Barla Lâhikası Yirmiyedinci Mektub’un Üçüncü Zeyli

YİRMİYEDİNCİ MEKTUB’UN ÜÇÜNCÜ ZEYLİ

(Said’in bir fıkrasıdır)

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

(Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalaasından intibaha düşen bir doktora yazılan mektubdur. Bu üçüncü zeyle çendan münasebeti azdır, fakat kardeşlerimin fıkraları içinde bu da benim bir fıkram olsun.)

Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum!

Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyan-ı tebriktir. Biliniz ki mevcudat içinde en kıymetdar, hayattır. Ve vazifeler içinde en kıymetdar, hayata hizmettir. Ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymetdarı, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bâkiyeye inkılab etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise hayat-ı bâkiyeye çekirdek ve mebde ve menşe olması cihetindedir. Yoksa hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir.

Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden tiryak-misal imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşâallah. Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar. Hem bilirsin, me’yus ve ümidsiz bir hastaya manevî bir teselli, bazan bin ilâçtan daha ziyade nâfi’dir. Halbuki tabiat bataklığında boğulmuş bir tabib, o bîçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar. İnşâallah bu intibahın seni öyle bîçarelere medar-ı teselli eder, nurlu bir tabib yapar.

Bilirsin ki; ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz, odun yığınları gibi camid şeyleri bulursun. Çünki ben teftiş ettim, çok lüzumsuz şeyleri buldum. İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi Cenab-ı Hak’tan bir intibah iste ki, senin fikrini Hakîm-i Zülcelal’in hesabına çevirsin, tâ o odunlara bir ateş verip nurlandırsın. Lüzumsuz maarif-i fenniyen, kıymetdar maarif-i İlahiye hükmüne geçsin.

Zeki dostum! Kalb çok arzu ederdi; ehl-i fenden envâr-ı imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulusi Bey’e benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem madem Sözler senin vicdanınla konuşabilirler. Her bir Söz’ü, şahsımdan değil belki Kur’an’ın dellâlından sana bir mektubdur ve eczahane-i kudsiye-i Kur’aniyeden birer reçetedir farzet. Gaybubet içinde hazırane bir musahabe dairesini onlar ile aç. Hem arzu ettiğin vakit bana mektub yaz. Ben cevab yazmasam da gücenme. Çünki eskiden beri mektubları pek az yazarım. Hattâ üç senedir kardeşimin çok mektublarına karşı bir tek yazdım.

Said Nursî

* * *

(Sabri’nin fıkrasıdır)

Eyyühe-l Üstad-ül A’zam!

Bilhâssa dest ü damen-i mübareklerinizi bûs edip, her ân u zaman muhtaç bulunduğum daavat-ı üstadanelerini niyaz eylerim. Bir hafta evvel Süleyman Efendi kardeşim vasıtasıyla irsal buyurulan enva’-ı iltifatı şamil lütufname-i ekremîlerini, kemal-i meserretle alarak müftehiretle okudum. Bir fıkrasında tevafukat-ı gaybiye hakkındaki kanaat-ı âcizanem sual buyuruluyor. “Neam sadakte, Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem” kelimeleriyle icabet ediyorum. Zira şu tevafukat-ı gaybiye-i acibe, bil’umum bahr-i muhit-i Nurun talebelerini ve hattâ talebelerin cemaat-ı müstemialarını mest ü hayran ve medyun-u secde-i şükran bırakmıştır. Nurların şu mu’ciznüma kerametlerini, ancak ve ancak mir’at-ı Muhammediye (A.S.M.) ile müşahede edebiliriz. Bu hakikatın diğer bir marifeti olan:

Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim

Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

{(Haşiye): Latif bir tevafuktur ki: Hulusi-i Sâni Sabri Efendi bu beyti bana yazdığı zamanda, ya aynı zamanda veyahut az sonra, Hulusi Bey bir ay uzak bir yerde, aynı beyti bana yazmıştır. Bu iki zâtın hem hizmet-i Kur’an’da, hem bana karşı münasebetlerindeki tevafukları, alâmet-i muvaffakıyettir. Said}

Şu iki mısra’-ı manidarı, perişan arîzamı şereflendirmek niyetiyle dercediyorum. Bu fakir ve âciz talebeniz, şu hayret-feza keramet-i Kur’aniyeyi ve i’caz-ı Nebeviyeyi müşahede ettiğim günden beri, bu babda çok derin düşüncelere dalıyorum. Ve şu tevafukat-ı acibeye müşabih tevafukat, başka kitablarda bulunur mu maksadıyla çok temaşa ediyorum, göremiyorum. Görülse de pek nâdir bir haldedir. Şu halde tevafukat-ı gaybiye, bir keramet-i aleniye olarak endamını Nurlarda izhar ediyor. Ve lisan-ı hal ile beşere hitaben diyor ki: Ey benî âdem, şu sisli asırda dalaleti ref’ u selbedip necat ve saadet bahşedecek ve dimağınızdaki semli kokuları, verd-i Muhammedîye tebdil edecek ve en kestirme ve son derece muhkem ve müstakim bir tarîk-i selâmet ve necata sevkedecek, pek çok keramat ve i’cazını gösteren, bizim bulunduğumuz derya-yı nuranîdir. Ve âtiyen daha nice âsâr-ı hafiye tezahür edecektir, diye nida ediyor.

Müsaade-i fâzılaneleriyle bir maruzatım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek meramımı arzedeceğim. Bendeniz Nurların müştak müşterilerinde daha doğrusu yanık talebelerinde, bir tevafuk-u fevkalâde görüyorum. Çünki enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hüküm-ferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâffesinin ahlâk ve etvarı bir, umumunun tarz-ı telakkisi bir ve yekdiğerine karşı (ah-i lieb ve üm’den) daha kavî bir rabıta-i hakikiye ile merbut, samimiyet ve hakikatperverlikte, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddî ve hâlis, kardeşlikte takib ettikleri hatt u hareket bir ve daha pek ziyade birbirine benzeyen tullab-ı nuraniyenin bu hârika hallerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye sırasında görüyorum. Zira İstanbul’dan, İzmir’den, Aydın’dan, Kütahya’dan, Isparta’dan, Eğirdir’den ilh.. muhtelif beldelerden seçilip, her sınıfta mukayyed bulunan talebelerin aynı hâssaları haiz olmaları, câlib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir, zannederim Efendim Hazretleri.

Sabri

* * *

(Sabri’nin fıkrasıdır)

Lütufkâr ve inayetkâr Üstadım Efendim Hazretleri!

Ramazan-ı Şerifin onuncu Cumartesi günü, saat onbir buçukta, herbir nüktesi nâmütenahî hikmet ve hakikat müjdelerini havi ve mübeşşir, dokuz nükteli Ramazaniyeyi aldım. Ruhumun fevkalâde muhtaç ve müştak bulunduğu ve nazirsiz eser-i pürnuru, o gece kemal-i fahr u sürurla yazdım. Ve aslını yine Nis’li Hâfız Mahmud Efendi’ye teslim ettim, Hakkı Efendi’ye götürdü. Ertesi sabah istinsah ettiğim risaleyi bir daha dikkatli okuyarak, hattımın tevafukunu tashih ve Ali Efendi’ye ait bir mektub yazdım. Tam imza edeceğim esnada, İslâmköyü’nden bu vazifeye manen memur bir adam geldi, Ali Efendi’ye gönderdim. Ve şu ümidin fevkinde âni olarak gelen vasıta-i irsal, eserin kudsiyetine sarih ve bâriz bir delil olduğuna şübhe kalmadı.

Üstad-ı Azizim! Bazan Nurları düşünüp, hakikaten pek çok hakaik ve hikmetleri ihtiva ettiklerini görüyordum. Yalnız şu şehr-i rahmet ve mağfiretin ibadatından olan sıyama ait bir mevzu açılmadığını görerek, üstadıma bir arîza takdim etsem ve otuz günden ibaret olan Ramazan-ı Şerife ait Otuzuncu Mektub olmak üzere, bir niyazda bulunmak emelinde iken, bir sebebe binaen şu arzumdan feragat ettim.

İşte bu defa Külliyat-ı Nur’dan mebhus-u anha risale, bu abd-i âcize hitaben, “senin kalbindeki hafî bir arzu ve hissin, bizim levha-i manevîmizde gayet büyük harflerle yazılıdır ki, işte is’af edildi” tarzında bana ihsan buyuruldu. Fakir de, ruhumun mühim bir ihtiyacını temin eden, binler hikmet ve müjdeli Ramazaniyeyi alarak, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı inzal edene secdeler ve Nurlar dellâl-ı âlîşanına hadsiz teşekkürler ile, borçlu olduğum dua-yı fâzılanelerine müdavim bulunduğumu arzeylerim Efendim Hazretleri.

Sabri

* * *

Ey Üstad!

Yirmiyedinci Söz, müslümanları sa’y ü gayretin ve bu ulvî dinin hizmetine teşvik ediyor. Bu risale sanki ufukta bir hedef, ehl-i iman için de bir rehber.

Evet bu söz, kalbler içinde bir iştiyak, iştiyak içinde bir nur olmuş. Otuzüçüncü Mektub ise otuzüç penceresiyle beraber, hakikat mayesiyle yoğrulmuş bir varlık. Bu kıymetli eser, ulviyet ve kudsiyet içinde, kuvve-i idrakiyesiyle hissiz beşere hassasiyet; ve gaflet perdelerinden hakikatı görmeyen nazarlara kuvvet; hakperest ehl-i imana ise, ulviyet bahşediyor.

Hadsiz ihtiyaçlara düşen, zahire aldanarak maddiyata saplanan ve kendini lâkaydlık içinde ye’se düşüren zavallılar, bu mukaddes eserin karii olsunlar, anlasınlar ki; nereye giderlerse, nereye bakarlarsa bir Hâlık-ı A’zam’ın, bir Rahîm-i Rahman’ın dairesinden, hududundan, kanunundan ve idaresinden harice çıkamazlar. Her mevcudiyet, her vakıa, her tahavvülât, her inayet, her iltifat bir Kadîr-i Zülcelal’in yed-i zabtındadır.

Demek oluyor ki, en ufak bir zerrede, Sâni’i ilân ettiği cihetle, koca bir kâinatın saltanatının küçük nümunesi mevcuddur, denilebilir.

Zekâi

* * *

Aziz ve büyük Üstadım!

İki üç günlük sa’yimin mahsulünden doğan ve inayet-i Hak’la istinsaha muvaffak olduğum Onyedinci Söz’ü tashih için takdim ediyorum.

Ey yüce Üstadım, Onyedinci Söz ki; mefhumu nâmütenahî yükselen hakikatlardır. Yüzlerce teşekkür… Her söz beşeriyetin mübtela olduğu mahfî emrazı gösteriyor ve nurlarıyla teşhis ederek tedavi ediyor. Pekâlâ, pek rânâ anlıyorum ki, benim gibi yaralı, manen zarardîde olmuş bir genç için, muhtaç bulunduğum teselliyetkâr şeyler, hep Risale-i Nur’dandır. Kalbime teselli nurlarını serpen Hâlık-ı A’zam’a binlerce şükür…

Zekâi

* * *

Sözler, yani Risale-i Ahmediye berahinini yazarken, çok defalar kalemimi elimden bırakıp, o asr-ı saadetin anlarının tahassürüyle, hicranıyla yandım. Bu hicrandan kalbim ağlamış, gönlüm coşmuş, ruhum vücudumdan ayrılarak uzaklara gitmiş, bana teselli tuhfeleri getirmiş.

Öyle ya, aziz Üstad! Asr-ı saadette değilsek, müştakıyız. Bu bize kâfi. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bize bıraktığı muazzam bir mu’cizesi bugün elimizde değil mi? O kitab bize, muhtaç ve müştak bulunduğumuz saadeti va’detmiyor mu? Ona hâlisane sarıldığımız zaman, muhtaç bulunduğumuz zevk-i manevîyi bize vermiyor mu?

Evet aziz Üstadım, bugün elimizde tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz hakikî insanlara rehber olan o muazzam kitab, o büyük mu’cize ki, ben maddiyat içinde dünya cereyanında boğulmak üzere iken, beni onun ulvî sesleri ne güzel teselli etmiş ve bana sarsılmaz bir istinadgâh olmuştur. Hakka nâmütenahî şükürler olsun.

Muhterem Üstad! Bana öyle geliyor ki, manevî saadete küşade bulunan ruhum, kıymetdar risaleleri okudukça, yazdıkça gitgide bir zevk-i manevî, bir saadet-i ebedî hazırlıklarıyla coşacak. Coşkunluklarımın hayli devam ettiği oluyor.

Üstadım! İşte o zaman dünya, nazarımda bir hiçten ibaret kalıyor. Ebediyete, sonsuz saadet âlemlerine atılmak istiyorum. İşte o dakikalar bu dünyayı bana verseler, bu tatlı hülyalarımın bir nebzesini bile vermek istemem. Def’olsun gençlik rü’yalarının kâbuslu fırtınaları.

Üstadım, duanıza muhtacım.

Zekâi

* * *

Faziletmeab Üstadım!

Nur sabahı olan Risale-i Nur’dan Birinci, İkinci, Üçüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözleri istinsah ederek bera-yı tashih, taraf-ı âlîlerine takdim ediyorum. Mezkûr Sözler ki, kısa oldukları halde mefhumları büyük. Büyük hisler ve ulvî fikir bahşediyor. O Sözler ki; herbiri ayrı ayrı mecralardan cereyan ederek büyük bir deryaya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte bendeniz, bu çağlayan ırmakların latif ve ulvî seslerinden hayli derece istifade ediyor ve sonlarında, beşeriyetin başta âcizlerinin ibtilâ olduğu emraza şifa verici eczalar istihsal ediyorum. Kendisini acı, yoksulluk içerisinde bunalıyor zanneden ve muhayyilesi inkişaf edememiş kimseleri ikaz etmek emelini taşıdığıma emin olunuz.

Aziz Üstadım! Anlıyorum ki, kaybolmuş ümidlerimin, hayatımın semasında sönen yıldızlarımın ufûlüne teessüf edip, bir fecr-i sabah ararken; bir nur sîma, bir nur sabah karşımda parladılar. Allah sizden razı olsun ki, kıymetli eserleriniz sayesinde hayatın kıymet ve ehemmiyetini anladım. Bu suretle kalbime bir istinadgâh-ı manevî buldum diye müstağrak-ı sürur oluyorum. Hemen Rabbim, üstadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin, âmîn.

Zekâi

* * *

Ey aziz Üstad!

Vakıa, emr-i âlîleri Sözler’in yazılması hususunda acele edilmemesi idi; fakat hiç mümkün mü ki, karşımda billurî sular akıtan ulu pınarın suyundan kana kana içmek için acele etmeyeyim. Malûm-u âlîleri, bendeniz bu hususta vazifelerde çok geç kaldım. Bu cihetleri vuzuh ile görüp idrak ederken, mümkün mü ki, o ulu pınarın billurî sularıyla elimi yüzümü yıkamayayım, kalbimi parlatmak için isti’cal göstermeyeyim. Cenab-ı Hakk’ın azîm bir lütfu ki, temin-i maişetim için çalıştığım zamanlar arasında kıymetdar risaleleri yazmak için vakit bulabiliyorum. Bu fırsatları kaçırmak istemediğim içindir ki, acele ediyorum. İsti’calimin en büyük sebebi; muhtaç bulunduğum tesellikâr nurları, o risalelerde buluyorum. Nasılki içerisinde tevakkuf imkânı olmayan tünellerden, harîs kumpanyalar fazla seyr ü sefer etmekle iftihar ederler. Talebeniz de keza, o cihankıymet risaleleri ne kadar fazla okur yazarsam, o kadar istifadebahş ve müftehir olacağım.

Onaltıncı Mektub’u serâpâ okudum. Her türlü mezahim ve meşakkate karşı gösterdiğiniz sabır ve tevekküle meftun oldum. O Sözler’i okudukça, bütün mevcudiyetim bir ıssızlık içinde parlayacak zannettim. Tehacüm-ü ızdırab için hep güler yüzlü, güzel yüzlü sabırlar temenni ettim.

Yirmiüçüncü Söz, derinden gelen bir sayha gibi insaniyete bağıran ve insanlara insanlıklarını ihtar eden ve en âlî makamlara sahib olmak yollarını gösteren ve karilerini tekâmüle sevkeden ve meşru aşklar doğuran ölmez bir teselli hatırasıdır. Sözü uzatmaya başladım. Yirmiüçüncü Söz’ü lâyıkıyla takdirden âcizim. Çünki o, bir teselli ve saadet mayesidir.

Ahmed Zekâi

* * *

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır)

Sevgili ve muhterem Üstadım Efendim!

Bizi maddî ve manevî tenvir eden, yükselten ve erişilmez feyizlere müstağrak kılan risalelerinize mâlikiyetimden ve lâyık olmadığım halde, bu şerefe nâiliyetimden dolayı, Cenab-ı Hakk’a bînihaye teşekkür etmekte; gerek bu şerefe nâil olmaklığıma vesile olduğunuzdan ve gerekse âtiyen bu hususta üzerimize terettüb eden vazife-i Kur’aniyede muvaffakıyet kazanacağımızı tebşir etmekte olduğunuzdan dolayı, duyduğum pek büyük bir sürurla müftehirim. Üstadım! Hakkınızda, hatırınıza gelmeyen nimetlerin en güzeliyle dünyevî ve uhrevî mes’ud olmanızı her vakit için dua etmekteyim.

Muhterem Üstadım, sizi özlemiştim. Aradaki hâinlerin her hususta engel olmaları, şübhesiz çok müteessir ediyor. Bugünkü hal yüreklerimizi sızlatıyor, fakat elimizden bir şey gelmiyor. Nur deryasının feyizli risaleleri kimin eline geçerse, o zâtı kendine ciddî olarak rabtettiği gibi, müştaklar ve ehil olanlar arasında dolaşıyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Hüsrev

* * *

(Hüsrev’in Sözler’i yazmağa başladığı zaman yazdığı mektubun fıkrasıdır)

Muhterem Efendim Hazretleri!

Bu sefer okumaklığımız için irsal buyurduğunuz iki kitabdan birisini Bekir Ağa’dan aldım. Kitabın birkaç sahifesini okudum. Ve kitabın bir nüshası kendimde kalmak üzere istinsah etmeğe başladım. Kitab münderecatında arada sırada dimağımı alâkadar eden mesailden bahsettiğini ve küçük mektubların pek büyük hakikatleri kucakladığını gördüm ve çok müstefid oldum.

Altıncı Mektub’a kadar yazılan Sözleri bir taraftan yazıyor, diğer taraftan da yazının geççe yazılışından sıkılarak okumaya başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektub’a gelince, şu gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan vâlideme dahi okudum. Okurken vâlidem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da, acaba tayyedilen kısmından da biraz yazılsa idi.

Hüsrev

* * *

Ey Üstad-ı Muazzam!

Atabey’e gelen Ramazan meyvesi olan ve Ramazan-ı Şerifin hikmetlerini bildiren Söz, bizi ikaz ve bilmediğimiz hikmetleri tasrih ediyor. Okuduğum her söz, neşrettiğiniz o ulvî hakikatler için âciz lisanım tavsif ve takdirden âciz kalıyor. Ve görüyor ve anlıyorum ve öyle iman ediyorum ki; bir zaman gelecek, bu Risalât-ül Envâr ve Mektubat-ün Nur, için için ateşlenen, feveran eden bir dağ gibi hararetle nur-feşan bir menba’ kuvvetine tesahub edecek. Ve belki de etmiştir. Bir düğmesine basmakla her tarafı ziyaya müstağrak eden bir elektrik dinamosu gibi, kendinden çok uzak mesafeleri ikaz ve irşad nuruyla ihata edecektir.

Nur’un eski talebesi merhum

Lütfü’nün arkadaşı Zeki

* * *

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır)

Muhterem Efendim, sevgili Üstadım!

Yirmidokuzuncu Mektub’un bir kısmını nasıl bulduğum ferman buyuruluyor. Bu hususta ne yazabilirim, ne gibi bir fikir dermeyan edebilirim? Risalelerin her birisinin nurları bir; fakat mevzuları ayrı, güzellikleri ayrı, latiflikleri ayrı, zevkleri ayrıdır. Bu risalenin nuru diğer risaleler gibi her tarafı parlak, her köşesi güzeldir. Bilhâssa ruhlarımızı sızlatan, kalblerimizi ağlatan bu hâl-i müessife dolayısıyla, sevgili Üstadımdan bir şifa-yı âcil bekliyordum. Bu şifayı Yedinci, Sekizinci, Dokuzuncu Nükteler beklediğim devayı vermiş ise de, binler maslahat ve faideleri içinde yalnız bir maslahat için bile olmadığı halde tebdil edilen şeair-i İslâmiyeden bazıları, bizi çok me’yus ve müteessir ediyor.

Fakat sevgili Üstadım, zaman takarrüb etmiş olmalı ki; bir taraftan mülhidlerin tecavüzleri ziyadeleştikçe, diğer taraftan muhterem Üstadımızın, Kur’an’ın feyzi ile nâil olduğu hakikat deryasından kükreyip gelen gizli hakaiki izhar etmesi bizim sevincimizi artırmaktadır. Madem çiçekleri görmek için baharı beklemek zarureti vardır, biz de ona şiddetle ve sabırsızlıkla intizar etmekteyiz.

Hüsrev

* * *

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır)

Sevgili, muhterem Üstadım, kıymetdar Üstadım!

Bekir Ağa ile gönderdiğiniz mektubdan duyduğum süruru tarif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları, yazı yazmak veyahut risaleleri okumakla teskin edebiliyorum. Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, ah sevgili Üstadım sizden pek büyük istirhamım budur ki: Beni afvediniz. İki-üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum.

Evet, bir şey arıyorum. Heyhat aradığım hem çok yakın, hem çok uzak görünüyor. Bilmiyorum daha ne kadar zaman bu hal içerisinde çırpınacağım. Evet, yine pek çok müteşekkirim. Nasıl teşekkürüm hadsiz olmasın? Henüz bir sene oldu; iki gece birbiri üstüne gördüğüm iki rü’ya-yı sadıkada, temelleri atılmakta olan büyük bir gülyağı fabrikasının kâtibliğine tayin edilmiş ve işe mübaşeret etmiştim. Bu rü’ya tarihinden iki ay sonra risaleleri yazmağa başladım. Ve bilhâssa Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci ve Sekizinci Mes’elelerinde, hizmetimizin makbuliyeti ve rıza-i İlahî dâhilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması, âciz talebenizi de dilşâd etmiş bulunuyor. Sevgili üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun.

Hüsrev

* * *

Ey aziz Üstad!

Bu defa yazmağa muvaffak olduğum üç mevkıftan mürekkeb Otuzikinci Söz’ü bera-yı tashih takdim ediyorum. İşbu kitabın, nazar-ı âcizîde giranbaha bir hazine olduğunu yazmağa bilmem lüzum var mı? Dünyanın ölçülmek imkânı olmadığını söyleyen zât ve fikr-i beşerin nâmahdud bir arazi olduğunu iddia eden adam ne doğru söylemişler. Bu noktada fikrim, gittikçe inkişaf eden efkârımın ve dar muhayyilemin genişlemesinden mütevellid bir fikirdir. Dünyanın ölçülmez bir boşluk olduğunu ve fikr-i beşerin nâmahdud olduğunu izah maksadına müstenid değildir. Demek ki, her risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor. Otuzikinci Söz’ün kalbime ve ruhuma bahşettiği safa-yı sermedî ve cavidanî değil mi ki, bu uzun mektubumla mesruriyetimi izhar için sizi taciz etmeme bâdî oluyor. Hülâsa tatlı bir sermestî içinde hayatımdan memnunum. İnşâallah duanız himmetiyle, böyle meşru bir sermestî içinde hayat-ı ebediyeye vâsıl olacağım inşâallah.

Ahmed Zekâi

* * *

(Hüsrev’in bir fıkrasıdır)

Çok muhterem, sevgili Üstadım!

Yirmidokuzuncu Mektub’un Üçüncü Kısmını okuduk. Mektub münderecatı hepimizi şevke getirmiş, sevinçle her tarafımızı doldurmuştu. Kur’an-ı Hakîm’in bazı âyâtından çıkan kıvılcımlarıyla bir taraftan aklı gözlerine inmiş olan maddiyyunlar ve emsali tabakasına karşı, Mektubat-ün Nur ve Risalat-ün Nur ile meydan okuyarak onların kafalarına hakikat tokmaklarını vurmakta ve diğer taraftan onların kalblerini pek parlak feyizleriyle doldurmaktadır.

Onsekiz bin değil, sevgili Üstadımın buyurdukları gibi yirmisekiz bin âleme bakan o büyük Furkan-ı İlahî’nin, bugünkü asırdan başka gelecek asırlara da bakan vecihlerinin bazı mühim noktalarına işaret edilmesi ve Lafzullah üzerinde vaki’ tevafukatın göze çarpacak ve nazarı celbedecek şekle ifrağ edilmesi ve bazı kelimelerde görünen manidar tevafukatın güzellikleriyle meydana çıkarılması hakkında vaki’ Üstadımın fikirlerine haddim olmayarak yine üstadımdan aldığım kuvvet ve cesaret ile iştirak ediyorum. Ve böyle bir Kur’an-ı Kerim’in yazılması hakkında vaki’ olacak her fedakârlığa hazır olduğumu, utanarak baştan ayağa kadar beni istilâ eden bu sürurun verdiği halet-i ruhiye üzerine arzediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstadıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur’an-ı Kerim’i yazıp takdim etmeyi çok arzu ediyorum. Fakat mes’elenin müsta’celiyetini düşünemiyordum. Ve bir de diğer kardeşlerimin bu şereften mahrumiyetidir ki, bu fikrimin ve bu arzumun kabulünde ısrar edemiyorum.

Evet sevgili Üstadım! İnşâallah zaman takarrüb etmiştir. İnşâallah mev’ud vakte biz de erişmiş bulunuyoruz. Artık sebeb selef-i sâlihînin Kur’an’a haşiye olarak bir şey ilâve edilmemesi hakkındaki kararlarının, zamanlarına aid bulunması ve ülema-i müteahhirînin müsaadeleri de Arabçanın tahsili cihetine gidilmediğinden ileri geldiği kanaatini taşıyarak, Arabçanın okumak ve yazmak istenilmediği bir zamanda bulunuyoruz. Binaenaleyh Kur’an hakkında sevgili Üstadımın düşündüklerine pek büyük bir ihtiyaç olmakla beraber, bu güzel ve pek büyük bir emr-i hayra kapı açan bu işin hemen ikmal edilmesi için her şeye tercih edilmesi rica ve istirhamındayım. (Saatçi Lütfü Efendi kardeşim de bu kanaattadır.)

Sevgili Üstadım! Allah sizden hem ebediyen razı olsun, hem de her bir hayırlı işinizde muvaffak etsin, duasıyla Cenab-ı Hakk’a müteşekkir olduğum halde size olan minnetdarlığımı arzeder ve damenlerinizi öperim, muhterem efendim hazretleri.

Hüsrev

* * *

Ey Üstad!

Kur’an’ın bir ma’kesi olan yazdığın risaleler, senin ne büyük üstad olduğunu kabul ü teslime kâfidir. Sen ki ey aziz Üstad, İslâmiyet üzerine çöken zulmet ve gaflet perdelerini risalelerinle yırttın. O mülevves perdeler altındaki en nurlu hakikatleri meydana çıkardın. Senin sarsılmaz azmin, kahraman metanetin, ârâmsız sa’yin semeresiz kalmadı. Anadolu’nun ortasına öyle bir âb-ı hayat çeşmesi açtın ki {(Haşiye-1): Bu hizmet-i kudsiyedeki sevab ve şerefte benim gibi bîçarenin hissesi, tasavvur ettiğiniz miktardan binde bir düşse yine şükrederim. Ehl-i hüner, elmas kalemleriyle imdadıma yetişen sizin gibi Kur’an’ın hâlis şakirdleridir.} bu çeşmenin muslukları yazdığınız risalelerin, neşrettiğiniz eserlerin hakaikidir. Menba’ ve madeni, bâki olan Kur’an-ı Hakîm’in bahridir. Bir gün olup bu dâr-ı imtihandan saadet âlemlerine göçtüğün zaman, kıymetdar eserlerin seni namınla beraber yaşatacaktır. Ne mutlu, senin açtığın çeşmenin kıymetini takdir ile ona muhafız ve müdafi olan ve îcabında eserlerinin ahkâmını ilân ve telkin uğrunda bin can ile hayatını fedaya müheyya olan, candan sevdiğin talebelerin var. Uhrevîler diyarında olduğunuz zamanlarda dahi sizin ruhunuzu muazzeb edecek hareketlerde bulunmayacaklarına emin olunuz. Bir çok esrar-ı Kur’aniyenin anahtarlarını şimdiden talebenize tevdi’ ettiğinize, onlar canla başla size minnetdar ve müteşekkirdirler. Bugün saçmakta olduğunuz feyizli nurlar, beşeriyetin hakikî insan olanlarını pâyansız sürurlara istiğrak ederek, mükellef oldukları vezaifi bildiriyor. Hizmetiniz inkâr edilmez ve senin fedakârlığın azîmdir, azîmdir.

Aziz Üstad! Hizmetin göklerde gezsin {(Haşiye-2): Bu kardeşimin bu hissine iştirak etmiyorum. Rıza-yı İlahî kâfidir. Eğer o yâr ise, herşey yârdır. Eğer o yâr değilse, bütün dünya alkışlasa beş para değmez. İnsanların takdiri, istihsanı, eğer böyle işde, böyle amel-i uhrevîde illet ise, o ameli ibtal eder. Eğer müreccih ise, o ameldeki ihlası kırar. Eğer müşevvik ise safvetini izale eder. Eğer sırf alâmet-i makbuliyet olarak, istemeyerek Cenab-ı Hak ihsan etse, o amelin ve ilmin insanlarda hüsn-ü tesiri namına kabul etmek güzeldir ki, وَ اجْعَلْ لِى لِسَانَ صِدْقٍ فِى اْلآخِرِينَ buna işarettir. Said} ve siz destanlarda geziniz. Fedakâr Üstad! Diyanetten meded almayan, ehl-i gafletin gafletini ziyadeleştiren edebiyat denilen müdhiş sarhoşluk, ancak ve ancak sizin âsâr ve telkinleriniz sayesinde mündefi’ oluyor. Dinsiz milletler payidar olamayacağı ve hattâ insaniyeti bile öğrenemeden dünyadan gelip geçeceklerini pek makul ve mantıkî delillerle isbat ettin. Eserlerin ruhun gibi ulvî ve ihatalı.

Sevgili Üstadım! Müsterih olmalısınız ki, sizin sa’yiniz beyhude değildir. Lâyemut risalelerin ilelebed kıymetli ellerde gezecek. Bugünkü dinsizlere haddini bildirecek ve belki iman dahi bahşedecek. Zâten sizin talebiniz bu değil mi? Emeliniz, gayeniz, iman dairesinde ikaz ve irşad hedeflerine yetişmek değil mi? Felsefe mezbelelerinde nâlân, sürünen edebsizler elbette hakikî edebi ve edebiyatı sizin eserlerinizde bulacaklarına asla şübhe yoktur ki, böyle olacak.

Siz de artık muhterem Üstad, muhtaç olan koca bir millete tarif ve mikyas kabul etmez bir hizmeti îfa etmiş bulunuyorsunuz. Bu millet, bu toprak, bu vatan hiçbir zaman size olan borçlarını ödeyemezler. Dilerim ki, bu azîm, kudsî hizmetinizin mükâfatını Cenab-ı Hak size pek lâyık bir tarzda ihsan etsin. Dünya ve âhirette sizden ve bizim gibi âciz ve kusurlu hizmetçilerinden razı olsun, âmîn.

Lütfü’nün arkadaşı

* * *

(Hüsrev’in fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım!

Yorucu bir kuvvetle gece ve gündüz beni düşündüren ve fakat hiç de kıymeti olmayan vaziyetten kurtaran mektubunuzu aldığım vakitten beri sürur içinde, Cenab-ı Hakk’a bînihaye teşekkürlerimi takdim ediyor ve beş vakitte, eltaf-ı İlahiyeye mazhariyetinizi dua ediyorum. Bilhâssa sevincimi artıran keyfiyet, Cenab-ı Hakk’ın sırf hizmet-i Kur’an’da istihdam etmesinin iş’ar buyurulmasıdır.

Muhterem Üstadım! Vaziyetimden çok çok memnunum. Artık emr-i âlîleri mûcibince hiç bir şey düşünmüyorum. Düşündüğüm bir şey varsa, o da Risale-i Nur’dan Sözler’i ikmal etmek, bunlardan istinsah ederek arkadaşlarımızın çoğalmasını temin etmek için lâyıkıyla çalışmaktır. Bunun için kendimde gördüğüm âriyet ve emanet bir varlığa değil, belki Cenab-ı Hakk’ın kudret ve lütuflarına istinad ediyorum.

Muhterem Üstadım! Yazdığım Otuzikinci ve Yirmiyedinci Sözleri takdim ediyorum. Yirmiyedinci Mektub’da arkadaşlarımızın ihtisasatlarını okurken bilseniz ne kadar sürur duyuyorum. Yekdiğerine ayrılmamak için kıymetsiz maddî iplerle değil, kıymetli ve manevî iplerle bağlanmış bir aile ve bir cemaat efradının hissedeceği sevinçle mütelezziz oluyorum. Şübhesiz Zât-ı Üstadaneleri başımızda olmakla beraber, büyük olanlarımız ağabey ve beraber olanlarımız da kardeşlerimiz olmuşlardır. Veyahud ben bu cemaatin içerisine dâhil olduğumdan fevkalhad bahtiyarım. Kur’an-ı Mübin’in nurlarının ahz u neşri hususunda, sevgili Üstadımız, şahsiyetiniz vasıta kılınmasından dolayıdır ki, sizi bize veren Cenab-ı Hakk’a minnetdarlığımızı tahdid edemeyiz.

Hüsrev

* * *

(Sabri’nin bir fıkrasıdır)

Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!

Bil’istinsah takdim-i huzur-u fâzılaneleri kılınan Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesi tam zamanında izhar-ı endam etmiştir. Şu mübarek eser Risalat-ün Nur ve Mektubat-ün Nur’un bir nevi tarihçeleri olduğu gibi, diğer cihetten de âsâr-ı pür-envârın senedât ve berahin-i kat’iyyeleri hükmünde görülmekle beraber, üç seneden beri dimağımda mahsus ve mahfuz bir çok ihtisasatı da, bu kerre zahire çıkarmıştır. İşte Kur’an-ı Azîmüşşan’ın derece-i kudsiyet ve ulviyet ve nuraniyeti böyle elmas ve mücevherat-ı maneviyeyi câmi’ bulunduğu, bu mes’ele ve emsali mesailden anlaşılmıştır.

Evet şu hakikati de itiraf etmek lâzım ki, bir mücevherat hazinesi ne kadar zengin ve ne kadar yüksek bir servete mâlik olursa olsun; bâyii, dellâlı, usûl-ü bey’ u şiraya aşina olmazsa, zilyed bulunduğu kıymetdar hazinenin müştemil ve muhtevi bulunduğu emtiayı, lâyıkıyla âleme ilân ve enzar-ı âmmeye vaz’ edemez. Binaenaleyh şu devr-i müşevveşte, hakaik-i Kur’aniyenin hakkıyla bey’ u şirasını yapan dellâl-ı Kur’an’ın değil altı senedir, belki kırk seneden beri ehl-i İslâm’a hitaben:

يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا هَلْ اَدُلُّكُمْ عَلَى تِجَارَةٍ تُنْجِيكُمْ مِنْ عَذَابٍ اَلِيمٍ

ferman-ı Rabbanîsiyle nida etmeleri, bil’umum envâr-ı imaniyeye muhtaç Ümmet-i Muhammed’i medyun-u şükran eylemiş ve eylemektedir.

Sabri

* * *

(Sabri’nin fıkrası)

Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!

Bu kerre Yirmiyedinci Mektub’un İkinci Zeylini, Yirmisekizinci Mektub’un Beşinci, Altıncı Mes’elelerini bil’istinsah asıl maa-suret takdim ediyorum. Bendeleri Yirmiyedinci Mektub’un te’lif ve tesis ve tertibinde, çok mühim bir isabet hissediyorum ki, bu mektubun te’lifindeki gaye, kat’iyyen mektub sahiblerini ilân ve teşhir olmadığı, belki muhtelif-üd derecat zevil’efkâr ve elbabın herbiri, Nurların ancak yüzde birer hâssalarını ve fevaidini görerek, dellâl-ı Kur’an’ın bir dereceye kadar nidalarını taklide çalışmaları, ayrıca bir zevk u letafet ihsas ediyor.

Nur deryasını görmeyen bazı kimseler müştakane soruyorlar ki: Mensub bulunduğunuz Nur eczahanesinde ne gibi mualecat var ve asıl mevzuları nedir? Evvelce bu suale karşı Risalet-ün Nur’u mümkün ise, birer birer göstermeye, değilse aklım erdiği kadar söylemeye mecbur idim. Şimdi ise, Risalet-ün Nur’un yüzde on nisbetinde mevzuunu mümkün mertebe ifadeye hazırım. Ve nîm bir fihristini andırır Yirmiyedinci Mektub’u veriyor ve bildiriyorum. Cüz’î-küllî maksadımı bildirebiliyorum. Nurların ekser aksamı vücuda geldikten sonra Yirmiyedinci Mektub âdeta işaret tabancası gibi endaht edildi. Ve hem de Nur deryasının askerleri beyninde, bir nevi müsabaka vazifesini de gördü. Her müntesib meşher-i Nur’a, az-çok hünerini döktü.

Sabri

* * *

(Sabri’nin fıkrasıdır)

Eyyühe-l Üstad!

Îd-i saîd-i fıtrînizi tebrik ve bilvesile dest ü damen-i kerimanelerini öperim.

Efendim, her an Nurlar ile tegaddi eden ruh-u âcizanem, yine evvelki cuma günü mugaddi bir nura muntazır iken, Yirmidokuzuncu Mektub’un Üçüncü Kısmını ihsan ve irsal buyurulmakla fakir talebeniz müşerref ve müstefid ve minnetdar kalmıştır. Bir saatlik misafir kalan bu eser-i kıymetdar ve manidarı hemen Abdullah götürdü. O rü’ya-misal gördüğüm eserin, bir haftadan beri dimağımdaki kıymetdar nakışlarını ve manidar meallerini, aczim dolayısıyla ifade edebilmeye iktidarım yok.

Şu kadar arzedebileceğim ki; bu bürhanî, senedî, şuhudî velhasıl kâffe-i esbab-ı sübutiyesi aslında münderic ve müştemil bulunan kıymetdar eser, umum Risale-i Nur ve Mektubat-ün Nur’un güneş-misal i’cazları, âlemleri hayrette bırakan kerametleri, dost ve düşmanın itiraf ve takdirini kazanan âsâr-ı sâbıka-i nuraniyenin ne kadar güzellikleri ve meziyetleri varsa, sanki bu kısımda içtima etmiş. Ve yahut şöyle diyebileceğim ki, her ne zaman nurlardan bir risale görsem, bu gibi veyahut daha ziyade bir zevk-i hakikî ve sürur-u nâmütenahî görüyorum. Şu halde bu acib mahsusat ve meşhudat, ancak Nurlara ait ve münhasır bir i’caz, kezalik Nurlara mahsus bir kerametidir demekte, ehl-i imanca kâmil bir kanaat mevcud bulunacağına eminim. Bilhâssa tevafukatı, tefsiratı gösterilerek tahriri musammem ve menvî bulunan Kur’an-ı Azîmüşşan’ı, umum ehl-i iman ve tevhid kemal-i hahişle ve nihayetsiz hürmetle karşılayacakları, bedahette olduğu gibi; birçok kimselerin de, âhir ömürlerinde yeniden okumağa şevk u gayret gösterecekleri, bir ihtimal-i kavîdir. Daha nice emsali nâmesbuk âsârın vücuda getirilmesini, bütün ruhumla diler ve Cenab-ı Mün’im-i Hakikî’den muvaffakıyetler temenni eylerim efendim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Hâfız Sabri

* * *

(Sabri’nin fıkrasıdır)

Üstad-ı Âlîşanım Efendim!

Şu iki geceden iğtinam edebildiğim vakitlerde, Yirmidokuzuncu Mektub’un Birinci Kısmını istinsah ederek, kendi nüshamı Ali Efendi’ye ve aslını Zât-ı Üstadanelerine iade ve takdim ediyorum. Şu bir aydan beri, ruhlarımız ateşe maruz çimen gibi yanık, küskün, solgun bir vaziyette olup; hattâ ekser arkadaşlarla, bu mes’ele hakkında ne hatt-ı hareket takib edeceğimizi mektubla muhabere ve müşavereye başladık. Ve bu tarafta Üstad-ı A’zamımıza en yakın bendeleri olduğum için, şifahen veya tahriren bu babda maruzatta bulunmak emelinde iken; bu dertlere birer iksir, ilâç ve cevab-ı şâfî olan Yirmiyedinci Söz’ü bir kat daha muvazzah ve oldukça şümullü bir cevab-ı âlîyi bizlere ihsan eden ve kısacık cümlesi nâmütenahî hakaik-i maânîyi câmi’ bulunan, bahr-i muhit-i kebir tabirine mâsadak olan her bir cümle-i Kur’aniye şu kısımda bilhâssa Beşinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Nüktelerde asrın kuru kafalı, müflis, felsefeci şeytanlarını gemlemiş, iskât etmiş, daha doğrusu bütün bütün ilzam ve ruhlarımızı da tenvir u tesrir ve teselli etmiştir.

Üstad-ı Muazzezim! Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ne derecelerde zengin bir hazine-i rahmet-i İlahiye bulunduğu vâreste-i arz olup, o hazine-i kudsiyenin muhtevi bulunduğu enva’-ı türlü elmas ve pırlantaları çıkartmak ve bilvesile bizim gibi muhtaç olanlara da verdirmek hususunda, Nurlar Külliyatının ekserisinde tam bir muharriklik vazifesini deruhde eden Üstad-ı Sâni Hulusi Beyefendimi, teşbih ve tabiri caiz ise, saatçilerde bulunan yıldızvari sekiz-on ağızlı saat anahtarlarına benzetiyorum ki; o müteaddid ağızlı anahtar, âlemde mevcud her saatı tahrik eder, işletir. Mumaileyh beyefendim de, aynen o halde olup, emsali görülmemiş ve duyulmamış bir çok mesail-i mühimme-i hakikiyeyi Hazret-i Kur’an ve dellâl-ı Kur’an’dan istiyor.

Şu asırda hazine-i hâssa-i maneviyenin hazinedar-ı bînaziri de, o kıymetdar sâiline en kıymetdar ve ruha tam bir gıdabahş mevaid-i maneviye-i Kur’aniye ile i’zaz u ikram ederken o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde, fakir de gıda-yı ruhanîmi ârâmsız alınca; o mevaidi ihsan edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyun-u şükran kalıyorum. Bu defaki aldığım lütufname-i ekremîlerinde, gücenmesini hazır farzederek mektubla muhabere etmiyorum, buyuruluyor. Bu hususta kalb ve ruhuma “Ne dersiniz?” dedim. “Estağfirullah, sadhezar estağfirullah. Biz ölmüştük, lehülhamd bize taze hayat bahşedildi. Gücenmeye, hiçbir cihetle hakkımız yok. Vazifemiz olan duaya devam ve teşekkür borçluyuz.” cevab-ı hakgûyanesini ruhumdan aldım.

Hâfız Sabri

* * *

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır)

Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!

Bu kerre Yirmidokuzuncu Mektub’un Dört ilâ Dokuzuncu Nüktelerini hâvi mübarek mektubunuzu Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesinin sırr-ı azîm-i inayet beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve mu’ciznüma ramazanın hikmetlerini beyan eden Yirmidokuzuncu Mektub’un İkinci Kısmını ve münevver hâtem-i i’cazı kemal-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i manevî ile defaatle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki, cevab yazamadım. İşte bu mübarek cuma günü, hem nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri, hem kalbî teessüratımı icmalen arz maksadıyla, bu varakpareyi tahrire lütf-u Hak’la başladım.

Evvelen, Yirmidokuzuncu Mektub’un altı nüktesiyle Kur’an’ın hakikî tercümesi kabil olmadığını, imandan zerre kadar nasîbi olana, Yirmibeşinci Söz’deki bürhanlara zeylen isbat ediyor. Ve şeair-i İslâmiyeyi gayet güzel bir üslûb ile tarif ve müdafaa etmekle beraber, ülema-üs sû’ ashabına çok mükemmel ve manevî tokat aşkediyorsunuz. Ve nihayette, mektubdaki hakikatların Kur’an’dan geldiğine aklı takvim için, onun belâgat-ı i’caz ve îcazına imtisalen: لاَ يَسْتَوِى اَصْحَابُ النَّارِ وَاَصْحَابُ الْجَنَّةِ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ âyet-i kerimesini nazara vaz’ediyorsunuz. Bu bîçare duacınız, talebeniz ibraz ve irsal buyurduğunuz Nurların mütalaasında, müsbet ve menfî iki tesir altında ne yapacağını ve ne edeceğini şaşırıyor. Çünki manevî vazifemizi îfa edemiyoruz. Çok az ve dar bir muhite neşredebiliyoruz. Bid’at ve dalalet her gün artmakta, ahkâm-ı İslâmiyeye sünnetlerden başlayarak ve Kur’an hedef tutularak, çok insafsızca hücum edilmekte olan böyle bir zamanda ve tam bu yaralara münasib merhem olacak, bu nurlu ve şifalı eserlerin mahdud eşhas arasında ve yalnız bu zavallıların ümid ve imanlarını takviye edecek vaziyette kalması, teessürü artırmakta ve dergâh-ı İlahiyeye ilticadan başka çare bırakmamaktadır.

Evet, kat’î kanaat hasıl oluyor. Hattâ dikkatle bakılsa görülüyor ki, bu saray-ı âlem inkıraza hatve be-hatve yaklaşmakta. Her saat çatısından bir tuğla, duvarından bir kerpiç, sıvasından bir parça kopmakta, hattâ lâmbasının ışığı azalmaktadır. Eksilmez, yıpranmaz, yıkılmaz, değişmez zannolunan bu kervansaray elbette eskiyecek, yıpranacak, yıkılacak ve değişecektir.

İşte beşere bilhâssa müslümanlara ârız olan ve alettevali artmakta olan za’flar, bu neticeyi ta’cil ediyor, mütalaasındayım. Fakat irşad buyurulduğu üzere madem ki, netice ile değil, hizmetle mükellefiz. O halde ümidimizi kesmeyerek, sabr u sükûn ile dua ve niyaz ile dergâh-ı İlahiyeden yalvarmalıyız. Muhit ilim ve zevalsiz ve nihayetsiz kudret sahibi olan Hâlıkımız iyi yapar, iyilikler halk buyurur inşâallah, demeliyiz.

Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesinin Hâtimesi, gaybî işarat hakkında ihtimalen dahi olsa, her türlü evhamı izale etmek maksadıyla yazılmıştır. Sıddıkınız, elhamdülillah mübarek eserlerde delalet ettikleri manalarda, işaret ettikleri hakaikta, bütün mevcudiyetiyle kabul ü tasdik ve kudsî meânisini dercan etmekten başka bir his aslâ taşımamıştır. Nasılki aziz Üstadımız bu Kur’anî cevherleri kendisine göstermekle iktifa etmiyor ve muhtaçlara da bakınız, görünüz, istifade ediniz; siz de muhtaçlara, müştaklara, mütehayyirlere göstermeye vasıta olunuz buyuruyorlar. Bu fakir talebeniz bu emre (alerre’s-i vel’ayn, sem’an ve taaten) demiş. Ve alâ kadr-il imkân ve mütevekkilen alellah, bu emel uğrunda hizmette bulunmayı minnetdarane arzu etmekte bulunmuştur. Binaenaleyh gaybî tevafuk hakkındaki bu müdellel ve mukni’ beyanat da yerindedir, fazla değildir. Bu da herhalde lâzımdır. Buna mutlak ihtiyaç vardır veya olacaktır. Gösterilen misalden de anlaşılıyor. Özene bezene yazılmış, senelerle emek sarfıyla cem’edilmiş, toparlanmış, tefsir kavaidine siyak u sibak-ı kelâm gözetilerek, muhtemelen bazı yerlerinde kesret-i istimal sebebiyle, hâh nâ-hâh nazar-ı dikkate çarpan tevafuk ve müvazenete de an-kasdin ihtimam edilerek, emniyetle vücuda getirilmiş olan bir tefsir ile, doğrudan doğruya hazain-i mukaddese-i Kur’aniyeden bu asır insanlarına, müslümanlarına göre nebean, feveran ve lemaan eden nurlu âsârdaki gaybî muvafakat, müvazenet kıyas edilebilir mi? Aslâ…

Hâtimedeki Ahmed Galib Bey’in fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur’an’a ve mahzen-i esrar-ı İlahiyenin bir nevi nurlu reşehatı ve lemaatı olan Sözler’e nisbeti, güzelliğini artırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok artırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksiri de muvaffak-un bilhayr buyursun, âmîn!

Yirmidokuzuncu Mektub’un İkinci Kısmı, Kur’an’ın has dûrbîniyle bakılmak suretiyle, Ramazanın hikmetlerinden dokuzu mükemmelen ve emsalsiz tarzda beyan buyurulmuştur. Allah sevgili Üstadımızdan razı olsun. Bu sene burada Ramazan-ı Şerif’e riayet, evvelki senelerden zahiren ziyade idi. Gönül arzu ederdi, keşki bu âlî eser, bu Ramazandan evvel elimize geçmiş olaydı. Seyyid-ür Rusül, Nur-ul Vücud Efendimiz Hazretleri Sallallahü Aleyhi ve Sellem (Eddin-ün nasihatü) buyurdukları malûm-u fâzılaneleridir. İşte bu sebeble azlığından müteessir olduğum buradaki cemaatimize, tam vaktinde okumak suretiyle, bu emr-i celil-i Nebevîyi de yerine getirmiş olurduk. Fakat bu şereften mahrumiyetimiz, maddî uzaklığından ileri gelmiştir. Çünki Kur’an’ın madem ki, ilk nüzulü şehr-i Ramazanda olmuştur. Bu asırda ve şu zamanda da, o mübarek âyetin hikmetleri hakkında eser yazılmasının bu ayda olması enseb ve a’lâdır. Cenab-ı Hak emsal-i kesîresiyle, hayırlısıyla cümlemizi müşerref buyursun, âmîn!

Hâtem-i İ’caz, hizmet-i Kur’an’daki kıymetdar kardeşlerimi tanıttırdı. Ve şu güzel nurlu beyti hatırlattı:

Âyinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim,

Mir’at-ı Muhammed’den, Allah görünür daim.

{(Haşiye): Latif bir tevafuktur ki, birinci Hulusi ile ikinci Hulusi ünvanını alan Sabri Efendi, buradaki birbirinden çok uzak oldukları halde, aynı fıkrayı mektublarında bana karşı yazıyorlar.}

Ve şu fıkrayı söylettirdi:

Âyinedir bu hâtem, herkes sıdk ile hâdim,

Mir’at-ı Üstaddan, Kur’an’dır görünen daim.

Allah-u Zülcelal cümlesinden razı olsun. Bu mübarek mir’atın boş köşesine, bu beyit ile imzamın konulmasını tasvib-i ârifanelerine arzederim.

Hulusi

* * *

(Binbaşı Âsım Bey’in Risalet-ün Nur Sözleri hakkında temsil ettiği bir fıkradır)

Münezzehtir şuunattan, hep ilham-ı İlahîdir,

Okurken nur alır vicdan, sütûr-u bîtenahîdir,

Riyadan, kibirden, her meâsîden münezzehtir,

Kelâm-ı Lâyezalî’den gelen, bir nur-u müferrihtir.

Nasıl bir vecd içinde anladım bilsen, bu âsârı,

Bu, âyetler gibi nuranî ve lahutî bu efkârı,

Meâsir mi eser mi müncelî yoksa müesser mi?

İlahî bir “sürâ”dan berk uran, hayretfeza sır mı?

Anılmaz, anlatılmaz, sırr-ı vahdetten haberlerdir.

Sen ey gafil beşer bil nefsini, gör ki, ne şeylerdir.

Bütün kevn vâlih ü hayran düşündükçe ser-encamın

Kerim hayretle, hürmetle anar namın, büyük namın.

Âsım

* * *

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır)

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ رِسَالَةِ النُّورِ وَ مَكتُوبَاتِ النُّورِ اَلْفَ اَمْثَالِهَا

Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!

Geçen hafta Yirmisekizinci Mektub’un Beşinci ve Altıncı Mes’eleleri isimlerini alan biri şükre, diğeri harem-i şerif sualine cevab olan iki eser-i âl-ül âlînizi, kemal-i şevkle aldım. Zevk ile mütalaa ettim. Çok susamıştım. Şükre dair çok derin manalı, şeker gibi tatlı, şeker şerbetinizi besmeleyle içmeye başladım. Bu âciz talebenize nimetlerinin hadd ü pâyanı olmayan ol Hâlık-ı Kerim, ol Mün’im-i Hakîm, ol Rezzak-ı Rahîm celle celalühü hazretlerinin Nurlar namı altındaki in’am ve ihsanına karşı (Elhamdülillah, Allahü Ekber) dedim. Ve manevî susuzluğumu, elim ermez, gücüm yetmez, nazarım erişmez, hülâsa acz-i tâmm içinde, fakat rahmetinden ümid kesmediğim bir halde iken, ol Rahmanü’r-Rahîm hazretlerinin muazzez üstadım vasıtasıyla teskin ettiğine, yüzbinler hamd ü şükr eyledim ve edeceğim.

Mübarek sözlerinizde öyle kudsî feyizler var ki, sanki talebenizin (alâka ile mütalaa eden veya istima’ eyleyenleri) elinden tutuyor; bak bu, bu manaya delalet eder, şu şunun içindir, bundaki maksad ve gaye ve hikmetler şunlardır, gel daha yukarı gidelim, daha ilerleyelim diye menba’dan menba’a, etekten tepeye, izden yola, hakikattan marifete götürüyor, çıkarıyor. Ziyaret ettiriyor. İstifade ve istifaza ettiriyorsunuz. Bu defa bu seyr ile şükür nehrinin menba’ına şükür dağının tepesine, şükür çığırının şehrahına, şükr-ü mutlaktaki hakikatla marifete götürüyor ve mebde’de olduğu gibi, müntehada “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz; acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz” buyuruyorsunuz. Biz de “Fehimtü ve sadakte” diyerek mukabele ediyoruz. Dua ve salavat ile bu kudsî seyahata nihayet veriyorsunuz.

İbraz buyurduğunuz pek âlî şefkatten yüz bulan muhtaç ve âciz talebeniz, üstadının nazarını başka tarafa çevirecek bir suale cür’et eylediği için, “Gel haydi, Harem-i Şerif’e girelim. Oranın bugünkü halini ve esbabını biraz anlatayım” demek nev’inden olan Yirmisekizinci Mektub’un Altıncı Mes’elesini de okudum. Çok istifade ettim. Allah sizden razı olsun.

Hulusi

* * *

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır)

Bu defa lütf u inayet buyurulan, Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesini hürmetle aldım. Ta’zimle ve defaatle mütalaa ettim. Ayrıca bir defa yeni talebeniz Hâfız Ömer Efendi’ye ve bir defa pederim ve eski hocalarımdan İbrahim Efendi ve bir dostumuza ve bir defa da Fethi Bey’e okudum. İnşâallah yine okur ve okuttururum. Bu mübarek mektubunuzla başta şu bîçare olduğu halde, dinleyenlerin ahval-i ahîre dolayısıyla kalblerinde hasıl olan manevî yaraya çok mükemmel ve münasib bir merhem vurdunuz. لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ nass-ı celilini hatırlatarak, Allah’ın lütfuna ve Habib-i Ekreminin (A.S.M.) ruhaniyetine, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın مِنْ اَوَّلِ النُّزُولِ اِلَى قِيَامِ السَّاعَةِ devam ettiğine şübhe kalmayan i’cazına dehalet ve hakikî sabırla bu acılara mukabele ederseniz, inşâallah yakın ve nurlu istikbale mazhar olursunuz, gibi hakikaten pek azîm bir müjde vermiş oldunuz. Bîçaregân-ı ümmete, izn-i İlahî ile beyan buyurduğunuz i’caz-ı Kur’an hürmetine, Allah-u Zülcelal muhterem üstadımızdan ebeden razı olsun. Ve Hazret-i Kur’an hesabına intizar buyurduğunuz ümidlerinizi, an-karib mübeddel-i hakikat ve mü’minlere de selâmet-i iman tevfik buyursun, âmîn.

Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesini almazdan evvel, mübarek Sözler’le alâkadar olmayan zevata, defaatle üstadım altı-yedi seneden beri şöyle buyurmaktadır: “Kur’an’ın surları yıkılmıştır. Bütün hücumlar Kur’an’adır. İmanı kurtarmak zamanıdır.” İşte yavaş yavaş bu beyanatın sıhhati, her gözü ve aklı olan mü’min tarafından tasdik edilecek hâdisat zuhur etmektedir, diyordum. Bu mektub, bu bîçare talebenizin Üstadının emirlerini tebliğde sadık olduğunu isbat etmekle beraber, evvelce de arzettiğim vecihle, mektubları almazdan evvel hatırıma gelen, hattâ lisanıma kadar geçen, çok mes’eleler nev’inden olduğuna şübhem olmadığı için, bunu da i’caz-ı Kur’andan addediyorum. Tevafukatta bendenizdeki nüshada da, ekseriyetle müvazenet vardır. Evet hangi cihetten bakılsa, inayet-i İlahiye ayân-beyan görünür.

Muhterem Üstadım, rahmet-i İlahiye ile bir hakikatı daha yakînen anladım. O da şudur ki: İlk şeref-i mülâki olduğum zamanda verdiğiniz ders, bütün risale ve mektublarda vücudunu hissettirmektedir. Fark yalnız o dersteki mücmel hakaikın diğer derslere tafsil, tavzih ve izharından ibarettir. Demek ki, imanı ve Kur’an’ı esas ittihaz etmekle, daimî bir feyz menbaı, sermedî bir nur kaynağı, fenasız kudsî bir hazine, İlahî bir kale kurulmuş oluyor.

Evet mademki kâinatın halkına sebeb olan Nebiyy-i Efham (Sallallahü Aleyhi Vesellem) efendimiz hazretleri, vazife-i risaletlerini mükemmelen îfa ettikten sonra, emr-i İlahî ile vücuduna bâis oldukları âlem-i bekaya teşrif ettiler. Şu misafirhane kapanıncaya kadar gelip geçecek, dolup boşanacak, çürüyüp tazelenecek sükkânına, bilhâssa cinn ü inse en âlî bir hediye, en mükemmel bir rehber, en mukaddes bir mürşid olarak, Kur’an-ı Hakîm’i bırakmışlardır. Nitekim müteakib asırların yetiştirdiği bir çok zevat-ı âliye, bütün müşkillerini Kur’an ile halletmişler. Aradıklarını Kur’anda bulmuşlar… ilh.

İşte bu bid’at ve zulümat asrında da, yine o Kur’an-ı Hakîm ve Kerim, lâyemut i’cazını Sözler ve Mektublarla izhar etmiş ve bu hakikaten azîm işde rahmet-i İlahiyeye, muazzez ve muhterem üstadımız elyak ve elhak memur ve vasıta olmuştur. Bu hakikata daha birinci derste, lütf-u İlahî ile iman ettim. Diğer nurlu dersler kuvvet-i imana vesile olmuş ve olmakta bulunmuştur. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Aziz ve muhterem Üstadım! Bu dünya mü’mine zindandır derler. İşte neşrine, izharına, beyanına vasıta olduğunuz Nurlar, bize bu karanlık dünyamızı aydınlattı. Hilkattaki hakikatı talim etti. Bâki, daimî ve sermedî, saadetli hayatı tedris etti. Şahsen bu Nurlar olmasaydı, halim ne olacaktı? Ya Nurlara erişmeseydim, ne yapacaktım? Ya bu Nurların neşrine عَلَى قَدْرِ الطَّاقَةِ وَاْلاِمْكَانِ lütf-u İlahî ile çalıştırılmasaydım, bütün kazancım masiyet ve kara yüzle, perişan hal ile, nasıl dergâh-ı İlahiyeye çıkacaktım? Elhamdülillah sümme ve sümme elhamdülillah, niyet-i hâlise ve cüz’-i lâ-yetecezza kabîlinden olan Kur’anî hizmet sebebiyle, bu abd-i pür-taksir de inşâallah duanızla rahmet-i İlahiyeye nâil olur ümidindeyim.

Hulusi

* * *

(Sabri’nin bir fıkrasıdır)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Efendim, hiç şekk ve şübhem kalmadı ki; nur nurdan seçilemediği gibi, nur deryasının nuranî talebeleri de, nerede olursa olsun hepsi bir gayede, umumu bir zihniyette, yekdiğerlerine rekabetleri yok, daima birbirinin evsaf-ı mümtazesiyle müftehir ve mübahi, samimiyet ve vefa hususunda, rüfekasını şahsına tercih eder, bir emelde bulunmaları yegâne emel ve gayeleri olan tevhidin bir alâmet-i mümtaze ve farikası olan ittihad ve tesanüd-ü hakikiye ve meşruayı kalen ve fiilen ve halen göstermeleriyle sabittir ki, bu hal bir alâmet-i muvaffakıyettir.

Talebeniz H. S.

* * *

(Re’fet Bey’in bir fıkrasıdır)

Aziz ve muhterem Üstadım Efendim!

Son neşrettiğiniz Söz, fakirde çok derin tesir ve intibalar bıraktı. Onun saikının ne olduğunu anlayamadım. Zât-ı âlînizi o Söz’de çok hiddetli buldum. Gayet ateşîn bir kalem, bütün elemlerinizi dökmüştü. İhtiva ettiği hakaika mest ü hayran olduğum halde, saatlerce okudum. Artık Sözlerinizin hiçbirini diğerine tercih edemiyorum. Zira birine mühim derken, diğeri daha mühim ve bir diğeri ehemm olarak kendini gösteriyor. Binaenaleyh envâr-ı Kur’aniyeyi gökteki yıldızlara benzetiyorum. Filhakika yıldızlar parlaklık itibariyle birbirinden farklı ise de, hepsi yıldızdır. Ve aynı menba’dan ahz-ı envâr etmede olduklarından, keyfiyetçe yekdiğerinden farkı yok gibidir. Sözleriniz aynen böyledir. Her birini yüz defa okusam, yüzbirinci defa hiç okumamış gibi, büyük bir zevk-i manevî ile okumam dahi yüksekliğine şahiddir. Bu babda ne kadar yazsam Sözler hakkında hiçbir şey yazmış olamayacağımı düşünerek, sözüme nihayet veriyorum.

Re’fet

* * *

(Şu fıkra Mes’ud Efendinindir)

Ey benim muhterem Üstadım!

Hadd-i büluğumdan bu âna kadar, laîn şeytanın zırhından mamul bir sanduka derununda kilitlemiş olduğu akl-ı uhrevî ve imanımı tazyik altına almıştı. Duanız sayesinde ve bana karşı göstermiş olduğunuz hüsn-ü niyet ve nasihatlerin semeresi olarak, ancak yedi senede, Üstadımın dua yumruğuyla laîn şeytanın zırh sandukası kırılarak, imanımı tekrar teslim ettin. Ve teslim aldığımı şununla isbat ederim ki: Duaya kabul buyurduğunuz tarihte, yani Ramazan-ı Şerifin üçüncü günü bera-yı ziyaret nezdinizde idim. Müfarakatımdan sonra, Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği ve sevgili Üstadıma arzeylediğim rü’ya ile, âcizane tefsirimde, gündoğudan günindiye doğru olan çayı yani gündoğudaki duayı almamış olsa idim, önümde elinde sepet ile giden adam gibi gayya kuyusuna gidecektim. Ben de o kapının önünde durduğum halde, o müessir almış olduğum dua sayesinde, o korkunç kapıdan çağırılmayarak, avdetimde geniş bir caddeden halkın omuz omuza geçtiği ve bizim mestur bir mevkide seyreylediğimiz o meşakk u mezahime iştirak ettirilmediğimiz, ancak Üstad-ı Muhteremimin Cenab-ı Hak nezdinde duasının kabulüdür ve Sözler’in mukavemetsûz tesirleridir.

Ben de buna mukabil, Üstadımın hâdim olduğu çığırı takib ile hizmet etmek emelinde isem de, yalnız ettiğim hizmet kâfi değildir. O da ancak âhiret menfaatimiz içindir. Yalnız Cenab-ı Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerinden beş vakitte dua ediyorum: “Ya Rabbi, Ya Rabbi! Yirmiyedi seneden beri, şeytan aleyhi-l la’nenin zırhlı çelik sandukaya kilitlemiş olduğu imanımı, balyozuyla kırarak tahlis eden Üstad-ı Ekremime, yani Kur’an-ı Hakîm’in lemaatı olan Risale-i Nur’un neşrine bir hizmet olarak, bana menamda göstermiş olduğun yevm-i mahşerde gayya kuyusu kapısının ağzından çevirmeğe muvaffak olan müfessir-i Kur’an’ı ve son musannif bulunan Said-ün Nursî Hazretlerinin yevm-i mahşerde sancaktarı kıl, Ya Rabbi ya Erhamerrâhimîn, velhamdülillahi Rabb-il Âlemîn” olan Cenab-ı Mevlâ’dan evkat-ı hamsede vird-i zebanımdır. Ve siz Üstadımın kabul buyurmasını istirham ile el ve ayaklarınızdan öperim, Efendim Hazretleri.

Mehmed Mes’ud

* * *

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Kıymetdar Üstadım!

Tarih-i mektubdan iki gün evvel idi. Yirmiyedinci Mektub’un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulusi ve Re’fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur’a karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektubla teşrif etti. Bekir Ağa, mu’tadının hilafı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba’de-t takbil beraber açtık. Bir varakpare-i fâzılaneleriyle, Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmının sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi. Yirmiyedinci Mektub’un Üçüncü Zeylinden hasıl olan sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa’nın Üstadına ve Nurlara karşı kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz tevafukatın gayesinin mebde’ini gösteren Sekizinci Remiz’deki, sevgili Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika, tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir halet-i azîme tevlid etmişti ki, işte o dakikam saadet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi. Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde, “var ol, mes’ud ol, bahtiyar ol Üstadım” nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu. İlk defa Bekir Ağa ile, bir defa Rüşdü Efendi kardeşimle, bir defa da Re’fet Bey kardeşimle okudum.

Evet sevgili Üstadım, senelerden beri Kur’an-ı Azîm-ül Bürhan’ın bahr-i ummanında medfun defineleri, Risalet-ün Nur ve Mektubat-ün Nur ile meydana çıkarmıştınız. İşte azîm bir define daha lütf-u İlahî ile Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi’nde en parlak ve gözler kamaştıran nurlarıyla tezahür ediyor, kendini gösteriyor. Beşerin nazarını ister istemez kendine çeviriyor.

Bin üçyüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cinn ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Furkan-ı İlahî’nin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciznüma bir sadâ ve latif bir âvâz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor.

O kıymetdar Kur’an’ın bugün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve azamet-i kibriyasıyla idare eden ve azamet-i celali karşısında her şeyi kendine secde ettiren bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un kelâmı olduğunu, üzerindeki hadsiz damgalarıyla gösteren risalelerinizin kıymeti ne büyüktür. O risalelere nasıl kıymet verilir, nasıl başkasıyla müvazene edilir, nasıl bir başkasının tefevvuku tahattur edilir?

Beşerin zulmetli sîmasına nurlar saçan ve tevhid haricindeki her türlü akideleri zîr ü zeber eden ve şakirdlerine gülümseyerek tatlı bir yüzle bakan ve hoş ve pek şirin bir lisan ile söyleyen o risaleler ve o risalelerin sahibi ve naşiri olan sevgili Üstadım, siz talebelerinizin kalblerinde risalelerinizle yaşıyorsunuz. Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki, küçük bir işaretinize müheyya talebelerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevali eden ve tükenmek bilmeyen İlahî bir muhabbetle yaşıyorsunuz. Hayat-ı fâniyeye veda etseniz bile, büyük büyük cemaatlerin arasında hürmetle yâdedileceğinize {(Haşiye): Ben kardeşim Hüsrev’in bu makamdaki hissiyatına iştirak edemiyorum. İnsanların nazarında mevki kazanmak ve dillerinde yâd edilmek, hakikatbîn olanlarca bir şeref değildir. Eğer rıza-yı İlahî varsa, o rızanın cilvesi olarak insanlarda teveccüh görünse; bir derece emare-i rıza olmak noktasında makbul olabilir. Yoksa arzu edilmemeli. Madem Hüsrev hakikatbîndir, elbette benim şahsıma havale ettiği şerefi, risaleleri niyet ediyor. Zâten o şerefte umum talebeler hissedardırlar, tek birisine verilmez.} ve namınızın dünya ve ukbada ihtiramla taşınacağına ve risalelerinizin pek büyük hâhişle revaçta olacağına kaviyyen ümidvarım.

Evet nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlarda bile hakkı söylemekte susmayan ve pek âlî ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur’an-ı Kerim’in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım! Sizin din-i mübin-i İslâm’a olan merbutiyetinize ve o büyük muhabbetinize ve o yüksek sa’yinize mükâfat olarak defter-i hasenatınıza Cenab-ı Vâcib-ül Vücud Hazretleri lâ-yüad ve lâ-yuhsa ecrleri yazmasını rahmet-i İlahiyeden niyaz ederim.

Nasıl bugünkü beşeriyet size ve Risalet-ün Nur’a medyun olmasın ki; semamızda dolaşan güneşin saçtığı ve her an ufûlüyle bir başka âlemi gösteren nurları gibi değil, Kur’an’ın arş-ı a’zamından gelen nurlarla ölmez, tükenmez, sermedî bir nuru, risalelerinizde gösteriyorsunuz.

İşte o risaleler ki, herbiri başlı başına menba’ları ve mecraları ayrı fakat bir bahr-i muhit-i ummana dökülen nehirler gibidir. Sonsuz olan bu nehirlerin, hangisine varsa nasıl doyuncaya kadar su içmez? El ve yüzlerini temizlemek isteyenler, nasıl oluyor da bu enhardan istifade etmez? Veyahut arazilerini iska için cedveller yaparak hangi tarafa götürülse, azîm cemaatler nasıl tefeyyüz etmez?

Bu enharda öyle azîm şifalar var ki, hastalar içse, her türlü devayı içinde bulurlar. Yaralılar içse, bin türlü yaralarına merhem bulurlar. İhtiyarlar içse, hayat-ı ebediyenin civanmerd gençlerinden olurlar. Tazeler içse, saadet-i dâreyni bir anda elde ederler.

Risaleleri okuyanlar, sevgili Üstadım sizin ne büyük ve âlî bir kalbe mâlik bulunduğunuzu teslim için, bilmem tefekküre ihtiyaç var mı?

Bunca zamandan beri “Kur’an-ı Azîmüşşan’ın dellâlıyım ve bu kudsî vazifemi hiçbir şeye değişmem” diye vaki’ olan ilânatınıza, bir kat daha kuvvet veren, bu kerreki neşir buyurduğunuz Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifelik olan Sekizinci Remzi ne güzel gösteriyor ve bu gösterilen hakikatlara meftun olmamak mümkün mü?

Ah sevgili Üstadım, lisan ve kalemim müsaid olsa, her bir risale için lâyık oldukları şekilde medhiyeler yapıp takdim etsem. Heyhat, her şeyde olduğu gibi, bu hususta da ben fakirim.

Evet sevgili Üstadım! Sevincimizi artıran bir mes’ele daha var. O da “Kenz-ül Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur’aniye” namı altında neşredilen iki sahifelik huruf-u hecaiye-i Kur’aniyenin bu kısma ilâvesi ve bu kısmın da, yazmakta olduğumuz tevafuklu ve haşiyeli Kur’an-ı Kerim’in baş tarafına, umumun istifade ve istifazalarının kolaylıkla teminine binaen dercedilmesi hakkındaki tensib-i fâzılaneleridir. Bu tensib bizce de pek çok musîb görülmekle, fakir talebenizin nazarını maziden hale, halden de istikbale çeviriyor. Ve istikbaldeki parlayan nurları göstermekle, nihayetsiz sürurlara müstağrak kılıyorsunuz.

Ahmed Hüsrev

* * *

(Re’fet’in fıkrasıdır)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Muhterem ve çok kıymetli Üstadım Efendim!

Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmı’nın Remzini dikkatle okudum. İhtiva ettiği hârikanüma rumuzat ve o rumuzatın ifade ettiği yüksek hakaik, fakire azîm istifadeler temin etti. Ve beni derin derin tefekküre ve teemmüle sevk eyledi. Çocukluğumdan beri hakaik-i diniyeye çok merak eder ve her fırsattan istifade ederek tedkikat ve tetebbuatta bulunurdum. Ne yazık ki, emelime muvaffak olamazdım. Bu sebebden yeis ve nevmîdiye düçar olurdum. Nâmütenahî şükürler olsun ol Hallak-ı Azîm’e ki, zât-ı âliye-i fâzılaneleri gibi, her asırda emsaline ender tesadüf olunan bir dâhî-i a’zama bizleri mülâki kıldı da, otuz seneden beri ruhumun çok büyük iştiyak ve tahassürle beklediği bir üstad-ı muhtereme nâil eyledi.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ثُمَّ اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Madem şimdiye kadar böyle hakikatler hiç bir eserde görünmemiş ve işitilmemiştir; yazılması çok muvafıktır ki, okuyan her ehl-i imanın, Kur’an-ı Hakîm’in hazain-i nâmütenahiyesinden bir kısım cevahiri elde etmek suretiyle, hem ağniya-i maneviye adedine dâhil olsun ve hem de künuz-u mahfiyeye ıttıla’ kesbetmek gibi, ruh-u beşerin en büyük ihtiyacatını tatmin etmiş bulunsun. Hülâsa, tevafukat ve rumuzat-ı Kur’aniye, tebşirat-ı azîmeyi ihtiva etmesi itibariyle, kemal-i hassasiyetle takib ve tedkik olunmaktadır. Bundan dolayı nihayetsiz hürmet ve ta’zimatımı arzeder ve mübarek ellerinizden öperek, Cenab-ı Hakk’ın bize inkişaf-ı kalbî ihsan buyurması hususundaki dua-yı hayriyelerini istirham eylerim, sevgili Üstadım Efendim.

Re’fet

* * *

(Rüşdü’nün fıkrasıdır)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Pek kıymetdar ve pek muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

Nurlarıyla kara kalbimi nurlandırmış olduğunuz Mektubatınızdan, i’caz-ı Kur’anîden İhlas-ı Şerif, Muavvizeteyn, Fatiha-i Şerif surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösterir Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Remzini din kardeşlerimle birlikte okuduk. Çok şükür, bin şükür elhamdülillah. Cenab-ı Vâcib-ül Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin kelâmı olan Kur’an-ı Azîm-i Hakîm’in sırlarına hayret ve bütün kalbimle ve lisanımla “Allahümme nevvir kulûbena bi-nur-il imani ve-l Kur’an” dedim.

Üstadım, yeni tevafukatlı Kur’an-ı Azîmüşşan’ın baş tarafına, bu Remzin ilâvesi hak ve hakikatı ilân maksadına muvafık olsa da, okudukça doymak ve usanmak bilinmeyen ve her okudukça dünya lezzetinden bin kat fazla lezzet veren ve kararmış kalbleri nurlandıran ve bize bizim lisanımızla hallerimizi teşrih ve tarîk-ı hakkı gösteren risale-i pürnurlarınızda da beraber ayrıca bulunması ve Kur’an-ı Hakîm’in başına mümkün olursa hem Arabçasının ve hem de Türkçesinin konulması muvafık olacağı zannındayım, Efendim Hazretleri.

Rüşdü

* * *

(Saatçi Lütfü Efendi’nin fıkrasıdır)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

İ’caz-ı Kur’aniyeden İhlas-ı Şerifle Muavvizeteyn ve Fatiha-i Şerife surelerinin tevafukat-ı hurufiye sırlarını gösteren, Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Remzini aldım ve okudum. Neşir buyurulan işbu risaledeki tevafukat, şimdiye kadar emsali nâmesbuk bir sırrı meydana koymuş. Bu hususa dair mütalaada bulunmak, kuvve-i kalemiyemin ve havsala-i mevcudemin kat kat fevkinde bulunmakla beraber, afv-ı Üstadanelerine mağruren şu kadar diyebilirim ki: Neşir buyurulan risaledeki izahat, herhangi bir bedbîn ve kör olan bir gafili uyandırmağa ve hattâ bütün mevcudiyetiyle kararmış kalbleri tenvire ve irşada pek büyük delil bulunduğundan, muhterem Üstadımızın tasavvurî kararı vechile, her ferdin Kur’an-ı Azîm-ül Bürhan’daki mu’cizatı görmesi için Kur’an’ın baş tarafına derci hususu pek muvafık görüldüğünü arzeylerim, Efendim Hazretleri.

Saatçi Lütfü

* * *

(Âsım Bey’in fıkrasıdır)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Üstadımı bu fakire lütf u kereminden ihsan buyuran Kadîr-i Mutlak, ezel ve ebed sultanı Cenab-ı Hayy-ı Lâyemut Hazretlerine, her dakikada yüzbinlerce hamd ü şükr etsem -ki ediyorum- yine yüzbinde bir borcumu bile îfa edemem. لَهُ الْحَمْدُ وَ الْمِنَّةُ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى Pür-taksir olan bu fakir, bilâfasıla otuzdört sene olan hayat-ı askeriyemde, mukteza-yı beşeriyet, az ve çok masiyet fırtına ve dalgalarına tutulmuş, vazife-i diniye-i uhreviye ve ubudiyet ciheti pek çok noksan kalmış ve hâb-ı gaflet perdesine bürünmekle imrar-ı hayat etmiş olduğumu şimdi anlıyorum ve kusurlu geçmiş zamanlarıma pişman ve nâdim olup, evvelki güldüklerime şimdi ağlıyorum. Bu da, siz Üstadıma ve risalelerinize kavuşmakla hasıl olmuştur ki, yüzbinlerce şükür Cenab-ı Hak sizi bu fakire ihsan buyurdu.

Dört sene evvel Burdur’a geldiğimde, kardeşimiz Şeyh Mehmed Efendi’nin delalet ve tavassutu ile muhabereye başlamış ve binnetice hikmetresan ve nurfeşan ve müşkilküşa ve kâinatın muamma-yı tılsımını açan anahtarları bu fakirin eline veren yine o risalelerdir. İşte o bahâ takdir edilemeyen o anahtarlar, öyle mücevherat ve pırlanta elmaslar ki, ne diyeyim iktidarsızlığımdan lisanım ve kalemim kalbimin tercümanı olamıyor, âciz kalıyor.

Şeriat, hakikat ve marifet hazine ve definelerini küşad edecek ve eden, ancak ve ancak bu Nur risale-i şerifeleridir. Bu Nur risalelerinin her birisi birbirinden nurlu, hele İ’caz-ı Kur’an “nur-un alâ nur.” Nasıl tavsif edeyim, bir gülistan-ı ferahfezada gayet nâdide ve hoş-bû ezhar-ı latife gûna-gûn bulunup da, hangisini koparmağa, koklamağa, tercih etmeye mütehayyir kalıp da, neticede hepsinden bir deste, bir demet yapmağa karar verdiği gibi; bu risale-i şerifeler de yazanı, okuyanı, dinleyeni nur bahçesine, nur deryasına gark edip de mütefekkir, mütehayyir edip, hepsinden bir çiçek demeti yapmaz da ne yapar? İnsanı, fakat o insanı tahayyür ve tefekkür sahrasında mest-i lâya’kıl bırakmaz da ne yapar? Bütün dünyevî beşeriyet ve hayvaniyet hâssalarından tecerrüd etmesine, Hâlıkına ubudiyet-i mütemadiyede bulunmasına, mezmum bilcümle ahlâkları def’ u tardetmesine ilh… gibi hissiyatıyla mütehassis edip de nefs-i emmareyi öldürmez de ne yapar?

Diyebilirim ki, bu Nur risale-i şerifeleri bir gülistan-ı cinandır. Bu gülistandan istifade edemeyen bed-mayelere, nasîbedar olamayanlara sad-hezar teessüf. İşte o gibilere ilham-ı Rabbanî erişsin de, Yirmiüçüncü Söz risale-i şerifesinin âhirindeki iki levhanın birincisi ki, hicab-ı gafletten nihanı, ikinci levhadaki zeval-i gafletle ayâna tebdil edebilsinler.

Cümle mü’minîn-i muvahhidînin tarîk-ı hidayette hatve-endaz olmaları için; Cenab-ı Vâcib-ül Vücud Hazretlerine kavlen dua ve tazarru’ etmekliğim ve fiilen de henüz dörtte birini yazamadığım bu Nur risale-i şerifelerinin fakirde mevcud olanlarını, itimad ettiğim, muhabbet ve aşkı olduğunu hissettiğim ihvana, ezcümle (……) gibi zevat-ı muhtereme, cum’a günleri fakirhanede toplanıldığı vakit, bizzât okuyor ve ellerine birer Nur parçalarından verip akşama kadar ve bazı geceleri okumakta devam ediliyor. Hepimiz Cenab-ı Kadir-i Kayyum’a ubudiyet ve niyazımızı îfa ediyoruz ve Zât-ı Üstadanelerine karşı da, bu borcumuz olan dua-yı üstadanelerini yâd ü tezkâr ediyoruz.

Cenab-ı Zülcelal ve-l Kemal Hazretleri Muhterem Zât-ı Üstadanelerini dünyalar durdukça Nur Risalelerini rehberlikte, delalette ve nur dellâllığında ilâ-âhir-üd deveran kaim buyursun, duasını her namazın âhirinde hemşirenizle beraber vird-i zeban etmişiz, Efendim Hazretleri.

Âsım

* * *

(Ahmed Galib’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır)

Âdem-i ilm-i hakikattır sözün,

Tercüman-ı kenz-i vahdettir sözün.

Hazret-i Hak’tan atâ-yı mahzdır,

Neş’e-i Şît-i hüviyettir sözün.

Ders-i hikmetten bütün ulvî beyan,

Misl-i İdris, pür-hikmettir sözün.

Mevc-i tufan-ı dalaletten siper,

Keştî-i Nuh-u selâmettir sözün.

Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,

Şu’le-i Hûd-u hidayettir sözün.

Tezkiyetbahş-ı kulûb-u mü’minîn,

Sâlihdar-ı emanettir sözün.

Vahdetin esrarını ilân eden,

Ol Halil-veş asl-ı millettir sözün.

Bahş-ı zemzem eyler, ehl-i hayrata,

İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.

Mahz-ı tahkiktir, hayalâttan alâ,

Sırr-ı İshak-ı hakikattır sözün.

Zümre-i Tagut’u hep berbad eder,

Lût gibi rükn-ü salabettir sözün.

Hep kelâmullah-ı nâtık şerhidir.

Kenz-i i’caz-ı risalettir sözün.

Din-i Hakkın neşr ü ta’mimi için,

Fazl-ı İsrail-i kudrettir sözün.

Hak cemaliyle kemalin gösteren,

Hüsn-ü Yusuf’tan işarettir sözün.

Yokluk içre, varlığa kaim olan,

Sabr-ı Eyüb-ü metanettir sözün.

Mülhid firavunları gark eyleyen,

Tur-u Musa-i şeriattır sözün.

Serteser mizan-ı hikmetle rasîn,

Çün Şuayb-ı emn ü adalettir sözün.

Ehl-i idlâli eden zîr ü zeber,

Sanki Harun-u fesahattır sözün.

Asker-i Calud küfrü mahveder,

Savt-ı Davud-u hilafettir sözün.

Marifet-i takva ve hikmet mülküne,

Bir Süleyman-ı emarettir sözün.

Hasılı dertlilere derman eder,

Dest-i Lukman-ı hazakattir sözün.

Ba’s-ü ba’de-l mevte kaim hüccetin,

Çûn Üzeyr mazhariyettir sözün.

Söz değil, özdür bütün tibyanınız,

Vech-i Hakka hep işarettir sözün.

Lübb-i lüb marifettir mâ-hasal,

Yüzyüze hakka itaattir sözün.

Ehl-i şevke âb-ı hayat bahşeden,

Hıdr-ı bahreyn-i velayettir sözün.

Bâr-ı sıkletten ukûlü kurtaran,

Nur-u İlyas-ı riyazettir sözün.

Kulluğun efdalini izhar eden,

Zülkifl-i ibadettir sözün.

Sed çeker kâfir olan ye’cüclere,

Çünki Zülkarneyn-i kudrettir sözün.

Sırr-ı tesbihatı telkin eyleyen,

Misl-i Yunus gavvas-ı hakikattır sözün.

Rahmet-i Rahman’ı hep tezkâr eder,

Hamd-i Zekeriyya-yı rahmettir sözün.

Tâb ile şerh-i kitab-ı Hak eder,

İlm-i Yahya-i verasettir sözün.

Mürdeyi ihya, körü bîna eder,

Nefha-i İsa-yı fıtrattır sözün.

Müjdepeyma-yı kulûb-ü ehl-i hak,

Mâhî-i târîk-i fetrettir sözün.

Ahmed’in mi’racını eyler beyan,

Şerh-i ahkâm-ı nübüvvettir sözün.

Hak Teâlâ daima pür-nur ede,

Çünki irfan-ı saadettir sözün.

Şân-ı Üstadda ne dersen Galiba,

Az ki, bir iman-ı hayrettir sözün.

Ahmed Galib

* * *

(Ahmed Galib’in Sözler hakkındaki Arabî fıkrasıdır)

مُقِيمُ السُّنَّةِ بِاْلاِجْتِهَادِ ٭ قِوَامُ الدِّينِ فِى يَوْمِ الْفَسَادِ

سَلَلْتَ السَّيْفَ عَلَى الَّذِينَ ضَلُّوا ٭ عَنِ الْحَقِّ وَ هُمْ اَهْلُ الْعِنَادِ

بَيَانُكَ كَانَ صَمْصَامًا شَدِيدًا ٭ عَلَى اَهْلِ الضَّلاَلَةِ وَ اْلاِرْتِدَادِ

وَ نَادَيْتَ الْجَوَانِبَ هَلْ اَجَابُوا ٭ اِلَى نَهْجِ الْحَقِيقَةِ وَ السَّدَادِ

اَجَابَ اَهْلُ قَلْبٍ طَائِعِينَ ٭ وَ تَهْتَزُّ الْقُلُوبُ بِالْوَدَادِ

َلاَنْتَ دَعَوْتَهُمْ سِرًّا وَ جَهْرًا ٭ لَقَدْ جَاؤُكَ مِنْ اَقْصَى الْبِلاَدِ

فَمَا اسْتَغْنَوْا عَنِ اْلآيَاتِ طُرًّا ٭ لاَنَّهُمْ اَتَوْكَ بِاِعْتِمَادٍ

رَاَوْ فِى نُطْقِكُمْ نُورًا جَلِيًّا ٭ فَيَوْمًا بَعْدَ يَوْمٍ مُسْتَزَادٌ

فَتَحْتَ عَلَيْهِمْ اَبْوَابًا كَثِيرًا ٭ مِنْ اَقْسَامِ الْعُلُومِ بِالرَّشَادِ

جَزَاكَ اللّٰهُ مِنْ خَيْرٍ كَثِيرٍ ٭ وَ اَعْطَاكَ الصَّفَا فِى كُلِّ وَادٍ

وَ يَحْفَظُ قَلْبَكُمْ مِنْ كُلِّ هَمٍّ ٭ وَ آثَارَكَ مِنْ طَوْرِ الْكَسَادِ

يُرَوِّجُ نُطْقَكُمْ فِى سُوقِ حِكْمَةٍ ٭ بِاَنْوَارٍ اِلَى يَوْمِ التَّنَادِ

اَلاَ لاَ تَرْتَعِبْ عَنْ دَعْوَةِ النَّاسِ ٭ فَبَشِّرْ قَلْبَهُمْ وَ اللّٰهُ هَادِى

(Sözler hakkında Murad Efendi’nin fıkrasıdır)

Aziz Dost!

Derya-yı maariften sema-yı irfana İlahî bir hava ile coşup fışkıran ve sema-yı irfandan zemin-i maarife İlahî bir hava ile inen baran-ı marifeti ve feyezan-ı hikmeti zemin ile âsuman arasında seyre dalmıştım. Bu sırada coşan deryanın ka’rından, sahil-i beyana bahâ takdir edilemeyen cevahir geliyordu. Bunlardan bir mikdar olsun almaya iktidarım gelmiyor ve gelemiyordu. Yalnız görüp alabildiğim birşey varsa, bedî’in cilvesiyle bedîiyatın neş’esiyle hayrettir.

Murad

* * *

(Sabri’nin fıkrasıdır)

Ondördüncü asrın elliikinci sâline yetişip, ahkâm-ı kat’iyyesiyle mü’mine beraet ve mücrime i’dam-ı ebedî kararının infaz u icrası gününe kadar bâki kalacak olan kavanin-i ezeliye-i Sübhaniyeyi, bilkülliye hedm ü imha etmek âmâl-i bâtıla ve efkâr-ı münafıkanesine kapılan ehl-i dalalet, ilk hatvelerini atmak istedikleri sırada, keşf-i kabl-el vuku’ olarak, işbu çelik kal’a tabir ettiğimiz, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın müfessir ve mümessili olan Nur deryası zahiren otuzüç aded, manen otuzüç milyon elmas, inci ve mücevherat-ı mütenevvia ve müteaddideyi vücuda getirdikten sonra, asıl kal’anın bu teşkilât-ı nuraniye ve mühimme dairesinde tanzim ve tarsini iktiza ettiği hengâmda, edna bir amele olarak, yüzbin defa haddimin fevkinde olan şu kudsî vazifeye, bu abd-i âciz de, tayin ve kabul edilmekteki tevfikat-ı Sübhaniyeye karşı, secdegâh-ı Rabbaniyede mütalaa ve riya olmasın şu fâni vücudumu ârâmsız ifna etsem, o mukaddes vazife dairesinde, bir dakika müşerrefiyetime mukabil ubudiyet etmiş olamayacağımdan, اِلهِى اَنْتَ ذُو فَضْلٍ وَ مَنٍّ وَ اِنِّى ذُو خَطَايَا فَاعْفُ عَنِّى kaside-i şerifesiyle arz-ı ubudiyet etmekle iktifa ettim.

Hulusi-i Sâni Sabri

* * *

(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım!

Bu hal karşısında kendimi düşünüyorum ve bir de peşinde koştuğum bu kudsî hizmete bakıyorum. Cenab-ı Hakk’ın lütf u ihsanlarına hamdeder ve şükrederken bir kardeşimizin dediği gibi, ben de kendime diyorum ki:

Evet Hüsrev, iyi olan sen değilsin; takib ettiğin yol iyidir, güzeldir, parlaktır. Ondan daha güzel ve ondan daha parlak ve onlardan daha nurlu, hiçbir şey olamaz diyorum.

Sevgili Üstadım! Size medyunuz, risalelere medyunuz. Bizi size ve risalelere ulaştıran Cenab-ı Hakk’a medyun u müteşekkiriz ve hâmidiz.

Sevgili Üstadım! Mektubunuzda yorgunluğumdan bahis buyuruyorsunuz. Evet bazan yoruluyorum, fakat yorgunluktan istirahatı arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa’yim, keffaret-üz zünub olur. Çünki Cenab-ı Hakk’ın rahmeti vâsi’dir, diyorum. İşte bu düşünce ile şevk ve sevince doğru ilerlerken, yazılarımın kıymetdar Üstadımı memnun etmesi, bu halimi kat kat tezyid ediyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Ahmed Hüsrev

* * *

(Küçük Zühdü’nün fıkrasıdır)

Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmını akşam fakirhanede Bekir Ağa ile beraber bazı hususî arkadaşlarımızla okuduk. Ve son risalenin dinsizleri iskâta kâfi geleceğine hepimiz kanaat ve iman getirdik.

Küçük Zühdü

* * *

(Sabri’nin fıkrasıdır)

Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye, ehl-i dalaletin icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların teellümatıyla müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa Hızır gibi yetişerek, Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmını sunup, derdime derman oldu.

Evet eczahane-i Kur’anın müstahzaratından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i meknun, es’ile ve ecvibe, işaret ve sarahatıyla tedavi ile, mağmum kalbimi tesrir ve müteessir vicdanımı tenvir ve mükedder ruhumu mahzuz edince dedim: “Aman ya Rabbi! Sen Resulün ve Habibin Muhammed Mustafa’nın (A.S.M.) hakikî ümmetine öyle bir tükenmez hazain-i hikmet bahşetmişsin ki, o hazine-i kudsiye 1351 sene ahkâm-ı ezelîsi ve ferman-ı ebedîsiyle öyle bir hayat-ı bâkiye ihsan etmiş ki, hakikî verese-i enbiya olan ülema-i be-nâm, en kısa bir âyetten nice hakaik-i nâmütenahiye istinbat ve istihraç ederek ümmet-i Muhammedin kulûb-u mecruhalarını Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın âb-ı hayatıyla ihya buyuruyorsunuz.

Ey Mâlik-ül Mülk, ey Hâlık-ı Zülcelal, ey Hâkim-i Bîmisal! Senin Zât-ı Azamet-i Kibriyana iltica ederek niyaz ediyorum, şöyle ki: Ahkâm-ı Kur’aniyeyi i’lâ ve tarîk-ı Ahmediyeyi ibka ve hakikî verese-i enbiyanın âmâl ü makasıdını teshil ü teysir buyurarak, bu bîçare kullarını Kur’an-ı Azîmüşşan’ın daire-i nuraniyesinde mes’udane i’lâ-yı kelimetullah etmeyi göstermeden hayat-ı bâkiye âlemine göçürme Allah’ım diyerek zahirî ve bâtınî gözlerimi levaih-i Kur’aniye ile perdeledim, Üstadım Efendim.

Pür-kusur talebeniz

Sabri

* * *

(Sözler’i müştakların ellerine yetiştiren kardeşim Bekir Ağa’nın fıkrasıdır)

Elimizdeki hakaik-i Kur’aniyeyi câmi’ Nur Risaleleri, her ân u zaman bizi tarîk-ı hakikatın nurlarına istiğrak ederek, şu zaman-ı hazıranın ehl-i imanın kalbine verdiği ızdırabı izale etmektedir.

Hakk’a şükürler olsun ki, ehl-i imanın üzerine musallat olan ve gayr-ı kabil-i tahammül olan hâlât karşısında, iman ve irşadın nuranî dairesi dâhilinde, hak ve hakikata lâyık bir vazifede istihdam ediliyoruz. Şu zamanda yegâne medar-ı tesellimiz olan şey, ancak Erhamürrâhimîn’in tavassutunuzla bizi kavuşturduğu hakikatlardır. Lisanım, şükranlarıma tercüman olamıyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ancak söyleyebildiğim şey, beklediğim ümid, benim ve ehl-i imanın, bilhâssa risalelerle alâkadar kardeşlerimin iki cihanda mesrur olmalarını ve bilhâssa başta Üstadımızın kudsî ve pek azîm hizmetinden, Hâlık-ı Kâinat hazretlerinin razı olmasını temenniden ibaret kalıyor. Bugünkü ahval-i müessifeden müteessir olmamak mümkün değil. Allah iyi yapar, inşâallah. Ben cahilim, bu kadar yazabildim. O Sözlerin kıymetini tariften âcizim. Ne kadar yazsam, o eserlerin kıymetinden binde bir nebzesini gösteremez.

Talebeniz, Emrullah oğlu

Bekir

* * *

(Tarîkat hakkında olan Telvihat-ı Tis’a münasebetiyle yazılmış.)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Sevgili ve kıymetdar Üstadım, Efendim!

Hâfız Ali Efendi kardeşimle irsal buyurulan Yirmidokuzuncu Mektub’un Dokuzuncu Kısmını pek büyük bir sevinçle aldım ve okudum. Kısmen kardeşlerimle, kısmen de yalnız başıma, beş-altı defa okuduğum halde, bu risalenin ruhuma ilka eylediği nuranî feyizleri karşısında, okudukça okumak ihtiyacım artıyordu. Ve senelerden beri müştakı bulunduğum tarîkatın böyle ulvî, nezih, âlî hakikatlarını öğreten bu kıymetdar risaleyi elimden bırakamıyorum. Her okudukça başka bir zevki veren ve kendi arkadaşları olan diğer risaleler gibi, her bakışta başka bir güzellik ve letafet gösteren bu risaleyi ve içindeki ulvî ve âlî hakikatları bize okuyan levhaların münderecatını belki dört-beş seneden beri arıyor, bulamıyordum.

Sevgili Üstadım, Allah sizden ebediyen razı olsun. Nasılki bahr-i muhit içerisinde yaşadıkları halde, susuz kalmalarından dolayı değil, belki kendilerinde zîkıymet şeylerin husulü için, nisan yağmuruna şiddetli bir alâka ile ihtiyaç gösteren balıklar gibi, benim de bu risaleye ihtiyacım şiddetli idi. Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak hazretlerine bînihaye şükür olsun ki, hayatımın bu karanlık sahifesini de arzularımın pek fevkinde olarak nurlandırdı.

Evet bu risalenin fakir talebenizde hasıl ettiği tesir ve intiba’larını, kalemle ifadeden her vakit için âcizim. Küçük küçük cümleleri ve anahtarlarıyla pek büyük define ve hazineleri açan ve azîm girdabları kapatan ve tarîkatın nezih, âlî ve çok yüksek feyizli, sürurlu, zevkli, doyulmaz ve bırakılmaz bir yol olduğunu ders veren bu kıymetdar risaleyi çok ehemmiyetli buluyorum. Ve bilhâssa tarîkata mensub olup da, haricin ittihamından kaçınan veyahut öğrenmek ve anlamak istedikleri halde muvaffak olamayan ve alâkadar olmak isteyen kardeşlerimi, bu risaleye mâlikiyetlerinden dolayı tebrik etmekte, kendimi çok haklı görüyorum.

Kıymetdar Üstadım!

Risalenin geri kalan kısmının da, bir an evvel ikmaliyle, istifade ve istifazamız için irsal buyurulmasını, dest ü damenlerinizi öperek niyaz etmekteyim. Ve ikmal ü irsaline de, arkadaşlarımla birlikte sabırsızlıkla intizarımızı arzediyorum, Efendim Hazretleri.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Hakir Talebeniz

Ahmed Hüsrev

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir