Sual: Aşağıda geçen bahiste Cebrail AS’ın hesapsız yerlerde İlahî emirleri tebliğ etmesinden ne anlamalıyız? Genel kanaat olarak sadece vahiyleri getiren bir Mukarrebîn melek olan Cebrail (A.S.)’ın başka vazifelerinin olduğu da mı kastediliyor ve acaba bu vazifeler neler olabilir?
“Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A’zam’ın önünde secdeye gider. Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi.”
Cevap: Değerli Kardeşim, elbette bu mesele ile ilgili bir cevap vermeden önce ilham ve vahiy arasındaki farkları bilmek ve ince nüanslarını tekrar hatırlamak gerekir. Bu nedenle ilgili bahislerden bazı alıntılar yaparak mevzuyu bir derece açmaya çalışalım.
“Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.
Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.
Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.
İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.
Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, “umum âlemlerin Rabbi” ismiyle ve “kâinat Hâlıkı” ünvanıyla, vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.”
Üstteki bahislerden kısaca şunlar anlaşılabilir. Birincisi, ilhamın ekseriyeti vasıtasız olması fakat vasıtalı olan ilham türlerinin de var olduğudur. İkincisi, ilham kelimesi daha üst bir kavram olarak karşımıza çıkmakta ve üç nevi bulunmaktadır. Bunlar; ilham eğer ekseriyetle vasıtalı olursa ve şer’i olarak bildiğimiz peygamberlere has olursa vahiy olarak adlandırılır, eğer ilham ekseriyetle vasıtasız olursa ki bu yukarıda detaylı şekilde anlatıldı ve arada perdelerin bulunduğu şekli ki buna normal ilham diyoruz. Eğer ilham daha şamil yani mertebe olarak daha üst seviyede olursa buna vahiy denilmemekle birlikte fakat vahyin hizmetini gören şümullü ilham denilmektedir.
Sabık bahislerde ilham ve vahiy arasındaki farklar anlatılırken her ne kadar vasıtalı veya vasıtasız denilerek kesin olarak bir ayrım yapılmamasına rağmen ve ilaveten ekseriyet kelimesinin kullanılmasının hikmeti şu olabilir. Cenab-ı Hakk’ın izzeti ve azameti noktasında ve hikmetinin iktizası üzerine esbabın vücudunun şart olduğunu hepimiz biliyoruz. Fakat tevhid ve celal noktasında ise esbabın tesirinin olmaması gerekiyor. Dolayısıyla vahiy ve ilhamın aralarındaki farkların genel kaideleri konuşulurken vasıtalı ve vasıtasız kelimeleri kullanılmaktadır. Fakat hakikat noktasında bu dünya hikmet dünyası olduğu için arada perdelerin olması gerekmektedir. Bundan sonra gelecek olan bahislere ise bu pencereden bakarsak bir derece hakikate ulaşabiliriz.
“Demek, daire-i esbab, hükûmetin kalem dairesi hükmündedir ki, yukarıdan gelen emirlerin tebliğatı o daireden yapılıyor. Çünkü, izzet ve azamet perdeyi iktizâ eder; tevhid ve celâl dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.”
“Bu münâcâtın sırrına göre, ölümün ve vefatın ehl-i iman hakkında hakikî güzel yüzünü görmeyen ve ondaki rahmetin cilvesini bilmeyenlerin küsmeleri ve itirazları Zât-ı Hayy-ı Kayyûma gitmemek için Hazret-i Azrail’in (a.s.) vazifesi de bir perde olduğu gibi, sair esbablar dahi zâhirî perdedirler. Evet, izzet, azamet ister ki, esbab perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.”
“Meleklerin çoban ve çiftçiler mesabesinde olanlarının insanlara müşabehetleri yoktur. Çünkü onların nezaretleri sırf Cenâb-ı Hakkın hesabıyladır ve Onun namıyla ve kuvvetiyle ve emriyledir. Belki nezaretleri, yalnız Rububiyetin tecelliyâtını, memur olduğu nevide müşahede etmek ve kudret ve rahmetin cilvelerini o nevide mütalâa etmek ve evâmir-i İlâhiyeyi o nev’e bir nevi ilham etmek ve o nev’in ef’âl-i ihtiyariyesini bir nevi tanzim etmekten ibarettir. Ve bilhassa zeminin tarlasındaki nebâtâta nezaretleri, onların tesbihat-ı mâneviyelerini melek lisanıyla temsil etmek ve onların hayatlarıyla Fâtır-
- Zülcelâle karşı takdim ettiği tahiyyât-ı mâneviyelerini melek lisanıyla ilân etmek, hem onlara verilen cihâzâtı hüsn-ü istimal etmek ve bazı gayelere tevcih etmek ve bir nevi tanzim etmekten ibarettir.”
“Melâikelerin şu hizmetleri, cüz-ü ihtiyarîleriyle bir nevi kisbdir. Belki bir nevi ubûdiyet ve ibadettir. Tasarruf-u hakikîleri yoktur. Çünkü herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye has bir sikke vardır; başkaları parmağını icada karıştıramaz. Demek melâikelerin şu nevi amelleri ise onların ibadetidir; insan gibi âdetleri değildir.”
Aşağıdaki bahislerde ise ilhamın mertebeleri daha net olarak anlatılmaktadır.
“İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.”
“Amma sair kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz’î bir ünvan ve hususî bir ismin cüz’î tecellîsiyle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan kelâmdır. Hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri muhteliftir. Ekser ilhamat bu kısımdandır. Fakat derecatı çok mütefavittir. Meselâ, en cüz’îsi ve basiti, hayvanatın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı nâsın ilhamatıdır. Sonra avâm-ı melâikenin ilhamatıdır. Sonra evliya ilhamatıdır. Sonra melâike-i izam ilhamatıdır.”
Yukarıda geçen bahisler ışığında Allah’ın meleklere olan vahyi ya da ilhamı, Bedir savaşıyla alakalı ayetler içinde de geçer: “Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben sizinle beraberim. Haydi, iman edenlere sebat ilham edin. Ben kafirlerin kalplerine korku salacağım.’ diye vahyediyordu.” (Enfal, 8/12).
Aynı şekilde Allah’ın Hz. Musa’nın annesine olan vahyi ya da ilhamı, onun şiddetli endişe ve sıkıntı halinde iken bir nevi teselli vermek ve teskin etmek için ayette şöyle denilmiştir: “Onu emzir. Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 28/7)
Yine başka bir ayet-i kerimede Hz İsa’nın (A.S.) Havarilerine şöyle ilham etmişti. “Hani havarilere ‘Bana ve Resulüme iman edin.’ diye vahyetmiştim…” (Mâide, 5/111)
Vahiy ve ilham hakikati o kadar geniş bir mana içeriyor ki neredeyse bütün kainatı ihata ediyor ve yıldızlardan en küçük zerreye varıncaya kadar uzanıyor. Her şuur görünen yerde bir tesir sahibinin olduğu düşünüldüğü takdirde acaba orada ona müekkel bir melaikenin varlığını ve o melaikeye gelen bir ilham hakikatinin vücudunu göstermiyor mu?
De ki: “Rabbimin kelimelerini (sonsuz bilgi hazinesini, Kur’an’ın işaret ettiği hikmet ve hakikatleri yazmak) için deniz mürekkep olsa, (hatta o deniz yetmeyip) yardım için bir mislini daha getirip ona katsak; (yine de) Rabbimin kelimeleri (bilgi ve hikmetleri) tükenmeden önce elbette deniz tükeniverirdi. Kehf-109″
Yukarıdaki ayet-i kerimede geçen ifade haşa sadece bir iddia mı yoksa bir tasvir midir? Yoksa bütün kainatta mütemadiyen tecellisi câri olan bir tekellümü ifade eden bir mana olabilir mi? Aşağıda geçen bahislere bu minvalden bakmak gerekir.
“Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.”
“Emir ve izn-i İlâhî ve havl ve kuvvet-i Rabbâniye ile, umum hayvanatın, melâikeden bir çobanı, bir nâzırı olduğu gibi, kuş taifesinin de bir çobanı var. Onlar bilmese de, emr-i İlâhî ile ve ilham-ı Rabbânî ile, çobanları onları sevk eder. O sevk-i fıtrî ise, kuşlara gelen ilhama dayanır. Kuşlar, ilhama mazhardırlar ki, yaşı bir günlük bir arı yavrusu, havada, bir gün mesafede gider, o ilham-ı fıtrî ile, o sevk-i Rabbânî ile yolunu şaşırmadan dönüp, gelip yuvasına girer.”
“Hemen herkesin dediği gibi “Hatırıma geldi,” yahut “Fikrime geldi,” yahut “Fikrime ihtar edildi” gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: “Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabilinden” demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mânâ ilham da olsa, hayvanattan tut, tâ melâikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler.”
Yukarıda verilen ibarelerde arılardan tut ta kuşlara, hayvanlardan ta insanlara ve melaikelere kadar çok farklı mertebelerde ve tecellilerde bir ilham hakikatinin varlığı bilindi ve kalp gözüyle göründü. İnsanlara gelen bu ilhamlar aynı zamanda teknolojinin ve terakkimizin de zembereği hükümünde değil midir?
“Demek, şu meşhud saltanat-ı insaniyet ve terakkiyât-ı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet, celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş.”
Buraya kadar anlatılanlardan şu hakikat ortaya çıktı ki demek kainatın her nev’inde görünen şuurlu ve hikmetli vaziyetler ve insanın hatırat-ı kalbiyesine gelen bütün deruni manalar birer ilham neticesidir ve bir nevi ehadiyet noktasında, esbabın tesirinin olmadığını düşünürsek, birer kelimat-ı İlahiye’ye mazhariyettir. Fakat hikmet dünyasında bu ilhamların vasıtaları olan varlık sahnesinde hangi ecnas vardır diye bir sual akla gelmiyor mu? İşte Kur’anın nassıyla sabit olan bu varlıklar çeşitli mertebelerde tecelliler ile ilhamı bütün nevilere neşreden ilham meleği ya da meleklerinden başkası değildirler. Peki nasıl oluyor da bu vazifeleri yapıyorlar ya da bu nedenden ötürü hadsiz sayıda melaikeye ihtiyaç olmaz mı ya da bu hakikat zihne nasıl yerleştirilebilir? Bu konunun cevabı üç farklı meslek ile ifade edilmektedir. Bu meslekleri Mukarrebin olan dört büyük melek için de düşünebiliriz. Her biri asırlardır kendilerine verilen hususi görevler dışında diğer küllî görevlerini de icra etmekteydiler, ediyorlar ve etmeye de devam edeceklerdir.
Birinci meslek nuraniyet sırrıyla izah ediliyor:
Çünkü nuranîdir. Nuranî bir şey, hadsiz âyineler vasıtasıyla hadsiz yerlerde bizzat bulunabilir ve temessül eder. Nuranînin temessülâtı, o nuranî zâtın hassasına maliktir; onun aynı sayılır, gayrı değildir.
Güneşin âyinelerdeki misalleri güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi, melâike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri, onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler. Fakat âyinelerin kàbiliyetine göre temessül ediyorlar.
“Nasıl ki Hazret-i Cebrail aleyhisselâm, bir vakitte Dıhye suretinde Sahabeler içinde göründüğü dakikada, binler yerde başka suretlerde ve Arş-ı Âzam önünde, şarktan garba kadar geniş ve muhteşem kanatlarıyla secde ediyordu. Her yerde, o yerin kàbiliyetine göre temessülü varmış; bir anda binler yerde bulunuyormuş.”
İkinci mesleğe göre ise aveneleri ve bir nevi yardımcıları vasıtasıyla bu küllî işleri deruhte ediyor:
“İkinci meslek odur ki, Hazret-i Cebrail, Mikail, Azrail gibi melâike-i izâm, birer nâzır-ı umumî hükmünde, kendi nevilerinden ve kendilerine benzer küçük tarzda avâneleri vardır. Ve o muavinler, envâ-ı mahlûkata göre ayrı ayrıdırlar.”
Üçüncü mesleğe göre ise nasıl bir ağacın kökünden tut ta gövdesine oradan dallarına ta en nihayet uçtaki kılcallarına kadar hayretengiz bir işleyişle hakikatini neşrediyor veyahut elektriğin ilk üretildiği noktadan ta her evin içindeki lambaya varıncaya kadar nurunu neşretmesi şeklinde ifade ediliyor:
“Bazı melâikeler var ki, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var (demek seksen bin gözü dahi var). Her bir dilde kırk bin tesbihat var.”
Elhasıl, buraya kadar verilen bahislerden şu anlaşılıyor ki kainatın her nevinde farklı derecelerde ve seviyelerde bir tekellüm-ü İlahiyeye mazhariyet bulunmakta ve bir ilham hakikati ile bu neşredilmektedir. Azrail (A.S.) nasıl ki bir perdedir ve bütün canlıların ruhlarını yukarıda verilen üç mesleğe göre bu vazifeyi yerine getirmektedir. Aynı şekilde İsrafil (A.S.) ve Mikail (A.S.) dahi kendilerine verilen büyük ve hususi görevler dışında diğer küllî işleri de deruhte etmektedirler ve sualinizi teşkil eden Cebrail (A.S.) dahi ilham hakikatinin reisi ve pederi hükmünde bir nezaret-i umumiye vazifesini yerine getirmektedir. Buradan sakın şu mana anlaşılmasın bana da Cebrail (A.S.) dan bir vahiy mi geliyor? Haşa yüzbin defa haşa buna hiçkimse cesaret edemez! Aşağıda verilen ifadeden de anlaşılabileceği ve yukarıda da defaatle vurgulandığı gibi vahiy ve ilham arasında farkı bilmeyen ancak ve ancak birtakım echel ve ahmak insanlar tarafından buna cesaret edilebilir!
“Kalbine ilhamî bir tarzda gelen cüz’î mânâları “kelâmullah” tahayyül edip, âyet tabir etmeleridir. Ve onunla, vahyin mertebe-i ulyâ-yı akdesine bir hürmetsizlik gelir. Evet, balarısının ve hayvânâtın ilhâmâtından tut, tâ avâm-ı nâsın ve havâss-ı beşeriyenin ilhâmâtına kadar ve avâm-ı melâikenin ilhâmâtından tâ havâss-ı kerrûbiyyûnun ilhâmâtına kadar bütün ilhâmat, bir nevi kelimât-ı Rabbâniyedir. Fakat mazharların ve makamların kàbiliyetine göre, kelâm-ı Rabbânî, yetmiş bin perdede telemmu eden ayrı cilve-i hitab-ı Rabbânîdir.”
“Ve şu sırdandır ki, “Kelâmullah” ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur’ân’a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur’ân’dan sonra sair enbiyanın kütüp ve suhufları derecesi gelir. Sair nihayetsiz kelimât-ı İlâhiyenin ise, bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz’î bir ünvanla, hususî bir tecelliyle, cüz’î bir isimle ve has bir rububiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususî bir rahmetle zahir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvânâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibarıyla çok muhteliftir.”
Var mıdır istisnası ne melek ne de semek ona mazhar olmayan? Ne ins ne cin midir müstesnası ne de felek buna mazhar olmayan? Bazen uykuda bazen de yakazada her an ona yakînen muttaliyet, İşte O sen de, sen de O’na irtibatta mutlaka her anen mukarenet.
Kardeşiniz Sedad,
15 Cemaziye’l-Evvel 1446