Anasayfa » Dördüncü Lem’a

Dördüncü Lem’a

Dördüncü Lem’a

(Sual: Dördüncü Lem’anın ilk üç Lem’a ile münasebeti nedir?

Elcevab: Sünnetin yolu ilk üç lem’ada gösterilmiştir. Dördüncü Lem’ada ise sünnet yolunun insanlık âlemine tebliğ edilmesinde mühim bir esas olan Resul-ü Ekrem’in ASM şefkatinin kemali gösterilmiş hem cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiş hem imamet mes’elesi üzerine durulmuş hemde sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir.

Birinci Lem’a: Yunus AS kıssası içinde Cenab-ı Hakkı kâinatta, küre-i arzda ve insanın iç âlemindeki yapmış olduğu tasarrufatla tam tanıması ve bu tanımanın neticesinde marifet ve huzur hali ile insanın kendi kusurunu görüp münacat etmesi sünnetin yolu olarak gösterilmiştir.

İkinci Lem’a: Eyüb AS kıssası içinde dinin hakikatlarını anlamak, yaşamak ve anlatmaktaki manevi engellerimizin asıl musibet olduğunu, dine gelen musibetten her vakit Allaha iltica etmemiz gerektiğini maddi musibetlerde ise niçin verildiğini bilmek, mükâfatını düşünerek sabır istemek sünnetin yolu olarak gösterilmiştir.

Üçüncü Lem’a: Fena ve zeval bulan eşyadan yüz çevirip Baki-i Zülcelal’e müteveccih olmak sünnetin yolu olarak gösterilmiştir. Beka hissi insana niçin verilmiş olduğu ve bekaya mazhar olmanın yolunun ne olduğu üzerine durulmuştur.

Birinci Nükte: Ye baki entel baki; ye baki entel baki şu iki kelimenin ilki kalbi masivadan kesiyor. Eşya üzerindeki fena damgasını gösteriyor. Bu ilk ameliyattan sonra kalp alâka peyda ettiği fanilerden kalbini ayırmazsa azap çekmeye devam edeceğini… İkincisi baki-i hakiki olan Cenab-ı hakkın bekası ile her şeyin beka bulabileceğini…

İkinci Nükte: İnsanda ihtiyac-ı fıtri şeklinde görülen aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka vardır. Baki-i Zülcelal, o şedit sarsılmaz fıtrî arzuyu ve o tesirli umumi beka duasını kabul etmiştir ki, fani insanlar için baki bir âlemi halk etmiştir.

Üçüncü Nükte: Şu alemde zamanın fena ve zeval-i eşya üzerindeki tesiratı muhteliftir. Zeval ve fenadan kurtulup bekaya mazhar olmanın yolu cismani hayat mertebesinden kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkmaktır. Hayat-ı kalbi ve ruhiye medar olan marifet-i İlahiyye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fani ömür, baki bir ömrü intaç eder ve baki ve layemut bir ömür hükmüne geçer. Leyle-i Kadir, zaman-ı Miraç, bast-ı zaman ve rüya aleminde bir an görünen mananın şehadet aleminde çok zamanda izah olunması bu hakikata işaret eder.

Dördüncü Lem’a: Bu Lem’ada sünnet yolunun insanlık âlemine tebliğ edilmesinde mühim bir esas olan Resul-ü Ekrem’in ASM şefkatinin kemali gösterilmiş hem cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiş hem imamet mes’elesi üzerine durulmuş hemde sünnetten ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir.

Birinci Nükte: Resul-i Ekrem’in ASM insanlık âleminde Sünnetin yolunu tebliğ etmesindeki şefkati gösterilmiş. Şefkatin kemalini gösteren dört külli delil üzerine durulmuştur. Netice olarak bu şefkatli Zâta hürmet ve ittiba etmek gerektiğini izah edilmiştir.

İkinci Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususî, cüz’î maddelere karşı gösterdiği azîm şefkati izah edilmiştir. Bir diğer ifadeyle Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e olan şefkat ve muhabbetinin arkasında A’l-i Beyine olan şefkat ve muhabbetini gösterdiği üzerinde durulmuştur.

Üçüncü Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın A’l-i Beytine meveddedi istemesinin hikmeti gösterilmiştir.

Dördüncü Nükte: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Âl-i Beyt’ine muhabbeti istemesine mukabil, bu muhabbette ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir. Böylelikle istikametli nazar ortaya konmuştur. Bunların davalarına getirdikleri dört delilleri çürütülmüştür.)

Dördüncü Lem’a

“Minhac-üs Sünne” bu risaleye lâyık görülmüştür.

(“Mes’ele-i İmamet” bir mes’ele-i fer’iye olduğu halde, ziyade ehemmiyet verildiğinden bir mesail-i imaniye sırasına girip, İlm-i Kelâm’da ve usûl-üd dinde medar-ı nazar olduğu cihetle, Kur’ana ve imana ait hizmet-i esasiyemize münasebeti bulunduğundan cüz’î bahsedildi.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَؤُفٌ رَحِيمٌ ٭

(Dördüncü Lem’anın Birinci Nüktesinde bu ayetin tefsiri olarak Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) kemal noktadaki şefkati gösterilmiştir.)

 فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ ٭

(Onbirinci Lemada izah edilmiş. Sünnetin basamakları gösterilmiştir. Hasbiyallah diye bilmek, Allaha dayanmak, tevhidi her vakit görebilmek, Allaha tevekkül etmek ve Onu her vakit arşın Rabbi olarak tanımak, herşeyi ona verebilmek ve Rububiyet-i Mutlakasını tanımak sünnetin basamaklarıdır.)

قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى

(Bu üçüncü âyet ikinci nüktede izah edilmiştir.)

Şu âyet-i azîmenin çok hakaik-i azîmesinden bir iki hakikatına “İki Makam” ile işaret edeceğiz.

Birinci Makam

“Dört Nükte”dir.

BİRİNCİ NÜKTE: (Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve merhametini gösteren dört külli delil üzerine durulmuştur. Netice olarak bu şefkatli zata hürmet ve ittiba etmek gerektiği izah edilmiştir.)

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ümmetine karşı kemal-i şefkat ve merhametini ifade ediyor. Evet

  • Rivayet-i sahiha ile mahşerin dehşetinden herkes hattâ enbiya dahi “nefsî, nefsî” dedikleri zaman, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “ümmetî, ümmetî” diye re’fet ve şefkatini göstereceği gibi, (Harici hadiseler şiddetlendiğindedahi ümmetine karşı şefkatini ve ilgi alâkasının azaltmaması şefkatinin kemal noktada olduğunu gösterir.)
  • Yeni dünyaya geldiği zaman ehl-i keşfin tasdikiyle vâlidesi onun münacatından “ümmetî, ümmetî” işitmiş. (Doğumu esnasında yanında bulunanlar az olduğu halde rüyayı sadıka veya keşfen bu hadise doğrulanmıştır. Doğumu anında gözüken mu’cizat Peygamberin (A.S.M.) ileride yapacağı tasarrufatına işaret ettiği gibi doğumu anında ümmeti demesi Peygamberin ASM şefkat mesleği üzerine ömür geçireceğine işaret eder. İşte şu üç-dört hâdise işarettir ki: O yeni dünyaya gelen zât; ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izn-i İlahî ile olmayan şeylerin takdisini men’edecektir. Mektubat 177)
  • Hem bütün tarih-i hayatı ve neşrettiği şefkatkârane mekârim-i ahlâk, kemal-i şefkat ve re’fetini gösterdiği gibi; (Sürekayı af etmesi ve Allahın af etmesi için dua etmesi, Mekkenin fethinde müşrikleri af etmesi gibi..)
  • Ümmetinin hadsiz salavatına hadsiz ihtiyaç göstermekle, (hadsiz ihtiyaç göstermesinin sebebi ümmetinin hadsiz elemleriyle alâkadar olmasından ileri geliyor.) ümmetinin bütün saadetleriyle kemal-i şefkatinden alâkadar olduğunu göstermekle hadsiz bir şefkatini göstermiş. (Ümmet ise Sünneti yaşadığı nisbette şefaatte hissesini ziyadeleştiriyor. Sünnetin esası iman hakikatlarının anlatılmasıdır.)

İşte bu derece şefkatli ve merhametli bir rehberin sünnet-i seniyesine müraat etmemek, ne derece nankörlük ve vicdansızlık olduğunu kıyas eyle.

İKİNCİ NÜKTE: (Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın torunlarına olan şefkatinin iç yüzü gösterilmiştir.)

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,

  • Küllî ve (aktab ve eimme-i verese ve mehdiler)
  • Umumî (Âl-i Beyt)

Vazife-i nübüvvet içinde bazı

  • Hususî, (cibillî şefkat)
  • Cüz’î (hiss-i karabetten)

Maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir.

Zahir hale göre o azîm şefkati, o hususî cüz’î maddelere sarfetmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor.

Fakat hakikatta o cüz’î madde, küllî umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş.

Meselâ: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karabetten gelen bir muhabbet değil, belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranîsinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.

Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,

Hazret-i Hasan’ı (R.A.) kemal-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle; Hazret-i Hasan’dan (R.A.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden Gavs-ı A’zam olan Şah-ı Geylanî (Sikke-i Tasdik-i Gaybi’de Sekizinci Lem’anın Üçüncü Noktasında sayfa 150’de geçtiği gibi Hazret-i Şeyh veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın kadem-i mübarekini omuzunda gördüğü için, kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor.gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (A.S.M.) olan zâtların hesabına Hazret-i Hasan’ın (R.A.) başını öpmüş ve o zâtların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan’ın (R.A.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (R.A.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidîn, (Zeynelabidin en dağdağalı siyasi mücadeleler içerisinde gece gündüzde bin rekat kılan ibadetiyle ziynet sahibi bir zattır) Cafer-i Sadık (Cafer-i Sadık geçmişten gelecekten kim ne isterse benden sorsun diyerek dinden uzak yöneticileri bile dize getirmişler.) gibi eimme-i âlîşan ve hakikî verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevat-ı nuraniyenin namına ve Din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.

Evet Zât-ı Ahmediyenin (A.S.M.) gayb-aşina kalbiyle,

  • Dünyada Asr-ı Saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve
  • Yerden Cennet’i gören ve
  • Zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve
  • Zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören,
  • Hattâ Zât-ı Zülcelal’in rü’yetine mazhar olan

nazar-ı nuranîsi,

çeşm-i istikbal-bînîsi,

Elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet Hazret-i Hasan’ın (R.A.) başını öpmesinde, Şah-ı Geylanî’nin hisse-i azîmesi var.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: (Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın A’li beytine olan şefkatinin iç yüzü gösterilmiştir.)

اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى âyetinin bir kavle göre manası: “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beytine meveddeti istiyor.”

Eğer denilse: Bu manaya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir faide gözetilmiş görünüyor. Halbuki, اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقَيكُمْ sırrına binaen karabet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlahiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor?

Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki:

  • Âl-i Beyti, Âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. (Öyle bir ağaç ki çekirdeği Hz. Ali ve Hz. Fatıma olmuş. Bu çekirdekten âlem-i İslam’ın her tarafında dal budak salan zaman ve mekan itibariyle her yeri kuşatan nuranî bir ağaç çıkmıştır. Onsekizinci Nükteli İşarette beşeriyetin 40 tabakasından 10 tabakası sayılmıştır. Geri kalan 30 tabaka ise ehl-i velayet olan Âli beyt şeceresinin nurani meyveleri olan Zâtların tabakasıdır. Her biri farklı esmanın zıllinde velayetleriyle kurbiyette yükselmişler. )
  • Âlem-i İslâmın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zâtlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak.
  • Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki,

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

dir. Makbul olacağını keşfetmiş.

Yani nasılki millet-i İbrahimiye’de ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (A.S.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (A.S.M.) vezaif-i azîme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesalikinde Enbiya-i Benî-İsrail gibi, Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. (Ümmet, Ali beyt namına bu asrımızda vekil olan Zata da ister bilsin ister bilmesin dua ediyor.)

(Risale-i Nurun şahsı manevisi ali beytin vazifesini tam yerine getirdiği için manevi ali beytten olduğunu ifade eden cümleler; O hakikat, Risale-i Nur hakkında haktır. Fakat benim haddim değil ki, o hududa gireyim.

Evet عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائيِلَ ferman etmiş. Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen, hem vazifeten büyük ve hârika zâtlar bu hadîsi, kıymetdar irşadatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş. Şimdi ise aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı manevî hükmünde bulunan Risalet-ün Nur’u ve sırr-ı tesanüd ile bir ferd-i ferîd manasında olan şakirdlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin, ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.  Kastamonu Lahikası – 7)

Onun için لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. (Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Âl-i Beyte karşı ümmetinden meveddetini istemesi bu âyetin nassıyla Cenab-ı Hakkın bir emri olduğu anlaşılıyor.)

Bu hakikatı teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz.

Biri: Kitabullah,

Biri: Âl-i Beytim.”

Çünki Sünnet-i Seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyttir.

İşte bu sırra binaendir ki; Kitab ve Sünnete ittiba ünvanıyla bu hakikat-ı hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i Seniyesidir. Sünnet-i Seniyeye ittibaı terkeden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.

Hem ümmetini Âl-i Beytin etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet za’fa düşeceğini anlamış.

(Beşinci Nükteli İşarette sayfa 99’da geçtiği gibi “Ben Kur’anın tenzili için harbettim, sen de tevili için harbedeceksin!” Yani Kur’anın doğru anlaşılması için Âl-i Beytten olan zatların, zamanın hükümdarlarına ve ülema-üs sû’ya karşı harb edeceklerini ve bu vazifeyi yerine getirirken de katle ve belaya ve nefye maruz kalacaklarını haber vermiş. Ve haber verdiği gibi çıkmış.)

O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-ı mütesanide lâzım ki, Âlem-i İslâmın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyti etrafına toplamasını arzu etmiş.

Evet Âl-i Beytin efradı ise, itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da, yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünki İslâmiyete fıtraten, neslen ve cibilliyeten tarafdardırlar. Cibillî tarafdarlık zaîf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki, gayet kuvvetli, gayet hakikatlı, gayet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikata tarafdarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zât, hiç tarafdarlığı bırakır mı? (İman hakkı kabul etmek tasdik etmek iken İslâm ise hakka taraftarlık ve iltizam etmektir. İşte bu sebebden Âl-i Beyte yetişilmez.)

Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle Din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünki fıtrî tarafdardır. Başkası ise, kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.

(Çünkü itikadda bunlar vardır. Şöyle ki İlmin mertebeleri vardır.

  • İlk önce tahayyül gelir ama hayalin hududu yoktur.
  • Bu yüzden sonra tasavvur gelir hududları çizilir,
  • Sonra taakkul gelir delillerini görür,
  • Sonra tasdik gelir, delillerini gördüğü müsbet veya menfi bir meseleyi kabul etmektir,
  • Sonra delillerin çoğaltılması ile meselenin gün yüzüne çıkmasıyla izan mertebesi gelir,
  • Sonra meselenin neticelerini görüp tarafgirlik hissinin artmasıyla iltizam mertebesi gelir,
  • Sonra itikad gelir yakıni ziyadedir.)

DÖRDÜNCÜ NÜKTE: (Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Âl-i Beyt’ine muhabbeti istemesine mukabil, bu muhabbette ifrat edenlerle tefrit edenler nazara verilmiştir. Böylelikle istikametli nazar ortaya konmuştur. Bunların davalarına getirdikleri dört delilleri çürütülmüştür.)

Üçüncü Nükte münasebetiyle Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaatin medar-ı nizaı, hattâ akaid-i imaniye kitablarına ve esasat-ı imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir mes’eleye kısaca bir işaret edeceğiz.

(Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın meseleye ehemmiyet vermesinin sebebi; mesele büyütülerek dinin esaslarına dokunmuştur. Şöyle ki; Hz. Ali (RA) şialarca gözlerinde öyle büyütülmüş ki ulûhiyet verenler dahi olmuş. Ulûhiyet hakikatına dokunmuş. Öyle büyütülmüş ki nebi gibi görenler olmuş. Nübüvvet hakikatına dokunmuş. Öyle büyütülmüş ki birinci halife olması gerekirdi diyenler olmuş. Bu yüzden sahabelere ilişenler olmuş. Dinin ahkâmını bizlere ulaştıran sahabeler olduğu için onlar hakkında gelecek en ufak bir şüphe bizim imanımıza zarar verir. Bu yüzden meselenin ehemmiyetine binaen bu makamda Âl-i Beyt’e olan muhabbetin ölçüleri gösterilerek ifrat ve tefritlerden azade istikametli nazar gösterilmiştir.)

Mes’ele şudur:

(Mesela iki kısımda incelenmiş. Birincisi hilafet, diğeri efdaliyettir. Hilafet mes’elesi de şia-ı hilafet ve şia-ı velayet nokta-i nazarından iki kısımda incelenmiştir.)

Ehl-i Sünnet Ve Cemaat der ki:

“Hazret-i Ali (R.A.), Hulefa-i Erbaa’nın dördüncüsüdür.

Hazret-i Sıddık (R.A.) daha efdaldir ve hilafete daha müstehak idi ki, en evvel o geçti.”

Şîalar derler ki:

“Hak, Hazret-i Ali’nin (R.A.) idi. Ona haksızlık edildi.

(Haksızlık edildi denince diğer halifelere ve sahabelere dil uzatılmış olunuyor. Bu ise dinin esasatına dokunur. Çünki dinin en baş hamelesi ise onlardır.)

Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir. (R.A.)”

Davalarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki:

1- Hazret-i Ali (R.A.) hakkında vârid ehadîs-i Nebeviye

2- Ve Hazret-i Ali’nin (R.A.) “Şah-ı Velayet” ünvanıyla ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tarîklerin mercii

3- Ve ilim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları

4- Ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; en efdal odur, daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasbedildi.

(Mühakematta geçiyor ki “Mütevatir ve kat’iyy-ül metin olsa da kat’iyy-üd delalet değildir. Muhakemat – 59” Ehl-i Şîa’ın getirdiğiniz dört delil gerçekten kuvvetlidir, ama bu meselede delil olamaz. Aslına bakılırsa bu dört delil dördüncü halife olmasının hikmetlerini gösteren delillerdir.)

(Alo namında bir zatın teşehhi ve heves ile yaptığı tevilleri hakikat diye yutturmada tatbik ettiği usulde bu meseleye bir misaldir. Muhakemat 22 )

Elcevab:

(1- Ehl-I Şîa’ın Hazret-i Ali (R.A.) hakkında vârid ehadîs-i Nebeviyeyi göstererek dava ettikleri, hilafet en evvel onun hakkı idi sualine iki tane çok kuvvetli delil ile cevab-ı kat’i verilmiştir.)

1- Hazret-i Ali (R.A.)

a- Mükerreren kendi ikrarı (مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ

Lem’alar 28 İkrar etmesi noktasında İlim şehrinin kapısı olan Hz. Ali’nin (RA) Kur’an-ı Kerimde bu âyetle işaret olunan halifelerin sırasını bilip bunu ifade etmesi düşünüle bilir mi?)

b- Ve yirmi seneden ziyade o hulefa-i selâseye ittiba ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu davalarını cerhediyor.

2- Hem hulefa-i selâsenin zaman-ı hilafetlerinde

a- Fütuhat-ı İslâmiye (maddi fütühat (Hz. Ömer zamanında yapılan fetihler) ve manevi fütühat (Müslümanların çoğalması) olarak ikiye ayırıp bakıyoruz.)

b- Ve mücahede-i a’da hâdiseleri (kendi zamanlarındaki harici ve dahili düşmanın şiddetli hücumları) ve Hazret-i Ali’nin (R.A.) zamanındaki vakıalar, yine hilafet-i İslâmiye noktasında Şîaların davalarını cerhediyor. Demek Ehl-i Sünnet Ve Cemaatın davası, haktır.

(Biz de ilm-i usûl ve fenn-i mantıkça sebr ü taksim denilen en kat’î bir hüccetle deriz: Hz. Ali (R.A.) muhabbetiniz varsa elbette Hazret-i Ebu Bekir, Ömer ve Osman’ı seveceksiniz. Eğer sevmiyorsanız netice veriyor ki, Hz. Ali (R.A.) muhabbetiniz yoktur.)

(Hasan-ı Basri Hazretleri aşırı gitmekle dinden tamamen çıkmış ehl-i şiaya Rafizi demiştir. Rafizilik kelimesi buna dayanıyor.)

(2- Şîa-i Velayetin Hazret-i Ali (R.A.) hakkında vârid ehadîs-i Nebeviye göstererek dava ettikleri, hilafet en evvel onun hakkı idi suali ve verilen cevab şöyledir. Hazret-i Aliye şiddeti muhabbetlerinden dolayı, Hulefa-i Raşidîn’i tenkis etmeleri kendilerini haklı çıkarmaz.)

Eğer denilse: Şîa ikidir.

Biri; şîa-i velayettir, diğeri; şîa-i hilafettir.

Haydi bu ikinci kısım garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun.

Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok.

Halbuki şîa-i velayet, şîa-i hilafete iltihak etmiş, yani; ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali’yi (R.A.) efdal görüyorlar. Siyaset cihetinde olan şîa-i hilafetin davalarını tasdik ediyorlar.

Elcevab: Hazret-i Ali’ye (R.A.) iki cihetle bakılmak gerektir.

Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından (Mertebesi tesis-i İslâmiyette yaptığı vazife itibariyle mertebesi)

İkinci cihet: Âl-i Beytin şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beytin şahs-ı manevîsi ise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir nevi mahiyetini gösteriyor. (Al-i beytin şahs-ı manevisi Resul-i Ekremi ASM mahiyetine tam ayinelik yaptığı için hiçbir kimsenin şahsi kemalatıyla kıyas edilemez.)

(Hemde Gıybet meselesinde kazf-ı muhsanat (BL267) denilen tarzda “gıybet etmek bir insanı katletmek gibidir” Zira böyle bir gıybet o toplumdan gıybet edilen kişiyi manen öldürmek hükmünde kişiyi değersizleştirir. Gıybet hadisesi Âl-i Beytin şahs-ı manevisini temsil eden bir şahsa baktığı zaman öyle büyük bir zulüm olur ki, Kur’an bu gıybet hadisesine işaret eder.(KL191))

İşte birinci nokta itibariyle Hazret-i Ali (R.A.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’i (R.A.) takdim ediyorlar.

(Yani Hazret-i Ali (R.A.) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ali’nin (R.A.) Hz Ebu Bekir ve Hz Ömer’e (R.A.) hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlahiyede yetişemeyeceğini ikrar etmişler..)

Hizmet-i İslâmiyette ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler.

İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (R.A.) şahs-ı manevî-i Âl-i Beytin mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) temsil ettiği cihetle, müvazeneye gelmez.

İşte Hazret-i Ali (R.A.) hakkında fevkalâde senakârane ehadîs-i Nebeviye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. (Hz Ali RA bakan hadislerdeki senalar övgüler, Hz Ali’nin RA Resul-i Ekrem’in ASM  manevi şahsiyetini temsil etmesi noktasına bakıyor.)

Bu hakikatı teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Her Nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali’nin (R.A.) neslidir.”

Hazret-i Ali’nin (R.A.) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade senakârane ehadîsin kesretle intişarının sırrı şudur ki:

1- Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler.

Sair Hulefa-i Raşidîn ise, öyle tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehadîsin intişarına ihtiyaç görülmedi.

2- Hem istikbalde Hazret-i Ali (R.A.) elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (R.A.) me’yusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû’-i zandan kurtarmak için مَنْ كُنْتُ مَوْلاَهُ فَعَلِىٌّ مَوْلاَهُ (Ben kimin efendisiysem veya dostu isem, Ali de onun efendisi ve dostudur.) gibi mühim hadîslerle Ali’yi (R.A.) teselli ve ümmeti irşad etmiştir. (Hem Âyette رُكَّعًا سُجَّدًا kelimeleriyle hemde Resul-i Ekrem ASM hadisleriyle, Hazret-i Ali’nin (R.A.) faziletine ve ihlasına işaret etmiştir.)

Hazret-i Ali’ye (R.A.) karşı şîa-i velayetin ifratkârane muhabbetleri ve tarîkat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini şîa-i hilafet derecesinde mes’ul etmez. Çünki ehl-i velayet meslek itibariyle, muhabbet ile mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni ifrattır. Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mazur olabilirler.

Fakat onların muhabbetten gelen tafdili,

1- Hulefa-i Raşidîn’in zemmine ve adavetine gitmemek şartıyla

2- Ve usûl-i İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler.

(Emirdağ Lahikası 1’de sayfa 79′ da geçen Ali köyünde Ali abinin sualine bir cevabtır. Sarih küfür söylemese ve tövbe etse namazı kılınabilir.

Ayrıca Emirdağ Lahikasında Eğer Aleviler Hazret-i Ali Radıyallahü Anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter. Böylece kurtuluşa ererler.)

Şîa-i hilafet ise; ağraz-ı siyaset, içine girdiği için, garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, itizar hakkını kaybediyorlar.

Hattâ لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ (Sebeb, Hz. Ali’ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer’e duyulan kindir.) cümlesine mâsadak olarak

1- Hazret-i Ömer’in (R.A.) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için, (İslamiyete zorla girmekle isteyerek girmek arasındaki fark İran milletinin ekserisi bu intikam fikri ile İslâm içinde fitne çıkarmışlardır. Ve bu fikir tadil olmazsa kıyamete kadar da çıkarmaya devam edeceklerdir.) intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi,

2- Amr İbn-ül Âs’ın Hazret-i Ali’ye (R.A.) karşı hurucu

3- Ve Ömer İbn-i Sa’dın Hazret-i Hüseyin’e (R.A.) karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adaveti Şîalara vermiş.

Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı şîa-i velayetin hakkı yoktur ki, Ehl-i Sünneti tenkid etsin.

Çünki Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkis etmedikleri gibi, ciddî severler.

Fakat hadîsçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çekiniyorlar.

Hadîsçe Hazret-i Ali’nin (R.A.) şîası (yardımcıları) hakkındaki sena-yı Nebevî, Ehl-i Sünnete aittir.

Çünki istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (R.A.) şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaattir.

Hazret-i İsa Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet, Nasara için tehlikeli olduğu gibi; Hazret-i Ali (R.A.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadîs-i sahihte tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.

(3- İlim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları gösteriyor ki, hilafet en evvel onun hakkı idi sualinin cevabı şöyledir.)

Şîa-i velayet eğer dese ki: Hazret-i Ali’nin (R.A.) kemalât-ı fevkalâdesi kabul olunduktan sonra, Hazret-i Sıddık’ı (R.A.) ona tercih etmek kabil olmuyor.

Elcevab: Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in ve Faruk-u A’zam’ın (R.A.)

1- Şahsî kemalâtıyla ve

2- Veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilafetteki kemalâtı ile beraber bir mizanın kefesine,

Hazret-i Ali’nin (R.A.)

1- Şahsî kemalât-ı hârikasıyla,

2- Hilafet zamanındaki dâhilî bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû’-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa; elbette Hazret-i Sıddık’ın (R.A.) veyahut Faruk’un (R.A.) veyahut Zinnureyn’in (R.A.) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.

Hem Onikinci ve Yirmidördüncü Sözlerde isbat edildiği gibi: Nübüvvet, velayete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki; nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velayetin cilvesine müreccahtır. (Onbirinci Lem’a Altıncı Nükte sayfa 54’te geçtiği gibi Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, âdeta hukuk-u umumiye nev’inden cem’iyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cem’iyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.) (Hem veraset hemde velayet ikiside sünneti seniyedir.)

Bu nokta-i nazardan Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in (R.A.) ve Faruk-u A’zam’ın (R.A.)

1- Veraset-i nübüvvet ve

2- Tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlahîden ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakıyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaatçe delil olmuş.

Hazret-i Ali’nin (R.A.) kemalât-ı şahsiyesi, o veraset-i nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden iskat edemediği için, Hazret-i Ali (R.A.) Şeyheyn-i Mükerremeyn’in zaman-ı hilafetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (R.A.) seven ve hürmet eden ehl-i hak ve sünnet, Hazret-i Ali’nin (R.A.) sevdiği ve ciddî hürmet ettiği Şeyheyni nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?

Bu hakikatı bir misal ile izah edelim. Meselâ: Gayet zengin bir zâtın (Gayet zengin bir zât ise Peygamber A.S.M. dır. Onun vefatından sonra) irsiyetinden evlâdlarının birine (yani Hz Aliye R.A.) yirmi batman gümüş (şahsi kemalat) ile dört batman altun (tesis-i islamiyet) veriliyor.

Diğerine (Yani Hz Ebu Bekir R.A.) beş batman gümüş ile beş batman altun veriliyor.

Öbürüne de (Hz Ömer ve Hz Osman Radıyallahu Anhüma) üç batman gümüş ile beş batman altun verilse; elbette âhirdeki ikisi çendan kemmiyeten az alıyorlar, fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar.

İşte bu misal gibi Şeyheynin veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinden tecelli eden hakikat-ı akrebiyet-i İlahiye altunundan hisselerinin az bir fazlalığı, kemalât-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlahiyenin ve kemalât-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galib gelir. Müvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa şahsî şecaatı ve ilmi ve velayeti noktasında birbiri ile müvazene edilse, hakikatın sureti değişir.

(4- Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyte karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki; en efdal odur, daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasbedildi. denilse cevab olarak şöyle denir.)

Hem Hazret-i Ali’nin (R.A.) zâtında temessül eden şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) noktasında müvazene edilmez. Çünki orada Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sırr-ı azîmi var.

(Peygamber Efendimiz kendinden evvel gönderilen Peygamberlerin usul-ü dinlerine mutlak varis olmasıyla nev-i beşerdeki nübüvvet mesleğini tekmil etmiş. Ve Kur’an’ın tenzili için harb etmişti. Hazret-i Ali (R.A.) ise tevili yani doğru anlaşılması için harb etmiş ve neticede şehid düşmüştür. Bu da nübüvvet mesleğine mutlak varis olan Âl-i Beytin Peygamber Efendimiz Aleyhissalatü Vesselam’ın vefatından sonra katle, belaya ve nefye maruz kalacaklarını ve vazifeyi hakkıyla yerine getirmelerinden gelen fazilete  yetişilemeyecektir.)

Amma şîa-i hilafet ise, Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünki bunlar Hazret-i Ali’yi (R.A.) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû’-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhebleri iktiza ediyor.

(Lâzım-ı meslek meslektendir. Meslekleri iktizasınca Hz Ali (R.A.) haklı göstermek için onu riyakarlık ve korkaklıkla ittiham etmeleri gerekiyor.)

Çünki diyorlar ki: “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (R.A.) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (R.A.) onlara mümaşat etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” ünvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zâtı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zâtlara tasannu’kârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (R.A.) teberri eder.

İşte ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkis etmez, sû’-i ahlâk ile ittiham etmez. Öyle bir hârika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (R.A.), Hulefa-i Raşidîn’i hak görmeseydi, bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve racih gördüğü için, gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”

Elhasıl: (İfrat ve tefridden azade Sünnetin yolunu izah eden cümleler aşağıda geçiyor.)

Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.

Fakat maatteessüf

1- Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, (İbn-i Teymiye gibi)

2- Siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkid ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar.

İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.

Halbuki Ehl-i Sünnetin düsturları ve esas mezhebleri, bu fikirleri iktiza etmiyor belki aksini isbat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz.

Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (R.A.) tarafdarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (R.A.) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar.

Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar.

Alevîler, hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar.

Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terkediyorlar.

Her ne ise bu mes’elede fazla söyledik. Çünki ülemanın beyninde ziyade medar-ı bahsolmuştur.

Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat!

Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler!

Çabuk bu manasız (Mana-yı harfi ile Âl-i Beyte bakmamalarından manasız.) ve hakikatsız, (Muhabbet adı altında Hz. Aliyi sû-i âhlak sahibi göstermelerinden hakikatsız) haksız, (Ehl-i Sünneti Hz. Ali’yi sevmemekle ittiham etmelerinden haksız.) zararlı (Âlem-i İslâm içinde ittihada engel olmasından ve kendileri için namazımız kılınmıştır demeleri ve sünneti terk etmeleri cihetiyle ibadette gösterdikleri lakayıtlıktan dolayı zararlı) olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î mes’eleleri bırakmak elzemdir.

(Emirdağ Lahikası-1 sahife 104’de bu mes’elede zındıka cereyanının yaptıkları planları ve bizim ne suretle mukabele etmemiz gerektiği ifade ediliyor. Şöyleki:

Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır.

Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakikî şakirdlerinde olmamak lâzım geliyor.

Fakat madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilaftan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var.

Elbette

1- bu müdhiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

2- Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i âl-i beytin muktezası değildir ve lâzım da değildir, diye Ehl-i Sünnet Velcemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men’etmişler.

Çünki Vakıa-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyr ve Talha ve Âişe-i Sıddıka (R.A.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat o harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız fakat içtihad neticesi olduğu cihetle afvedilir.

3- Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhebleri İslâmiyet’e zarar vermesin diye Sıffîn Harbi’ndeki bâgîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.

Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm’ın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî, “Yezid’e lanet caizdir” demiş; fakat “Lanet vâcibdir” dememiş.

“Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş.

Çünki hem Kur’anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir.

Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur.

Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok.

Çünki zemm ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i sâlihte dâhil olamaz.

Eğer zararı varsa daha fena…

İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhabîlik damarıyla en ziyade İslâmiyet’i ve hakikat-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi, İslâmiyet’e vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar. Emirdağ-1 – 204)

* * *

İkinci Makam

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ

âyetinin ikinci hakikatına dair olacak.

______

{[*]: Bu İkinci Makam, Onbirinci Lem’a olarak te’lif edilmiştir.}

______

* * *

Beşinci Lem’a

______

{(1): Hazret-i Üstadımız Yirmidokuzuncu Arabî Lem’anın Altıncı Babının haşiyesinde bu iki cümle hakkında: “Bu iki mübarek kelâmın meratibi, ilimden ziyade fikir ve zikir olduğundan, Arabî zikredildi” diye beyanda bulunmaktadır. Bediüzzaman’ın Hizmetkârları}

______

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ âyetinin gayet mühim bir hakikatını onbeş mertebe ile beyan edecek bir risale olacaktı. Fakat hakikat ve ilimden ziyade, zikir ve tefekkür ile münasebetdar olduğundan şimdilik te’hir edildi. Çendan Onbirinci Lem’a olan “Mirkat-üs Sünneti ve Tiryak-ı Maraz-ıl Bid’a” namındaki gayet mühim bir risale Beşinci Lem’a namıyla bidayeten yazılmıştı. Fakat o risale, onbir nükte-i mühimmeye inkısam ettiğinden Onbirinci Lem’aya girdi.

Beşinci Lem’a açıkta kaldı. (Beşinci Lem’a daha sonra Dördüncü Şua olarak telif edilmiştir. Dördüncü Şuada atlı başlık altında ayet tefsir edilmiştir. 

[Manen ve rütbeten Beşinci Lem’a ve sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının kıymetdar Dördüncü Şuaı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.] Şualar 60)

* * *

Altıncı Lem’a

_____

{(2): Hazret-i Üstadımız Yirmidokuzuncu Arabî Lem’anın Altıncı Babının haşiyesinde bu iki cümle hakkında: “Bu iki mübarek kelâmın meratibi, ilimden ziyade fikir ve zikir olduğundan, Arabî zikredildi” diye beyanda bulunmaktadır. Bediüzzaman’ın Hizmetkârları}

______

لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ cümlesinin ifade ettiği çok âyâtın mühim hakikatını yine onbeş-yirmi mertebe-i fikriye ile beyan edecek bir risale olacaktı. Bu Lem’a da, Beşinci Lem’a gibi, nefsimde hissettiğim ve harekât-ı ruhiyemde zikir ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan, ilim ve hakikattan ziyade zevk ve hale medar olmak cihetiyle, hakikat lem’aları içinde değil, belki âhirlerinde yazılması münasib görüldü.

(Bu âyetin tefsiri Külliyatta dağınık bir vaziyette birçok yerde vardır. Mesela;

1- Otuzikinci Sözün İkinci Mevkıfında izah edilmiştir.

2- Yirminci Mektub Onuncu kelimenin zeylinde izah edilmiştir.

3- Onbeşinci Şuada en geniş olarak kudrete dair sırlar izah edilmiştir.

4- Yirmidokuzuncu Sözde “Fail muktedirdir.” Bahsinde izah edilmiştir.

5- Yirmiüçüncü Lem’ada kudrete dair sırlar izah edilmiştir.

6- Mesnevi-i Nuriyede bu ayetin tefsiri yedi misalle yapılmıştır. Ama bu misaller ayet mutlak bırakıldığı için geniş bir sahada tatbik edilebilir.

Havl ve Kuvveti olmadan bizim havl ve kuvvetimiz yoktur.

Adem-vücut, zeval-beka, mazarat-menfaat, musibet-taleb, günahlara düşmek-ibadet etmek, azaba maruz kalmamak-nimete mazhar olmak, zulmet-nur.)

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*