un bu vatan ve millete kazandırdığı büyük ve çok mukaddes iki neticeyi beyan etmesi, filhakika aynen bu iki neticenin tezahürü bu memlekette ve âlem-i İslâmda görülmüş olması dolayısıyla bu mektub çok ehemmiyetlidir.]
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle; şimdi iki dehşetli manevî belayı def’etmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli beladan birisi: Hristiyan Dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir. (Şimalden gelen küfr-ü mutlak cereyanını durduracak yalnız Risale-i Nur’dur. Siyaset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için vatan-perver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var. Emirdağ1[Y] – 207)
İkincisi: Âlem-i İslâm’ın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
(Âlem-i İslâm’daki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet- i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm’ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş. Emirdağ Lahikası-1 218)
(Nur’un manevî bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul’da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya, hususan âlem-i İslâm’a yerleştirmek isteyen bir cem’iyet ve onun naşir-i efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir-iki gazete matbaası ve kütübhanesi darmadağın edilerek; dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteblilerin ağzıyla ve harekâtıyla ve fiilleriyle protesto edildi. “Kahrolsun komünistlik” diye beddualar edildi. Bu cem’iyetin binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu. Emirdağ Lahikası-1 107)
Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat
Risale-i Nur’un bu vatan ve millete kazandırdığı büyük ve çok mukaddes neticelerinden birincisi: Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi,
İkinci neticesi: âlem-i İslâm’ın ve Asya Kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.
Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.
Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acib inkılab ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’anını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?
(Elbette muhafaza edemezdi. Çünkü böyle küllî ve dehşetli rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” Kastamonu – 30)
Said Nursî
*-*-*