Dokuzuncu Söz

Dokuzuncu Söz

(Sekizinci Sözün Dokuzuncu Sözle olan münasebeti: Sekizinci Sözde de eşyanın, kâinatın, hadiselerin ancak dinin hakikatları ile nurlanabileceği izah ediliyor. Dokuzuncu Sözde ise; dinin hakikatlarını anlayan bir insanın kıldığı namazın keyfiyeti gösteriliyor. Zira namaz dinin direğidir, kıvamıdır.. Sekizinci Sözde dinin hakikatını Dokuzuncu Sözde ise dinin hakikatlarını anlayan bir insanın Cenab-ı Hakka karşı mukabele tarzı namaz ile gösteriliyor. Dokuzuncu Sözde ikinci sabah ile sabah-ı haşri ihtar etmesinden şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyette olduğunu isbat için Onuncu Sözde haşir risalesi yazılmıştır.)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ

(Bir kısım müfessirler sabah namazına (tüsbihun) ve akşam ve yatsı namazına (tümsüne) ayeti işaret ediyor demişler. Diğer bir kısım müfessirler ise sabah namazına (tüsbihun) ve akşam namazına (tümsüne) ayeti işaret ediyor demişler.)

٭ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

İkindi namazına (ı’şa) ve öğlen namazına (tuzhirun) ayeti işaret ediyor demişler. Diğer bir kısım müfessirler ise yatsı namazına (ı’şa) ve öğlen namazına (tuzhirun) ayeti işaret ediyor demişler. Bu müfessirlere göre üçüncü bir âyette salat-u vusta ile yatsı namazına işaret ediyor demişler. Ayetteki tesbih ve tahmid et manasını müfessirler sünnete bakarak namaz olarak tefsir etmişlerdir.)

Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.

Evet herbir namazın vakti,

  • Mühim bir inkılab başıolduğu gibi, (Her vakit için inkılab başını düşündüğümüzde; sabah namazı için gece karanlığı gündüzün aydınlığına inkılab etmesidir. Öğlen namazı için güneşin en zirve noktasından batmaya inkılab etmesidir. İkindi namazı için güneşin sararmaya inkılab etmesidir. Akşam namazı için gündüzden akşama inkılab etmesidir. Yatsı namazı ise her tarafın karanlığa inkılab etmesidir.)
  • Azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi (Her an devam eden tasarrufatının en ziyade göründüğü an beş vakit namazın vaktidir.)
  • Ve tasarruf içinde ihsanat-ıkülliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan,

(Külli nimetler beş sınıfa ayrılmıştır.

  • Vücud nimeti ile âdemden vücuda çıkartıp bir mide verip o mide için zemin yüzünü bir sofra yapıp rızıklarla donatmış.
  • Hayat nimeti ile göz, kulak gibi bütün duyguların önüne rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti sermiş.
  • İnsaniyet nimeti ile akıl ve kalbin istifade edeceği alem-i mülk ve melekut gibi geniş bir sofra-i nimet önüne açmış.
  • İman ve İslâmiyet nimeti ile daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.
  • Muhabbetullah nimeti ile Allah’ın vücudu insanın vücudu gibi Allah’ın mülkü insanın mülkü olmasından gayr-ı mütenahî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir.)

Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade

  • Tesbih ve
  • Ta’zim ve
  • Hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmışyekûnüne karşı şükür ve hamd

demek olan namaza emredilmiştir.

Şu ince ve derin manayı bir parça fehmetmek için “beş nükte”yi nefsimle beraber dinlemek lâzım…

 Birinci Nükte:

Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür.

(Cenab-ı Hakkın Celali, Kemali ve Cemali isimleri vardır.)

Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen “Sübhanallah” deyip takdis etmek. (Namaz içinde fiilen takdis ve ta’zim etmek el pençe divan durmak, rükû ve secde etmek ile olur.)

Hem kemaline karşı, lafzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip ta’zim etmek.

Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillah” deyip şükretmektir. (Namazın içinde fiilen şükretmekte kalben muhabbet ve minnetdarlık manası da vardır.)

Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar.

Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın manasını te’kid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuzüç defa tekrar edilir. Namazın manası, şu mücmel hülâsalarla te’kid edilir. (Namazın haricinde yapılan şeyler ile namazın manasını takviye etmek gerekir. Bunlar en başta derslerdir. Aslında bu üç kelimenin esası külliyattaki hakikatlardır. Külliyatın çekirdeği de tesbih, tazim ve tekbirdir. Sair tüm anlarımızda bu üç mana olmalı ki, namazı takviye etsin.)

 İkinci Nükte:

İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd,

Kendi kusurunu (Kusurunu görüp kemal-i rububiyetin kusursuzluğunu tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin.)

Ve acz (Aczini görüp kudret-i Samedaniyenin azamet-i âsârına karşı Allahü Ekber deyip ona iltica ve tevekkül etsin.)

Ve fakrını (Fakrını görüp rahmet-i İlahiyenin ihsan ve in’amatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin.)

Görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Yani rububiyetin saltanatı, nasılki ubudiyeti ve itaati ister; (Haşir risalesinde geçtiği gibi her ismin bir saltanatı vardır ki her biri ayrı itaati ister.)

Rububiyetin kudsiyeti, paklığı dahi ister ki: Abd, kendi kusurunu görüp istiğfar ile ve Rabbını bütün nekaisten pâk ve müberra ve ehl-i dalaletin efkâr-ı bâtılasından münezzeh ve muallâ ve kâinatın bütün kusuratından mukaddes (Kâinatın kusurlu olması: Gökteki güneş ile aynadaki güneş bir olmadığı gibi Cenab-ı Hakkın güzelliği, paklığı dahi kâinatta göründüğü kadar değildir. Kâinat ancak bu kadar gösterebiliyor. Zira kainat mahluktur, mümkündür, kayıtlıdır vs..

Vücudun en kuvvetli mertebesi olan “vücub”un ve vücudun en sebatlı derecesi olan “maddeden tecerrüd”ün ve vücudun zevalden en uzak tavrı olan “mekândan münezzehiyet”in ve vücudun en sağlam ve tegayyürden ve ademden en mukaddes sıfatı olan “vahdet”in sahibi olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un en has hâssası ve lâzım-ı zâtîsi olan ezeliyeti ve sermediyeti; kâinatın bütün kusuratından mukaddestir.  Lem’alar 343)

Ve muarrâ olduğunu; tesbih ile Sübhanallah ile ilân etsin. (İlminin herşeye ihatasını göremeyen kâfirler icraatını tesadüfe vermişler. Kudretinin nihayetsizliğini göremeyen kâfirler cismani haşri inkâr etmişler. İradesinin her şeye ihatasını göremeyen kâfirler Cenab-ı Hakk’a Mûcib-i bizzat demişler.)

Hem de rububiyetin kemal-i kudreti dahi ister ki: Abd, kendi za’fını ve mahlûkatın aczini görmekle kudret-i Samedaniyenin azamet-i âsârına karşı istihsan ve hayret içinde Allahü Ekber deyip huzû ile rükûa gidip ona iltica ve tevekkül etsin. (Zaif ve aciz olan insan nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Bu düşmanlara karşı kudreti nihayetsiz olan zata ilticaya her vakit muhtaçtır.)

Hem rububiyetin nihayetsiz hazine-i rahmeti de ister ki: Abd, kendi ihtiyacını ve bütün mahlukatın fakr u ihtiyacatını sual ve dua lisanıyla izhar ve Rabbının ihsan ve in’amatını, şükür ve sena ile ve Elhamdülillah ile ilân etsin. (Hem nasıl bir zabit, bütün neferatının yekûn hizmetlerini kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de: Mahlukata zabitlik eden ve hayvanat ve nebatata kumandanlık yapan ve mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye kabil olan ve kendi hususî âleminde kendini herkese vekil telakki eden insan… Sözler – 362)

Demek, namazın ef’al ve akvali, bu manaları tazammun ediyor ve bunlar için taraf-ı İlahîden vaz’edilmişler.

 Üçüncü Nükte:

Nasılki insan,

  • Şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarıdır ve (Ruhani âlemlerin varlığını insan kendisinde bulunan hissiyatlar ile anlar.)
  • Fatiha-i Şerife, şu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bir timsal-i münevveridir.

(Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Sözler – 265

Fatiha-i Şerife, daire-i rububiyyet ve ubudiyyete dair ahkâmı talim ve beyan ettiğinden ifade ettiği mana itibariyle Kur’an-ı Azîmüşşan’ın fihristidir.

Hem “Fatiha’nın Kur’an kadar sevabı vardır.” Sözler 346)

Namaz dahi

  • Bütün ibâdâtın enva’ını şamil bir fihriste-i nuraniyedir ve
  • Bütün esnaf-ı mahlukatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiyedir.

(Evet nasılki Fatiha Kur’ana, insan kâinata fihristedir; namaz da hasenata fihristedir. Çünki namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatları hâvi olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de şamildir. Meselâ: Secdede, rükû’da, kıyamda olan melaikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir. İşarat-ül İ’caz 42)

(Yani Namazın fihristiyyeti:

  • Şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarı olan insandan istenen,
  • Kur’an-ı Azîmüşşan’ın timsal-i münevveri olan Fatiha-i Şerife içerisinde bulunduran
  • Bütün ibâdâtın enva’ını şamil fihriste-i nuraniyesi olan,
  • Bütün esnaf-ı mahlûkatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiye olan namazdır.)
 Dördüncü Nükte:

(Altı mührü safhaların kendi içerisinde de olabilir. Yani gündeki, senedeki, asırdaki ve dehrdeki gibi içiçe çok altılar olabilir. Gün için düşündüğümüzde her bir namaz vaktine bir safha olarak bakabiliriz. Aslında namaz altı vakit olmalı idi. Ancak ümmet buna muvaffak olamayacağı için teheccüd namazı kuvvetli sünnet olarak kalmış. Ancak büyük zatlar farz gibi telakki edip kılmışlar. Hatta eskiden vitir namazı teheccüdden sonra kılınırmış, sonra yatsının sonuna alınmış. Büyük zatların kıldığı namazın kıymetini, ehemmiyetini anlamak ve nasıl azami bir derecede namaz kılınır manasını derk etmek için saat misaline çok dikkat etmek gerekiyor. En dar dairedeki ibrede durup en geniş dairelerde bulunan ibrelerin gösterdiği tasarrufu, inkılabı, ihsanatı görmek; namazı nurlandırıyor, büyültüyor. Büyük zatların yaptığı budur. O dairelerdeki icraatları düşünüp; hamd, tesbih ve tazim etmişler. O geniş zaman ve mekânlar içinde insan çok küçük, adeta kaybolmuş. Fakat büyük zatların ibadetleri içerisinde o büyük zaman ve mekânlar o kadar küçülmüş ki; adeta kaybolmuş.)

 Nasılki haftalık bir saatin

  • Sâniye ve
  • Dakika ve
  • Saat ve
  • Günlerini sayan milleri

Birbirine bakarlar, (Küçük inkılablar büyük inkılablara bakmakla tesbih vazifesini hatırlatıyorlar.)

Birbirinin misalidirler ve (Cenab-ı Hakkın tasarrufatının en küçüğünden en büyüğüne kadar göstermek noktasında azameti hatırlatyor.)

Birbirinin hükmünü alırlar. (Aynı esmanın tecelliyatı olması noktasında birbirini hükmünü almakla esmaların bize bakan yönüyle cemalini hatırlatyor.)

Öyle de; Cenab-ı Hakk’ın bir saat-ı kübrası olan şu âlem-i dünyanın

  • Sâniyesi hükmünde olan gece ve gündüz deveranı ve
  • Dakikaları sayan seneler ve
  • Saatleri sayan tabakat-ı ömr-ü insan ve
  • Günleri sayan edvar-ı ömr-ü âlem

Birbirine bakarlar,

Birbirinin misalidirler ve

Birbirinin hükmündedirler ve

Birbirini hatırlatırlar. Meselâ:

  • Fecir zamanı, tulûa kadar, (Alaca karanlıktan aydınlığa kadar olan vakittir.Bu vakit diğer ibrelerdeki karanlıklardan aydınlığa çıkmak noktasındaki tasarrufu, inkılabları ve ihsanatı hatırlatıyor.)

Evvel-i bahar zamanına, (Kışın sonunda beyaz kefene bürünen mevcudatın karanlıktan aydınlığa çıkması vaktini hatırlatıyor.)

Hem insanın rahm-ı madere düştüğü âvânına, (İnsanın üç karanlıktan aydınlığa çıkması vaktini hatırlatıyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya mudgadan hilkat-i insanı hatırlatıyor.)

Hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ihtar eder. (Şeriatın nakliyatına nazaran, Cenab-ı Hak bir cevhereyi, bir maddeyi yaratmıştır. Sonra o maddeye tecelli etmekle bir kısmını buhar, bir kısmını da mayi kılmıştır; sonra mayi kısmı da, tecellisiyle tekâsüf edip “zebed” köpük kesilmiştir; sonra Arz veya yedi küre-i arziyeyi o köpükten halketmiştir. Bu itibarla herbir arz için hava-i nesimîden bir sema hasıl olmuştur. Sonra o madde-i buhariyeyi bastetmekle yedi kat semavatı tesviye edip yıldızları içine zer’etmiştir ve o yıldızlar tohumuna müştemil olan semavat in’ikad etmiş, vücuda gelmiştir. İşarat-ül İ’caz – 187)

(Otuzüçüncü Sözün Yirmiikinci Penceresinde geçtiği gibi Evet arzın evvel-i hilkatına bakıyoruz ki: Mayi haline gelen bir madde-i seyyaleden taş ve taştan toprak halkedilmiş. Mayi kalsaydı, kabil-i sükna olmazdı. O mayi taş olduktan sonra, demir gibi sert olsa idi kabil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hacetlerini gören bir Sâni’-i Hakîm’in hikmetidir. Sonra tabaka-i turabiye, dağlar direği üzerine atılmış, tâ içindeki dâhilî inkılablardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın. Hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın. Hem zîhayatların levazımat-ı hayatiyesine birer hazine olsun. Hem havayı tarasın, gazat-ı muzırradan tasfiye etsin, tâ teneffüse kabil olsun. Hem suları biriktirip iddihar etsin. Hem zîhayata lâzım olan sair madenlere menşe’ ve medar olsun.

İşte bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîm’in vücub-u vücuduna ve vahdetine gayet kat’î ve kuvvetli şehadet eder.  Sözler 674 )

(Sabah; daha ziyade takdis manası var. Öğlen ve İkindi de tahmid manası. Akşam ve yastı da tesbih manası var.)

  • Zuhr zamanı ise, (Bu vakitte günün, mevsimin, insanın ve âlemin kemal noktalarını düşünüyoruz. Günün kemali öğle, mevsimin kemali yaz, insanın kemali gençlik ve âlemin kemali insanın hilkatidir. Öğle vaktinde bilhassa verilen nimetler hatırlanıp  hamd edilir.)

Yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemaline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-ı insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı nimeti hatırlatır.

  • Asr zamanı ise, (İkindi vakti, eşyanın zevale ve firaka meyilini hatırlıyor.Hadis-i Şerifte Resul-ü Ekrem Aleyhissalatü Vesselam “Ben ikindi güneşiyim” demiş. Ayrıca “Benimle kıyamet arasında bir parmak var” demiş.)

Güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ve in’amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder.

  • Mağrib zamanı ise, (Akşam vaktinde ölüm nazara veriliyor. Bütün Vefatları hatırlıyor. Bu yüzden ehl-i dünya akşam vaktini sevmez. Hem Hadiste “Kıyamet akşam vaktinde kopacak” denmiş; Bunun manası irşattır. Her akşam herkes kıyameti düşünecek, tefekkür edecek. Yoksa burada akşam ise başka yerde sabah, başka bir yerde öğle olabilir vehakeza.)

Güz mevsiminin âhirinde pekçok mahlukatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harabiyetini ihtar ile, tecelliyat-ı celaliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

  • İşâ’ vakti ise, (Bu vakit her cihette karanlığı hatırlatır.) âlem-i zulümat, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bakiyye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile

(Bütün bütün kapanması zıdların birbirinden ayrılması ile olur. Bu hakikata işaret eden Yirmibeşinci Sözde geçtiği gibi “Ey kumandanım! Bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı-mırtılarını temizleyip dışarı atayım, sonra teşrif ediniz. İşte atıp senin emrine hazır duruyoruz. Sözler – 375)

Kahhar-ı Zülcelal’in celalli tasarrufatını ilân eder.

  • Gece vakti ise, (Bu vakitte cismani vücud noktasında helak manası var.)

Hem kışı, hem kabri, hem âlem-i Berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahman’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır.

(Teheccüd: Altıncı vakit fakat ümmete farz kılınmamış. (zor olduğu için) Kuvvetli sünnet olarak kalmış. Ancak büyük zatlar farz gibi telakki etmişler ve kılmışlar.)

Ve gecede teheccüd ise, kabir gecesinde ve Berzah karanlığında ne kadar lüzumlu bir ışık olduğunu bildirir, ikaz eder ve bütün bu inkılabat içinde Cenab-ı Mün’im-i Hakikî’nin nihayetsiz nimetlerini ihtar ile ne derece hamd ü senaya müstehak olduğunu ilân eder.

(Meselâ bu âyette وَمِنَ الَّيْلِ فَسَبِّحْهُ dan ehemmiyetli bir sünnet olan iki rek’at teheccüd namazını ve اِدْبَارَ النُّجُومِ dan, bir sünnet-i müekkede olan sabah fecir sünnetini zikretmiş. Şualar – 298)

(Seherlerde eser bâd-ı tecelli

Uyan ey gözlerim vakt-i seherde

İnayet hah zidergâh-ı İlahî

Seherdir ehl-i zenbin tövbegâhı

Uyan ey kalbim vakt-i fecirde

Bikün tövbe, bicû gufran zidergâh-ı İlahî Sözler – 234)

  • İkinci sabah ise, sabah-ı haşri ihtar eder.

Evet şu gecenin sabahı ve şu kışın baharı, ne kadar makul ve lâzım ve kat’î ise, haşrin sabahı da, Berzahın baharı da o kat’iyyettedir.

Demek bu beş vaktin herbiri, bir mühim inkılab başında olduğu ve büyük inkılabları ihtar ettiği gibi; kudret-i Samedaniyenin tasarrufat-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle; hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mu’cizatını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır.

(Sâniye, dakika, saat ve günleri gösteren haftalık bir saatin millerinden birisi devrini tamam ettiği zaman, behemehal ötekiler de devirlerini ikmal edeceklerine kanaat hâsıl olur. İşarat-ül İ’caz – 19)

Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.

  • (Namazlarda esas olan farzlardır. Sünnetler alıştırmadır, provadır. Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkılacak. Abdestten başlayarak farza kadar olan tüm işler hazırlıktır. Esas olan hazırlık değildir.
  • İlk sünnet; Huzura hazırlık /
  • Farz; Huzura çıkmak. /
  • Son sünnet; Huzur halinin devam etmesi için.. /
  • Vitr namazı; Tüm namazların neticesinde dua hükmünde bir namazdır.
  • Secdenin iki kere olması; Bir kere olsaydı yeterli olmazdı, hayret, muhabbet teskin edilemezdi, secdeden kalkarken tekrar secde edilecek olması insanı teskin ediyor, rahatlatıyor..
  • Farzlarda esas olan dört rekattır. Sabahın iki sünneti ile cumanın hutbesi farz hükmündedir.
  • Farzlarda kıraat olarak esas olan fatihadır.
  • Namaz aslında salli ve barik duaları ile biter. Rabbena duası; dua hükmündedir.
  • Sabah ve Akşam namazının tesbihatlarının uzun olmasındaki hikmet sabah ve akşam vakti karanlık bir vakitte aydınlığa ve aydınlık bir vaziyetten karanlığa geçmekteki o halet daha ziyade iltica, istiğfara, istiazeye ve duaya ihtiyaç olunan vakitler olmasındandır.)

(Dördüncü nükte afaki, beşinci nükte enfüsi olarak namazın hakikatına baktırıyor.)

 Beşinci Nükte:

(Namaz vakitlerinin insanın hususi âlemine tesirleri anlatıyor. Bu anlatımdan evvel insana bir tarif getiriliyor.)

  • İnsan fıtraten gayet zaîftir. Halbuki her şey ona ilişir, onu müteessir ve müteellim eder. (İnsanı müteessir ve müteellim eden her şey zafiyetini gösterir. İhtiyarlık, hastalık, soğuk gibi.)
  • Hem gayet âcizdir. Hâlbuki belaları ve düşmanları pek çoktur. (İnsana tesir eden ve etmeyen her şey aczini ihsas eder. Yıldızların vaziyeti gibi. Acz zaafı da içine alır. )
  • Hem gayet fakirdir. Halbuki ihtiyacatı pek ziyadedir.
  • Hem tenbel ve iktidarsızdır. Halbuki hayatın tekâlifi gayet ağırdır.
  • Hem insaniyet onu kâinatla alâkadar etmiştir. Halbuki sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zeval ve firakı, mütemadiyen onu incitiyor.
  • Hem akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, iktidarı kısa, sabrı kısadır.

İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat edip arzuhal etmek, tevfik ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedaheten anlaşılır.

hem senevî, hem asrî, hem dehrî

Yevmi: Ve zuhr zamanında ki, o zaman, gündüzün kemali ve zevale meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâgılin tazyikından muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in’amat-ı İlahiyenin tezahür ettiği bir andır.

Ruh-u beşer, o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o manasız ve bekasız şeylerden çıkıp Kayyum-u Bâki olan Mün’im-i Hakikî’nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiane etmek ve celal ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemal-i bîzevaline ve cemal-i bîmisaline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak; ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasib olduğunu anlamayan insan, insan değil… (Mahviyet: tevazunun devamlılık halidir.)

Asr vaktinde ki o vakit,

Senevi: hem güz mevsim-i hazînanesini ve

Asri: ihtiyarlık halet-i mahzunanesini ve

Dehri: âhirzaman mevsim-i elîmanesini andırır ve hatırlattırır.

Yevmi: Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlahiyenin bir yekûn-ü azîm teşkil ettiği zamanı, hem o koca Güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle; insan bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır.

İnsanin hususi alemine tesiri: Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp abdest alıp şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâki ve Kayyum-u Sermedî’nin dergâh-ı Samedaniyesine arz-ı münacat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesabsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i rububiyetine karşı zelilane rükûa gidip, sermediyet-i uluhiyetine karşı mahviyetkârane secde ederek, hakikî bir teselli-i kalb, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyasında kemerbeste-i ubudiyet olmak demek olan asr namazını kılmak, ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasib bir hizmet, ne kadar yerinde bir borc-u fıtrat eda etmek, belki gayet hoş bir saadet elde etmek olduğunu; insan olan anlar.

Mağrib vaktinde ki o zaman,

Senevi: hem kışın başlamasından yaz ve güz âleminin nazenin ve güzel mahlukatının veda-i hazînanesi içinde gurub etmesinin zamanını andırır.

Asri: Hem insanın vefatıyla bütün sevdiklerinden bir firak-ı elîmane içinde ayrılıp kabre girmek zamanını hatırlatır.

Dehri: Hem dünyanın zelzele-i sekerat içinde vefatıyla, bütün sekenesi başka âlemlere göçmesi ve bu dâr-ı imtihan lâmbasının söndürülmesi zamanını andırır, hatırlatır ve zevalde gurub eden mahbublara perestiş edenleri şiddetle ikaz eder bir zamandır.

İnsanin hususi alemine tesiri: İşte akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müştak olan ruh-u beşer,

şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Layezal’in arş-ı azametine yüzünü çevirip bu fânilerin üstünde “Allahü Ekber” deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp Daim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip “Elhamdülillah” demekle; kusursuz kemaline, misilsiz cemaline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena edip اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demekle, muinsiz rububiyetine, şeriksiz uluhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arz-ı ubudiyet ve istiane etmek,

hem nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve acizsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber za’f u aczini, fakr u zilletini izhar etmekle, سُبْحَانَ رَبِّىَ الْعَظِيمِ deyip Rabb-ı Azîm’ini tesbih edip;

hem zevalsiz cemal-i zâtına, tegayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde (Bu cümlede hayret daha ziyade Cenab-ı Hakkın kemaline karşı hayranlığı idrakten aciz kalmak noktasındaki hayreti ifade etmektedir. Zira herşeyin zeval ve fenaya gitmeğe başladığı asır vaktinde asla zevale gitmeyen beka sahibi bir Zâta karşı idrakten aciz kalmakla hayrette kalmak veya hayranlıkla hayrette kalmak düşünülebilir.) terk-i masiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup, سُبْحَانَ رَبِّىَ اْلاَعْلَى demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A’lâsını takdis etmek;

sonra teşehhüd edip, oturup bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezal’e hediye edip ve Resul-i Ekrem’ine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatını izhar edip ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmanesini müşahede edip Sâni’-i Zülcelal’in vahdaniyetine şehadet etmek;

hem saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyatı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı âyâtı olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın risaletine şehadet etmek demek olan mağrib namazını kılmak ne kadar latif, nazif bir vazife, ne kadar aziz, leziz bir hizmet, ne kadar hoş ve güzel bir ubudiyet, ne kadar ciddî bir hakikat ve bu fâni misafirhanede bâkiyane bir sohbet ve daimane bir saadet olduğunu anlamayan adam, nasıl adam olabilir!

(Akşam namazının insanın hususi âlemine yaptığı tesir izah edilirken bedenen yaptığı hareketlerin manen ifade ettiği manalar üzerinde duruldu.)

(Kusurlarımızı görmek tesbihe, takdise götürecek.
Aczimizi görmek tazime götürecek.

İhsanatı görmek şükre ve hamde götürecek.)

İşâ’ vaktinde ki o vakit,

Yevmi: gündüzün ufukta kalan bakiyye-i âsârı dahi kaybolup, gece âlemi kâinatı kaplar.

Senevi: مُقَلِّبُ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ olan Kadîr-i Zülcelal’in o beyaz sahifeyi bu siyah sahifeye çevirmesindeki tasarrufat-ı Rabbaniyesiyle yazın müzeyyen yeşil sahifesini, kışın bârid beyaz sahifesine çevirmesindeki مُسَخِّرُ الشَّمْسِ وَ الْقَمَرِ olan Hakîm-i Zülkemal’in icraat-ı İlahiyesini hatırlatır.

Asri: Hem mürur-u zamanla ehl-i kuburun bakiyye-i âsârı dahi şu dünyadan kesilmesiyle bütün bütün başka âleme geçmesindeki Hâlık-ı Mevt ve Hayat’ın şuunat-ı İlahiyesini andırır.

Dehri: Hem dar ve fâni ve hakir dünyanın tamamen harab olup, azîm sekeratıyla vefat edip, geniş ve bâki ve azametli âlem-i âhiretin inkişafında Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın tasarrufat-ı celaliyesini (Dünyanın kıyametle beraber harabiyetinde celalli tecelliyatını) ve tecelliyat-ı cemaliyesini (Haşirle beraber âhiretin yaratılışında cemalli tecelliyatını) andırır, hatırlattırır bir zamandır.

Hem şu kâinatın Mâlik ve Mutasarrıf-ı Hakikîsi, Mabud ve Mahbub-u Hakikîsi o zât olabilir ki; gece gündüzü, kış ve yazı, dünya ve âhireti, bir kitabın sahifeleri gibi sühuletle çevirir, yazar bozar, değiştirir. Bütün bunlara hükmeder bir Kadîr-i Mutlak olduğunu isbat eden bir vaziyettir.

(İnsanın hususi alemine tesiri)

  • İşte nihayetsiz âciz, zaîf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç,
  • hem nihayetsiz bir istikbal zulümatına dalmakta,
  • hem nihayetsiz hâdisat içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer,

(Yatsı namazı vaktinin ifade ettiği manalar…)

Yatsı namazını kılmak için

  • Şu manadaki işâ’da İbrahimvari لاَاُحِبُّ اْلآفِلِينَ deyip Mabud-u Lemyezel, Mahbub-u Layezal’in dergâhına namaz ile iltica edip
  • Ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde, bir Bâki-i Sermedîile münacat edip
  • Bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahman-ı Rahîm’in iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini görüp istemek;
  • Hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı, o dahi unutup, dertlerini kalbin ağlamasıyla dergâh-ı rahmette döküp; 

(Yatsı namazında insanın söylediği kelimelerin ve bedenen yaptığı hareketlerin manen ifade ettiği manalar…)

  • Hem ne olur ne olmaz, ölüme benzeyen uykuya girmeden evvel, son vazife-i ubudiyetini yapıp, yevmiye defter-i amelini hüsn-ü hâtime ile bağlamak için salâte kıyam etmek,
  • Yani bütün fâni sevdiklerine bedel bir Mabud ve Mahbub-u Bâki’nin
  • Ve bütün dilencilik ettiği âcizlere bedel bir Kadîr-i Kerim’in ve bütün titrediği muzırların şerrinden kurtulmak için bir Hafîz-i Rahîm’in huzuruna çıkmak.
  • Hem Fatiha ile başlamak,

Yani bir şeye yaramayan ve yerinde olmayan nâkıs, fakir mahlukları medih ve minnettarlığa bedel, bir Kâmil-i Mutlak ve Ganiyy-i Mutlak ve Rahîm-i Kerim olan Rabb-ül Âlemîn’i medh ü sena etmek;

  • Hem اِيَّاكَنَعْبُدُ hitabına terakki etmek,

Yani küçüklüğü, hiçliği, kimsesizliği ile beraber, ezel ve ebed sultanı olan Mâlik-i Yevmiddin’e intisabıyla şu kâinatta nazdar bir misafir ve ehemmiyetli bir vazifedar makamına girip, اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ demekle bütün mahlukat namına kâinatın cemaat-ı kübrası ve cem’iyet-i uzmasındaki ibâdât ve istianatı ona takdim etmek;

  • Hem اِهْدِنَاالصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ demekle,

İstikbal karanlığı içinde saadet-i ebediyeye giden, nuranî yolu olan sırat-ı müstakime hidayeti istemek;

  • Hem şimdi yatmış nebatat, hayvanat gibi gizlenmiş Güneşler, hüşyar yıldızlar, birer nefer misillü emrine müsahhar ve bu misafirhane-i âlemde birer lâmbası ve hizmetkârı olan Zât-ı Zülcelal’in kibriyasını düşünüp “Allahü Ekber” deyip rükûa varmak;
  • Hem bütün mahlukatın secde-i kübrasını düşünüp,

Yani şu gecede yatmış mahlukat gibi her senede, her asırdaki enva’-ı mevcudat, hattâ Arz, hattâ Dünya, birer muntazam ordu, belki birer mutî nefer gibi vazife-i ubudiyet-i dünyeviyesinden emr-i كُنْ فَيَكُونُ ile terhis edildiği zaman, yani âlem-i gayba gönderildiği vakit, nihayet intizam ile zevalde gurub seccadesinde “Allahü Ekber” deyip secde ettikleri;

hem emr-i كُنْ فَيَكُونُ den gelen bir sayha-i ihya ve ikaz ile yine baharda kısmen aynen, kısmen mislen haşrolup, kıyam edip, kemerbeste-i hizmet-i Mevlâ oldukları gibi,

Şu insancık onlara iktidaen o Rahman-ı Zülkemal’in, o Rahîm-i Zülcemal’in bâr-gâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde “Allahü Ekber” deyip sücuda gitmek, yani bir nevi mi’raca çıkmak demek olan işa namazını kılmak,

ne kadar hoş, ne kadar güzel, ne kadar şirin, ne kadar yüksek, ne kadar aziz ve leziz, ne kadar makul ve münasib bir vazife, (Cenab-ı Hakk canibinden bakarsak vazife) bir hizmet, bir ubudiyet, (İnsanlık canibinden bakarsak hizmet ve ubudiyet) bir ciddî hakikat (Kâinat canibinden bakarsak hakikat) olduğunu elbette anladın.

(Secdenin Namaz Vakitlerine Göre İfade Ettiği Manalar

Zuhur namazında secde kemal-i bîzevaline ve cemal-i bîmisaline karşı hayret ve muhabbet ve mahviyet manalarını ifade ediyor.

Asr namazında secde sermediyet-i uluhiyetine karşı mahviyet manalarını ifade ediyor.

Mağrib namazında secde zevalsiz cemal-i zâtına, tegayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı  mahviyetle ubudiyetini takdim etmek manalarını ifade ediyor.

İşa namazında secde bütün mahlukatın secde-i kübrasını ve zevalde gurub ettiklerini görmekle; Rahman-ı Zülkemal’in, Rahîm-i Zülcemal’in bâr-gâh-ı huzurunda hayret-âlûd bir muhabbet, beka-âlûd bir mahviyet, izzet-âlûd bir tezellül içinde bulunmak manasını ifade etmektedir.)

Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı olduklarından; borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir…

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَى مَنْ اَرْسَلْتَهُ مُعَلِّمًا لِعِبَادِكَ لِيُعَلِّمَهُمْ كَيْفِيَّةَ مَعْرِفَتِكَ وَ الْعُبُودِيَّةَ لَكَ وَ مُعَرِّفًا لِكُنُوزِ اَسْمَائِكَ وَ تَرْجُمَانًا ِلآيَاتِ كِتَابِ كَائِنَاتِكَ وَ مِرْآتًا بِعُبُودِيَّتِهِ لِجَمَالِ رُبُوبِيَّتِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَ ارْحَمْنَا وَ ارْحَمِ الْمُؤْمِنِينَ وَ الْمُؤْمِنَاتِ آمِينَ بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir