Lem’alar
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
فَنَادَى فِى الظُّلُمَاتِ اَنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ ٭ اِذْ نَادَى رَبَّهُ اَنِّى مَسَّنِىَ الضُّرُّ وَاَنْتَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ ٭ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ ٭ حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ٭ لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ اِلاَّ بِاللّٰهِ الْعَلِىِّ الْعَظِيمِ ٭ يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى ٭ يَا بَاقِى اَنْتَ الْبَاقِى ٭ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَ شِفَاءٌ
[Otuzbirinci Mektub’un birinci kısmı; her zaman, hususan mağrib ve işa’ ortasında otuzüçer defa okunması çok faziletli bulunan mezkûr kelimat-ı mübarekenin herbirinin çok envârından birer nurunu gösterecek altı Lem’adır.]
(Her zaman, hususan mağrib ve işa’ ortasında okunmasının sebebi o vakitler karanlık olduğu için insanın karanlıkta kalmış vaziyetlerini hatırlattırıp o karanlık vaziyetten kurtulmanın çaresini gösteren kelimat-ı mübarekeler olmasındandır.)
Birinci Lem’a
Hazret-i Yunus İbn-i Metta Alâ Nebiyyina ve Aleyhissalâtü Vesselâm’ın münacatı,
en azîm bir münacattır ve (Duanın azîm olmasının sırrı nedir? Sualinin cevabına bakacağız.)
en mühim bir vesile-i icabe-i duadır. (Duanın nasıl icabete vesile olduğuna bakacağız.)
(Ta ki bu sır ve icabe-i vesilenin sebebleri anlaşılsın. Biz de her vakit bu şekilde dua edebilelim.)
Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:
(Onbirinci Şuanın Onuncu Mes’elesinde geçtiği gibi “Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asra ve her tabakaya hitab ederek taze nâzil oluyor.)
Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her taraftan ümid kesik bir vaziyette لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ münacatı, ona sür’aten vasıta-i necat olmuştur.
Şu münacatın sırr-ı azîmi şudur ki: (Azîm sır itikad noktasında esbabın hiç bir tesiri olmadığını bilmektir. Otuzikinci Söz’ün İkinci Mevkıf’ında ve Yirmiüçüncü Lem’ada esbabın tesiri olmadığı izah edilmiştir.)
O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti. Çünki o halde ona necat verecek öyle bir zât lâzım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye, hem cevv-i semaya geçebilsin. Çünki onun aleyhinde “gece, deniz ve hut” ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine müsahhar eden bir zât onu sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı olsa idiler, yine beş para faideleri olmazdı. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbib-ül Esbab’dan başka bir melce’ olamadığını aynelyakîn gördüğünden, sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için şu münacat birdenbire geceyi, denizi ve hutu müsahhar etmiştir. (Duanın vesile-i icabe olmasının sebebi sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği içindir. Yani Cenab-ı Hakkın hazır ve nazır olduğunu bilmekle bize olan yakınlığına ehadiyet noktasında marifet kesbetmekle beraber bizim için karanlıklı olan vaziyetleri tevhid nuru ile görüp o vaziyette tecelli eden esmanın dairesi içinde o ünvan ve esmayla dua edip istemektir.)
O nur-u tevhid ile hutun karnını bir taht-el bahr gemisi hükmüne getirip ve zelzeleli dağ-vari emvac dehşeti içinde; denizi, o nur-u tevhid ile emniyetli bir sahra, bir meydan-ı cevelan ve tenezzühgâhı olarak o nur ile sema yüzünü bulutlardan süpürüp, Kamer’i bir lâmba gibi başı üstünde bulundurdu. Her taraftan onu tehdid ve tazyik eden o mahlukat, her cihette ona dostluk yüzünü gösterdiler. Tâ sahil-i selâmete çıktı, şecere-i yaktîn altında o lütf-u Rabbanîyi müşahede etti.
(Her insan için lütf-u Rabbanîyi müşahede ettiği vaziyet o kişi için bir şecere-i yaktîndir. Misal olarak Yirmbeşinci Söz İkinci Şule İkinci Nur Üçüncü Meziyet-i Cezalette geçtiği gibi “Hazret-i Yusuf ve ecdadına edilen nimetleri şu âyetle işaret eder. Der ki: Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle serfiraz, bütün silsile-i enbiyayı, silsilenize rabtedip, silsilenizi nev’-i beşer içinde bütün silsilenin serdarı; hanedanınızı ulûm-u İlahiye ve hikmet-i Rabbaniyeye bir hücre-i talim ve hidayet suretinde getirip o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkârane saltanatını, âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleştirmek, seni ilim ve hikmetle Mısır’a hem aziz bir reis, hem âlî bir nebi, hem hakîm bir mürşid etmek olan nimet-i İlahiyeyi zikr ve ta’dad edip; ilim ve hikmet ile onu, âbâ ve ecdadını mümtaz ettiğini zikrediyor.”)
İşte Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’ın birinci vaziyetinden yüz derece daha müdhiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz, istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim heva-yı nefsimiz, hutumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hutundan bin derece daha muzırdır. Çünki onun hutu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hutumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor.
Madem hakikî vaziyetimiz budur; biz de Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a iktidaen, umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeliyiz ve
(Azîm duanın sırrı umum esbabdan yüzümüzü çevirip doğrudan doğruya Müsebbib-ül Esbab olan Rabbimize iltica edip)
aynelyakîn anlamalıyız ki: gaflet ve dalaletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal, dünya ve heva-yı nefsin zararlarını def’edecek yalnız o zât olabilir ki; istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz taht-ı idaresindedir. Acaba Hâlık-ı Semavat ve Arz’dan başka hangi sebeb var ki, en ince ve en gizli hatırat-ı kalbimizi bilecek ve (Cenab-ı Hakkın hazır ve nazır olduğunu bilmekle bana olan yakınlığını sırr-ı ehadiyet noktasında bilmek)
bizim için istikbali, âhiretin icadıyla ışıklandıracak ve dünyanın yüzbin boğucu emvacından kurtaracak? Hâşâ, Zât-ı Vâcib-ül Vücud’dan başka hiçbir şey, hiçbir cihette onun izni ve iradesi olmadan imdad edemez ve halaskâr olamaz. (bizim için karanlıklı olan vaziyetleri tevhid nuru ile görüp o vaziyette tecelli eden esmanın dairesi içinde o ünvan ve esmayla dua edip istemektir. )
Madem hakikat-ı hal böyledir. Nasılki Hazret-i Yunus Aleyhisselâm’a o münacatın neticesinde hutu ona bir merkûb, bir taht-el bahr ve denizi bir güzel sahra ve gece mehtablı bir latif suret aldı. Biz dahi o münacatın sırrıyla لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeliyiz.
لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ cümlesiyle istikbalimize,
سُبْحَانَكَ kelimesiyle dünyamıza, (Evet kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri esma-ül hüsna tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler. Bize düşen ise o güzellikleri görmektir.)
اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ fıkrasıyla nefsimize nazar-ı merhametini celbetmeliyiz. (Eğer bu güzellikleri göremiyorsak “Kusurun bizden olduğunu bilmekle, fakr ve aczimi anlayarak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmemiz gerekmektedir.”)
Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur’anın mehtabıyla istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti, ünsiyet ve tenezzühe inkılab etsin. Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvacı üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur’an-ı Hakîm’in tezgâhında yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçen hakikat-ı İslâmiyet içine girip selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak hayatımızın vazifesi bitsin.
(Kastamonu Lahikası sayfa 199’da geçtiği gibi “Hakikat-ı İslâmiyet’in esasları; altı erkân-ı imaniye ile beraber esas-ı ubudiyet ki, İslâmın beş rüknü olan (savm, salât, hacc, zekat, kelime-i şehadet) mecmuunun hülâsasıdır. Ubudiyetin şekli zaman ve mekan itibari ile her Peygamberin şeriatında farklı olabilirken Adalet, Sıdk, Temizlik gibi hakikatlar değişmez.)
O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp ışıklandırsın.
Hem o sırr-ı Kur’anla, o terbiye-i Furkaniye ile; nefsimiz bize binmeyecek, merkûbumuz olup, bizi ona bindirip, hayat-ı ebediyemizin kazanmasına kuvvetli bir vasıtamız olsun.
Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizazatından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor. Ve nasılki hurdebînî bir mikrobdan korkar; ecram-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasılki hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasılki küçük bahçesini sever, öyle de hadsiz ebedî Cennet’i dahi müştakane sever.
Elbette böyle bir insanın Mabudu, Rabbi, melcei, halaskârı, maksudu öyle bir zât olabilir ki, (sırr-ı ehadiyet)
umum kâinat onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyarat dahi taht-ı emrindedir. (nur-u Tevhid)
Elbette öyle bir insan daima Yunusvari (A.S.) لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ سُبْحَانَكَ اِنِّى كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ demeye muhtaçtır.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
* * *
Züleyha‘nin lutfu rabbani‘ye kavustuktan sonra , Yusuf‘unu dahi görmek arzusunu birakmasi icin,
O nun sahili selamete cikmasi ve secereyi yaktin altinda oturmasi diyebilirmiyiz?
Her insan için lütf-u Rabbanîyi müşahede ettiği vaziyet o kişi için bir şecere-i yaktîndir. Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâmla evlenmesi onun için bir lutf-u İlâhidir. O evlilik ise şecere-i yaktindîr. Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselamla evlendikten sonra daha ziyade ibadete kendini vermesi ise aşk-ı mecazinin aşk-ı hakikiye inkılab etmesi diye düşünüyorum. Sizce de muvafık mı?