




Beşinci Mektub
(Kudsi hikmet ile kâinata bakmak mesleği, velayeti kübranın bir esası olduğu Beşinci Mektub da gösterilmektedir. Velayet-i kübra mesleği ise diğer mesleklerin neticesi olan velayet-i suğradan daha yüksektir.)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Silsile-i Nakşî’nin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî (R.A) Mektubat’ında demiş ki:
İmam-ı Rabbanînin (R.A) dört hüküm üzerine bina ettiği tarîk-ı Nakşî’nin üç perdesi izah edilmiştir.
Birinci hüküm hakaik-i imaniyeden bir mes’elenin inkişafının kıymet ve ehemmiyete bakıyor.
- “Hakaik-i imaniyeden bir mes’elenin inkişafını, binler ezvak ve mevacid ve keramata tercih ederim.”
Hem demiş ki:
İkinci hüküm ise maksad ve gayenin tam tesbit edilmesine bakıyor.
- “Bütün tarîklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır”
Üçüncü hüküm ise hakaik-i imaniyenin inkişafına medar en kısa yolun velayet-i kübra mesleği olduğuna dairdir.
Hem demiş ki:
- “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir. Biri velayet-i vustâ, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”
Dördüncü hüküm ise Tarîk-i Nakşî’de gitmenin şartlarına bakıyor.
Hem demiş ki:
- “Tarîk-i Nakşî’de iki kanad ile sülûk edilir.” Yani: Hakaik-i imaniyeye sağlam bir surette itikad etmek ve feraiz-i diniyeyi imtisal etmekle olur. Bu iki cenahta kusur varsa, o yolda gidilmez. Öyle ise tarîk-ı Nakşî’nin üç perdesi var:
Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbanî de (R.A.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. (Velayet-i kübra mesleğinin tarifi olabilir. Bu mesleğin kıymeti farz hükmünde olduğu için sevabı da farz kadardır.)
İkincisi: Feraiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyeye tarîkat perdesi altında hizmettir. (Velayet-i vusta mesleğinin tarifi olabilir. Bu mesleğin kıymeti vacib hükmünde olduğu için sevabı da vacib kadardır.)
Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emraz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vâcib, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir. (Velayet-i suğra mesleğinin tarifi olabilir. Bu mesleğin kıymeti sünnet hükmünde olduğu için sevabı da sünnet kadardır.)
Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyorum ki:
Üstadımız dahi bu zamana bakan iki hükmü ortaya koymuştur.
Üstadımızın birinci Hükümü
Eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa; o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil…
Üstadımızın İkinci Hükümü
İşte otuzüç aded Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar. Madem hakikat budur; esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi’ bir nur ve dalalet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
Bilirsiniz ki: Eğer dalalet cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat dalalet, fenden ve ilimden gelse, izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak şu zamanda, i’caz-ı Kur’anın manevî lemaatından olan malûm Sözler’i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî