Anasayfa » Barla Lâhikası Mesail-i Müteferrika

Barla Lâhikası Mesail-i Müteferrika

MESAİL-İ MÜTEFERRİKA

 BİRİNCİ MES’ELE:

 Sual: Salavatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

 Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-ı hakikattır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünki Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasîbedardır. Nihayetsiz istikbalde ebed-ül âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.

Hem Resul-i Ekrem hem abd, hem resul olduğundan ubudiyet cihetiyle salât ister, risalet cihetiyle selâm ister ki; ubudiyet halktan Hakk’a gider, mahbubiyet ve rahmete mazhar olur. Bunu اَلصَّلاَة ifade eder. Risalet Hak’tan halka bir elçiliktir ki, selâmet ve teslim ve memuriyetinin kabul ve vazifesinin icrasına muvaffakıyet ister ki, سَلاَم lafzı onu ifade ediyor.

Hem biz سَيِّدِنَا lafzıyla tabir ettiğimizden diyoruz ki: Ya Rab! Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ عَبْدِكَ وَ رَسُولِكَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

 İKİNCİ MES’ELE:

(Bir kardeşimizin uzun bir sualine kısa bir cevabdır)

 Eğer desen: Nedir şu tabiat ki, ehl-i dalalet ve gaflet ona saplanmışlar, küfr ü küfrana girip, ahsen-i takvimden esfel-i safilîne sukut etmişler?

 Elcevab: Tabiat namı verdikleri şey; şeriat-ı fıtriye-i kübra-yı İlahiyedir ki, mevcudatta zuhur eden ef’al-i İlahiyenin tanzim ve nizamını gösteren âdetullahın mecmu’-u kavanininden ibarettir. Malûmdur ki, kavanin umûr-u itibariyedir; vücud-u ilmîsi var, haricîsi yok. Gaflet veya dalalet saikasıyla Kâtib ve Nakkaş-ı Ezelî’yi tanımadıklarından, kitabı ve kitabeti kâtib ve nakşı nakkaş, kanunu kudret, mistarı masdar, nizamı nazzam, san’atı sâni’ tevehhüm etmişler.

Nasılki bir vahşi ve insanların içtimaiyatını görmemiş bir adam muhteşem bir kışlaya girse, bir ordunun nizamat-ı maneviye ile muttarid hareketini temaşa etse, maddî ipler ile bağlı tahayyül eder. Veyahut o vahşi, muazzam bir câmi’e dâhil olsa görse ki, Müslümanların cemaat ve îdlerde muntazam, mübarek vaziyetlerini görse seyretse, maddî rabıtalarla bağlanmalarını tevehhüm eder.

Öyle de, vahşiden çok vahşi olan ehl-i dalaletin, cünud-u semavat ve arza mâlik olan Sultan-ı Ezel ve Ebed’in muhteşem kışlası olan şu kâinata ve Mabud-u Ezelî’nin mescid-i kebiri olan şu âleme girdikleri vakit; o Sultan’ın nizamatını tabiat namıyla yâd etse ve nihayet hikmetlerle meşhun şeriat-ı kübrasını, kuvvet ve madde gibi sağır ve kör ve camid, karmakarışık tezahürattan ibaret tahayyül etse, elbette ona insan demek değil, belki vahşi hayvan dahi denilmez. Çünki o tevehhüm ettiği tabiat için, geçen Sözler’de ve sair risalelerimde yüz yerde, dirilmeyecek bir surette o tabiat fikr-i küfrîsi öldürüldüğü ve Yirmiikinci Söz’de gayet kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her zerrede, her sebebde bütün mevcudatı halk edecek bir kudret, bir ilim vermek, belki Vâcib-ül Vücud’un bütün sıfâtını onda kabul etmek gibi nihayetsiz muhal ender muhal bir dalalet, belki dalaletin divaneliğinden gelen manasız hezeyanlardır.

Elhasıl: O Sözlerde gayet kat’î bir surette isbat edilmiş ki; tabiatperest adam bir İlah-ı Vâhid’i kabul etmediği için, gayr-ı mütenahîilahları kabul etmeye mecburdur. O ilahlar her birisi herşeye muktedir olmakla beraber, bütün ilahlara hem zıd, hem misil olarak şu kâinatın intizamı içinde birleşsin. Halbuki bir sineğin kanadından tut, tâ manzume-i şemsiyeye kadar hiç bir yerde bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın.

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللّٰهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ ferman-ı kat’î, şirk ve iştirakin esasatını kat’î bir bürhanla keser.

 ÜÇÜNCÜ MES’ELE:

Küfür, manevî bir cehennemin çekirdeği olduğunu İkinci Söz’de ve Sekizinci Söz’de ve başka Sözler’de isbat edildiği gibi, maddî bir cehennem dahi onun meyvesidir. Cehennem’e dühûlüne sebeb olduğu gibi, Cehennem’in vücuduna dahi sebebdir. Zira küçük bir hâkim, küçük bir izzet, küçük bir gayret, küçük bir celali bulunsa; bir edebsiz ona dese: “Beni te’dib etmezsin ve edemezsin.” Herhalde o yerde hapishane yoksa da, onun için bir hapishane icad edecek, onu içine atacaktır. Halbuki kâfir, Cehennem’i inkâr ile, nihayetsiz gayret ve izzet ve celal sahibi ve gayet büyük bir zâtı tekzib ve taciz ediyor, yalancılıkla ve acz ile ittiham ediyor. İzzetine şiddetli dokunuyor, celaline serkeşane ilişiyor. Elbette farz-ı muhal olarak Cehennem’in hiçbir sebeb-i vücudu bulunmazsa, o derece tekzib ve tacizi tazammun eden küfür için Cehennem’i halk edecek, o kâfiri içine atacaktır.

 DÖRDÜNCÜ MES’ELE:

 Eğer desen: Ne için ehl-i küfür ve dalalet dünyada ehl-i hidayete galib oluyor?

 Elcevab: Çünki küfrün divaneliğiyle ve dalaletin sarhoşluğuyla ve gafletin sersemliğiyle ebedî elmasları satın almak için verilen letaif ve istidadat-ı insaniye sermayesini, fâni şişelere, soğuk buzlara veriyor. Elbette ham cam ve camid cemed, elmas fiyatıyla alındığı için, en a’lâ cam ve en eclâ cemed alınır.

Bir vakit elmasçı zengin bir adam divane olur, çarşıya gider, beş paralık cam parçasına beş altun verir. O zengin divaneye, herkes en iyi camlarını alır ona verir, hattâ çocuklar da güzel buz parçalarını ona veriyor, birer altun alıyorlardı.

Hem bir vakit bir padişah sarhoş olur, çocukların içine girer, onları vükela ve ümera-yı askeriye zanneder. Şâhane emir verir, çocukların hoşuna gider, iyi itaat ettiklerinden güzelce bir eğlence yapar.

İşte küfür bir divaneliktir, dalalet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki; bâki meta’ yerine fâni meta’ı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalaletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı, hırsı, hasedi gibi herşeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen bir şeye, bir sene inad eder.

Evet küfrün divaneliğiyle, dalaletin sekriyle, gafletin şaşkınlığıyla fıtraten ebedî ve ebed müşterisi olan bir latife-i insaniye sukut eder; ebedî şeyler yerine fâni şeyler alır, yüksek fiyat verir. Fakat mü’minde dahi bir maraz-ı asabî bulunuyor veya maraz-ı kalbî var. O dahi ehl-i dalalet gibi, ehemmiyetsiz şeylere ziyade ehemmiyet verir. Lâkin çabuk kusurunu anlar, istiğfar eder, ısrar etmez.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

 BEŞİNCİ MES’ELE:

Mühim bir sırr-ı âyet:

Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mecmuu mu’cize olduğu gibi, her bir suresi dahi bir mu’cize, hattâ pek çok âyetlerin herbirisi birer mu’cize veya bir lem’a-yı i’cazı gösterir bir tarzdadır. Meselâ, Sahabeden bahseden âhir-i Sure-i Feth olan âyeti ki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dan başlar, bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmekle beraber, sahabenin tabakat-ı meşhuresinin ki Ashab-ı Bedir, Şüheda-i Uhud, Ashab-ı Suffa, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi şöhretgîr-i âlem tabakatın esmasının adedine işaret ediyor ve şu âyetten evvelki هُوَ الَّذِى اَرْسَلَ رَسُولَهُ âyeti altmışüç harf olduğundan ömr-ü nebeviyeye işaret ettiği gibi, bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevî’nin adedini gösterir. İşte âhirdeki âyetin adedi ikiyüz altmıştır. Ashab-ı Bedir, Şüheda-yı Uhud ile beraber, Bedir ile Uhud Şühedasından bulunan bir tek sayılmak, hem isimleri bir olanlar bir sayılmak şartıyla ikiyüz altmıştır.

Aynı âyetteki hurufat gibi Ashab-ı Bedir, Ashab-ı Suffa ile söylediğimiz şart ile beraber, ikiyüz altmışdört eder. Âyetten dört fazladır ki, Hulefa-yı Erbaa veya Hamse-i Âl-i Abâ’dan dördüne işaret vardır. Âyette herbir harfin ne kadar tekerrür ettiği ve Ashab-ı Bedir ve Uhud ve Suffa’nın esmasına ne derece muvafık aded göstermesine, gelecek hurufata dikkat et:

Hemze lafzî (9) gayr-ı melfuzu (15) muvafık geliyor. ب (4) ت (8) ث (2) muvafık, ج (8) muvafık, ح (3) خ (10) د (6) ذ (3) muvafık, ر (16) muvafık, ز (6) muvafık. Uhud ve Suffa’dan س (7) muvafık, Suffa’dan ش (2) muvafık, Suffa’dan ص (2) muvafık, Bedir’den ض (2) muvafık, Suffa’dan ط (1) ظ (3) Uhud’da Abadile-i Seb’a, Hulefa-yı Selâse ع (10) muvafık, Suffa’dan غ (6) ف (14) ق (1) muvafık, Bedir’de ك (6) ل (34) م (24) muvafık, ن (16) muvafık, هـ (16) و (15) ى (12) muvafık, لا (2) elif (18) muvafık.

İşte şu hurufatın yarısı Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud’da muvafık gelmesiyle gösteriyor ki, gayr-ı muvafık olanlar başka tabakatın adedine muvafıktır. Meselâ, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi tabakat-ı meşhureye.

Hem cây-ı dikkattir ki: ثُمَّ اَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ اَمَنَةً نُعَاسًا âyetinde şu âyet gibi, bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmiş. Fakat bunun aksine olarak, o hurufatın tekraratı acib bir tarz-ı münasebettedir. Şu âyet ise birbirine bakmıyor. Kardeş kardeşine muvafık gelmiyor. Demek şu âyetteki hurufatın vazifesi, âyetin manasını teyid ederek, bahsettiği sahabelerin esmasına bakıyorlar. Evet şu âyet-i kerime cümleleriyle gösterdiği aynı hükmü yine kelimeleriyle, hurufatıyla aynı manaya işaret eder. Meselâ, şu âyetin hurufatları Ashaba baktıkları gibi, kayıdları da Ashabın sıfât-ı meşhuresine bakar. O sıfâtı göstermekle, o sıfât sahiblerine parmak basıyorlar.

Meselâ: وَالَّذِينَ مَعَهُ daki maiyet-i hâssa, sohbet-i mahsusayı zikretmekle Ebu Bekir-is Sıddık’ın medar-ı fahri ve şöhreti olan maiyet-i hâssa ile başına parmak basıyor. اَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ şiddet-i hamiyet-i İslâmiye ile küffara galebe-i kat’iyyesi ile şöhret-şiar olan Hazret-i Ömer’i âyine gibi gösterir. رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ şefkat-i rahîmane ile meşhur-u enam olan Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e parmak basıyor. تَرَيهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا kaydıyla, rüku’ ve secdede devam ve kesrette meşhur olan Hazret-i Aliyy-il Murtaza’ya işaret ediyor. يَبْتَغُونَ فَضْلاً مِنَ اللّٰهِ وَ رِضْوَانًا cümlesiyle Ehl-i Biat-ı Rıdvan’a, سِيمَاهُمْ فِى وُجُوهِهِمْ مِنْ اَثَرِ السُّجُودِ Ashab-ı Suffa’ya, ذلِكَ مَثَلُهُمْ فِى التَّوْرَيةِ fukaha ve ülema-i Sahabeye, وَمَثَلُهُمْ فِى اْلاِنْجِيلِ Ashab-ı Huneyn ve Feth, Uhud ve Bedir’deki Sahabelerin namdar yiğitlerine işaret ettiği gibi, Enbiyadan sonra Benî Âdem içinde en yüksek, en namdar, en mümtaz olan Sahabelerin medar-ı rüchaniyetleri, menşe’-i imtiyazları ve maden-i meziyetleri olan secaya-yı sâmiye ve ahlâk-ı âliye ve muamelât-ı galiyeye o mezkûr kayıdlar ve sıfatlarla işaret ediyor.

O kayıdlarla diyor ki: Sahabelerin halka karşı vaziyetleri: Düşmanlarına şediddirler ve dostlarına ve mü’minlere rahîmdirler. Cenab-ı Hakk’a karşı rüku’ ve secdede kemal-i itaattadırlar. Her işlerinde Cenab-ı Hakk’ın rıza ve fazlını kasdederek kemal-i ihlastadırlar. Hem Sahabelerin ilimde ve amelde ve siyasette ve askerlikte gösterdikleri fevkalâde metanet ve terakki ve sebat ve tefevvuku, maziden Tevrat ve İncil’i işhad ederek mu’cizane ve müstakbelden ibadet ve cihad vazifesinde hârikulâde hareketleri ihbar ederek mu’cizane mazi ve müstakbelde iki ihbar-ı gaybiye ile Sahabelerin i’cazkâr ahvalini haber vermekle, şu âyette bir lem’a-yı i’cazı gösterir ve âyetin daha başka çok işaretleri vardır. İzahı uzun olduğundan ve ihatamız nâkıs ve elimiz kısa bulunduğundan kısa kestik.

İşte madem şu âyet hem cümleleri, hem kelimeleri, hem hurufatıyla ayrı ayrı vazifeleri gördükleri halde, mana-yı maksudun etrafında toplanıp ona bakıyorlar. Acaba bilmediğimiz ve beyan etmediğimiz, şu âyetin daha çok esrar-ı acibeyi câmi’ olduğu anlaşılmaz mı?

 ALTINCI KÜÇÜK BİR MES’ELE:

Otuzüç aded Sözler’in ve otuzüç aded Mektublar’ın mecmuuna Risalet-ün Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki: Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rastgelmiştir. Ezcümle karyem Nurs’tur, merhume vâlidemin ismi Nuriye’dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir, Kadirî üstadım Nureddin. Kur’an üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadarı Nur isimli bulunanlardır. Kitablarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur misalidir. Kur’an-ı Hakîm’deki en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَوةٍ âyetidir. Hem hakaik-i İlahiyede müşkilâtımın ekserisini halleden esma-i hüsnadan Nur ism-i nuranisidir. Hem Kur’an’a şiddet-i sevk ve inhisar-ı hizmetim için hususî imamım Zinnureyn’dir.

اَللّٰهُمَّ يَا نُورَ النُّورِ وَيَا مُنَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُصَوِّرَ النُّورِ وَيَا مُقَدِّرَ النُّورِ  وَيَا مُدَبِّرَ النُّورِ وَيَا خَالِقَ النُّورِ وَيَا نُورًا قَبْلَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا بَعْدَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا فَوْقَ كُلِّ نُورٍ وَيَا نُورًا لَيْسَ مِثْلَهُ نُورٌ

سُبْحَانَكَ يَا لاَ اِلهَ اِلاَّ اَنْتَ اْلاَمَانُ اْلاَمَانُ اَجِرْنَا (وَ عَلِى) مِنَ النَّارِ وَ اَدْخِلْنَا (وَ اَدْخِلْ عَلِى) الْجَنَّةَ مَعَ اْلاَبْرَارِ وَ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَ قَلْبَهُ وَ قُبُورَنَا وَ قَبْرَهُ بِاَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ يَا رَحِيمُ يَا غَفَّارُ وَ صَلِّ عَلَى مُحَمَّدٍ الْمُخْتَارِ وَ آلِهِ اْلاَطْهَارِ وَ صَحْبِهِ اْلاَخْيَارِ آمِينَ آمِينَ آمِينَ

Said Nursî

* * *

(Hulusi Bey’in sualine cevabdır)

(Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevab)

1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevab veremiyorum. Fakat bu mes’ele ile münasebetdar bir-iki mes’ele-i şeriatı icmalen yazıyorum. Şöyle ki:

Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az bir şey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ülemalar fetva vermeye cesaret edemiyorlar. İmam-ı A’zam ile İmam-ı Muhammed (Radıyallahü anhüma) gümüş ve altundan dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş mes’elesi umum-ül belva suretinde o derece intişarı var ki, ref’i kabil değil. Ümmeti bu belva-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm, birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki ehl-i içtihadın vazifesine karışayım, fakat bu umum-ül belva zaruretine karşı, fetvalara tarafdar olmadığım halde diyorum ki:

Eğer mütedeyyin bir hekim-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması guslü ibtal etmez. Çünki üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer’an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi; böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü ibtal etmez. وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünki hattâ zaruret derecesine geldikten sonra böyle umum-ül belvada eğer bilerek sû’-i ihtiyarıyla olsa, o zaruret ibaheye sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise, zaruret için elbette cevaz var.

Said Nursî

* * *

(Üç cesedli bir ruhun bir fıkrasıdır. Yani: Hâfız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali)

Otuzbirinci Mektub’un Onyedinci Lem’asının Onyedinci Notasının yedi mes’elesinden ikinci mes’elesi iken Yirminci Lem’a olan İhlas Risalesi’ni aldım. Kuleönü’nde kardeşim Ali Efendi ile, Yirmibirinci Lem’a namıyla projektör-misal, geceleri gündüze çeviren, pek mübarek ve çok kıymetdar ve gayet müessir bir risale ile, Yirmiikinci Lem’a olan Onyedinci Nota’nın Üçüncü Mes’elesi iken, Lemaat’a karışmakla, sosyalizm ve bolşevizm oyunlarıyla, âlem-i insaniyetin fıtrat-ı hayat-ı hakikiyesini unutturmak, ebedî zulümatı, müsavat-ı esasiye namı ile, kendi şahıslarını istisna ederek, millet-i İslâmiyeyi esassızlığa attıkları, gazlı bombaları ile bir nevi’ geceyi getirdikleri gibi, güya istilâ ettiği manevî toprakta, kuvve-i inbatiyeye medar olacak bir hayat dahi bırakmayarak ihrak ettikleri bir anda, şu Lem’a o âlemi tenvir ile, güneşi gösterip, âb-ı hayatı ile o yanık zemin üzerini yeşerttiğini gösteriyor.

Muhterem Efendimiz! Bir hafta mukaddem, maddeten küçük ve manen büyük bir name-i mergubelerinizi, Bekir Bey vasıtasıyla bir ordu kuvvetinde aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hesabsız hamd ü şükr olsun ki, bizim gibi âciz, zaîf, fakir, kusurlu kullarını, hiç bir zaman maddî ve manevî takviye-i rahmetinden baîd tutmuyor. Esen rüzgârlar muvakkaten kapı ve pencerelerden girseler de, o hanenin sahibi derhal kapatıyor ve ısıttırdığını gösteriyor. Gerçi çok okuyamıyorsak da, yazıyı aynı vaziyette yazıyoruz.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Muhterem Efendim! Şu yazılan risaleleri nasıl buldunuz buyuruyorsunuz? Ya hazret-i üstad! Ne diyelim? Bizim manevî yara ve hastalıklarımızı teşhis buyurup, öldürmemek için her nevi’ mualeceleri ile memzuç, hem mugaddi, hem müessir tiryaklarını Cenab-ı Hakk’ın ihsanı ile gönderiyorsunuz. İhlas hakkında evvelce ve bilhâssa sonra ihsan edilen risaleleri okudukça, vücudumun ağrıdığını ve her zerresinin titrediğini, müteaddid yaralardan tevellüd eden kurtlar oynamaya başlayınca, en ahmak ve eblehçe hareketlerimi gösterdiler.

Şu Sözler bittecrübe yazılmasıyla, umum kardeşlerimiz ikaz ediliyor. Ve her ferde kudsiyeti ile, güya o ferde hitab eder gibi bir ulviyetle mâ-i zemzem içiriyor. İhlası tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi latif, nesebi tahir kardeşlerimiz, bu ikaz ile Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e niyaz edip, “Ya Rabb, cümle ihvanımızı yaramaz şeylerden halas et ve ihlas-ı tâmme ihsan et” dualarında, sâlif-ül arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli ruhuyla müteaddid nuru karıştıran ve zahir haliyle sebeb-i risale olup, umumun dua ve himmetlerini her an arzulayan, bu uğurda Risale-i Nur’a serfüru’ ve serfeda edenleri; Cenab-ı Erhamürrâhimîn, Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’an-ı Hakîm ve hizb-ül Kur’an hürmetine mağfiret buyurup, niyet edip taleb ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun.. âmîn.

Şu mübarek risaleler, hararetli bir adamın suyu gördüğünde ufak bir kapta ise karnına koymak, büyük göl ve deniz ise içine girmek istediği gibi; şu zamanın nursuz yakıcı şiddet-i hararetine karşı ihlas denizini göstermekle harareti kesmek, hem her nevi’ cevahir ve elmas içinde bulunduğunu beyan etmekle o denize davet ediyor. Nefsin talibi olduğunu riya ve hubb-u câh gibi her cihette zararlı yılanlar gibi zehirleyen, ibadet perdesi altında dünyayı tahsil etmek isteyip, kabir kapısında hatasını bildiği ve teveccüh-ü nâsa muhabbetten, firavun gibi gark olurken dönmek isteyip, kimseye müyesser olmadığını ve daha teferruatı ile o âlemleri bu lem’alar öyle tenvir ediyorlar ki, eğer murad-ı İlahî olsa, bu zamanın şöhretperest zındıkları da görselerdi, ellerindeki vücudlarına zemherir getiren buzları atıp, ihlas ile iman edip, Kur’an’ın elmas cevahirlerini alırlardı.

Muhterem Efendim! Keramet-i Aleviye Risalesi çok cihetlerle keramet olduğu gibi Risale-i Nur şakirdlerini intibaha ve teşvike, sa’y ü gayrete, cesaret ü şecaate sevk ile, hareket ettikleri yolda yalnız olmadıklarını ve karşılarında düşmanın yalnız onların düşmanı olmayıp, belki mazide duran ve bize pek yakından bakan ervah-ı âliyenin de düşmanı olup, o âlî ruhlar önümüzde pişdar, etrafımızda zırh gibi ve muhafız ve muavin olduklarını göstermekle, zaîflere kuvvet, havf edenlere cesaret ve şecaat, kavîlere refik oluyor ve her zaman bu risaleye herkesin ihtiyacını gösteriyor. Bu zamanın kisve-i ilmiye ve mümessil-i din ve rehber-i millet perdeleri ile ilmi eneye, dini dünyaya ve kendileri meyhaneye düşen ülema-üs sû’u haber vermekle, ehl-i iman ve irfanı insafa, ittifaka, ittihada davet ediyor.

Cümlemiz, hâk-i pây-i ekremîlerine yüzler sürerek, mübarek dest-ü dâmen-i kerimanelerini öperiz efendim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

İslâm Karyesi’nden Ali (R.H.)

Kuleönü’nden Ali

* * *

(Hüsrev’e hitaben yazılan bir mektubdur)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ وَ عَلَى وَالِدَتِكَ وَ عَلَى اَخِيكَ وَ عَلَى اِخْوَانِكَ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, mübarek, sıddık kardeşim!

 Evvelâ: Sözler’e başlamadan iki ay evvel gördüğün mübarek rü’ya çok güzeldir, hem hakikattır. Evet kardeşim, sen bir bahçe-i ebedî olan Kur’an-ı Hakîm’in cennetinden, gül-ü Muhammedî (A.S.M.) namında, hadsiz nuranî hakikatların fabrikası hükmünde, tefsir-i hakaik-i Kur’aniye etrafında halka tutan ve sizin gibi çarklardan mürekkeb olan bir cemaat-ı mübareke içinde en has ve en yüksek mertebeye kâtib tayin edildiğine o rü’ya beşaret verdiği gibi, biz de beşaret ediyoruz.

 Sâniyen: Bu defa bize yazdığın Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) Risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakikî hisseder. Demek oluyor ki; manevî hâlis samimî hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali’ olduğum vakit, kardeşim Galib dahi aynı hisse iştirak etti.

Evet bunun altında manevî tebessüm var diye, senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti. O yazdığın risale vasıtasıyla pek çok insanlar imanlarını kuvvetleştiriyorlar. Muhabbet-i Ahmediye (A.S.M.) kalblerinde ziyadeleşiyor. İşaret-i gaybiye hakkında şübheleri kalmıyor. O sevab da senin defter-i a’maline geçiyor. Kur’an ve Resul-i Ekrem (A.S.M.) kelimesinden başka, işaret ettiğin kelimat çok manidardır, hem bir temeldir. O iki kelimenin mübarek tevafukuna bir hüccettir. Hem gösteriyor ki; bütün o tevafukatı dahi riayet etmeyen, o iki kelimenin tevafukuna kalem karıştıramaz. Zannediyoruz ki, o risalelerin hatt-ı hakikîsini sen buldun veyahut yakınlaştın.

 Sâlisen: Mabeynimizde münasebet manevî, ruhî, hakikî olduğu için zaman ve mekân müdahale etmez. Dergâh-ı İlahîye müteveccih olduğumuz vakit günde belki kaç defa, Hüsrev yanımda bir cihette hazır olmakla beraber, senin o şirin yazıların, hususan Ondokuzuncu Mektub’daki mübarek hattın göründükçe seni hayalimizce hazır ediyoruz. Ben ve buradaki arkadaşlar dahi seni burada görmek çok arzuluyoruz. Fakat Isparta sana çok muhtaçtır. Hem de şimdi hal ve mevsim pek müsaid görünmüyor. Onun için kardeşimi bir mikdar yanımda bulundurmak ile, sana zahmet vermek istemiyorum. Yoksa sen bize çok lâzımsın. İnşâallah bir vakit kaza edeceğiz.

 Râbian: Şu mübarek Şehr-i Ramazan, Leyle-i Kadr’i ihata ettiği için, kendisi de ömür içinde bir leyle-i kadirdir ki, muvaffak olanın ömrüne bin ömür katar. Dakikası bir gündür. Saati iki ay, günü birkaç sene hükmünde bir ömr-ü bâkidir. Senden ve âhiret hemşirem yani ikinci vâlidem ve kardeşimin muhterem vâlidesinden duanızı istiyorum. Madem duada sizi şerik ediyorum, siz de benim duama âmîn hükmünde olarak dua ediniz.

Kardeşimiz Ali Efendi’ye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşâallah tam Hüsrev’e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyam-ı mübarekede bana dua etsinler. Galib der: Hüsrev’le manevî bir irtibat hissediyorum. Çok selâm ediyor. Ve bilhâssa saatçi Lütfü Efendi’ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesi’nin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin. Âmîn, âmîn, âmîn. Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.

Mâşâallah, hâtem-i Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (A.S.M.) çok güzel tersim etmişsiniz. Sözler ile alâkadarlar içinde, bu hâteme tam kanaatı olanların isimlerini bana yazsınlar, onları ikinci dairede yazacağız. Tâ o nura hissedar olsunlar. Şükre dair nüshanız Kuleön’lü Mustafa bir adama verip, o da muhafaza edememiş. Yağmur bir parça bozduğu için mahcub olarak, sana göndermeyip bana gönderdi. Benim de güzel yazılmış bir nüsham var, sana gönderiyorum. Ona göre yeni bir nüsha kendinize yazarsınız. Sen bana şükre dair yazdığın mübarek nüshayı, bir ay evvel Atabey tarafına göndermiştim. Kim aldığını bilmiyorum, elime geçmedi. Hem size Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesinin Hâtimesini gönderiyorum. O Hâtime, hâtem-i İ’caza gelen tenkidatı reddediyor ve parlak bir mühr-ü tasdik olduğunu gösteriyor. O hâtemlerin bir nüshasını sana gönderdik. Orada hâtemi gören ve kabul eden ve Sözlerle alâkadar olan zâtlardan münasib gördüklerini, boş kalan gözlere kaydedebilirsin.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Mirzazade Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’an’da yoldaşım Hulusi-i Sâni ve Sabri-i Evvel!

Mâşâallah Yirminci Mektub’un kıymetini güzel anlamışsınız ve güzel de yazmışsınız.

Mektubunda İlm-i Kelâm dersini benden almak arzu etmişsiniz. Zâten o dersi alıyorsunuz. Yazdığınız umum Sözler, o nurlu ve hakikî İlm-i Kelâm’ın dersleridir. İmam-ı Rabbanî gibi bazı kudsî muhakkikler demişler ki: Âhirzamanda İlm-i Kelâmı, yani ehl-i hak mezhebi olan mesail-i imaniye-i kelâmiyeyi, birisi öyle bir surette beyan edecek ki; umum ehl-i keşf ü tarîkatın fevkinde, o nurların neşrine sebebiyet verecektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî kendisini o şahıs gibi görmüştür.

Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur. Fakat o ileride gelecek acib şahsın bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdar bir neferi olduğumu zannediyorum. Ve ondandır ki, sen de yazılan şeylerden o acib kokusunu aldın.

Hem mektubunda اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ ilh.. ye ait olan esrarı sual ediyorsun. Evet o âyetin büyük bir denizinden çok Sözler’de kataratı, reşehatı vardır. Bahusus Yirminci Mektub’da, Otuzüçüncü Mektub’da, Otuzikinci Söz’de, Yirmiikinci Söz’de onun bazı çeşmeleri var. Elbette o âyette çok tabakat var. Her taife bir tabakadan hissesini almıştır. Ruhum istiyordu ki, o âyetin bazı envârını yazayım; fakat şimdiye kadar müteferrik surette yazıldığından öyle kalmış, şimdilik onunla iktifa edilmiş.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz Said

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i Kur’aniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü Efendiler!

Kardeşlerim, bu Ramazan-ı Şerifte size âlem-i nurdan bahisler açmak arzuları var idi. Maalesef bir hâdise, zulmet âleminden bahsetmeye beni mecbur ediyor. Bu yeni hâdise için etraftaki dostlar lisan-ı kal ve hal ile meraklı, endişeli bir tarzda benden istizah ediyorlar. Onları ve sizleri meraktan kurtarmak için, o hâdiseyi iki kısım olarak bir parça beyan edeceğim.

 Birinci kısım: Bu bize nisbeten musibetli ve elîm hâdiseyi, Cenab-ı Hak inayet ve rahmetiyle başka surete çeviriyor. Evet Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değil. Bu hâdisenin bize karşıki vechi, rahmet görünüyor. Ehl-i dünyaya karşı vechi, Cehennem’in lüzumunu gösteriyor. Filhakika bu Ramazan-ı Şerif’te hâdisenin sureti çok çirkindi. Fakat Gavs-ı A’zam’ın dediği gibi, inayet gözünün altında ve hıfzında olduğumuzdan, çok cihetlerle hakkımızda lemaat-ı rahmet göründü.

 İkincisi: Bu Ramazan-ı Şerif’te acz u za’fı ve fakr u ihtiyacı tam hissedip, Cenab-ı Hakk’a iltica etmek, bir surette intibah ve heyecan ve şuur ve şiddet verdi. Ramazan-ı Şerif’te şimdi okuduğum münacatların okunmasına, bu hâdise mühim bir kuvvet oldu. Zâten musibetler, dergâh-ı İlahîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır. Her okuduğum bir kelime ve dua da ve münacat da şuurlu ve şiddetli oluyor. Resmî ve ruhsuz olmuyor. Sahabelerdeki ibadetlerinin sırr-ı tefevvuku bu noktadandır. Tesbih ve zikri bütün manasıyla şuurlu bir surette söyledikleridir.

(Haşiye): Bu mektubun mütebâkisi bir maksada binaen buradan kaldırılmıştır.

Said Nursî

* * *

(Hulusi Bey’e hitabdır)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!

 Evvelâ: Biraderzademin (Halil Naci’nin) dünyevî musibeti, beni de cidden mahzun eyledi. Cenab-ı Hak onu kurtarsın, size de sabr u tahammül ihsan eylesin, âmîn. Nur’un eskiden beri hiç sarsılmayan muhlis bir kahramanı elbette dünyanın geçici, kıymetsiz, fâni vaziyetleri karşısında telaş etmez, mağlub olmaz inşâallah.

 Sâniyen: Silsile-i ilmiyede bana en son ve en mübarek dersi veren ve haddimden çok ziyade şefkatini gösteren, Hazret-i Şeyh Muhammed-el Küfrevî (Kuddise sırruhu)nun hulefasından Alvar’lı Hoca Muhammed Efendi’ye ve ihvanlarına çok selâm ve arz-ı hürmet ederim. Ve o havalide Nurlarla alâkadar senin dostlarına çok selâm ve Nur hizmetinde muvaffakıyetlerine dua ederiz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Hasta Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

  بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Aziz kardeşim!

Beni merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye devam ediyor. Maişet cihetinde kanaat ve iktisad beni ihtiyaçtan kurtarıyor. Sakın bir şey gönderme. Sen altı yedi nefse bakıyorsun, benim yarım nefsim var. Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim. Sabri’nin mektubu ona yetişmemiş. Sen ve Hulusi, benim her bir amel-i uhrevimde hissedarsınız. Mâh-ı Ramazan’da kazanç bire bindir. Siz de bana duanız ile yardım ediniz.

Said

İşarat-ı Aleviye’yi tam tasdik ettiniz mi? Haşir Risalesi’ni çok kuvvetli buldunuz mu?

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Binler selâm. Siz maddî rütbenizden çok yüksek manevî rütbeniz iktizasıyla ayrı ayrı yerlere gönderiliyorsun. O yerlerin sana ihtiyacı var. Hiç merak etme. Senin Risalet-ün Nur hakkında mektubların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar. Birinciliği daima sana kazandırıyorlar.

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

(Yıldız Mektubu)

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede çalışkan arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Hâfız Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Size Cemaziye-l âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i semaviye münasebetiyle bir mes’ele beyan edeceğim. Şöyle ki:

Hazret-i Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zuhuru zamanında, وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin bir nümunesini gösterir bir tarzda, recm-i şeyatîne alâmet olan yıldızların düşmesi kesretle vuku bulmuştur. Ehl-i tahkikin nazarında; o zaman vahy zamanı geldiğinden, vahye şübhe gelmemek için, kâhinler gibi, gaybî ve cinler vasıtasıyla semavî haberlerine karışanlara sed çekmeye alâmet ve işaret olmakla beraber, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm cinn ve inse meb’us olarak teşrifine semavat ehlince bir şenlik, bir bayram gibi bir alâmet-i sürur olduğunu, ehl-i keşf ü hakikat hükmetmişlerdir. Hem o meb’us zât, ehl-i küfür ve dalalet için bir nîran-ı muhrika ve ehl-i hidayet için envâr-ı müşrika menba’ı olduğuna, gaybî ve semavî bir işarettir.

Şimdi şu Cemaziye-l âhirde emsali görülmemiş bir tarzda, gece saat dörtte başlayıp, beş ve beş buçuğa kadar devam eden yıldızların düşmesi, ehemmiyetli bir hâdise-i semaviyedir. Semavatın hâdisatı zeminimize baktığı cihetle, herhalde o hâdisatın dahi küre-i arzda bir eseri olacaktır. Cenab-ı Hakk’ın rahmetine sığınmalıyız ki, nîran-ı muhrika yapmasın, envâr-ı müşrikaya çevirsin.

Evet nasılki Kur’an-ı Hakîm’in surelerinde, âyetler birbirine bakar, işaret ederler. Öyle de, Cenab-ı Hakk’ın bir Kur’an-ı Kebir’i olan şu kâinatın ulvî, süflî sureleri dahi birbirine bakar, birbirinin nüktelerini izhar eder. Sema suresinde bizim gibi Lafz-ı Celali yalnız kırmızı yazmak değil, belki nur yaldızıyla Lafza-i Celal gibi yazılan yıldızlar ve o yıldızlardan fışkıran nuranî noktalar, elbette bir işaret fişekleri hükmünde, birer sırrı ilân ettiğini, o mu’ciznüma semavî suresinin şanındandır. Kendimizce bir fâl-i hayr addetmeliyiz.

 Sâniyen: Size semavatın kırmızı yıldızlarını andıran, Kur’andaki İsm-i Celal’in ikibin sekizyüz altı (2806) defa tekerrürü, Kur’an semasını o nuranî yıldızlarla zînetlendirmiş ve o adedlerin sahifeler, yapraklar, sureler itibariyle birbirine manidar münasebat-ı tevafukıyeleri, daha ziyade letafetini, zînetini güzelleştirmiş.

Bu defa size kendi nüsha-i Kur’aniyemi gönderiyorum. Bu nüshamda size gönderilen listeye göre işaretler koydum. İsm-i Celal ve İsm-i Rabb’e ayrı ayrı işaret vaz’edildi.

İsm-i Celal’in tevafukat-ı adediyesi hem muntazamdır, hem manidardır, fakat bir parça dikkat ister. Çünki risalelerde görünen tevafuk gibi, daima sahife sahifeye bakmıyor. Bazan sahife mukabiline değil, belki bir arkasına veya arkasının mukabiline bakar. Bazan bir yaprak atlar, bazan bir sahife iki sahifenin mecmuuna bakar. Meselâ: Otuzbeşinci sahifede onüç (13) aded Lafza-i Celal gelir. Arkasına sekiz (8), sonra beş (5) geliyor. Demek o onüç aded bu iki rakama birden bakar ki, o da onüç ediyor ve hâkeza… Hem bazan bir sahife, iki sahifenin mecmuuna bakmakla beraber aynı suretinde iki aded gelir, her biri onun bir cüz’ünü gösterir. Meselâ: Sure-i Tevbe’de 188. sahifede onaltı Lafza-i Celal geliyor, arkasında altı geliyor, altının arkasında on geliyor. Beraber yukarıdan okunsa onaltı olur, tevafuk eder.

Sure-i Ahzab’ın yine sahife dörtyüz yirmiikide (422) onaltı İsm-i Celal geliyor. Zahirî tevafuku yok. Halbuki bir sahife daha evvel on gelir ve mukabilinde altı var, terkib edilse onaltı olur tevafuk eder. Hem bazan İsm-i Rab ile beraber tevafuk eder. Bazan sahife sahifeye değil, yaprak yaprağa bakar. Hem bazan sahife rakamına bakar. Dokuz rakamı çok defa sahife rakamına baktığı için tevafuktan çıktığını hissettim. {(Haşiye): Elhasıl: Bazı esrar-ı gaybiye için tevafukat şeklini değiştiriyor. Lafza-i Celal’in diğer latif ve cazibedar ve manidar bir tevafuku şudur ki: Başta Fatiha sahifesiyle beraber yüz ellibir sahifede, ellibir defa yedi ile sekiz geliyor.} Her ne ise, siz de tedkik edersiniz, sonra meşveretinizle gizli tevafukatı gösterecek rakamları yazacağız. Yeni yazdığımız Kur’an’dan tensib ettiğiniz takdirde kaydedeceğiz. Başta yüz elli sahifede ellibir defa yedi ve sekiz geliyor. Yirmisekizde sekizdir, yirmiüçte yedidir. Bu yedi, sekiz birbirine muvafık kabul edilmiş, yediden sekize, sekizden yediye geçmekle tevafuk bozulmuyor. Bu iki rakamın Kur’an’da mühim sırları bulunduğu hissedilir.

 Sâlisen: Hazret-i Zât-ı Ahmediye (Aleyhisselâm) nasıl bir şecere-i Tûbâ olduğunu ve Asfiya ve Evliya ve Sıddıkîn, o şecere-i nuraniyenin meyveleri ve mesalik ve turuk onun dalları olduğunu gösterir bir silsile-i azîme, eskiden kalma ve eskimiş bir silsilename yanımda var. Onu güzelce tebyiz etmek için hattı güzel, cedvelde mehareti bulunan zâtları istiyorum. Şimdilik Hüsrev’le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağa’da bulunan ölçü ile onbeş tabaka kâğıt beraber, Hâfız Ali’nin haber gönderdiği vakit gelsinler.

 Râbian: Yirmiyedinci Mektub’a ilhak edilecek, kardeşlerimizin bazı yeni fıkralarını size gönderdim. Hakikaten bu fıkralar ve umum Yirmiyedinci Mektub’un fıkraları çok faydalıdırlar. Ehemmiyetli, tatlı, hoş, güzel manalar, dersler; teşvik, teşci’ eder hisler vardır. Ben kendim onlardan tatlı istifade ediyorum, tenbel olduğum zaman bana ehemmiyetli bir teşvik kamçısı oluyor. Her ne ise… Kardeşlerim, gücenmeyiniz; bir mikdardır sizlere mektub yazdığım zaman birbirinden uzak mes’eleleri topluyorum. Her mektub bir aşure olur.

 Hâmisen: Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum, daha birşey lâzım değil. Hüsrev’in sakosu, yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum. Vâlidesinin bir derece kesb-i âfiyet ettiğinden çok mesrur oldum. Cenab-ı Hak sıhhat ve âfiyet versin. Orada Hüsrev’in kardeşi Ali Hasan ve Tenekeci Mehmed Efendi ve Hâfız Ahmed gibi Sözler’le alâkadar olanlara selâm ediyorum.

Kardeşiniz

Said Nursî

Nümune için gönderilen kâğıt zayi’ olmuş, göremedik. Beyaz kâğıttan siz intihab edersiniz. Sulfato geldi, fakat çoktur. Mehmed Efendi bana yeniden bir levha yazması beni minnetdar ediyor. Cenab-ı Hak yazdığı her bir harfe mukabil bin sevab ihsan eylesin, âmîn âmîn.

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ وَ اَسْرَارِهَا

Ey bu dâr-ı fânide medar-ı tesellilerim, bu diyar-ı gurbette enîslerim ve esrar-ı Kur’aniyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki, ferasetli muhatablarım!

Sizlere, yalnız bir-iki dakika temaşa etmekle, ne derece acınacak bir halde, nâkıs bir hat ile çalıştığımı ve sizin kıymetdar kalemleriniz, ne kadar bana ehemmiyetli olduğunu ihsas etmek için, kendi hattımla tashihsiz bir fihriste-i huruf göndermiştim. Halbuki sizler bir-iki dakika değil, saatlerce baktınız ve günlerce zabtettiniz. Bundan anladım ki, siz ona fazla merak ediyorsunuz. Onun için size o listenin tebyizini gönderiyorum. İsterseniz kendinize bir suret alırsınız.

Fakat bunu biliniz ki, bu fihriste muvakkat bir me’haz olmak için takribî bir tarzdadır. Ben kolaylık için, kısmen eski mahfuzatıma, kısmen iki mikyas ile dokuz saatte perişan hattımla yazmıştım. Sonra anladım ki, bu vâdide bir tefsir köyümüzde var. O tefsiri getirdik, mukabele ettik. Ekseriyet-i mutlaka ile tevafuk etmişiz, birkaç büyük yekûnlerde on-onbeş küçük yerlerde muhalefet oldu. Tahkikat neticesinde, tefsirin matbaa ve müstensihlerin eser-i sehvi olarak muhalefet olmuş. İki üç yerde müsvedde listemizi tashih ettik. Sonra o tashihimizin yanlış olduğunu anladık, daha listemizi değiştirmedik. Matbaa hatası olarak tefsir tashihe muhtaç zannettik, fakat edemedik. Çünki sahibi büyük bir müdakkik ve matbaa da Câmi-ül Ezher yanında ve kurbünde, Ezherî ülemasının nazarı altında olduğundan tashihe cür’et edemedim.

Aynı tefsiri, tebyiz ile beraber gönderiyorum. Ona bakarsınız, fakat tenkide uğraşmayınız. Çünki benim listem takribidir, daha tahkikî yapmadım. Tefsir ise, çoğunda rivayete istinad eder. Hem bazı Sure-i Mekkiye’de Medenî âyetler girmiş. Belki, hesaba dâhil etmemiş. Meselâ, Sure-i Alâk’ta hurufu yüz küsur demiş. Muradı, en evvel nâzil olan nısf-ı evveldir. O doğru söylemiş. Ben ise eski mahfuzatıma istinaden mecmu-u sureyi zannettiğim için onun savabında hata etmişim.

Hem tevafuktaki esrar, küllî yekûnlere bakar. Takribî fihriste bize kâfidir. Kenz-ül Arş’ın üç nüktesinde yazılan tevafukat, küsuratın değişmesiyle değişmezler. Belki büyük yekûnlerin değişmesiyle dahi o tevafukat bozulmaz. Meselâ, Sure-i Kehf ile 39 sure, 1000 adedinde ittifak ediyorlar. Bir-iki tane 1000 adedini kaybetse, o mühim tevafuk bozulmaz. Ve hâkeza… Küsuratın çendan esrarı var, daha bize tamamıyla açılmadı. İnşâallah açıldığı vakitte, fihriste dahi tahkikî bir surete girecek.

Said Nursî

* * *

(Hüsrev’in fıkrasıdır)

Aziz Üstadım!

Cemaziye-l âhir ayında vuku bulan وَاِذَا الْكَوَاكِبُ انْتَثَرَتْ âyetinin ifade ettiği hâlâtın bir nümunesini izah eden hâdisat-ı semaviye ile, Kur’an’ın semasında parlayan Lafza-i Celal yıldızlarının acib ve tatlı tevafuklarını ders veren o kıymetdar mektubunuzu, Hâfız Ali kardeşimiz de dâhil olduğu halde Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü, Keçeci Mustafa Efendi ve ağabeyim Ali Efendi ile beraber okuduk. O gece meclisimiz pek tatlı idi. Hâdisat-ı semaviyeyi hayret ve taaccüble ve pek büyük bir sevinçle karşılayarak, mele-i a’lânın bayramlarına biz de iştirak etmiştik. Nasılki bu hâdise-i semaviyenin birinci defa vukuu, (başta insan suretinde yapılmış Hubel tabir ettikleri büyük putlarıyla 360 putu ilah kabul eden) müşrikîn-i Kureyş’in helâkine netice vermişti. İnşâallah bu ikinci vuku’ da ondördüncü asr-ı Muhammedîde ve Avrupa terakkiyatı ile iftihar ettiği ve yirminci asır namını alan bu günde, ehl-i fetretin putperestliğinden daha feci’ bir surete giren suretperestliğinin kökü kesileceğini, bize ilân ediyordu.

Bu ilân, ümmet-i merhume-i Muhammediyeye pek güzel ve pek hayırlı bir fütuhatı hazırladığını hatırlatarak, mahzun kalblerimizi şenlendirmiş, ağlayan yüzlerimizi güldürmüş, gamnâk çehrelerimize beşaşet serpmişti. Dimağımızda Asr-ı Saadetin o cazibedar hayatını canlandırmış, güya maziyi istikbale çevirerek, bir müddet o âlemde ve o nezih ruhlu, ulvî düşünceli insanlar arasında yaşatmıştır.

 Sâniyen: Lafza-i Celal’in manidar ve münasebetdar tevafukatını temaşaya koyulduk. Bu tevafukat, ihtiyarsız nazarımızı kendisine çeviriyordu. İrae edilen kısımlar ve tevazün ettirilen adedler, o kadar şirin idi ki, okurken kalbimize serinlik, dimağımıza bir inkişaf, ruhumuza bir gıda veriyordu.

Dikkatimizi artırmak için yan yazı ile yazılan, Kur’an-ı Kerim’in 150 sahifesine kadar 7, 8 adedler tevafukatını muhafaza ederek 51 defa gelmesi, mektubun nihayetini asel (bal) ile bağlıyordu. Ne kadar garibdir ki, bu rakamların hem yazılmaları birdir, hem sırada kardeşlikleri birdir ve hem de sahifede gösterdikleri rakamla tevafukları birdir.

Ey sevgili Üstad! Cenab-ı Hak sizden çok razı olsun, yeni yeni meyveler ve fakihelerle tegaddi suretiyle takviye-i ezhana, hem de def’-i cû’ sureti ile ızdırablarımızı teskine vasıta oluyorsunuz.

Hüsrev

* * *

(Hüsrev’in fıkrasıdır)

Sevgili Üstadım, aziz hocam, efendim hazretleri!

El ve eteklerinizden öperek, sıhhat ve âfiyetiniz için duacıyım. Bu hafta zarfında, yazıp ikmaline muvaffak olabildiğim Yirmialtıncı ve Onuncu Cüz’leri ve Kur’an-ı Kerim’in tamamen yazılmasından mütevellid sürurlarımı ifade eden şu arîzamı takdim ediyorum.

Sevgili Üstadım! Bu hususta maruz kaldığım, o Furkan-ı Ezelî’nin bazı inayatından bahsetmekliğime müsaade edilmesini rica ederim. Şöyle ki:

Lafza-i Celal ve Lafz-ı Rab tevafukatı ile, kelime tevafukatını muhafaza etmek suretiyle bir Kur’an-ı Kerim yazılmasını emir buyurduğunuz vakit, pek büyük bir sevinçle kaleme sarılmıştım. İlk yazdığım üç cüz’ün başlangıcında, o kadar müşkilâtla yazı yazıyordum ki, sevincimi yeis, şevkimi fütur doldurmuştu. Esasen Arabî hattımın hiç olmaması, ye’simi teşdid, füturumu tezyid ediyordu.

Sevgili Üstadım, bu hal çok devam etmedi. İlk günlerde sabahtan akşama kadar çalıştığım halde, beş veya altı sahife yazı yazabilmek, benim için büyük bir muvaffakıyet iken, Kur’an-ı Azîm-ül Bürhan’ın yardımı imdadıma yetişti. Müşkilâtın yerini sürur, teessürün yerini sevinç kapladı. Bazı günler kalemi elimden bırakmamak için, namaz vaktinin uzamasını veyahut gurubun olmamasını temenni ediyordum. Bazan olurdu, sabahlara kadar yazı yazmak isterdim. Bazan olur, yazılması gayet güç sahifelere, Kur’an’dan istimdad ederdim. Gayet kolaylıkla, o sahifeyi yazmaya muvaffak olurdum. Bazan en kolay yazılacak sahifelerde, istimdadı bırakırdım. Elimde kalem güya yazı yazmakta izhar-ı acz ederdi. Hattâ bazan yanlış yazarak sahifeleri tebdil ettiğim olurdu.

Bu kadar teshilât arasında, Arabî hattımın şeklinin değişmekte olduğunu gördüm. Birinci defaki yazdığım yazılarımla son yazdığım yazılarımı karşılaştırdığım vakit, böyle çapraşık bir yazı ile, nasıl olur da dilâver bir pehlivan gibi ortaya atıldığımı düşünerek evvelce çok me’yus oldum. Sonra da sevincimden mesrurane şükürler ettim.

Kur’an’da mevcud tevafukatı ile beraber yazan Hâfız Ali, Hoca Sabri, Hâfız Zühdü gibi kardeşlerimin yazdıklarını gördükçe, şevkim artıyordu. Ümidin fevkinde bir terakkiyat gördüm. Bu esnalardaki inayetin bir kısmı kalbe tulû’ ediyordu. Bir kısmı idare-i taayyüşüme taalluk ediyordu. Bir kısmı da yazı yazarken vuku buluyordu. Meselâ son bir hâdiseyi arzedeceğim. Şöyle ki:

En son yazdığım Sure-i Tevbe’nin 197’nci sahifesinde altı Lafza-i Celal mevcud, dimağıma sahifenin yazılacak şeklini hazırladım. سَيَرْحَمُهُمُ اللّٰهُ اِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ âyet-i celilesindeki iki tane Lafza-i Celal, tevafuk harici kalmak suretiyle yazmaya başladım. Vaktaki فَمَا كَانَ اللّٰهُ daki Lafza-i Celal’i yazdım. Düşündüm ki, istediğim gibi olmayacak, öyle ise üç bir iki bir tevafuk olsun dedim. Ben tevafuk edecek Lafza-i Celal’e yaklaştıkça, Lafza-i Celal’ler tevafuktan uzaklaşıyorlardı. Bir türlü arzu ettiğim şekilde muvaffak olamadım. En nihayet hal-i hazır vaziyet vücuda geldi. Sahifeyi değiştirmek istedim. Baktım bu sahife ihtiyarımı dinlememişti. Bunda bir maksad ve bir gaye olacağını hatırlayarak, sahifeyi yırtmadım. 198’inci sahifeyi yazdıktan sonra, dikkat ettim. 197’nci sahifede tevafuk harici bir satırdaki iki Lafza-i Celal, 198’inci sahifede aynı satır üzerindeki iki Lafza-i Celal ile üst üste geldiğini ve diğerinin 199’uncu sahifede pek cüz’î bir inhiraf ile (belki yarım santim kadardır) diğer bir Lafza-i Celal’in üstünde olduğunu gördüm. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى diyerek, Cenab-ı Hakk’ın benim gibi alîl ve pek çok masiyet ve kusurlu bir kulunu böyle kudsî bir hizmette istihdam ettirdiğinden dolayı, nihayetsiz sürura müstağrak oldum.

Bu inayet ve muvaffakıyetler, fazilet ve mübecceliyette her şeye tefevvuk eden susmaz ve susturulmaz bir ses, feyyaz bir ziya ve nevvar bir azametle, yirmisekiz bin âleme imamlık eden, ders veren o Furkan-ı Ezelî’nin hadsiz kerametlerinden bir kerameti ve nihayetsiz mu’cizelerinden kıvılcım-misal küçük bir lem’ası idi.

Cenab-ı Hak dergâh-ı izzetinde kabul buyursa, benim gibi zillet ve meskenet her tarafını kaplayan kusurlu, âciz bir abd için, ne büyük bir saadet. İşte sevgili Üstadım! Himmet-i âlîniz ki ve لَوْلاَكَ لَوْلاَكَ لَمَا خَلَقْتُ اْلاَفْلاَكَ hitab-ı izzetine mazhar olan menba’-ı füyuzat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin himemat-ı kudsiyeleriyle ve refik olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kerametleriyle ve Cenab-ı Vâcib-ül Vücud Hazretlerinin müsaade ve lütufları sayesinde ve yine onların rızası uğrunda, ümmet-i Muhammed için vasıta olup yazdırılan bu Kur’an-ı Kerim’i size takdim ederken; fakir talebeniz size ciddî bir talebe, hakikî bir kardeş, muti’ bir evlâd ve Peygamber-i Zîşan Efendimiz hazretlerine ümmet ve Hallak-ı Kerim’e de kemter bir kul olabilmek dilekleriyle, el ve eteklerinizden kemal-i ta’zim ve hürmetle öperim Efendim Hazretleri.

Fakir Talebeniz

Ahmed Hüsrev

* * *

(Milas’lı Halil İbrahim’in fıkrasıdır)

Efendim!

İsterim ki Yirmiyedinci Mektub’un tatlı sadâları içerisinde benim de boğuk sesim çıksın. Lâkin heyhat o maden-i esrar bahrinden dem vurmak haddim değil. Benim arzum ve iştiyakım, o gülistana girebilmek ve o güzel güllerden koklamak. Yoksa onun tavsifinde âciz ve kasırım. Gerçi kalbimde galeyan eden manalar çoktur. Lâkin her nedense, lisan hissiyatımın tercümanı olamıyor.

Şu kadar diyebilirim ki; elimde mevcud risaleler ve fihristede gördüğüme nazaran, Risale-i Nur eczaları bir şecere-i nuraniyedir ki, dalları aktar-ı arza neşr-i envâr ediyor ve ilâ-nihaye edecektir. Karanlıklı bir gecede, semadaki yıldız ve kamerler, zemin yüzünde nasıl rehberlik ederlerse, Risale-i Nur eczaları da öyledir. Ve zulmette nura ihtiyaç ne ise, Risale-i Nur eczaları da odur.

Bahr-i dalalet mevcleri arasında, sefine-i Nuh (A.S.) necat verir; her kim dâhil olsa, tufan-ı maasiden halâs bulur. Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütübhanesinde bir bahardır ve bahar kadar letafetlidir ve canbahştır. Ve ölmüş arza o bahar vasıtasıyla hayat verildiği gibi, Risale-i Nur eczaları da ölmüş arz kulûblere taze hayat verir. Risale-i Nur eczaları mürşiddir. İnsanı haksızlıktan hakka döndürür ve hayvanlıktan insaniyete ve esfel-i safilînden, a’lâ-i illiyyîne yükseltir. Otuzüçüncü Söz’ün Yirmidördüncü Mektubu ve emsalleri, insanın ruhunda inşirah hasıl ediyor. Ve kalbinde Sâni’-i Hakîm’in hikmetine karşı pencereler açıyor. Risale-i Nur eczaları, insanın sıkıntılı vaktinde imdadına yetişir ve teselli eder. Bu ciheti aynen gördüm. Ve elhasıl: Risale-i Nur eczaları hakkında her ne desem, yine o Nur’a karşı sönüktür. İşte o fihristeler fihristesi böyle olunca, daha ilerisini ehli olan anlar.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Halil İbrahim (R.H.)

* * *

(Hulusi Bey’in fıkrasıdır)

Bugün hayreti mûcib, nazara cazib, dikkati câlib, manası latif, tertibi zarif, tevafuku nazif, envârı zahir, i’cazı bahir, zübde-i bürhan, erkân-ı iman, bir lem’a-i i’caz-ı Kur’an olan ve mübarek Hüsrev’in çok mükemmel bir tarzda istinsah ettiği Yirmidokuzuncu Söz ile, melfufu cidden çok mühim mes’eleleri câmi’ ve bedî’ cevabları hâvi Onaltıncı Lem’ayı ve benim gibi tenbellere mükemmel bir ders-i ikaz olan mektubu almakla bahtiyar ve çoktandır mahrum kaldığım Nurlara kavuşmaktan mütevellid nimete mazhariyetten dolayı, Cenab-ı Hallak-ı Rahîm’e teşekkürden âcizim.

Orada kardeşlerimizden beş nevi ibadet hakkındaki izahları ile kötü şahsiyetime değil, sırf Kur’ana, imana, Nur’a, hakaika müteveccih halime baktım ve kanaatlarımı yokladım. Ben de aynı şeyleri düşünmüş ve kanaat getirmiştim.

1- Ehl-i dalalete karşı mücahede اِنْ تَنْصُرُوا اللّهَ يَنْصُرْكُمْ وَيُثَبِّتْ اَقْدَامَكُمْ

2- Neşr-i hakikatte üstada yardım وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى ٭ وَ اَطِيعُوا اللّهَ وَ اَطِيعُوا الرَّسُولَ

3- Müslümanlara iman cihetinden hizmet: اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ ٭ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُوا ٭ اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ gibi âyetlerle اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ hadîs-i şerifi.

4- Kalemle ilmi tahsil ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ . Madem ki hakikat ilmi tedris edilmiyor. Elbette mahfî hikmetlere binaen mahdud insanların eline geçen, kulağına giren bu nevi derslerin ciddî tahsili için, bilhâssa okuması yazması olanların bizzât yazmak suretiyle, bu neticeyi bulacaklarına şübhe edilmemelidir. Bir şeyi yazmak; okumak, anlamak, sonra başka kâğıda nakletmektir ki, bu tarzla matlub istifadenin temin edileceği muhakkaktır.

5- Bir saatı bir sene ibadet hükmüne geçecek tefekkür: Evet Nurlarla istifade, böyle saatler, zannederim hepimizin meşhudu olmuştur. Sözler’deki hakaikı tefekkür, aynen Kur’an’ın künuzunu manen taharridir ki; Fettah ismi imdada yetişerek, öyle muhayyir-il ukûl kapılar açıyor ki, zevkine nihayet bulunmuyor. Perdesiz, vasıtasız Kur’an’a bakınca, zülâl gibi hakaikın tecelli ettiği, bulutsuz havada güneş ve böyle bir havada yıldızlarla süslenmiş semada bedirlenmiş kamer gibi müşahede olunuyor.

Benim gibi bir isyankârın vaziyeti, hali, kabiliyeti, istidadı aslâ müstaid değilken, Allah-u Zülcelal’in nihayetsiz kerem ü rahmeti, fazl u inayeti ile, iki kerre iki dört kat’iyyetinde kat’î kanaatım gelmiştir ki; Hazret-i Gavs’ın ve onun üstadı, iki cihan fahri Nebiyy-i Efhamımız (A.S.M.) Efendimiz Hazretlerinin dua ve himmetleri, Hazret-i Kur’anın şakirdleri üzerindedir. Sû’-i ihtiyarımızla bozmazsak, bu himayet ve sahabet elbette devam edecektir, kat’î kanaat ve imanındayım. Şu satırları bana yazdırtan âsâr-ı Nur’un şeref-i vürudları ve feyizleri, inşâallah içinde gizlenmiş olan aşr-ı âhir-i Ramazandaki Leyle-i Kadr’in ihya edilmiş sevabını verir ve rıza-yı Samedanîye mazhariyetle, saadet-i ebediyeyi kazanmaya bir vesile olur.

Ey üstadımın bu fâni âlemde arkadaşları! İnşâallah âhiret âleminde de yoldaşları olacak olan aziz ve kıymetli kardeşlerim! Şu anda kalbim şöyle inliyor, ben de ihtiyarsız yazıyorum: Hazret-i Üstad’ın gösterdiği yol, aynen Kur’an’ın cadde-i kübrasıdır; ondan ayrılmayalım, hizmetten kaçmayalım, fütur getirmeyelim. Sermayesi yalan ve yalancılık olan siyaset propagandaları, sû’-i kesbimiz ile kazanılan ve bugün tevarüs edilen fena şeylere karşı, kaderi ittiham derecesinde muradullaha müdahaleye cesaret etmeyelim. Biz abdiz. Sebeb-i hilkatimiz; seyyidimizi, yaratanımızı, râzıkımızı bilmek ve bulmaktır. Hülâsa-i mevcudat olan Peygamberimiz vasıtasıyla inzal ve ikram buyurulan Kur’an’ın ahkâmına ve o Hazret’in sünnetine tevfik-i harekete bezl ü gayret edelim. İşte o Nur elimizde mürebbi, yanımızda muarrif. Aramızda Nurları neşre, mürebbi ve muarrifimizi dinlemeye çalışalım. Biz vazife-i ubudiyeti yapalım, netice-i mükâfatı Hâlık-ı Rahîmimize bırakalım. Yekdiğerimize en büyük yardım olan duayı da esirgemeyelim.

Zühre, Habbe, Katre ve Zeyli’nin Arabî bir nüshası bu fakire ihda buyurulmuş, bir gün tercümesinin de yapılacağına işaret olunmuştu. Demek zamanı geldi ve benim gibi Arabî bilmeyen kardeşlerin manevî arzuları, Zühre’nin tercümesine vesile oldu. Çok muhtasar olarak duygularımı arzedeceğim:

 Birinci Nota: فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ kelime-i tevhidi ile Mabud-u Hakikî’ye bağlanmalı.

 İkinci Nota: اَللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَاللّٰهُ اَكْبَرُ اَللّٰهُ اَكْبَرُ وَ لِلّٰهِ الْحَمْدُ tekbir-i ekberi ile kibriya ve azamet sahibi ancak Allah-u Zülcelal Velkemal olduğunu…

 Üçüncü Nota: كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ nass-ı azîmi ile, madem herşey helâk olacak, ey zaîf insan! Bundan senin, şemse nisbeten bir zerre bile olmayan hayatının da hissesi olduğunu anla, aklını başına topla, yaradılışındaki hikmeti düşün, haddini bil, ömür ve hayatını, sana saadet-i ebediyeyi temin edecek şeylerle geçir hakikatını…

 Dördüncü Nota: كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ٭ قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِى اَنْشَاَهَا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ gibi âyetlerle müeyyed olduğu üzere ba’de-l mevt ثُمَّ نُفِخَ فِيهِ اُخْرَى فَاِذَاهُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ âyetinin sırrı zahir olacak ceza ve hesab gününde, Mâlik-i Yevm-id Din’in huzurunda, mahlukat ve mevcudatın en kıymetdarı olan insanın aynen halk olunarak bulundurulacağını…

 Beşinci Nota: Avrupa’nın surî medeniyetinin hakaik-i Kur’aniye ile butlanını, وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ âyetinin bir muhavere şeklinde tedrisini…

 Altıncı Nota: اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ ٭ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً gibi âyetlerle, hem iman tacını giyen hizbullahın galebesini ve hem zahir insan suretinde halk olunan müşrikînin ve onların bir nev’i olan, her şeyi inkâr edenlerin, Kur’an nazarındaki kıymetlerini…

 Yedinci Nota: وَلاَ تَنْسَ نَصِيبَكَ مِنَ الدُّنْيَا ٭ اِنَّ اللّهَ يَاْمُرُ بِالْعَدْلِ وَاْلاِحْسَانِ وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى gibi âyâtın manasını hatırlattığını…

 Sekizinci Nota: Sonunda zikrolunan dört âyet-i celilenin bir nevi tefsiri…

 Dokuzuncu Nota: Bugünün Dokuzuncu Sözünün bir çekirdeği olduğunu…

 Onuncu Nota: Marifetullaha yol açacak, bid’aların kesreti zamanında Risale-i Nur ünvanını alacak ve en evvel “Ey ehl-i iman! Öldükten sonra dirilmek var, ceza ve hesab günü var, uyanın!” hitabı ile mevki-i intişara konulacak olan Onuncu Söz’e mahfî işaret ettiğini…

 Onbirinci Nota: Onbir, Oniki, Onüç, Ondördüncü Sözler gibi, Kur’an’dan fazlaca bahseden Nur risalelerine, bilhâssa bunlar arasında parlak bir mevkii işgal eden, Yirmibeşinci Söz’ün geleceğine îma eylediğini…

 Onikinci Nota: Bütün müslümanlara, muhtelif tarîkatlarda sülûk ile kazanılacak neticeye, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarîkında Besmele olacak bir ders verdiğini…

 Onüçüncü Nota: Yirmialtıncı Söz’ü, اِنْ اَجْرِىَ اِلاَّ عَلَى اللّٰهِ âyetlerini, مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ hadîsini, Birinci Söz’ü, mecazî muhabbetteki makul dereceyi göstererek, taklidden tahkike geçmek lüzumunu…

 Ondördüncü Nota: Çok mühim ve pek nurlu bir eser olan, Yirminci tevhid Mektubunu…

 Onbeşinci Nota: Üç mes’elesi ile, Kur’andaki emir ve nehyin ne kadar yerinde olduklarını ve şeriat-ı Ahmediye desatirinin, ne kadar makul ve mantıkî esaslara istinad ettiğini, ayân-beyan göstermektedir.

Çok kusurlu ve âciz talebeniz aldığı feyizleri ancak metindeki yazıları tekrarla ifade edebilir. Hitabı azaltmak için sözü itnaba düşürmemek daha makul düşüncesiyle, maruzatımı kısa kesmeyi daha faideli görüyorum.

Hulusi

* * *

(Mu’cizat-ı Ahmediye’yi yaldızla yazan Doktor Abdülbâki Bey’in fıkrasıdır)

Sevgili, müşfik Üstadım, Efendim Hazretleri!

Kıymetine nihayet olmayan ve her vecihle medih ve takdire ve sitayişe şâyan bulunan Risale-i Nur eczalarından bir parçası olan Ondokuzuncu Mektub’u, bu mektubun mazhar olduğu intişarındaki inayetine mâsadak olan kalemimle, iki gün evvel ikmal edip, sevgili üstadıma takdim ediyorum. Bu risale hakkında aziz üstadıma kalbî ihtisasatımı arzetmek istiyorum. Fakat ne kalemim ve ne de kalbim ifadeden âcizdir.

Bu risalenin ruhumda vücuda getirdiği tebeddülâtı tarif imkânsızdır. Hakikaten ruhumun asr-ı saadete ait karanlıklı noktalarını aydınlatmış, kalbimin en derin mahallerine nüfuz ederek, fakir talebenize verdiği ziyaları, nurları ile fakir talebenizi, öyle bir hale getirmiştir ki; bu kusurlu talebenizin Cenab-ı Hak’tan istediği ve zulümatları yararak nurlar serpen asırda, beşeriyeti helâkten kurtarıp saadete davet eden ve elinde ve lisanında sonsuz mu’cizatı ile, yalnız beşeriyete ve dünyaya değil, bütün mevcudata, dünya ve âhirete kendini tanıttıran o Peygamber-i Zîşan’a ümmet olabilmek ve sevgili üstadıma talebe olabilmek kaydı altında hayatıma hâtime verilmesidir. El ve ayaklarınızdan öperim, efendim.

Abdülbâki

* * *

(Ehl-i dünyanın Üstadımız hakkındaki asılsız üç vehimleri münasebetiyle, bir kardeşimizin ettiği sualine karşı cevabdır)

Üstadımız Barla’da kimsesiz kaldığı için, mütalaa edecek kitabları olmadığından, dünyadan ümidini kesip, âhiret noktasından iman cihetinde, kendi nefsiyle olan mükâlemelerini, düşündüklerini çok defa “Ey nefsim! Ey nefsim!” diye kaleme almış. Ne vakit o vaziyetten, o beladan kurtuldu. Buraya geldi, altı ay zarfında oradaki altı gün kadar bir şey yazmadı. Zâten neşriyat yapmıyor. Ancak kendi nefsi için nota nev’inden kaydettiği mesaili, iman cihetinde vesveseye düşmüş bazı has dostlarının istemelerine binaen, güçlükle onlar alıp mütalaa ediyorlar. Yazdığı en mühim bir eseri; bir müdür, vesveseli ve onun hakkında muannid bir valiye şikayet tarzında vermiş. O muannid vali tedkikatında, bu eserde ve bunun neşriyatında siyasete taalluk edecek bir cihet yoktur, sırf mesail-i imaniyeye aittir diye hakikatı anlamakla, o müdürü tekdir etmiştir.

Hem hocamız tarîkat zamanı olmadığını, mütemadiyen dostlarına söylüyor. İmanı kurtarmak zamanıdır diyor. Buna delil, dokuz senedir hiçbir kimseye tarîkat talim etmemesidir. Yalnız mezhebi Şafiî olduğu için, namazdan sonraki tesbihatı biraz fazlacadır. O fazlalıkta otuzüçer tesbihattan sonra mezheb-i Şafiî’de sünnet olan bazan on, bazan otuzüç “Lâ ilahe illallah” ve üç defa da salavat okumaktan ibarettir. Hususî ibadetinde yanına hiçbir kimseyi bırakmaz, en has hizmetçisi de yanına giremez ve diyor ki: “Ben şeyh değilim, ancak bir hocayım. Eskiden dünyaya karıştığım için günahlarım çoktur. Onlara istiğfar ediyorum.” diyor. Üstadımız hakkında ehl-i dünya ve ehl-i hüküm tarafından çok defa “Ne ile yaşıyor?” diye endişekârane soruluyor. Bu sual altında, acaba başkaların hediye ve sadakalarıyla mı yaşıyor deniliyor.

 Elcevab: Bizler daimî hizmetindeyiz. Hiçbir kimsenin sadaka ve hediyesini ihtiyarıyla kabul etmez. Mecbur kaldığı zaman, mukabilini vermek suretiyle alır. Barla’da köy halkı az olduğundan men’ edip kendini kurtarıyordu. Buraya geldikten sonra Barla gibi “Ben bir şey istemiyorum” diye olan musırrane redde muvaffak olamadı. Hatırları kırılmayacak bazı dostların getirdikleri yemekleri birkaç defa yedi. Sonra birden bire, hasta olmadığı halde iştihası tam kesildi. Bizim kanaat-ı kat’iyyemiz geldi ki, başkasının hediye ve sadakasını yedirmemek için, manevî bir ihtar ve bir itabdır.

Evet iki sene evvel, bütün Ramazanda üç ekmek, bir okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi; bir sene evvel üç fırancala, bir Ramazan yine kâfi gelmişti. Bu Ramazan-ı Şerif’te otuz günde, yarım okka yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir fırancala yediğini (yalnız bir-iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek müstesna) başka bir şey yemediğini bizzât müşahede ettik {(Haşiye): Üstadımız has hizmetçilerinden başka, hiç kimseyi ihtiyarıyla kabul etmez. Hattâ daimî hizmetinde bulunan iki üçümüzün beraber bulunduğunu istemez. Şimdiye kadar hizmet edenlerden maadasını, beş-on günde bir defa bile kabul etmez, geri gönderir. Eski zamanını düşünüp, şimdi dahi siyasetle ve ahval-i âlemle münasebetdar olduğunu tevehhüm edenlerin, asılsız vehimlerini kat’î reddedecek şu halidir ki; onüç sene evvel, günde belki dokuz gazete okurken, dokuz senedir biz şehadet ediyoruz ki, bir tek gazeteyi bile ne okudu ve ne de okutturdu, ne istedi ve ne de arzu ettirdi. Münavebe ile yanında bulunan Süleyman Rüşdü, Münavebe ile yanında bulunan Hüsrev, Münavebe ile yanında bulunan Re’fet, Sekiz senelik bir arkadaşı Bekir, Barla’da daimî hizmetkârı Mustafa Çavuş, Sekiz senelik hizmetinde bulunan bir arkadaşı Barla’lı Süleyman}

Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaşı Rüşdü Efendi, üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane getirmişti. Bunları üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendi’nin hatırını kırmamak, hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendi’ye dedi ki: Hüsrev’deki paramdan balığın fiatını al, sancı devam ediyor, dediği halde balıkların fiatını almadığı için, iki saat daha devam ediyor. En nihayet dedi ki: “Aman parayı al, beni bu sancının verdiği ızdırabdan kurtar.” Rüşdü Efendi balığın fiatını aldığı dakikada, sancı birden bire kesildi. Biz üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acib hali aynen gördük. İşte üstadımız hakkında, ne ile yaşıyor diyenler, hatalarını tashih etsinler.

Bekir, Re’fet, Hüsrev, Rüşdü

* * *

(Hulusi Bey’in mektubudur)

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ مِنَ اْلاَزَلِ اِلَى اْلاَبَدِ بِلاَ اِنْقِطَاعٍ

Eyyühe-l Üstad-üs Said!

Risale-i Nur şakirdlerinin şahsiyet-i maneviyelerinde en âciz, en zaîf ve en menfaatsız bir uzuv olmakla beraber, bu intisabın verdiği kuvvetle, manevî efradının dualarının ve kudsî himayelerinin himmetine ve Rabb-ı Rahîm’in kerem ü inayetine dayanarak, nâil olduğumuz son nurlu âsârın mütalaa ve zavallı muhitimizdeki neşrinden mütevellid hâlis sürurumuza ve nihayetsiz manevî duygularımıza tercüman ve lisan-ı acz ile hissiyatı izhara vasıta, başta muhterem ve çok müşfik ve aziz üstada ve onun tevfik-i Huda ile en kıymetli muînleri ve Risale-i Nur şakirdlerinin manevî cisimlerinde daima fa’al ve nevvar nâkil ve naşirleri olan kardeşlerimize şükran ve dua borcumuzu iblağ etmek emel ü niyeti ile, şu arîzacığı yazmaya başlıyorum.

Evvelâ ulvî ve gaybî kerametten bahsedeceğim: Mecmuat-ül Ahzab’da Ercuze namındaki kaside-i mübareki, Fethi Bey’de buldum. Birçok yerlerini okudum. Fazla tedkik edemedim. Ancak Sekine namı verilen ve İsm-i A’zam’ı tazammun eden altı isim “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs Celle Celalühü” olarak buldum. Bu esma-i mübarekenin vird edilmesine müsaade ve ne suretle devam iktiza ettiğine emrinizi istirham ederim.

Merhum ceddimin Hazret-i Ali Radıyallahü Anh Efendimiz hazretlerine ma’tuf ve evvelce arzettiğim: (Keramat-ül evliyai hakkun) düsturunu tasdik sadedindeki keramat hâdisesinin ifade edildiği bir zamanda, orada da bu mübarek eserin neşredilmiş olması; cidden hayreti mûcib olmakla beraber, işlerimizin tesadüfle alâkası olmadığını gösterecek küçük bir delil ve Risale-i Nur, Mu’cize-i Kübra-i Ahmediye (A.S.M.) olan Kur’an-ı Azîmüşşan’dan nebean ettiği için, i’cazkâr hâdisat eksik olmayacağına işarettir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

Bu ulvî eserin sonuna Risale-i Nur şakirdleri namına bu âciz talebenizin ismini koymakla, sıddıkınızın yazılmış ve yazılacak bütün Risale-i Nur lemaatına karşı, tasdikte tereddüd etmeyeceğine işaret olduğunu, şükranla karşıladım.

Sure-i Rahman’daki فَبِاَىِّ آلاَءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ âyet-i celilesindeki tekrarlar gibi, Risale-i Nur’un mebde-i neşrinden bu zamana kadar enva’-ı keramat ve gaybî i’caz izhar edilmekte ve bu feyizli hâdisat, Risale-i Nur şakirdlerini gayrete ve himmete teşvik eylemekle beraber, onları manevî silâhlarla teçhiz ederek, kuvve-i imanlarını tezyide vesile olmaktadır.

Allahü Zülcelal Kur’an-ı Keriminde, Peygamber-i Zîşan hadîs-i nebevîlerinde, Cihar-ı Yâr-ı Güzin, Sahabe-i Kiram ve Âl-i Beyt namlarına, Hazret-i Ali ve evlâdından Hazret-i Gavs kaside-i mübarekelerinde, fitne-i âhirzamandaki en mühim ve Kur’anî harekete remz, delalet, işaret, belki sarahatle parmak bastıklarını Risale-i Nur naşiri, bütün eserlerinde gösterir ve derslerinde tekrar tekrar söylerse, tereddüd ve şübheye zerre kadar mahal ve hak kalır mı? Aslâ ve kat’â. Allah’ın ihsanına yüzbinler hamd ü şükürler olsun.

Münasebet gelmişken tahdis-i nimet maksadıyla, mazhar olduğum, bütün acz ve noksanıma rağmen, gördürülmekte olan kudsî hizmetin şerefi, manevî vahdetteki ihlasın ikramı addedilmeye seza, gaybî himaye ve sıyaneti, Risale-i Nur şakirdleri kardeşlerime mücmelen arz u iblağ edeyim.

1- Allah’a malûm çok kusurlarımı bilmeyen büyük ve küçük bütün halkın hakkımdaki teveccühleri,

2- İktiza ettikçe, soruldukça, münasebet geldikçe, pervasızca daima aldığım derslerden, öğrendiğim hakikatları söylediğim halde, bütün meslektaşlarımın hakkımda muhabbet göstermeleri ve cevab verememeleri,

3- Ahkâm-ı diniyece gücüm yettiği kadar mutavaat gösterdiğimi bildiklerine ve gördüklerine rağmen, ekser meslek büyüklerimin hususiyet ve gidişlerini beğenmediğim halde, alenen takdirlerini izhar eylemeleri,

4- Elaziz’de maddeten hayli uzakta bulunmaklığıma rağmen, Risale-i Nur feyzi menbaından nebean eden lemaatın, izn-i Hak’la ârızasız gelebilmeleri,

5- Eski hocalarımın âsâr-ı Nur’u bu âcizden dinlemeleri, vasıtamla okumaları,

6- Elhamdülillah buraya gelen Nurlu eserlerin, hususiyet ve mahremiyet kayıdlarına bir derece dikkat ederek intişarına çalıştığım halde, yüzbin kerre şükr ü minnet ol Hâlık-ı Azîm’e, bir mani’ ve şer zuhur etmemesi.. ilh…

Açık, zahir, bahir ve kat’î bir himaye ve sıyanet-i maneviye neticesi ve Risale-i Nur şakirdleri arasındaki hakikî ihlas ve tesanüdün parlak bir tecellisidir.

Sun’î bir tevazu için değil, hakikatı ifade için derim ki: Bundan evvel Sabri Efendi kardeşimize yazdığım küçük mektubumda da zikrettiğim vecihle, Risale-i Nur şakirdleri vücud-u manevîsinde, ancak küçük bir ayak parmağı kadar bir kıymeti olan bu bîçare kardeşinizi, Hâlıkımız bu günahkâr abdini nihayetsiz in’am ve ihsanına lâyık görmüş ki; Risale-i Nur naşirine bir talebe, Risale-i Nur şakirdlerine bir kardeş, Kur’an hâdimlerine bir arkadaş etmiştir. Arabî ve Farisî bilmeyen, ilim ve medrese görmeyen bir âsi abdine, hikmet-i Samedaniyesiyle böyle bir ikramda bulunuşu, elbette bir hikmete müsteniddir. O da her halde Risale-i Nur’la alâkadar olanlar arasındaki safvet ve ihlas ile, Risale-i Nur’un ind-i İlahîdeki derecesine ve hizmetin ulviyetine atfolunur.

İşte Risale-i Nur şakirdlerinden en gayr-ı nâfi’ bir uzva, misal olarak zikredilen bu kadar açık himaye ve sıyanet-i İlahî vaki’ olursa, diğer münevver unsurlara ne derece ikram ve inayet olacağı kıyas olunabilir.

Allah’ın inayetine, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz hazretlerinin imdad u ruhaniyetlerine istinad ederek, Allah rızası için hizmete koşan, yekdiğerini manevî ve uhrevî kardeş tanıyan, başta müşfik Üstad, yani Risale-i Nur naşiri ile onun şakirdlerini فَاِنَّ حِزْبَ اللّٰهِ هُمُ الْغَالِبُونَ ٭ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ âyetlerinin sırlarının tezahürü inşâallah karşılayacaktır.

İktisad hakkındaki risale hem insanî, hem içtimaî, hem dinî, hem dünyevî çok güzel ahlâkî, çok hoş imanî, çok değerli nuranî bir nasihatnamedir. Buradaki kardeşlerimizden bazılarının, âsâr-ı Nur hakkındaki ihtiyarsız şu sözleri, ne kadar yerindedir. Diyorlar ki: Bu mübarek eserlerden biri okununca, içimizden “Bundan daha yüksek eser olamaz” dediğimiz halde, ikincisini dinlediğimiz zaman bakıyoruz ki, bu evvelkinden daha ulvî ve nurludur.

Ben de diyorum ki: Ey ihvan! Risale-i Nur’un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik verirse, imanını kurtaracak hakikatları onda bulur. Çünki her cüz’ün diğerleri ile manen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitabda bizdeki hakikatların da uçları, kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz’-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsin.

İhlasa dair Yirminci, Yirmibirinci Lem’alar: Yirminci Lem’a muhtelif meslek ve meşrebde mü’minler arasındaki rekabetkârane ihtilafların esbabını öyle bir teşrihtir ki, tavsif edebilmek için bu mübarek eseri aynen nakil eylemekten başka çare yoktur. Allah cümlemizi muhlis kullarından eylesin. Âmîn!

En az onbeş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmibirinci Lem’a, evrad edinilecek kadar ehemmiyetlidir. Malûmdur ki, kale içinden feth olunur. Bugünkü muvaffakıyete sebeb olan ihlas kalkarsa, maazallah o zaman çok vahim neticeler tevellüd eder. En büyük düşmanımız nefsimizdir. Onu susturmak için zannedersem şu ihtar kâfidir: “Ey nefs-i nâdân! Beni kandıramazsın. Madem ki, bir Peygamber-i Azîm-ül Kadr ve bir Nebiyyullah olan Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm وَمَا اُبَرِّئُ نَفْسِى اِنَّ النَّفْسَ لاَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ اِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّى demiştir. Aldatamazsın. Senden ve senin samimî yoldaşların cinnî ve insî şeytan, ehl-i bid’a ve ülema-is sû’ şerlerinden Allah’a sığınırım.”

Eski Said lisanıyla kaleme alınmış olan Yirmiikinci Lem’a: Zaleme güruhunun hücumlarına pek mükemmel müdafaa ve elyak ve a’lâ bir cevabdır. فَاللّٰهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ اَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ

Otuzbirinci Mektub’un Yirmibeşinci Lem’ası: Maddî ve manevî bütün hastalıklara mükemmel devadır. Altıncı devanın iki defa yazılmasına merak ettim, hatırıma geldi. Birden yirmibeşe kadar devaları topladım, 325 oldu. Tekrar eden 6 numaralı devayı da zammedince 331 çıktı. Söylenişte ve yazılışta ekseriyetle hazfedilen bu rakamlardaki kaldırılmış bin sayısını nazar-ı dikkate alırsak 1325 ve 1331’de İslâm âleminin başına gelmiş olan musibetlere, bu Lem’ada mahfî işaret bulunduğuna hükmeyledim. Basiretli ve nurlu arkadaşların, daha mahfî hakaik çıkardıklarını ümid ediyorum. Eski talebenizden Hâfız Hüseyin Efendi’ye bu Lem’ayı babasının vefatından birkaç gün sonra, arefe günü Hâfız Ömer Efendi ile evine gitmek suretiyle okumak nasîb oldu. Maddî ve manevî hastalıklarına ilâç veren hekim-i hâzık aziz üstada çok dua etti. Bu mübarek eserin, bu zât üzerindeki tesirini şöyle telhis edebiliriz. Ehibba ve arkadaşlarından hastalığını soranlara, “Çok mükemmel bir ilâç buldum. Doktorlara ilâç parası vermekten elhamdülillah kurtuldum. Günden güne iyi oluyorum.” diyormuş. 17 Zilhicce 1353

Uhrevî kardeşiniz ve âciz talebeniz

Hulusi

* * *

(Risale-i Nur şakirdlerinden Kuleön’lü Hacı Osman’ın bir fıkrasıdır)

Muhterem Üstadım!

Risale-i Nur’u birkaç seneden beri dinleyip, binde bir almış olduğum manevî yaralarıma bir ilâç vazifesi görüyordu. Fakat hastalara aid Yirmibeşinci Lem’a ve ihtiyarlara aid Yirmialtıncı Lem’ayı Mustafa ve arkadaşlarımla beraber okuyup kemal-i şevk ile dinledim. Bakıyorum ki vücudumdaki yaralara güzel tesir ediyor, arkadaşlarıma dedim: Madem Risale-i Nur’un tesiri bu kadar kuvvetlidir, ben yazmaya karar verdim; fakat hiç okuyup yazmam yok ki, böyle kıymetdar Risale-i Nur’a yardım edeyim. Madem kalemim yok, beni hizmetçi ve postacı olarak tayin ediniz, diye müteessirane söyledim.

O gece rü’yamda, kendimi ölmüş ve yıkanmış olarak kabre bıraktılar. Haşir zamanı gelip kabirden kefen ile başım açık, ayaklarım yalın olarak kalktım. Korkarak memleketimize gelirken, büyük bir köprüye yolum uğradı. Köprünün iki tarafında iki nöbetçi vardı. Birinden geçip, diğeri hemen beni yakaladı, acaba nereye götürecek diye, bütün vücudum titriyordu. Biraz gittikten sonra köprü bitmeden Üstadıma beni teslim etti. Üstadım beni yıkayıp bıraktı.

Sonra asker olarak bir câmiye bütün ahali toplandı. Bir asker geldi bana dedi: Seni büyük bir kumandana hizmetçi tayin ettiler, gideceksin. Ben dedim: Benim gibi süflî bir nefer, nasıl o müşirin yanında hizmetçilik eder. İtiraz ettim. Yine tekrar etti, gideceksin. Ben korkarak gittim, baktım ki, orada Üstadımı görünce mesrurane sevindim. Bana dedi: “Arkamdan gel.” Yüksek bir saraya çıktı, bana dedi: “Bu ufak hizmetleri gör.” Ben düşünmekte iken, Barla’lı Süleyman Efendi geldi. Beraber bulunurken, Üstadım güzel bir gül bahçesine gitti. Ve orada bir küçük genç oturur, bana dedi: “Sen bu gence hizmet edeceksin” dedi. Hemen uyandım.

Ey kardeşlerim! Madem Üstadım bende bir şey yok, ben yalnız tayin olduğum cevahir dükkânından herkesin ihtiyacı var olduğunu ve Kur’an’ın dellâlı olduğunu sekiz-dokuz senedir ilân ediyor. Biz Risale-i Nur’ları yazmak, okumak ve dinlemek için herkesin ihtiyacı var, onun için ey müslümanlar! Manevî yaralarınıza ilâç ararsanız, Risale-i Nur’da vardır. Yazın, okuyun, imanınız o kadar teâli edecektir. Hiç şübhe etmeyiniz.

Mübarek iki ellerinizden öperim ve bayramınızı tebrik ederim.

اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ

Cahil ve âciz talebeniz

Hacı Osman

* * *

(Âhiret hemşirelerimizden ve Risale-i Nur talebelerinden Müzeyyene’nin fıkrasıdır)

Muhterem Üstadım!

Şu fâni dünyanın elemlerine gark olan gözlerim, sizin feyizli, nurlu Sözlerinize ve tesirli ve şifalı risalelerinize, can u gönülden merbut oldukça ve okudukça, risaleleriniz ne kadar büyük bir mürşid olduğunu hiçbir şeyle tarif edemem.

Evet şu dünyaya, şu zamana çöken zulmet ve gaflet perdelerini Sözleriniz yırtıyorlar, parçalayıp o zulmeti ve gafleti dağıtıyorlar. Hangi akıl var ki, hakikat perdesini görüp de, o hakikat perdesinde nur-u hakikat parlarken, onlara gözünü yumup, zulmet perdesine atılmış olsun. Ben de inşâallah zulmete atılmam. Artık güçlükle bahtiyar olup da tekrar bedbaht olamam.

Üstadım, ben sair kardeşlerim gibi sizden bizzât ders almaktan mahrumum. Fakat haftada veya bir ayda, âlî Sözlerinizden gıyabî bir ders alıyorum tasavvuruyla dinliyorum. Güya bizzât sizden ders alıyorum. Bütün gün ehl-i İslâmın selâmetini ve şu halimin zulmetten nura dönmesini, siz başta ve önde, biz arkada Cenab-ı Hakk’a yalvaralım. Cenab-ı Mevlâm hayırlısıyla ihsan buyursun. Fazla söylemeye lisanım, aczim, kusurum bırakmıyor. Kusurumuzu Üstadımıza itiraf ediyorum.

İnşâallah risalelerin tesiriyle bir gün olur da, müstakim Lütfü Efendi gibi ehl-i takva kardeşlerimiz misillü biz dahi gayr-ı ihtiyarî ve istemeyerek işlediğimiz ahvalden Sözlerinizin irşadıyla kurtuluruz. Zekâi kardeşimizden Onyedinci Söz, Onsekizinci Mektub, Yirminci Mektub ve Otuzüç Pencereli nurlarla parlayan kıymetli risaleleri aldık. Mütalaa ediyoruz. Hakikî üstadımız olan Hazret-i Kur’an elimizdedir.

Müzeyyene

* * *

(Müzeyyene’nin diğer bir fıkrası)

Üstadım!

Kıymetdar risalelerinizi okuyan, elbette kilitli sandık içinde münevver kalan sönük kalbleri, gümüşten yapılmış altun ile yaldızlanmış birer anahtar hükmündeki risalelerle açtığına ve kalbinin kurtulmasına ve parlamasına binaen kemal-i memnuniyetle Cenab-ı Mevlâ’ya şükürler ve risalelerin intişarına çalışanlara teşekkürler etmemek kabil değildir. Ah vefasız dünyanın telaşesi ve elemi ve kederi beni Nurlara hizmetten alıkoyuyor. Hakkıyla çalışamadığımdan ve kardeşlerim gibi Nurlara hizmet edemediğimden kalbim öyle muazzeb oluyor ki, tarif edemem. Bugünlerde dediler ki, “Afv varmış, Üstad İstanbul’a gidiyormuş” demeleriyle bir cihette memnun oldum ki, Üstadım esaretten kurtuldu. Ve bir cihette zannettim ki bütün Atabey’in dağları başıma düşüyor, müteessir oldum. Afvınıza ve bedbaht insanların eziyetinden kurtulmanıza teşekkürlerle beraber tebrik ediyorum. Fakat bu nurlu ve kıymetli risalelerin sahibi bizden uzaklaşmasına gönül razı olmuyor. Barla dağlarında bizi ve bu etrafı nurlandıran, bizlerden uzaklaşmamalı. Uzaklaşmasını kim arzu eder? Barla çok bahtiyardır ki, en evvel ve her vakit, o taze ve şirin risaleleri herkesten evvel, bizzât şifahen Üstad’dan işitebilirler.

Müzeyyene

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Gayyur, zeki, ciddî, sıddık, hakikî kardeşlerim Hoca Sabri Efendi, Hâfız Ali!

Bu Cuma günü gündüz, rahatsızlığımdan dolayı biraz yatmıştım. Rü’yaya benzer, fakat rü’ya değil; hayalen gördüm ki: Sabri karşıma çıktı, arkasında Hâfız Ali. Sabri bana diyor: “Üstadım! İnayat-ı Seb’a namıyla beyan edilen büyük inayetler varken, Onuncu Söz’deki cüz’î inayete bu kadar ehemmiyet vermenin sebeb ve hikmeti nedir?” dedi çekildi. Sonra kalktım, düşündüm; dedim ki: “Isparta’ya yazdığım mektubu Sabri okumuş veya okuyor, hararetli yazışımdan bana acıyarak benden sual etmek istemiş.” Her ne ise. Ben de Hulusi’den sonra birinci muhatabım olan Sabri’ye derim ki (Hâfız Ali de dinlesin):

Bu Onuncu Söz’deki cüz’î inayete ziyade ehemmiyet verdiğimin üç hikmeti var:

 Birincisi: Onuncu Söz’ün kıymeti tamamıyla takdir edilmemiş. Ben kendi kendime hususî, belki elli defa mütalaa etmişim ve her defasında bir zevk almışım ve okumaya ihtiyaç hissetmişim. Böyle bir risaleyi bazıları bir defa okuyup, sair ilmî risaleler gibi yeter der, bırakır. Halbuki bu risale ulûm-u imaniyedendir. Her gün ekmeğe muhtaç olduğumuz gibi, o nevi’ ilme her vakit ihtiyaç var. Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu. Lâkin, elimden bir şey gelmezdi. Cenab-ı Hak merhametinden bir işaret verdi. O işaret ne kadar gizli ise, benim o ciddî arzuma mutabık geldiğinden çok ehemmiyetli görünüyor.

İkincisi: Bilirsiniz uzak yerlerden, bazı beş günlük yoldan bir zât bizi görmek ve uhrevî bir istifade etmek için gelir. Halbuki vaziyetim birkaç saatten fazla onunla görüşmeyi müsaade etmiyor. Halbuki, o misafire risalelerin kıymetini göstermek, onu onlardan istifadeye sevk etmek, hem muhtaç olduğu kuvvet-i imana ve kuvve-i maneviyeye yardım etmek için, birkaç gün lâzım. Çünki risalelerdeki kuvvetli bürhanlara herkes yetişemiyor, tamamıyla kavramıyor. Ruhum çok arzu ediyordu ki; kısa, hafif bir vesile elime geçip, bîçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin. Fakat kerametim yok, elimden bir şey gelmez. Yalnız misafirlerin niyet ve ihlasına itimad edip onların mükâfatını rahmet-i İlahiyeye havale ediyordum. İşte Cenab-ı Hak evvel İşarat-ül İ’caz’da, sonra Onuncu Söz’de çabuk kanaat verecek ve risalelere itimad ettirecek bir eser-i inayet ihsan etti. Hakikaten benim için çok kolay oldu. Ben de çok rahat ettim ve çok zâtlara az bir zamanda kuvve-i maneviye ve Kur’an-ı Hakîm’in hakkaniyetine göz ile görünecek emareler gösteriyordum. Hattâ çok muannidlerin inadı kırıldı. Çok dinsizler de, onunla imana geldiler. Fakat İşarat-ül İ’caz’daki izahı bir, iki, üç saat bitmiyordu. Ben de yoruluyordum. Cenab-ı Hak kemal-i rahmetinden daha kolay, İşarat-ül İ’caz’ın iki saatte verdiği faideyi Onuncu Söz iki-üç dakikada aynı faideyi verdi. Bu zamanda göz ile görünecek gayet cüz’î bir eser-i inayet, manevî büyük kerametlerden daha tesirlidir. İşte bu cüz’î eser-i inayet hem bana, hem sizin gibi kardeşlerime bir kolaylık temin ettiği için, ziyade ehemmiyet verdim. Madem bu Söz’deki tevafuk bize ve misafirlere çok faidelidir ve hayırlı neticeler verir, elbette içinde bir inayet var. Âdi olsun, yüz emsali bulunsun yine bize fevkalâde bir inayet, bir ikram-ı Rabbanîdir.

 Üçüncüsü: Bilirsiniz ki, fazla iştigalâttan yorgun düşmüş bir fikir, kendini eğlendirmek, istirahat etmek ister. Biz meşgul olduğumuz pek derin, pek geniş, pek ciddî olan hakaik-i Kur’aniye ve imaniye, fazla meşguliyetimizden gelen yorgunluğu tahfif edecek ve yorgun fikrimizi neş’elendirecek ve eğlendirecek tevafukat nevinden, latif bir san’at-ı bedîiye suretinde bir lütfunu gösterdi.

Hem o latif ve hafif ve mahbub ve cazibedar tevafukattaki inayet, bir anahtar hükmüne geçip, Kur’an’ın bir hazine-i esrarına bir nevi rehber olduğu için ziyade ehemmiyet verdim. Yoksa hizmetimize terettüb eden ve yardım eden inayet-i Rabbaniye o kadar çoktur ki, eğer saysam binden geçer. Şu Onuncu Söz’ün hurufatındaki sır, hiç kimsenin sun’ u ihtiyarıyla olmadığını herkes tasdik ettiği için, daha ehemmiyetli göründü.

Fakat ben mutlak işarete ehemmiyet verdim. Lâkin tafsilâtını ehemmiyetle tedkik edemedim. En iyi bir tarzda beyan edemedim. Bir-iki saat zarfında nota nev’inden işaretler koydum. Birinci defaya itimad edip daha tedkik etmedim. Halbuki tabiratımda bazı kusur var, fehmi işkal eder. Isparta’daki kardeşlerimiz maksadı anlamamışlar, hakları var. Çünki o ibare o maksudu ifade edemiyor.

Madem öyledir, bu sözün latif tevafukat-ı harfiyesindendir ki, (mebhasındaki) hem sahifenin yirmiiki olmak itibariyle, yazı bulunanların yerinde (yarısından ziyade yazılı bulunan sahifelerin) hakikî ve itibarî satırlarına ve baştaki yaprağın cild üstünde isminin iki satırı ilâvesiyle bin üçyüz kırkiki (1342) ilh… Hem o mebhastaki bu cümle, hem âhirdeki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle altmışaltı olup baştaki âyetin melfuz (altmışaltı) hurufuna tevafuk ediyor. Birinde, âhirdeki iki beyaz sahifeyi saymak cihetiyle (altmışyedi) olup baştaki âyetin melfuz altmışyedi hurufuna tevafuk ediyor. O âyet Sure-i İhlas’ın hurufatına, hem Lafzullah’ın makam-ı ebcedîsine tevafuk ediyor, denilmeli. Biz bir nüshayı öyle yaptık, size gönderiyoruz. Yanınızdaki nüshaları ona göre yap. Eğirdir’deki nüshaları da öyle yapınız.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, ciddî, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede samimî ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü, Rüşdü!

Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, sizleri hududsuz bir sahra-yı hakikatta bana enîs arkadaş ve yoldaş vermiş. Bu acib sahradaki hareket ve sülûk, bazan pek ince ehemmiyetsiz görünen bir şeyde mühim istifadeler edilir. Onun için zahir nazarda malayani zannedilen bazı mes’elelerde, fazla takib ediyorum ve ziyade nazar-ı dikkatinizi celbediyorum. Ezcümle; Onuncu Söz’deki elif tevafukatı, mühim bir mes’ele gibi nazar-ı dikkatinize gösteriyorum. Bunun sırrı şudur ki:

Bir iltifat-ı hâssaya gizliden gizliye bir işaret bulunduğunu kat’î hissettiğim için, ihtiyarsız olarak kemal-i sürur u ferahımdan taşkıncasına bağırarak, “Aman geliniz siz de görünüz” diyorum. Evet nasılki bir padişahın has bir edna işaretine mazhar olmak, kanun-u umumîyle bir müşiriyet teveccühünden fazla medar-ı sürurdur. Öyle de, Hâlık-ı Zülcelal’in hususî iltifatını îma eden en gizli bir işarete, yüz bin can olsa ve feda edilse ve yüz bin sene ömür var ise, o yolda sarfedilse yine ucuzdur.

İşte bu sırdan gelen sürurun verdiği cezbekârane taşkınlıkla, dikkatsizlere malayani ve israf sayılan böyle tevafukata dair bahisler açıyorum. İşte bir bahis daha açacağım.

Onuncu Söz, Kur’an’ın bir sülüsünü inkâr etmek niyetiyle, haşr-i cismanîyi resmen millet içinde inkâr etmek fikrinde bulunan zındıkları susturmakla, hârika bir şu’le-i i’caz-ı Kur’anîyi gösterdiği gibi; daha müteaddid emareler ile, manevî i’caz-ı Kur’an hesabına fevkalâde bir mahiyeti bulunduğunu icmalen hissetmiştik. Ve şimdi yeniden tekrar Onuncu Söz’e nazar-ı dikkat-i âmmeyi celbetmek için, ihtiyarsız olarak onunla meşgul edildim ve baktım.

Bu defa Lafzullah’ın en birinci harfi olan elif, Onuncu Söz’de öyle bir tevafuk gösterdi ki; kat’iyyen tesadüfe havale edilmediği gibi, başka emareler ile o tevafukta gaybî bir işareti kat’iyyen hissettim. Sonra işaretlerini koydum. Hem işarete medar olmak için hârikulâde olmak lâzım değildir. Çünki çok âdi perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar.

Madem işaret-i gaybiye var; elbette tesadüf içinden kaçar, daha hükmedemez, en cüz’î rakamları da o işarete maledilir. Madem mecmuunda işaret var, bütün eczası o işaretin hikmetine tâbi’dir, tesadüf orada oynayamaz. Hattâ yirmidokuzuncu sahifede Üçüncü Hakikat’taki elif sayılmamak lâzım gelirken, sehven saymıştım. Sonra anladım ki, bana saydırılmış. Baştaki Onuncu Söz kelimesi ile, şu Üçüncü Hakikat ikisi sahife başında bulundukları için, hakları sayılmaktı. Onların sair arkadaşları sahife rakamları gibi bazı vazifeyi gördürmek için bir cihette saymak işareti olarak haberim olmadan bana yazdırılmış. Her ne ise… Kendimin tereddüdü için değil, çünki kat’î kanaatım gelmiş; belki başkasının şübhe ve tereddüdünü izale için bazı müvazeneler yaptım:

Onuncu Söz’ün âhirinde yazıldığı gibi, altıyüz sahifeden ziyade bir mübarek kitabın tevafukatı yüz yirmibeş çıktı. Üçyüz elli sahifeden ibaret diğer bir kitabı yine saydım, elli tevafuk çıkmadı. Yine eskiden kendi te’lifatım Türkçe ve Arabî olan ikiyüz seksen sahifeden ibaret bulunan kitabın eliflerini saydım, tevafukatı kırkı tecavüz etmedi.

Demek bu Onuncu Söz’de ve İşarat-ül İ’caz’daki ekseriyet-i mutlakanın tevafukatı, gizli bir işaret-i gaybiyeyi tazammun ediyorlar. Mecmuunda işaret bulunsa yeter. Her cüz’ünde işareti göstermek lâzım değildir, fakat her cüz işaretin malıdır ve onun hikmetine tâbi’dir. Size acele edip, en evvelki işaret olunan nüshayı göndermiştim. Az haşiyeleri sonra ilâve ettik. Bu defa Süleyman Efendi ile gönderilen nüsha ile mukabele ediniz, tekmil ediniz ve Halil İbrahim Efendi ile gönderilen nüsha ile, yine bu nüsha ile mukabele ederek, sonra Âsım Bey’e gönderiniz.

Bu defaki Hulusi Bey’in mektubunu size gönderdim. İşaret ettiğim iki kavis içerisinde bulunan kısım, Yirmiyedinci Mektub’un Dördüncü Zeylinde yazılacak. Kavisler haricinde bulunan ve üzerlerine kırmızı çizgi çekilenler yazılmayacaktır. Hâfız Ahmed ve Mehmed Celal ve Hâfız Veli gibi kalbi cezbeli dostlarıma ve tarîk-ı hakikatta sair kardeşlerimize selâm ediyorum. Hâfız Veli ile çendan geç görüştük, fakat Hâfız Veli’nin burada Mehmed Usta isminde, on senelik hâlis bir dostu bulunduğundan ve o Mehmed Usta benim sekiz senedir tarîk-ı âhirette gayet ciddî bir kardeşim olduğundan, Hâfız Veli’ye de o münasebetle eski dost nazarıyla bakıyorum. O bana mektub yazmıştı; vakit bulamıyorum ki, mektubuna cevab vereyim. Ehl-i kalb için bazan sükût dahi bir konuşmaktır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

Kardeşlerim, afvedersiniz, bu intizamsız perişan mektubla sizinle konuşmak istemiyorum. Fakat müteaddid işlerle ve tedkikatla meşgul olduğumuz anda, sür’atli bir surette fikrimizin bir köşesiyle yazdık. Keçeli kâtibin hâli malûm. Kafasını başka yerde bırakmıştı, mektub perişan oldu, onun için kusura bakmayınız.

Tevafuktaki müdahale-i gaybiyeyi bir mektubda size böyle bir temsil ile beyan etmiştim: Meselâ, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam; üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa, hiç şübhe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte hurufat ve kelimat o maddelerdir, ağzımız o avuçtur.

* * *

(Mes’ud’un garib bir fıkrasıdır)

Kamer yeni tulû’ ettiği esnada, onun aydınlığına ve gecenin serinliğinden arpanın yumuşaması hasebiyle orak biçmekte iken, kamerin güzelliğine ve şeffaflığına bakarak ve orağın bitmemesi, Nurları yazmaktan mahrum kaldığımı mütehayyirane ve me’yusane düşünmekte iken, bilmem iğfalât, bilmem tulûat, hatırıma gelen şu sözü söyledim: “Ya Rabb! İsmim Mes’ud, kendim bîsud, çok çalıştım olamadım mes’ud” dedim ve arpa biçmeye devam ettim. Aradan bir müddet geçtikten sonra yattım. Menamda dediler ki: “Bırakma üstadın Said’in eteğini, eyler seni mes’ud.” Derhal uyandım, ay hemen kaybolmak üzere. Derhal “Ya Rabb! Ben saadet-i dünyeviye istemedim, tövbekâr oldum.” Saadet-i uhreviyemin, sizin duanızla olacağı telkin edilmiştir ve duanıza muhtacım. Bendenizi duadan diriğ buyurmamanızı temenni eder, el ve ayaklarınızdan öperim efendim hazretleri.

Mes’ud (R.H.)

* * *

Yirmialtıncı Mektub’un Dördüncü Mebhası’nın Birinci Mes’elesinin evveli ve âhiri

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَعَلَى وَالِدَيْكُمْ وَعَلَى اِخْوَانِكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık ve sadık, muhlis ve hâlis kardeşim İbrahim Hulusi Bey!

Mektubunda beyan ediyorsun ki, Eğirdir gibi orada muvaffak olmuyorsun. Ondan telaş etme. Orada öyle esbab var ki, bütün bütün tevakkuf ve ta’til neticesini verebilirdi. Cenab-ı Hakk’a şükür yine tevakkuf değil, muvaffakıyet var.

O manevî esbabdan biri şudur ki: Cinnî şeytandan ders alan insan şeytanları, dünyevî meşgaleleri ile seni bir çember içine alıp, Nurlara hizmetini tahdid etmek için, sezdirmeyerek perde altında çalışmışlar.

Hem o havalide sâbıkan, müdhiş ameliyat ve icraat olduğundan, o muhitte bir ürkeklik hasıl olup, senin kalbindeki gayet kuvvetli bir metanet olmasaydı, o Nurlar orada hiç ışıklandırmayacaktı. Fakat orada az hizmet de çoktur, kıymetdardır.

 Sâniyen: (Bu kısım Mektubat’ın 328-329’uncu sahifelerinde bulunan (Sâniyen) kısmının sonuna ektir.)

“Rabb-ül Âlemîn” tabirinden sonra “Rabb-üs Semavati ve-l Arz” zikri, icmalden tafsile geçmektir. Nasılki “Memleket-i İslâmiye hâkimi” tabirinden sonra; “Anadolu, Asya ve Afrika hâkimi” tabiri haşmet-i saltanatı mufassalan gösterir. Öyle de rububiyet-i mutlakadan sonra, haşmet-i rububiyeti mufassalan gösterir. Her ne ise, şimdilik sualine tam cevab veremiyorum. Ona bedel Kur’an i’cazına ait iki küçük nükteyi söyleyeceğim.

Sen şu iki nükteyi Ondokuzuncu Mektub’un beşinci cüz’ünün Onsekizinci İşaretinin Birinci Nüktesinin âhirine haşiye olarak ilâve ediniz.

 İşte Birinci Nükte: (Mektubat’ın 184’üncü sahifesindeki Haşiye 2’dir, şu kısım ona ektir.)

Şu üç hakikata mukabil gelecek hangi hakikat var? Kimin haddine düşmüş ki, bunları taklid etsin. Evet nasılki bu tarz-ı ifade sun’î olamaz, öyle de taklid edilmez. Evet kimin haddine düşmüş ki, hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Hâlık-ı Kâinat’ı bu surette konuştursun.

 İkinci Nükte: Kur’an-ı Hakîm’in umum sahifeleri âhirinde âyetler tamam oluyor, güzel bir kafiye ile nihayetleri hitam bulması, hem Lafzullah yaprağın iki sahifesinde veya karşı karşıya iki sahifesinde veya yakın sahifelerde ekseriya ya muvafakat-ı adediye veya münasebet-i adediye bulunması, bir emare-i i’cazdır. Ve bunun sırrı şudur ki: Âyâtın en büyüğü olan “Müdayene” âyeti, sahifeleri için ve Sure-i İhlas ve Kevser satırları için, bir vâhid-i kıyasî ittihaz edildiğinden, Kur’an-ı Hakîm’in bu güzel meziyeti ve i’caz alâmeti görülmektedir. Demek bu hüner Kur’anındır. Yoksa Hâfız Osman gibi zâtların değil. Çünki bu vaziyet, âyetinden ve suresinden neş’et etmiştir.

 Sâlisen: Mektubunuzdan anladım ki, sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah ediyorsun, aslını Abdülmecid’e veriyorsun.

Aziz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ve ne hiç birisi benim Hulusi’me yetişmiyor. O mektublar -ekseriyet-i mutlaka- senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah etmek veya mütalaa etmek için onu da teşrik et, diye bir mektubda demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam. Senin peder ve vâlidene ve Fethi gibi arkadaşlarına ve senin eski hocalarına selâm ve dua ederim, dualarını isterim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

21 Ramazan-ı Şerif

(Abdülmecid’e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)

* * *

(Biraderlerine yazdıkları mektubdan)

Eğer ahval-i ruhiyemi anlamak istersen, gelecek şu iki fıkra tercümandır. Bir şâirin dediği gibi derim:

(Ney) gibi her dem ki, geçmiş ömrümü yâd eylerim.

Tâ nefes var ise, kuru cismimde feryad eylerim.

Bir ticaret kılmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nâlân edip, düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber

Evet geçmiş ömrü israf ettik, zayi’ ettik. Çok mübarek zâtlar, ahbablar kaybettik, yalnız kaldım. O mübareklerle beraber âhirete çalışmadım.

* * *

Yirmisekizinci Mektub’un Sekizinci Mes’elesinin İkinci Nüktesi

Eğer denilse: Şu tevafukat-ı gaybiye eğer bir meziyet-i belâgat olsa idi, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan belâgatların enva’ından en ileride olduğu gibi, bu nevide de en ileri olmak lâzım gelirdi. Eğer bir meziyet-i belâgat değil, neden büyük bir ikram-ı İlahî sayıyorsunuz? Hem hangi kitab olursa olsun, bu nevi tesadüfat içinde çok bulunabilir.

 Elcevab: Kur’an-ı Hakîm اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ sırrıyla, her zamanda bir milyondan fazla hâfızların kalbinde manen yazdırmak lâzım geldiği için, hıfzı çok işkal edecek ve hâfızları çok azaltacak olan şu nevi tevafukat-ı müteşabihe, Kur’an-ı Hakîm’de çok ileri gitmemiştir. Ehl-i hıfza, rahmet içinde mutabık-ı mukteza-yı hal bir manevî belâgatı, bu meziyet-i belâgatın terkiyle yapmıştır. Çok defa kısa kesmekle, çok uzun manaları ifade etmesi gibi. Hem şu tevafukat-ı belâgat olmasa da, madem içinde eser-i kasd ve şuur görünür; kasd ve şuur ise, bilmüşahede ve bil’itiraf, müellif ve müstensihlerin değil, elbette bir dest-i gaybînin tanzimiyledir. Ve o dest-i gaybînin bu tarz müdahalesi ise, alâmet-i kabuldür ve rızaya emaredir. Ve bu emare de remz eder ki; yazılan hakikatlar kusursuzdur, hak bir surette gösterilmiştir.

Amma sair kitablarda şu nevi tevafukat bulunuşu tesadüfe verilebilir. Fakat şu risalelerdeki şuurlu tevafukat-ı gaybiyeyi, bütün gören zâtların ittifakıyla, şuursuz tesadüfe havale edilemez ve verilmesine imkân verilmiyor. Hattâ en mühim iki müstensih ve bizler, değil ki bir risalenin umumunda; bir tek sahife kanaat verir ki, tesadüf karışamaz, haddi değildir. Çünki misil olarak iki-üç kelime bulunur; birbirine bakar öyle bir vaziyette ki, zahiren bir kasdı irae ediyor.

Meselâ: Şimdi bakıyoruz, şu sahifede yaş lafzı, üç defa tekerrür etmiş. Üçü öyle bir vaziyette birbirine bakıyor ki, şübhe bırakmaz ki, bir tanzim-i gaybîdir. Hem şimdi baktığımız şu sahifede, yalnız altı hüzün kelimesi var. O altı hüzün, üç satırda öyle latif iki kavisi teşkil etmiş ki, neş’eli bir hüznü görene verir.

Hem işaret-i gaybiye olmak için, başka hiçbir kitabda bulunmamak lâzım gelmez. Meselâ: Nasılki belâgat-ı Kur’aniye derece-i i’caza vâsıl olduğu için, bir mu’cize-i risalet olduğu halde; sair ehl-i belâgatın umum kitablarında, derecatlarına göre belâgat vardır. Onlarda belâgat bulunması, i’caz-ı Kur’an’a münafî olamaz.

Öyle de i’caz-ı Kur’an’ın yüzer kısmından bir kısmının cilvesi, bir nevi ikram-ı İlahî nev’inden, Kur’an’ın bir nevi tefsiri olan Sözler’de, hakaik-i Kur’aniyenin hüsn-ü intizamına işareten görünüp tecelli etmesine, sair kitablarda tevafukatın bulunması zarar vermez. Çünki o dereceye yetişmezler. Çünki Sözler’deki o nevi tevafukat, o dereceye gelmiş ki, dikkat edenlere kat’î kanaat verir ki, beşerin düşünüşü değil ve ihtiyarıyla da olmamıştır. Belki nakşî bir nevi Kur’an i’cazının gölgesinin gölgesi, kendi tefsirinin âyinesinde, bir nevi ikram-ı İlahî suretinde temessül ediyor.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى

* * *

Yirmisekizinci Mektub’un Sekizinci Mes’elesinin Üçüncü Nüktesi:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ عَلَى وَالِدَيْكُمْ وَ عَلَى اِخْوَانِكُمْ وَ عَلَى رُفَقَائِكُمْ فِى دَرْسِ الْقُرْآنِ

Aziz Kardeşim!

 Evvelâ: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmialtıncı Mektub’un Üçüncü Mebhasını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi. وَ كَيْفَ اَخَافُ مَا اَشْرَكْتُمْ وَلاَ تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّٰهِ diyen ve Kur’an’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’ın ittiba’ına mükellef olduğumuza işaret eden فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرهِيمَ حَنِيفًا مُسْلِمًا sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.

 Sâniyen: Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî bir nazarıyla, vâhî bazı tenkidatı, Onuncu Söz’ün teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid’in ona verdiği cevablar, iki yer müstesna, mütebâkisi kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zâtın sathî sualine, sathî olarak cevab vermiş:

 Birincisi: O zât demiş ki: “Onuncu Söz’ün hakikatları münkirlere karşı değil. Çünki sıfât ve esma-i İlahiyeye bina edilmiş.” Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri hakikatlardan evvelki dört işaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra hakikatları dinlettiriyor.” mealinde cevab vermiş.

Hakikî cevabı şudur ki: Herbir hakikat, üç şeyi birden isbat ediyor; hem Vâcib-ül Vücud’un vücudunu, hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip isbat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”tan hissesini alabilir. Çünki “Hakikat”larda mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.

Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için, hakîm ve âdil olmak lâzımgelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi’ etmez. Öyle ise bir mecma-i ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.

İşte “Hakikat”lar bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden isbat ediyorlar. Sathî nazar farkedemiyor. Zâten o mücmel “Hakikat”ların herbirisi, başka risaleler ve Sözler’de kemal-i izahla tafsil edilmiş.

 Abdülmecid’in ikinci nâkıs cevabı şudur ki:

O zâtın yanlış sualine mümaşat edip, yanlışını kabul ettiği için, yanlış etmiş. Çünki Onuncu Söz’ün “Haşiye”sinde, ism-i a’zam, yalnız her ismin bir mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz: İsm-i a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden tezahür eder. İsm-i a’zamı isbat etmekle beraber, her ismin bir mertebe-i a’zamı var ki; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bunlara mazhar olduğu gibi haşr-i a’zam da onlara bakıyor. Meselâ ism-i Hâlık meratibi, benim Hâlıkımdan tut, tâ Hâlık-ı Küll-i Şey’e kadar olan mertebe-i a’zama kadar meratibi var.

O şübheli zâtın, her ismin bir mertebe-i a’zamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle, mutasavvıfa-i mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A’zam, İmam-ı Gazalî, Celaleddin-i Süyutî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Geylanî gibi sıddıkîn-i muhakkikîn, ism-i a’zamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A’zam demiş: “El-Adl, El-Hakem ism-i a’zamdır” ve hâkeza. Her ne ise bu mes’ele bu kadar yeter.

O zâtın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:

 Birincisi: Tenkid etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki; Onuncu Söz’ün hakaikı, kabil-i tenkid değildir. Olsa olsa teferruat kabîlinden bazı ibarelerine ilişebilir.

 İkincisi: İnşâallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid’i gayrete getirdi. Hulusi’ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu.

 Üçüncüsü: O zât müşteridir ki ilişmiş, müşteri olmayan lâkayd kalır. İnşâallah ileride tam istifade edecek.

Bu nüktenin bir güzel mealini ya sen, ya Abdülmecid kaleme alıp, benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zâta gönderebilirsiniz.

Mahallenizin imamı Hâfız Ömer Efendi’ye selâm et ve de ki, ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler’i ciddî dinlemeleri beni çok mesrur ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seyda namındaki zât, pederinizin intisab ettiği zât değil, ondan evvel gelmiş iştihar etmiş mühim bir zâttır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik, bütün ihvanlar size selâm ediyorlar.

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

  وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ

Aziz, sıddık kardeşim!

Sana bu defa Yirmidokuzuncu Mektub’un üçüncü kısmını ve beşinci kısmını gönderiyorum. Üçüncü kısımda bir sırr var. Ramazanda bir saatte, benimle müsevvid zât hasta iken sür’atle yazılmış. Göreceğiniz tarz aynen bulunmuş, biz hayret ettik. Anladık ki o kısımda Kur’an’a dair niyetimiz tam haktır ve lâzımdır ki, böyle olmuştur.

Hem Mu’cizat-ı Ahmediye’deki tevafukata bir sened-i kat’î olarak iki parça (o mektubdan dördüncü, beşinci cüzlerini) gönderdim. O iki parça o risalenin te’lifinin akabinde, acemî bir müstensih müsvedde-i aslîden acele yazdığı, hattâ salavatları (A.S.M.) işaretiyle geçtiği halde, iki sene sonra tedkik ettik, ümidimiz fevkinde acib bir tevafuk gördük.

Sonra ondan daha acemî bir müstensihe dedim: “Resul-i Ekrem (A.S.M.) kelimesiyle, Kur’an kelimesini kırmızı yaz, aynen o nüshayı istinsah et.” Halbuki ikinci müstensih çok acemî idi. Evvelki müstensihin nüshasındaki tevafuku kısmen bozmuş, şuuru taalluk ettiği için letafetini ihlâl etmiş. Fakat yine tevafukata bir hüccet olur. Siz de güzelce kendinize tebyiz ediniz. O müsvedde-i ûlânın bir sureti ya sende veya Abdülmecid’de mahfuz kalsın.

Felillahilhamd şimdi Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın ikiyüz ecza-i i’cazından bir cüz’ünü göze gösterecek birkaç Kur’an’ı yazdırıyoruz. Birisi tamam oluyor. İçinde (2806) Lafza-i Celal’den, yüzde bir müstesna, umumen tevafuku, gaybî tarzında görünüyor. Lafzullah’ı kırmızı ile yazdırdık, gören “Kur’an’ın i’cazını gözümle görebiliyorum” diyebilir. İnşâallah bu cüz’-i i’caz, hatt-ı Kur’anîyi muhafaza edecek, tahriften kurtaracak.

Elmas kalemli kardeşlerimize taksim ettim. En birinci kardeşimiz Hakkı Efendi birinci cüz’ü yazdı. İkincisini, üçüncüsünü senin bedeline yazmağa hâhişkârdır.

Başta vâlideyninize, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Bey, yeni talebem İmam Ömer Efendi olarak Sözler’le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum, dualarını isterim.

Sâbık Müftü Kemal Efendi’ye de ki: Müjde! Her bir saat hastalıklı ömrü, bir gün ibadet hükmündedir. Şu zamanda hayatın en iyi sureti böyledir. Biz dergâh-ı İlahîde onun hakkında en hayırlısını niyaz edip dua ediyoruz ve edeceğiz. Öylelerin duası makbuldür. Bana dua etsin. Hoca Abdurrahman ile Fethi Bey, ikisi has talebelerin daire-i duası içinde duada kazancıma hissedardırlar. İkisi bana dua etsinler. Eskide benim Ömer isminde talebem vardı, senin şimdiki orada Ömer Efendi ona duada arkadaş olmuştur.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz Mirzazade

Said Nursî

* * *

Yirmidokuzuncu Mektub’un Dördüncü Kısmı hem uzundur, hem bir tek nüshadır. Bu defa gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i’caz-ı Kur’an’ın bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Hüsrev, Bekir, Tevfik, Galib sizlere selâm ederler. Ondokuzuncu Mektub’un Dördüncü Cüz’ünü, Onbeşinci Nükteli İşaret’e kadar tashih ettim. Acele göndermek lâzım geldi, vakit bulamadım tam tashih edeyim.

Sen evvelâ Onbeşinci Nükteli İşaret’ten sonra kendi nüshanızla mukabele edip tashih ediniz, sonra tebyiz ediniz. Yirmisekizinci Mektub’un Yedinci Mes’elesinde acib bir tevafuk görüldü, şöyle: İki sahife baştan başa, yalnız baştaki satır müstesna, yirmidokuz satır şuur ve ihtiyarımızın haricinde, bütün (elif) gelmiş. Bu bütün (elif) Yirmisekizinci Mektub’dan Yirmidokuzuncu Mektub’a ehemmiyetli bir işaret-i gaybiyedir, diyordu. Sonra nümunesini size göndereceğiz.

Said Nursî

* * *

(Said Nursî’nin bir fıkrasıdır)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, hakikatlı âhiret kardeşim ve ciddî ve kuvvetli arkadaşım!

Kur’an-ı Hakîm’in baş haşiyelerinde, âyât-ı Kur’aniyenin adedi 6666 olmakla, envâr-ı Kur’aniye ve hakikat-ı Furkaniye eyyam-ı şer’iye ile 6666 sene kadar Küre-i Arz’da hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair sualinize o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için izahlı bir cevab veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: Âsım’ın suali ehemmiyetlidir, cevab ver. Ben de o ihtara binaen, üç esasla bir parça izah edeceğim:

 Birinci Esas: Nasılki Nur-u Muhammedî ve hakikat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı nübüvvetin hem fâtihası hem hâtimesidir. Bütün Enbiya, onun asıl nurundan istifaza ve hakikat-ı dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (A.S.M.) cebhe-i Âdem’den tâ Zât-ı Mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Mi’rac’da kat’î bir surette isbat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de hakikat-ı Kur’aniye, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile beraber müteselsilen Enbiyaların suhuf ve kütüblerinde nurlarını neşrederek gele gele tâ nüsha-i kübrası ve mazhar-ı etemmi olan Kur’an-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.

Bütün Enbiyanın usûl-ü dinleri ve esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitabları Kur’anda bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen, fetret-i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhure ile zaman-ı Âdem’den tâ kıyamete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tabir edilen 7000 seneden fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra 6666 sene kadar Din-i İslâm’ın sırrını neşreden hakikat-ı Kur’aniye Küre-i Arz’da ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envâr edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor, demektir.

 İkinci Esas: Malûmdur ki, Küre-i Arz’ın mihveri üstündeki hareketiyle gece-gündüzler ve medar-ı senevîsi üstündeki hareketiyle seneler hasıl oluyor. Güneşle beraber her bir seyyarenin belki sevabitin ve Şems-üş Şümus’un dahi her birinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medarı üzerinde deveranı dahi bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın hitabat-ı ezeliyesinde o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki:

Furkan-ı Hakîm’de

ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

تَعْرُجُ الْمَلٰئِكَةُ وَ الرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ

gibi âyetler isbat ediyor. Evet kış günlerinde ve şimal taraflarında gurub ve tulû’ mabeyninde dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz-dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut, tâ Güneş’in mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ Kozmoğrafya’nın rivayetine göre tâ “Rabb-üş Şi’ra” tabiriyle Kur’an’da namı ilân edilen ve şemsimizden büyük “Şi’ra” namında diğer bir şemsin belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şems-üş Şümus’un mihveri üstündeki ellibin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyam-ı Rabbaniye vardır.

İşte Semavat ve Arz’ın Rabbi, o Şems-üş Şümus ve Şi’ra’nın Hâlıkı hitab ettiği vakit, o Semavat ve Arz’ın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.

Madem eyyamın lisan-ı şer’îde böyle ıtlakatı vardır. İlm-i Tabakat-ül Arz ve Coğrafya ve Tarih-i Beşeriyet ülemasınca nev’-i beşerin yedibin sene değil belki yüzbinler sene geçirdiğini teslim de etsek, Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedibin senedir olan rivayet-i meşhurenin sıhhatına ve beyan ettiğimiz 6666 sene nur-u Kur’an hükümferma olduğuna münafî olamaz, cerhedemez. Çünki eyyam-ı şer’iyenin dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefs-ül emirdeki eyyamın hakikatı o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasib değil.

 Üçüncü Esas: لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّٰهُ Şu mes’elede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeayı beyan ediyorum. Şöyle ki: Şu dünyanın bir ömrü ve şu dünyadaki Küre-i Arz’ın dahi ondan kısa diğer bir ömrü ve Küre-i Arz’da yaşayan nev’-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlukatın ömürleri, saatin içindeki dakika, sâniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev’-i insanın ömrü, Küre-i Arz’ın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyam ile olduğu gibi; zîhayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren Küre-i Arz’ın ömrü ise merkez-i irtibatı olan Şems’in hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyam ile olması hikmet-i Rabbaniyeden uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şems-üş Şümus’un hareket-i mihveriyesi ile hasıl olan eyyam iledir.

Şu halde nev’-i insanın ömrü yedibin sene eyyam-ı malûme-i Arziye ile olsa, Küre-i Arz’ın hayata menşe’ olduğu zamandan harabiyetine kadar eyyam-ı Şemsiye ile ikiyüzbin seneden geçer. Ve Şems-üs Şümus’a tâbi’ ve âlem-i bekadan ayrılıp Küremize bakan dünyaların ömrü -Şems-üs Şümus’un işarat-ı Kur’aniye ile her bir günü ellibin sene olmasıyla- yedibin sene o eyyam ile yüz yirmialtı milyar sene yaşarlar. {Haşiye): Bu hesab Şamlı Hâfız, Kuleönü’nden Mustafa ve arkadaşı Hâfız Mustafa’nın şehadetiyle bir dakika zarfında ezber yapılmıştır. (Sene 360 gün hesabına göredir, kusur varsa bakılmamak gerektir.)} Demek eyyam-ı şer’iye tabir ettiğimiz eyyam-ı Kur’aniyede bunlar dâhil olabilirler. Evet Semavat ve Arz’ın Hâlıkı, Semavat ve Arz’a bakan bir kelâmıyla, Semavat ve Arz’ın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur’anın ulviyetine ve muhatabının kemaline yakışır ve ayn-ı belâgattır….

وَ الْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَ اللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْنَا

Said Nursî

* * *

 Onbeşinci Nota’nın Üçüncü Mes’elesi

Ey insan ve ey nefsim, muhakkak bil ki: Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücudun, cismin, a’zaların, malın ve hayvanatın ibahedir, temlik değildir. Yani, istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibahe etmiş. Senin gibi, idare etmekten hakikaten âciz ve tedbirden cidden cahil bir şahsa temlik etmemiş. Çünki mülk olarak verse idi, idaresini sana bırakmak lâzım gelirdi.

Acaba en kolay, en zahir ve daire-i ihtiyar ve şuurda dâhil olan bir midenin idaresini yapamadığın halde; nasıl göz ve kulak gibi daire-i ihtiyar ve şuurun haricinde idare isteyen şeylere mâlik olabilirsin?

Madem sana verilen hayat ve hayatın levazımatı temlik değil, ibahedir. Elbette ibahenin düsturuyla hareket etmek lâzımdır. Yani nasıl bir zât, ziyafete misafirleri davet eder. Onlara, meclis ziyafetindeki eşyadan ve ziyafetten istifadeyi ibahe ediyor, temlik etmiyor. İbahe ve ziyafetin kaidesi ise; mihmandarın rızası dâhilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zayi’ edemez. Eğer temlik olsa idi, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.

Aynen bunun gibi; Cenab-ı Hak sana ibahe suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarfedemezsin. Ve hâkeza kulağı ve dili ve bunlar gibi cihazatı harama sarfetmekle manen öldüremezsin. Ve eti yenilmeyen hayvanını lüzumsuz tazib edip katledemezsin. Ve hâkeza.

Bütün sana verilen nimetler, bu misafirhane-i dünyanın sahibi olan Mihmandar-ı Kerim-i Zülcelal’in kavanin-i şeriatı dairesinde tasarruf etmek gerektir.

Said Nursî

* * *

  بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim Re’fet Bey!

Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulusi Bey’in ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulusi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim. Talebeliğin hâssası şudur ki, yazılan Sözler’e kendi malı gibi sahib olmalıdır. Kendisi te’lif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp, neşrine ve ehil olanlara iblağına çalışmaktır. Mâşâallah hattın güzeldir. Vakit bulursan bir kısmını yazın. Bir kısmını Hüsrev gibi ciddî talebeler yazar, onlardan bilâhere alır yazarsınız ve onlarla teşrik-i mesaî edersiniz. Altı senedir Isparta’da ciddî talebelerin çıkmasına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillah, şimdi sizin ile beraber birkaç tane çıkmağa başladı. Çünki bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namındaki envâr-ı Kur’aniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nev’indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Ciddî, sıddık, dikkatli, hakikatlı kardeşim Re’fet Bey!

Cenab-ı Hak yeni hayatınızı mübarek eylesin ve refika-i hayatınızı hayat-ı ebediyenizde, Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfının âhirlerindeki Üçüncü İşaret’te, refika-i hayata dair vâde ve sıfata mazhar eylesin, âmîn.

Bu defaki mektubun çok güzeldir. Arkadaşlarının fıkraları içerisinde “Yirmiyedinci Mektub” içine dercedeceğim. Arasıra yazı ile meşgul olsanız, iyi olur. İnşâallah yeni hayatınız size risalelerin hakaikına karşı yeni bir şevk uyandıracak.

Kardeşim! Sen, Hüsrev, Âsım nazarımda çok kıymetdarsınız. Cenab-ı Hak sizleri ve sizin gibileri Kur’an hizmetinde sabit-kadem ve fedakâr ve kemal-i sadakatta daim ve muvaffak eylesin, âmîn.

Orada Şeyh Mustafa, Lütfü, Rüşdü gibi kardeşlerime çok selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, ciddî, samimî âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede çalışkan bir arkadaşım Re’fet Bey!

Mektubunuz beni mesrur etti. Biliniz ki, iki sene evvel mabeynimizde hararetli bir uhuvvet başladı. Sonra bazı ârızalarla ileri gitmedi. Müjde şimdi ileri gidiyor. Çünki Hüsrev bana yazdığı mektubunda, senden çok memnun olduğunu, Barla’dan döndükten sonra seni istediğim tarzda bana gösteriyor.

Demek tam onunla ittihad ve teşrik-i mesaî ediyorsun. Elinden geldiği kadar onunla münasebeti kuvvetleştir. Hem herbir has talebenin mühim bir vazifesi, bir çocuğa Kur’an öğretmek olduğundan, sen bu vazifeyi yapmağa başladın. Sen birinci talebelerden olduğundan inşâallah senin çocuğun da birincilerden olacaktır. Madem çocuk benim de evlâd-ı maneviyemdir; ona verdiğin ders, yarısı senin namına ise, yarısı da benim hesabıma olmalıdır.

Senin rü’yan ise çok mübarektir. Tabiri pek zahirdir. Isparta bir câmi’dir. Hüsrev, Re’fet, Lütfü, Rüşdü gibi zâtların samimî mütesanid heyetin şahs-ı manevîsi sana Said suretinde gösterilmiş. Risaleler ile verdiğiniz ders ise, va’z u nasihat suretinde gösterilmiş. Sen namazı kılmadığınızdan geç kalıp, acele ederek derse yetişmek tabiri; Sözler’in neşri haricinde bazı vezaif-i diniye, hem bir parça tenbellik, sizi birincilik hakkın olan birinci derste ikinci derecede kaldığınıza işaret edip, seni ikaz ediyor. Her ne ise… Ben senden şimdi çok memnunum ve oradaki kardeşlerim dahi senden çok memnundurlar. Cenab-ı Hak bizi ve sizi tarîk-ı Hak’ta hizmet-i Kur’aniyede sebat ve metaneti versin, âmîn. Kayınpederiniz Hacı İbrahim Efendi’ye çok selâm ile Bedreddin’e ve hemşireme çok dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, gayyur kardeşim!

Süleyman Efendi’den anladım ki, bazı hususî müşkilâta maruz oluyorsun. Sizin gibi metin insanlara sabır tavsiyesi zâiddir. Hizmetin kudsiyeti ve o hizmetteki zevk ve gayretindeki şevk, o acı hususî müşkilâta karşı gelir ve galebe eder tahmin ediyorum. Mümkün olduğu kadar aldırmamalısın. Kıymetdar, kusursuz bir malın dükkâncısı müşterilere yalvarmaya muhtaç değil. Müşterinin aklı varsa o yalvarsın. خَيْرُ اْلاُمُورِ اَحْمَزُهَا sırrınca azîm hayırların müşkilâtı çok oluyor. Müşkilât çoğaldıkça ehl-i himmet fütur değil, gayret ve sebatını ziyadeleştirir. İnşâallah siz de öyle metin ve sebatkârlardansınız.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

 بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşim Re’fet Bey,

Mâşâallah şimdi siz ümid ettiğim tarzda risaleleri takib ediyorsunuz ve yazıyorsunuz. Senin gibilerin az sa’yi dahi çok hükmündedir. Çünki çoklar size itimad edip, sizi taklid eder. Sizin gibi ciddî kardeşleri, bu gurbet memleketinde bulduğumdan, burası benim için hakikî bir vatan hükmüne geçti, hakikî vatanımı unutturdu. Yazılan eserlerin yüksekliği, me’haz ve maden-i kudsîleri olan Kur’an’dan sonra sizler gibi muhatabların ciddî iştiyakları ve tam tefehhümleridir. Siz beni bulduğunuzdan bir şükretseniz, ben sizi bulduğumdan dolayı bin şükrediyorum.

Mektubunda ism-i a’zamı sual ediyorsun. İsm-i a’zam gizlidir. Ömürde ecel, ramazanda leyle-i kadir gibi, esmada ism-i a’zamın istitarı mühim hikmeti var. Kendi nokta-i nazarımda hakikî ism-i a’zam gizlidir, havassa bildirilir. Fakat her ismin de a’zamî bir mertebesi var ki, o mertebe ism-i a’zam hükmüne geçiyor. Evliyaların ism-i a’zamı ayrı ayrı bulması bu sırdandır. Hazret-i Ali’nin (R.A.) Ercuze namında bir kasidesi Mecmuat-ül Ahzab’da var. İsm-i a’zamı altı isimde zikrediyor. İmam-ı Gazalî onu Cünnet-ül Esma namındaki risalesinde, Hazret-i Ali’nin zikrettiği ve ism-i a’zamın muhiti olan o esma-i sitteyi şerh ve hâssalarını beyan etmiştir. O altı isim de, فَرْدٌ ٭ حَىٌّ ٭ قَيُّومٌ ٭ حَكَمٌ ٭ عَدْلٌ ٭ قُدُّوسٌ dür.

Keramet-i gaybiyenin ikinci parçasını tashih ederek, bir parça daha ilâve ettik, gönderdim.

Bedreddin’in sür’atle ileri gitmesi, Kur’an-ı Hakîm’in feyz-i kerametindendir. Cenab-ı Hak muvaffak etsin.

Hacı İbrahim Efendi’ye bilhâssa selâm ediyorum. Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, Sezai Efendilere selâm ediyoruz. Âhiret hemşireme de dua ediyorum. Senin bu defaki mektubun bir parçası Mektubat içine dercedildi.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

  بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede hakikatlı bir arkadaşım Re’fet Bey!

Bu defa istinsah ettiğiniz risaleler çok güzel olmuştur. Senin gayret ve samimiyet ve ciddiyetini bana gösterdiler ve Re’fet tenbel değildir, isbat ettiler. Onları tashih edip göndermiştim. Sonra işittim ki, getiren adam İslâmköyü’nde bırakmış. Otuzbirinci Mektub’un Üçüncü, Dördüncü Lem’alarını yazmağa vakit bulamadım. Korkuyorum ki onların da اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ sırrı gibi, mevsimi geçerek sonra güzel yazılmamış olsun. İnşâallah sizlerin iştiyakı beni çalıştıracak. Fakat bu şuhur-u selâse çok kıymetdardır; Leyle-i Kadr’in sırrıyla seksen sene bir ömrü kazandıracak bir vakitte, en iyi, en efdal şeylerle meşgul olmak lâzım geliyor. İnşâallah Kur’an’a ait mesaille iştigal, bir nevi manevî mütefekkirane Kur’an okumak hükmündedir. Hem ibadet, hem ilim, hem marifet, hem tefekkür, hem kıraat-ı Kur’an manaları risalelerin istinsah ve mütalaalarında vardır itikadındayız. Zâten bu ciheti siz takdir etmişsiniz.

Mu’cizat-ı Ahmediye’yi sizin için yazdırdım, tekmil oldu. Fakat başka bir nüsha ona göre yazdırmak lâzım olduğu için muvakkaten burada kalacak. Senin mektubunda Hâfız Sezai bizimle ciddî alâkadar olduğunu gösteriyor. Ben bir zaman idi, Ağros’lu Zekâi gibi samimî, hararetli Isparta’da yeni bir kardeşimiz bulunacak, vicdanen hissediyordum. İnşâallah bu Sezai, o olacak. Ben onu işittiğim vakit, hissettiğim şahıs tevehhüm ettim. Eğer tasavvurum gibi ise zâten iyi, olmasa öyle olmağa çalışsın. Eğer Zekâi nasıl adamdır merak ederse, Yirmiyedinci Mektub’un fıkralarında Zekâi’nin mahiyetini ve ne derece samimî olduğunu gösterir fıkraları var, baksın.

Kayınpederin Hacı İbrahim Efendi’ye çok selâm ediyorum. O zâtı ciddî bir âhiret kardeşi telakki etmişim. İnşâallah senin bu yeni gayret ve sa’yinden o da hissedardır.

Bedreddin’in küçüklüğüyle beraber, büyük talebeler dairesine dâhil etmişim. O, küçüklerin büyüğüdür. Ve inşâallah Cenab-ı Hak onun emsalini çoğaltsın. Bedreddin’in vâlidesine dua ediyorum. Elbette Bedreddin’in hüsn-ü terbiyesinde en mühim hisse onundur. Çünki, onun en birinci üstadı odur.

Bekir Ağa, Lütfü Efendi, Hâfız Ahmed, Sezai gibi kardeşlere selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık kardeşim!

 Evvelâ: Bu yeni hâdisenin mahiyetini merak etmişsiniz, oraya gelen iki uzun mektub mahiyetini gösteriyor. وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ اَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ âyeti o hâdiseye sebebiyet verenlerin başına saıka gibi iniyor ve inecek. Fakat biz acûlüz. Her şeyin bir vakt-i muayyenesi var. فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَ ظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ âyetine mâsadak olarak bu hâdise bize karşı vech-i merhametle bakıyor. Mülhidlere karşı olan vecih, azab ve kahr ile nazar ediyor. Her ne ise… Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz değildir.

 Sâniyen: Bedreddin’i burada dinlemek arzu ediyordum, vakit müsaade etmedi. Ben manen orada hayalen dinliyorum. İnşâallah evlâdlık mertebesinden talebelik mertebesine gidiyor.

 Sâlisen: Benim kendi hattımla mektub istiyorsun. Bir dudaksız adama, lâmbayı üfle söndür demişler. Demiş: En zahmetli işi bana gösteriyorsunuz, yapmayacağım.

Belî, Cenab-ı Hak bana hüsn-ü hat vermemiş, hem bir satır yazmak bana büyük bir iş gibi usanç veriyor. Eskiden beri diyordum: Ya Rabbi! Ben o kadar muhtaç iken ve nazmı severken, bu iki nimet bana verilmedi, diye teşekki değil, tefekkür ediyordum. Sonra bana kat’î tebeyyün etti ki, şiir ve hat bana verilmemekte, büyük bir ihsan imiş.

Hem o hatt’a ihtiyacımı sizin gibi kalem kahramanlarının muavenetleri temin ediyor. Hatt bilse idim, hatt’a itimad edip, mesail ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti. Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım. Fevkalâde bir meleke ihsan edildi.

Şiir ise çendan kıymetdar, şirin bir vasıta-yı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir. Bazan hakikat birbirine geçer. Hâlis hak ve mahz-ı hakikat olan Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinde istikbalde bulunacağımız mukadder olduğundan, kader-i İlahî bir inayet olarak bize şiir kapısını açmadı. وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ sırrı buna bakar.

İşte kendi hattıma mukabil, sana iki nükte söyledim. İnşâallah başka bir vakit senin hatırın için büyük zahmet çekip birkaç satır yazacağım. Galib Bey’in iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor, sol eli de kendine kalmış. Bu mektub o iki el ile yazılmıştır. Hazır Mes’ud, Galib ve Süleyman Efendiler, Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş selâm ediyorlar. Ben de başta Hüsrev, Bekir Bey umum kardeşlerimize selâm ediyorum. Bilhâssa kayınpederiniz Hacı İbrahim Bey’e ve muhtereme hemşireme ve mübarek Bedreddin’e çok dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

Aziz, sıddık, müdakkik âhiret kardeşim, hizmet-i Kur’aniyede arkadaşım!

 Evvelâ: Mektubunuzda, benim her mektubumun başında

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ yazılmasının hikmetini soruyorsunuz. Bunun hikmeti şudur ki: Kur’an-ı Hakîm’in hazain-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel hakaik-i âliye-i Kur’aniyeden, şu âyetin hakikatı bana zahir olmuş ve ekser risalelerde, o hakikat sereyan etmiştir.

Hem bir hikmeti şudur ki; itimad ettiğim mühim üstadlarımın mektublarının başlarında istimal etmeleridir.

Hem mektubunuzda “yedi kebair”i soruyorsunuz. Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak”tır.

 Sâniyen: Bu yaz mevsiminde hakaik-i Kur’aniyeye nisbeten, meyveler hükmünde tevafukata dair, hurufat-ı Kur’aniyenin nüktelerini beyan ediyorduk. Şimdi mevsim değişmiş, huruftan ziyade hakaika ihtiyaç vardır. Gelecek yaza kadar muvakkaten o kapıyı ihtiyarımızla çalmayacağız. Fakat o hurufa ait beyanat ne derece hak olduğunu, Mevlâna Câmî’nin Divanıyla kardeşlerimle tefe’ül ettik. Dedik: Ya Câmî! Bu hurufat-ı Kur’aniyeye dair beyan ettiğimiz nüktelere ne dersin? Bir Fatiha okuyup falı açtık. İşte başta fal şu geldi:

جَامِى اَزْ خَطِّ خُوشَشْ پَاكْ مَكُنْ لَوْحِ ضَمِيرْ

كِينْ نَه حَرْفِيسْتْ كِه اَزْ صَفْحَهءِ اِدْرَاكْ رَوَدْ

Yani, “Bu huruf öyle harf değildir ki, akıl ve idrak sahifesinden gitsin. Öyle kudsî harf, öyle güzel şirin hatt, daima kalbimin sahifelerinde yazılmalı, silinmemeli.” Acibdir ki, bütün Divanında bu fala benzer mealde yazı göremedik. Demek bu fal, Hazret-i Câmî’nin kerametinden bir nebze oldu.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said

* * *

Mu’cizat-ı Ahmediye’yi (A.S.M.), sana güzel ve tevafuklu bir tarzda yazdırdım. Hüsrev kerametli kalemiyle, bana yazdığı gayet kıymetdar bir nüshayı, aynen ve tam tamına muvafık gelmek şartıyla size yazdırıldı, yakında göndereceğim. Yanınızda yeni yazılan İ’caz-ı Kur’aniye gibi, bana bir nüsha lâzımdır. Fakat Hâfız’ın kalemi oradaki mevcud tevafuku tamamen muhafaza edememiş. Tevafukçu Hüsrev’in taht-ı nezaretinde, mabeyninizde taksim edip, bana yadigâr bir İ’caz-ı Kur’anî’yi müştereken yazsanız çok iyi olur.

* * *

(14 Şevval 1352, Kânun-u sâni 1934)

{(*): Re’fet Bey’e vürud tarihidir.}

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik âhiret kardeşim ve mütefekkir ve hakikatlı arkadaşım Re’fet Bey!

 Evvelâ: Mektubunuzda Risale-i Nur’un mizanlarını her okudukça, daha ziyade istifade ettiğinizi yazıyorsunuz. Evet kardeşim, o risaleler Kur’andan alındığı için kut ve gıda hükmündedir. Her gün ihtiyaç gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıda-yı ruhanîye ihtiyaç hissedilir. Senin gibi ruhu inkişaf edip, kalbi intibaha gelen zâtlar okumaktan usanmaz. Bu Kur’anî risaleler, sair risaleler gibi tefekküh nev’inden değil ki, usanç versin. Belki tegaddidir.

 Sâniyen: Gavs-ı A’zam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususî ism-i a’zamı “Ya Hayy” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi; gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayat-ül Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyn-el evliya meşhur olmuştur.

 Sâlisen: Tenekeci Mehmed Efendi’nin hıfz-ı Kur’an’a çalışmak niyeti çok mübarektir. Cenab-ı Hak onu muvaffak etsin. Elimizden geldiği kadar dua ile yardım edeceğiz. Kur’an-ı Azîmüşşan’ın herbir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber; tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rast geldikçe ve melek ve sair zîşuur ruhanîler kıraatını dinledikçe herbir harfi öyle bir çekirdek olur ki, hasenat cihetinden öyle bir manevî sünbül teşekkül eder ki; o sünbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının âyinelerinde temessül eden milyonlarca o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsavi gelir. Böyle herbir harfi bir hazine-i ebediyenin bir anahtarı olabilir bir kudsî kelâmı kalbinde yazmak, ne kadar mukaddes bir hizmet olduğu aşikârdır. İnşâallah Bedreddin çoklara bir hüsn-ü misal olacaktır, daha çoklarını hıfz-ı Kur’an’a sevkedecektir.

Başta Bedreddin, kayınpederin Hacı İbrahim ve âhiret hemşirem olarak ihvanınızın bayramını tebrik ve selâm ve dua ediyorum. Babacan orada ise ona çok selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

(5 Şubat 1934)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, müştak kardeşim Re’fet Bey!

Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan, belki ondan ziyade ben arzu ediyorum. Fakat maatteessüf müteaddid esbab tahtında sıkıntılı bir vaziyetteyim. Hattâ bir-iki saatte bulduğum bir fırsat, yedi-sekiz mektubu yazmaya çalışıyorum. Arasıra benim yanıma gelen Galib dahi men’edildi. Yalnız bîçare Şamlı kaldı, o da her vakit gelemiyor.

Hem bu yılanları yaralandırıp bize canavarcasına saldırıyorlar. Her fırsattan sıkıntı vermeye çalışıyorlar. Zâten ben meb’uslardan hayır beklemiyordum. Bunlara iliştiler, kaldırmadılar, bütün bütün düşman ettiler. İşte maatteessüf bunlar dünyayı hatırıma getirdikleri için, tulûat-ı kalbiye tevakkuf ediyor. Başlarını yesin, bu ehl-i dünyanın dünyasını düşünmek bana zehir oluyor. Ben dünyanıza karışmıyorum, buna mukabil o pis dünyanızı bana düşündürmeyiniz, dediğim halde olamıyor. Ben de Cenab-ı Hakk’a niyaz ettim ki; bana kuvvetli bir sabır, bir tecrid-i zihin ihsan etsin ki, düşünmeyeyim. Lillahilhamd kalbime bu esas geldi ki: “Bu hizmet-i Kur’aniyede başa ne gelirse gelsin, hattâ her günde birer başım olsa da kesilse, yine o hizmetin kudsiyetindeki lezzet-i ruhaniye mukabil geliyor ve kâfidir” diye kemal-i teslim ile kazaya rıza, kadere teslim ve Cenab-ı Hakk’a tefviz-i umûr düsturunu rehber ittihaz ettim.

Nuh’a yazdığım gibi size de diyorum ki: Eskide bir zât, haksız bir mesleği hak zannederek, ondan aldığı bir muhabbet ile, diri iken derisinin soyulduğuna tahammül ederek, kahramanane bir tavır gösterdiği gibi; acaba ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat ve bütün envâr-ı hakaikın menba’ ve madeni olan hakikat-ı Kur’aniyeye hizmetimizdeki kudsî lezzet, bu mülhidlerin muvakkat, ehemmiyetsiz iz’açlarına ve kalbimizde açtıkları yaralara tiryak ve merhem olamaz mı? Elbette olur ve olmuş ve oluyor.

 Sâniyen: Yemen imamı olan Zeydîler Seyyidi hakkındaki sualiniz hakikaten ehemmiyetli ve yümünlüdür. Fakat meymenetsiz bir zamana rastgeldi. Hem zihnim kapalı, hem hal müsaid değil, hem ve hem… Yalnız bu kadar var ki, meşhur “İmam-ı Zeyd” sâdat-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyt’tendir. Ve müfrit Şîaları reddeden ve اِذْهَبُوا اَنْتُمُ الرَّوَافِضُ deyip Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’den teberriyi kabul etmeyen ve o iki halife-i zîşanı hürmet edip kabul eden bir zâttır. Onun etba’ları, Şîaların en mu’tedili ve en sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşâallah Vehhabîlerin tahribatını tamire sebeb oldukları gibi, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’tan Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesbedip, Ehl-i Sünnet’e iltihak edip imtizaç edecekler. Bu âhirzaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhirzaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.

Risalelerle alâkadar arkadaşlara selâm ve Bedreddin ve hemşireme ve Hacı İbrahim’e dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

(15 Şubat 1934)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, dikkatli kardeşim Re’fet Bey!

 Evvelâ: Onuncu Söz’ün Birinci İşareti’nin âhirinde, “Evet, bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak her şeyin Hâlıkına has bir iştir.” Şu cümle hem Yirmiikinci Söz’ün Lem’alarında, hem Otuzüçüncü Mektub’un Pencerelerinde, hem Yirminci Mektub’un onbir kelimelerinde izah ve isbat edilmiştir. Buradaki külliyet nisbî ve örfîdir. “Bir şeyden her şeyi yapmak”taki murad, bütün dünyanın mevcudatını bir şeyden yapmak ve icad etmek değildir. Belki ondaki murad; bir şeyden yani bir katre sudan, bir insanın, bir hayvanın her şeyini, her eczasını, herbir cihazatını halkediyor ve bir şey olan topraktan nebatat ve hayvanatın herbir şeylerini ondan halkeder demektir. Hem “her şeyi bir tek şey yapmak” cümlesindeki külliyet mukayyeddir, nisbîdir. Yani insanın yediği her nev’ taamdan, o insanda basit bir cild ve bir kan ve bir et ve hâkeza…

 Elhasıl: Bu külliyetten maksad odur ki; bir şeyi çok muhtelif eşyaya çevirmek ve birçok muhtelif eşyayı da bir tek şey yapmak, ancak Hâlık-ı Küll-i Şey’e mahsustur.

 Sâniyen: Minhac-üs Sünne’yi kendi hattınla yazdığına çok memnun oldum. Senin kalemin merhum Abdurrahman’ın kalemi gibi bana şirin geliyor.

 Sâlisen: Tenekeci Mehmed Efendi’nin hıfza başlaması mübarektir. Allah muvaffak etsin. Biz ona dua ile yardım ediyoruz. O da okudukça bize dua ile yardım etsin. Bedreddin’e ve vâlidesine ve ceddine dua ediyorum. Sezai Bey benim nazarımda Isparta’nın bir Zekâi’sidir. Ben de onu görmek istiyorum. Fakat şimdi maddeten, manen kıştır. Zâten sizlere demiştim ki; Said’in şahsının ehemmiyeti yoktur ki, sohbetine arzu edilsin. Üstadınız olan Said ise, her bir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz. Âhiret kardeşiniz olan Said ise, her sabah akşam dergâh-ı İlahîde dua vasıtasıyla sizinle beraberdir. Sezai Bey, üstadını, kardeşini istediği vakit görebilir. تَسْمَعُ بِالْمُعَيْدِىِّ خَيْرٌ مِنْ اَنْ تَرَاهُ kaidesiyle işitmesi görmekten çok evlâ olan şahs-ı Said’i görenler bazı pişman olur, keşki görmeseydim der. Bu, davula benziyor; uzaktan sesi iyi geliyor, yakında boş görünüyor.

Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Hâfız Ahmed, Sezai, Keçeci Şeyh Mustafa, Tenekeci Mehmed Efendi gibi has kardeşlerinize selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz kardeşim Re’fet Bey!

Bu sabah namazdan sonra başımı çevirdim, Re’fet Bey’i gördüm zannettim. Geceleyin bir torba bal ve içinde dolu altun, mübarek bir talebeme veriyordum. Arkamdaki zât demek Re’fet Bey’in kalb ve ruhunu taşıyor. Hem dellâlı olduğum hazinenin en kıymetdar, en tatlı şeyi bizim vasıtamızla satın almak istiyor. Sonra gördüm ki, senin ikinci bir nüshandır (yani Seyranî’dir). O rü’yada ikiniz hissedarsınız, paylaşırsınız, her ne ise…

Sizin bu defa yazdığınız Söz ziyade hoşuma gittiği için, evvelce sana dediğim gibi, başka hatlara nisbeten senin hattın gözüme eski dost göründüğünün sırrını anladım ki, merhum biraderzadem Abdurrahman’ın hattına benziyor. Bu hat kendini göstermeli. İştiyakın oldukça böyle intihab ettiğin risaleleri yazsanız mübarek olur.

Hulusi, Abdurrahman’ın yerine çendan geçmiş. Şu yazı müşabeheti bana müjde ediyor ki, bir Abdurrahman Re’fet’ten de çıkacak. Mürekkep hakkında düşündüğün iyidir. Elde gezecek, güzel olmak şartıyla sabit olsun. Kendinize yazdığınız parlak olsun. Çünki mütalaaya iştiyak ve iştihayı açar.

Yeni Sözler ile alâkadarlık edenlere, evvelki üç Hâfız ile mutaf Hâfız Mahmud Efendi’ye selâm, hem dua ediyorum. Sebat etsinler; onları kardeş dairesine dâhil etmişim, talebe dairesine girmeye çalışsınlar. Siz kimi intihab etseniz benim de kabulümdür. Hoca İsmail Hakkı Efendi’ye çok selâm ve dua ediyorum. Madem az adam ile konuşan İşarat-ül İ’caz onunla hayli konuşmuş, ben de o zâtı alerre’s-i vel’ayn kabul ediyorum. İşarat-ül İ’caz ile iktifa etmesin. İşarat-ül İ’cazı tefsir eden ve hakaikını aydınlattıran ve göz görür derecesinde gösteren Sözler’i, Mektublar’ı okusun. Hususan Yirmibeşinci, Yirmialtıncı Sözler’i, Yirminci ve Otuzüçüncü Mektubları gibi intihab ettiği risaleleri de okusun. Başta Bekir ve Hüsrev kardeşlerime selâm ve dua ederim ve dualarını isterim.

Vehhabî mes’elesi dünkü gün elime geçti. Baktım, sana göndermek ruhum istedi. Başka bir surette Re’fet kendi geldi, kendi kitabını kendine götürdü.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî

Senin ve Hüsrev’in yazıları beni hiç yormuyor. Çünki yanlışları azdır. Fakat başkalar, bir defa kendileri tashih etmeden bana geliyor. Hâfızama itimad edip, yalnız tashih edip yoruluyorum. Sairlerin yazdıklarını sizler mukabele edip, ba’dehu bana gönderseniz daha iyi olur.

* * *

  بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, gayyur, ciddî kardeşlerim Re’fet Bey, Hüsrev Efendi!

Sizler çokların medar-ı intibahı oldunuz ve hüsn-ü misal oldunuz. اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ sırrınca vasıtanızla ve size iktida ile hizmet-i Kur’aniyeye girenlerin kazandıkları hasenatın bir misli, inşâallah sahife-i a’malinize geçer. Bu defaki, isimlerini yazdığınız Hâfız Bekir, Hâfız Tahir, Hâfız Şükrü Efendileri kardeş kabul ettim. Talebe olmağa da çalışsınlar, selâmımı onlara tebliğ ediniz. Size bu defa avam-ı mü’minîn hakkındaki keramete benzer işler nev’inden ve ma’venet-i İlahiye tesmiye edilen iki cüz’î hâdiseyi söyleyeceğim:

 Birincisi: Bir-iki arkadaşımız Ondokuzuncu Mektub’u yazmışlar. Birisinin dördüncü cüz’ünde salavat-ı şerife iki-üç sahife müstesna üç-dört salavattan başka bütün salavatlar birbirine bakıyor. Ben de hayrette kalarak işaretler koydum. Diğerinde ikinci, üçüncü cüz’ünde beş-altı sahife müstesna, bütün sahifelerde salavatları birbirine müvazi, birbirine bakıyor, işaretler vaz’ettim. Kime gösterdim, hayrette kaldı. Görenler müttefikan karar verdiler ki, umum Sözler’de manevî i’caz-ı Kur’an’ın bir şuaı in’ikas ettiği gibi, Ondokuzuncu Mektub’dan bilhâssa Mu’cizat-ı Ahmediye’nin bir nev’ şuaı salavat-ı şerife suretinde in’ikas etmiştir. Hem görenler karar verdiler ki, Sözler’e mahsus bilhâssa Ondokuzuncu Mektub’a has bir tarz-ı hatt var. Eğer o tarz hatt’a tevfikan yazılsa, çok garib letafetler görünecektir. Her vakit musırrane, her yazana “seyrek ve güzel yazınız” derdim. Şimdi anlaşılıyor ki, o manevî has hattı tavsiye etmek için, intak-ı hak kabîlinden bana söylettiriliyordu. Şu hakikatı ve manevî tarz-ı hatt’a en yakın, Küçük Hâfız Zühdü’nün ve Eşref’in ve Kuleönlü Mustafa’nındır ki; o muvafakat, müvazenet onların hattında daha ziyade görünüyor. Her vakit ben görüyordum, dikkatli yazanlarda bazı bir satır atlıyor, bir kelime yanlış yazmayan bir satır yanlış yazıyordu. Meğerse, Sözler’deki fevkalâde bir letafetin eseri olarak tevafukat atlattırıyor.

İkinci hâdiseyi yazmağa kâğıdımız müsaid olmadığından kestim.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

Re’fet Bey!

Senin çok antika iki mu’cize-i kudret, müzehanemi tezyin etti. Âdi zannettiğimiz şeylerde, ne kadar hârikulâde işler bulunduğunu ihtar ediyorlar. Şu Ondokuzuncu Mektub’da ikinci, üçüncü cüz’ünde salavat-ı şerifenin her sahifede birbirine bakması tesadüf işi olamaz. Çünki tesadüf, onda bir tevafuk eder. Bu ise onda dokuz tevafuk var.

Demek ne şuursuz tesadüfün işi ve ne de benim ve ne de kâtiblerin düşünüşüdür. Çünki ben yeni anlıyorum, kâtibler benden sonra anladılar. Demek gaybî bir kasd ve irade ile, umum Sözler’de ve bilhâssa Ondokuzuncu Mektub’daki salavat-ı şerifede hârika bir letafeti irade etmiş. O tevafukat ise, gaybî bir kasd ile dercedilen bir belâgat ve letafetin tereşşuhatıdır.

Said Nursî

* * *

 (11 Nisan 1934 Çarşamba)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Namınıza yazılan Onikinci Lem’anın izaha muhtaç noktalarının izahına şimdilik ihtiyaç yoktur. Asıl maksad, âyâta gelen evhamın def’ine kifayetidir. Ve bu nokta-i nazarda kâfi derecede herkes fehmeder. Her risalede herkesin hissesi var, fakat herkes her şeyini bilmek lâzım değildir. Mirkat-üs Sünnet ve vahdet-ül vücuda dair iki risaleyi nasıl buldunuz? Elbette kıymetşinas nazarın onları takdir etmiş.

Bu defaki sualinizin iki ciheti var: Biri; sırr-ı Âl-i Abâ ciheti ki, o sırdır. Ben o sırrın ehli değilim ki, cevab vereyim, yahut herbir sırrın izharı kaleme gelmez. Çünki Hakikat-ı Muhammediyenin bir cilvesi, o Âl-i Abâ’da tezahür ediyor. İkinci cihet-i zahirîsi ise zahirdir. Ezcümle: Sahih-i Müslim’de Ümm-ül Mü’minîn Âişe-i Sıddıka (R.A.)’dan mervîdir ki, demiş:

خَرَجَ النَّبِىُّ غَدَاةَ غَدٍ وَ عَلَيْهِ مِرْطٌ مُرَجَّلٌ مِنْ شَعْرٍ اَسْوَدَ فَجَاءَ الْحَسَنُ فَاَدْخَلَهُ فِيهِ ثُمَّ جَاءَ الْحُسَيْنُ فَاَدْخَلَهُ ثُمَّ جَاءَتْ فَاطِمَةُ فَاَدْخَلَهَا ثُمَّ جَاءَ عَلِىٌّ فَاَدْخَلَهُ ثُمَّ قَالَ: اِنَّمَا يُرِيدُ اللّٰهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهِيرًا

İşte bu hadîs-i şerif gibi, Kütüb-ü Sitte-i Sahiha’da bu mealde kesretli hadîsler vardır ki Âl-i Abâ’yı gösterir. Bir zât def’-i beliyyat için istişfâ اِسْتِشْفَاءْ ve istişfa’ اِسْتِشْفَاعْ için böyle demiş:

لِى خَمْسَةٌ اُطْفِى بِهَا نَارَ الْوَبَاءِ الْحَاطِمَةِ

اَلْمُصْطَفَى وَ الْمُرْتَضَى وَابْنَاهُمَا وَ الْفَاطِمَة

Gücenme, şimdilik bu kadar. Senin mektubunda isimleri zikredilen herbirerlerine ayrı ayrı selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

Eûzü sırrına dair yazılan Onüçüncü Lem’anın yedi İşaretini gönderdim. Bakarsınız, izahı değil noksanı varsa bildiriniz.

* * *

(9 Mayıs 1934 Çarşamba)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik kardeşim Re’fet Bey!

 Evvelâ: Nevzad-ı mübarekin dünyaya gelmesini, sizin için bir fâl-i hayr olarak tebrik ediyorum. İnşâallah وَ لَيْسَ الذَّكَرُ كَاْلاُنْثَى sırrına mazhar olacak. Âsım Bey gibi senin de bir kız evlâdı dünyaya gelmesi, meşrebimizde en mühim esas şefkat olduğu cihetiyle ve şefkat kahramanları kızlar olduğundan ve en sevimli mahluk bulunduğundan, daha ziyade tebrike şâyansınız. Zannederim, bu zamanda erkek çocukların tehlikesi daha çok. Cenab-ı Hak onu sizlere medar-ı teselli ve ünsiyet ve evinize küçük bir melaike hükmüne getirsin. “Rengi gül” ismi yerine “Zeyneb” olsa daha münasibdir.

 Sâniyen: Hikmet-ül İstiaze’nin, besmele-i şerifenin sırlarına dair senin ve Şerif Efendi’nin ifadeleriniz kısadır. Tenkid mi, takdir mi anlaşılmıyor. Zâten mükerreren demiştim: Herkes her risalenin her mes’elesini anlamasına muhtaç değil. Ne kadar anlarsa kâfidir.

 Sâlisen: Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ: Âyinedeki senin misalin sureten senin cismine benzer. Maddeten senin ruhun gibi latiftir. O âlem-i misal; âlem-i ervah, âlem-i şehadet kadar vücudu kat’îdir. {(Haşiye): Bence âlem-i misalin vücudu meşhuddur. Âlem-i şehadet gibi tahakkuku bedihîdir. Hattâ rü’ya-yı sadıka ve keşf-i sadık ve şeffaf şeylerdeki temessülât, bu âlemden o âleme karşı açılan üç penceredir. Avama ve herkese o âlemin bazı köşelerini gösterir.} Acaib ve garaibin meşheridir, ehl-i velayetin tenezzühgâhıdır.

Küçük bir âlem olan insanda kuvve-i hayaliye olduğu gibi, büyük bir insan olan âlemde dahi bir âlem-i misal var ki; o vazifeyi görüyor ve hakikatlıdır. Kuvve-i hâfıza Levh-i Mahfuz’dan haber verdiği gibi, kuvve-i hayaliye dahi âlem-i misalden haber verir.

Başta Hüsrev, Bekir Bey, Rüşdü, Lütfü, Hâfız Ahmed, Sezai, üç Hoca, üç Mehmed, hanenizdeki üç masum ve kayınpederin olarak oradaki kardeşlerimize selâm ve dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

(30 Mayıs 1934 Çarşamba)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Senin bende bir üstadın, bir kardeşin, bir dostun var. Üstadını her risale içinde görüp, görüşürsün. Kardeşini sabah akşam dergâh-ı İlahîde manen ve hayalen o, seni dua ile gördüğü gibi, sen de onu o suretle görebilirsin. Bendeki dostunu görebilmek için, buraya gelmekle zahmet çekme. Çünki o dostun ziyarete liyakatı yoktur. O bir, siz çoksunuz. İnşâallah o gelir, sizi orada ziyaret eder. وَ لَيْسَ الذَّكَرُ كَاْلاُنْثَى âyetine dair şimdi cevab vermeye vaktim müsaid değil. Sıhhatını bilmiyorum, fakat rivayet ediliyor ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: “Oğlan çocuğunu seviniz.” Demişler: “Kızları ne için istisna ettin?” Ferman etmiş ki: “Kızlar kendi kendini sevdirirler, onlar fıtraten sevimlidirler.” Evet kız, şefkat ve cemalin mazharı olduğundan, erkek çocuğundan daha ziyade sevilir. Bahusus bu zamanda ebeveyn hakkında kızlar daha mübarektir. Çünki tehlike-i diniyeye çok maruz olmuyorlar.

 İkinci sualin: İbrahim Hakkı, “Cû’ ism-i a’zamdır” demesinin muradını bilmiyorum. Zahiren manasızdır, belki de yanlıştır. Fakat ism-i Rahman madem çoklara nisbeten ism-i a’zam vazifesini görüyor. Manevî ve maddî cû’ ve açlık, o ism-i a’zamın vesile-i vusulü olduğuna işareten mecazî olarak Cû’ ism-i a’zamdır, yani bir ism-i a’zama bir vesiledir, denilebilir.

Mübarek hanenizdeki masumlara dua ve ders arkadaşlarına umumen selâm ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

(20 Haziran 1934 Çarşamba)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Mektubunda Letaif-i Aşere’yi sual ediyorsun. Şimdi tarîkatı ders vermek zamanında olmadığımdan, tarîk-ı Nakşî muhakkiklerinin Letaif-i Aşere’ye dair eserleri var. Şimdilik vazifemiz ise, istihrac-ı esrar olduğundan, mevcud mesaili nakil değildir. Gücenme, tafsilât veremiyorum. Yalnız bu kadar derim ki: Letaif-i Aşere; İmam-ı Rabbanî kalb, ruh, sırr, hafî, ahfâ, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir latife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir.

Ben kendimce görüyorum ki, insanın mahiyet-i câmiasında ve istidad-ı hayatiyesinde çok letaif var. Onlardan on tanesi iştihar etmiş. Hattâ hükema ve ülema-i zahirî dahi o letaif-i aşerenin pencereleri veyahut nümuneleri olan havass-ı hamse-i zahirî, havass-ı hamse-i bâtına diye o letaif-i aşereyi başka bir surette hikmetlerine esas tutmuşlar.

Hattâ avam ve havas beyninde tearüf etmiş olan insanın letaif-i aşeresi, ehl-i tarîkın letaif-i aşeresiyle münasebetdardır. Meselâ vicdan, a’sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir. Daha bu letaiften başka saika, şaika ve hiss-i kabl-el vuku’ gibi çok letaif var. Bu mes’eleye dair hakikat yazılsa çok uzun olur, vaktim de kısa olduğundan kısa kesmeye mecbur oldum.

Senin ikinci sualin olan, mana-yı ismî ile mana-yı harfînin bahsi ise; ilm-i nahvin umum kitabları başlarında o mes’ele izah edildiği gibi, ilm-i hakikatın Sözler ve Mektubatlar namındaki risalelerinde temsilâtla kâfi beyanat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zâta karşı, fazla izahat fazla oluyor. Sen âyineye baksan, eğer âyineye şişe için bakarsan, şişeyi kasden görürsün, içinde Re’fet’e tebaî, dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksad, mübarek sîmanıza bakmak için âyineye baktın, sevimli Re’fet’i kasden görürsün. فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ dersin. Âyine şişesi tebaî, dolayısıyla nazarın ilişir. İşte birinci surette âyine şişesi mana-yı ismîdir. Re’fet mana-yı harfî oluyor. İkinci surette âyine şişesi mana-yı harfîdir, yani kendi için ona bakılmıyor, başka mana için bakılır ki akistir. Akis mana-yı ismîdir. Yani دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى نَفْسِهِ olan tarif-i isme bir cihette dâhildir. Ve âyine ise دَلَّ عَلَى مَعْنًى فِى غَيْرِهِ olan harfin tarifine mâsadak olur. Kâinat nazar-ı Kur’anî ile, bütün mevcudatı huruftur, mana-yı harfiyle başkasının manasını ifade ediyorlar. Yani esmasını, sıfâtını bildiriyorlar. Ruhsuz felsefe ekseriya mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor.

Her ne ise… Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur. Hattâ fihristenin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin ders arkadaşların, bilhâssa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa, Hâfız Ahmed, Sezai, Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek masumlara dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

(27 Haziran 1934 Çarşamba)

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık ve ziyade müteharri ve müstefsir kardeşim Re’fet Bey!

Senin faik zekân ve dikkatin, sorduğun suallerin çoğuna cevab verebildiği için, muhtasar cevab veriyorum, gücenme. Seninle çendan konuşmak istiyorum, fakat vaktim müsaadesizdir. Müslim-i gayr-ı mü’min ve mü’min-i gayr-ı müslimin manası şudur ki: Bidayet-i Hürriyette İttihadçılar içine girmiş dinsizleri görüyordum ki; İslâmiyet ve şeriat-ı Ahmediye, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve bilhâssa siyaset-i Osmaniye için, gayet nâfi’ ve kıymetdar desatir-i âliyeyi câmi’ olduğunu kabul edip, bütün kuvvetleriyle şeriat-ı Ahmediyeye tarafdar idiler. O noktada müslüman, yani iltizam-ı hak ve hak tarafdarı oldukları halde mü’min değildiler; demek müslim-i gayr-ı mü’min ıtlakına istihkak kesbediyordular. Şimdi ise firenk usûlünün ve medeniyet namı altında bid’atkârane ve şeriatşikenane cereyanlara tarafdar olduğu halde; Allah’a, âhirete, Peygamber’e imanı da taşıyor ve kendini de mü’min biliyor. Madem hak ve hakikat olan şeriat-ı Ahmediyenin kavaninini iltizam etmiyor ve hakikî tarafgirlik etmiyor, gayr-ı müslim bir mü’min oluyor. İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, bilerek İslâmiyetsiz iman dahi dayanamıyor, belki necat veremiyor, denilebilir.

İkinci sualiniz: Ecel-i mübrem ile muallak, malûmunuz olan tabir-i diğerle ecel-i müsemma ve ecel-i kaza tabir edilir.

Üçüncü sualiniz ki; Sözler otuzüç, Mektubat otuzüç, Pencereler otuzüç, mecmuu doksan dokuz olduğu gibi, Arabî Katre Risalesi’nin başında beyan edildiği üzere, en evvel bu fakir kardeşinizin harekât-ı fikriyesi namazdan sonra otuzüç “Sübhanallah” ve otuzüç “Elhamdülillah” ve otuzüç “Allahü Ekber”deki meratibe göre doksandokuz mücahedat-ı fikriye ve makamat-ı ruhiyedeki tezahürat ve doksandokuz esma-yı hüsna cilvesine mazhariyet sırlarını, hayal-meyal bir surette uzaktan uzağa hissedilmesindendir ki, bu otuzüç mübarek adedi ihtiyarım olmayarak çok harekât-ı ilmiyemde ve neşriyede hükmediyor. Başta senin ders arkadaşların ve Hacı İbrahim olarak kardeşlerimize selâm ediyorum ve mübarek hanendeki masumlara dua ediyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

Yirmiyedinci Mektub’un fıkraları içine dercetmek üzere kardeşim Abdülmecid’in Hulusi Bey’e yazdığı mektubun işaret olunan baş tarafı ile arkasındaki Re’fet Bey’in mektubundan alınan fıkraları Hüsrev yazsın, sonra Hâfız Ali’ye göndersin.

* * *

(11 Temmuz 1934 Çarşamba)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik, meraklı kardeşim Re’fet Bey!

Sizin gibi hoş-sohbet bir kardeşimi, haksız olarak sual sormamaya ve sükûta davet ediyordum. Çendan bu davette mazurum, belki mecburum. Çünki bugün dört saat mütemadiyen kâtibi bekledim ki, bir mektub yazacağım, olmadı. Tâ ben yirmi dakikadaki mesafeye gittim. Bağ suyu başında bularak uykusuz yorgun buldum. Onu aldattım, az bir işim var dedim. Halbuki on dakika zannedip, iki saat zarurî yazılar yazdırdım. Zâten kafam da yorgun ve istirahata muhtaçtır.

Fakat Re’fet gibi bir müştakı susturmanın cezası olarak bir tokat yedim. Senin bu hafta edeceğin kolay, latif sualine bedel; Senirkent’li arkadaşlarımız müz’iç, Eski Said’in kuvve-i hâfızasına havale edilecek acib sualleri sordular. Dedim kendi nefsime müstehak oldu, sen Re’fet’i dinlemedin, işte bunları dinle. Halbuki onlara cevab vermek lâzım geliyor; çünki onlara, böyle mes’elelerde dinsizler ilişiyorlar. Mecburî gayet muhtasar ve nâkıs ve kısa cevab yazdım, fakat yine Re’fet’in hatırı için yazdım. O cevabı, bundan evvel dört suale cevab ve mugayyebat-ı hamseye dair Sabri Efendi ve Hâfız Ali’nin suallerine dair kısa cevabı, Hüsrev ile beraber okuyunuz. Münasib görürseniz üçü birden, ya Onaltıncı Lem’a veya yazılmayan Ondördüncü Mektub makamına kaim edilsin. Hem yanlış var ise, tashih edersiniz. Çünki, cevabların aslı sünuhat olmakla beraber tafsilâtında fikrim karışarak yanlış edebilir.

Hâfız Ahmed Efendi Ondokuzuncu Mektub’u yazacaktı, acaba başladı mı? Ona çok selâm ediyorum. Yazı hizmeti ehemmiyetlidir, kaç cihette ibadettir. Senin mübarek hanenizdeki masumlara dua ediyorum ve malûm ders arkadaşlarına çok selâm ediyorum. Keçeci Şeyh Mustafa Efendi bazı risaleleri yazıyordu. İnşâallah böyle kudsî hizmete öyle mübarek zâtlar iştirak ederler. Ona da bilhâssa selâm ediyorum ve duasını istiyorum. Hacı İbrahim Efendi ve Bedreddin’i, Re’fet’i tahattur ettikçe ekseriyetle onları hatırlıyorum. Onlara da bilhâssa selâm ediyorum.

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, müdakkik kardeşim Re’fet Bey!

Sorduğun suale en kolay ve ruhsatlı cevab senin cevabındır. Mülteka Şerhi Damad’ın ve Merakı-l Felah ikisi demişler: İki Ramazan için bir keffaret kâfidir. Müteaddid vakıalara bir keffaret kifayet eder. Çünki tedahül vardır. Ve هُوَ الصَّحِيحُ demişler. Hakikat nokta-i nazarında bu mes’elede azimet var, ruhsat var. Azimet hali, kuvveti müsaid ise, her Ramazan için ayrı bir keffaret var. Fakat ruhsat ciheti, tedahül sırrına binaen müteaddid Ramazan için bir keffaret farz, ayrı ayrı keffaret müstehab derecesinde kalır. Bu keffarette mana-yı ukubetle mana-yı ibadet ikisi dahi münderic olduğu için, hem kerhen icbar edilmeyecek, hem tedahül eder.

Aziz kardeşim! Fıkh-ül ekber olan esasat-ı imaniye ile meşgul olduğumuz için, nakle ve ehl-i içtihadın medarikine ve meâhizine bakan dekaik-i mesail-i fer’iyeye zihnim şimdilik ciddî müteveccih olamıyor. Zâten yanımda da kitablar olmadığı gibi, vaktim de yoktur ki, müracaat edeyim. Hem ülema-yı İslâm o kadar tedkikat-ı sâibe yapmışlar ki, füruata dair tedkikat-ı amîkaya ihtiyaçları kalmamış. Eğer hakikî ihtiyaç hissetseydim, böyle füruata dair müçtehidînin derin me’hazlerine gidip, bazı beyanatta bulunacaktım. Belki de, daha o nevi hakaika meşguliyet zamanları gelmemiş, her ne ise.

Size bu defa Sure-i Feth’in âhirine aid ve onun münasebetiyle اُولئِكَ مَعَ الَّذِينَ اَنْعَمَ اللّٰهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَ الصِّدِّيقِينَ وَ الشُّهَدَاءِ وَ الصَّالِحِينَ âyetine dair beyanatı ve Minhac-ı Sünnet namındaki Lem’ada اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى sırrına dair muhakematı, nasıl buluyorsunuz? Kardeşin Hüsrev ile sen, Şeyh-i Geylanî’nin keramat-ı gaybiyesinin bütün parçalarıyla bir nüsha yazıp, Hulusi Bey’e gönderseniz iyi olur. Âsım Bey’e de onlar bütün gitmelidir.

Başta (Gavs-ı A’zam’ın tabiriyle Bekir Bey) bizim tabirimizle Bekir Ağa, Ahmed Hüsrev, Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezai Bey olarak umum kardeşlerinize selâm, dua ediyorum. Ve mübarek ve bahtiyar Bedreddin’in başından öperim. O Kur’an’ı okudukça bana dua etsin. Öyle masumun duası inşâallah hakkımızda makbuldür. Onun vâlidesi olan âhiret hemşireme ayrıca dua ediyorum. Bedreddin gibi bir evlâd sahibesi olduğundan tebrike şâyandır. Bedreddin’in okuduğu her bir harf-i Kur’an’ın, on sevabdan tut tâ bine kadar uhrevî meyveleri vardır. Hem vâlidesinin defter-i a’maline, hem hoca ve üstadının defter-i a’maline dahi o sevablar kaydolunur.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

(Hüsrev, Üstadının kendi hakkında hiddetini zannedip, bir mes’eleye dair müteessiren yazdığı mektubundan bir fıkradır.)

Sevgili ve kıymetdar Üstadım!

Mektubunuzun mütalaasından mütevellid teessüratım arasında, kalbime çok havatır hutur ediyordu. Her tarafı ve her hali kusur ve ayıbla dolu talebeniz, sevgili Üstadının ayaklarının altına varlığını sermişti. Belki her gün, bu şiddetten daha büyük bir şiddetle muamele görse ve hattâ Üstadı uğrunda, yüzbin hayatı olsa hepsini bile vermeye bilâ-tereddüd hazır olduğunu, surî değil, kalbî bir itirafla müheyyadır.

Mücrim talebeniz senelerden beri Hâlıkından bir hâmi istiyordu. Baştan aşağıya kadar siyahlıklarla dolu olan defter-i a’malim tedkik edilse, bu hususta ne kadar tazarru’ ve niyazım vardır ve ne kadar gözyaşlarım bulunacaktır. Kur’anî hizmet uğrunda, arzın sekenesi kadar hayatım olsa, her birisini feda etmeyi, ne büyük saadet ve şeref kabul etmişim.

Ey sevgili Üstadım! Ey kıymetdar Hocam! Ey senelerden beri aradığım muhterem mürşidim! Ey aziz dellâl-ı Kur’an!

Izdırablarımın sürura inkılab etmekte olduğunu hissediyorum. Uzakta olanın kusuru görülmez, tokat yakında olana vurulur. Kalbim bu cümlelere (Hâzâ min fadli Rabbî) diyor. Fakat dimağımdan silinmeyen birşey varsa, o da aziz Üstadımın elemlerine iştirak etmekti.

Muhterem mürşidim! Kimin haddi var ki, risalelerin birisine el uzatsın veyahut bir sahifesine dil uzatsın veyahut bir cümlesini tenkid etsin veyahut bir kelimesine, hattâ bir harfine ve belki bir noktasına itirazda bulunsun.

Bilâ-istisna her ferd istihsan ederken, böyle bir şey yapmak için, bu cür’eti kimden alayım. Yok, sevgili Üstadım, müsterih olunuz; senelerden beri çekmekte olduğunuz, kal’abend cezasından pek şedid azabınıza, bir başka ve mühim elem katılmasına tarafdar olanlara bir parça meyletmek şöyle dursun, belki bu halin şiddetle ve belki fedaisi olarak aleyhte olduğuma, vicdanımın tasdiki kâfi bir şahiddir.

Ahmed Hüsrev

* * *

(Hâfız Ali’nin bir fıkrasıdır)

Aziz Üstad!

Bu asrın sisli, semli revacı (şecere-i kâinatın meyvesi olan insanın nüve, lüb, kışır gayelerini) zâil ve fâniye, zillet ve gurura, âfil firaka, zahir bâtıla, atalet ademe, hırs ve hayvaniyete, camid ve abesiyete, başıbozukluk ve hiçliğe sevk ile, o meyvenin kısm-ı a’zamının ölüp ekallinin de ölmek ve tefessühü ânında, mezkûr şecerenin merkez üzerine karib, Isparta dalına ta’lik edilen, Hakîm-i Mutlak’ın etemm, ekmel şifahanesi olan Kur’andan nebean eden (Tiryak Notalar) tesmiyesi ile, her Nota’nın binler harfler damlaları ile imdada yetişerek, küre-i arz bahçesini iska ve binler meyvelere hayat bahşeden ve bu yüzden menba’ı gibi, kıyamete kadar hârika bir keramet ve taklid edilmez bir turra ile çağlayacak olan eser-i mübareki, elhamdülillah istinsah ettim.

Evet Üstadım! Nasılki

وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاخْتِلاَفُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ 

âyet-i kerimesinin binler mâsadaklarından bir mâsadakı olan nev’-i insanın her bir ferdinde sîma, ses, etvar, ahlâk gibi daha çok latifeler ve cihazat mevcud iken, birbirine benzemeyip, her bir şahıs bir âlem olarak, Vâhid-i Ehad-i Samed’in malı ve masnuu ve muvazzaf memuru olduğunu, bilmecburiye şuuru olana kabul ettiriyor.

Öyle de Kur’an-ı Hakîm’in hayatdar semeresi olan Sözler ve Mektubat-ün Nur’un her bir parçası, kendi âleminde nihayetsiz kudreti gösteren ve her mebhasleri ile binler âlemler içinde bir âlem olan âlem-i şuhudun tılsım-ı acibini tam keşf ü hall ile, her risale bir muammanın miftahı ve hayatdar ervahı hükmündedir.

Bundan böyle, daha binler ihsan-ı İlahî ve rahmet-i Sübhanî olsa yazılsa, ihtiyaç görünüyor ve yerleri boş karanlık bir âlem gibi, o Şems-i Hakikat güneşinin şualarını bekliyorlar. Dilerim Cenab-ı Hak’tan, böyle anud bir zamanda (böyle Asâ-yı Musa misillü) çok cihetlerle hârika, fütuhata sebeb olan ve inşâallah bundan böyle olacak olan Resail-in Nur’u teksir buyursun. Âmîn, âmîn, âmîn!

Kusurlu talebeniz

Ali (R.H.)

* * *

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Rüşdü’nün gönderdiği otuz liradan yirmiyedisini posta ile size gönderdim. Siz ona gönderirsiniz. Ona da öyle yazdım. Benim ihtiyacım olmadığından ve kaideme muhalif olduğundan kabul edemedim. Yalnız onun hayırlı niyeti için, ehemmiyetli hayırlara sarfedilmek suretiyle, onun hesabına otuzdan üç banknot aldım. Sizlere ve sizinle alâkadar olanlara pek çok selâm ve dua ediyorum.

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, muhlis kardeşim!

Isparta’ya nakl-i mekân, hem tulûat-ı kalbiyeyi, hem sizinle muhabereye bir derece fütur verdi.

 Evvelâ: Kardeşimiz Sabri, Hakkı Efendiler arzularıyla, yine Eğirdir vasıtasıyla size emanet gönderilecek. Onyedinci Lem’a namındaki Notaları Sabri size göndermiş veya gönderecek. Bu defa da sırlı, kerametli Yirmidokuzuncu Söz’ü size gönderiyorum. Latif ve manidar bir tevafuktur ki, Hüsrev senin için Yirmidokuzuncu Söz’ü yazıyordu. Yazdığı vakitte Hüsrev vasıtasıyla çok mübarek Ramazan hediyesi aynı anda gelmesiyle beraber, aynı gecede ben senin hanen tarafına ve hanene geldiğimi rü’yada gördüğüm gibi; iki gece evvel, elhak ikinci bir Hüsrev ve ikinci bir Süleyman olan Süleyman Rüşdü, aynen sizi görmüş. Bundan anladık ki, bizler bir menzil içindeki adamlar hükmündeyiz. Maddeten uzaklık tesiri yok ve birbirimize karşı münasebet-i âdiye dahi kaydedilir.

 Sâniyen: Şu Yirmidokuzuncu Söz, tarifnamelerde yazıldığı gibi, bir müstensih hatt-ı hakikîsine ihtiyarsız takarrüble, sırrı tezahüre başlamış ve diğer müstensih hatt-ı hakikîsini bulmuş. Hakikaten ne fikirde bulunursa bulunsun, gören herkesi tasdike mecbur ediyor. Hattâ burada mühim ve müşkilpesend ülemalar dahi, güneş gibi inanıp tasdik ediyoruz, diyerek imza ediyorlar.

Şübhemiz kalmadı ki; i’caz-ı Kur’an’ın yüz cüz’ünden bir cüz’ü, şu tefsirine in’ikas etmiş. Yalnız şu fark var ki; i’caz kasdîdir, kasden de kimse muaraza edemez. Şu kitabın tevafuku ise, fıtrî ihtiyarsız olmak cihetiyle hârika olur. Keramet sayılır. Kasdî ve sun’î bir surette muaraza edilmez. Her ne ise şu nüshayı kardeşiniz Abdülmecid bir defa görsün, inşâallah ona da bir vakit bir tane yazılacak. Şayet orada birisi aynen istinsah etmek niyet etse, çok dikkat etmek gerektir. Çünki bu risalenin hurufatı da sırlı, kendine güvenmeyen yazmasın.

 Sâlisen: Kardeşimiz Fethi Bey ne haldedir, neden az görüşüyorsunuz? Ben ona çok dua ettim ve ediyorum. Sen bir muzır memurun yüzünden, onunla az görüşmen beni müteessir etti. Allah kabul etsin, ben de ona çok defa dua ettim. İnşâallah tam bir arkadaş, bir muhatabın olan Hâfız Ömer, Risale-i Nur’un intişarına mühim bir vasıta olacak ki; her mektubunda onu ciddî alâkadar görüyorum.

Onaltıncı Lem’a namındaki üç mühim mes’eleden ibaret bir risaleyi, sizin için yazdırıyorum. Yetişirse onu da gönderiyorum. Lillahilhamd burada gittikçe Risale-i Nur’un şakirdleri ve yazıcıları çoğalıyor. Ne vakit az fütur başlasa, bir teşvik kamçısı hükmünde bir şey zuhur ediyor. Ezcümle sofi-meşreb ve yazıda muvakkaten tenbellik eden bir kısım kardeşlerimize yazılan bir mektubun nüshasını, melfufen gönderiyorum. Belki tenbel olmayan, fakat tenbelleşen Abdülmecid de görür.

Muhterem vâlideniz ne haldedir? Onu da merak ediyorum, çok dua ediyorum. Hastalığın her bir saati, bir gün ibadet hükmünde olduğunu benim tarafımdan hem ona, hem Hoca Abdurrahman’a söyle. Başta pederiniz, Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, İmam Ömer, Kemaleddin gibi dostlara selâm ve dua ediyorum ve dualarını istiyorum.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Kardeşiniz

Said Nursî

* * *

 Mesleğimizin bir medar-ı şevki ve zevki olan tevafuk letaifinden üç-dört nümune:

 Birincisi: İktisad Risalesi, birbirinden habersiz altı müstensihin yazdıkları altı nüshada, eliflerin elliüç adedinde tevafukları, te’lif ve istinsah tarihi olan elliüçe muvafık gelmesidir. Sonra baktım ki, asıl müsvedde-i ûlâda çok çıkıntı ve tashihler ile beraber elliüç aded sırrını muhafaza ettiğini hayret ile gördük.

 İkincisi: Risalelerin Fihristesi tamam yazıldıktan sonra, birinci müsevvid ihtiyarsız “Bu güzel fihriste tamam oldu” deyip yazmış. O müsevvid hesab-ı ebcedi hiç bilmediği gibi, hiçbir şey de düşünmemiş. “Bu güzel fihriste tamam oldu” aynen bin üçyüz elliiki (1352) tarihini gösterip fihristenin tarih-i te’lif ve istinsahını göstermiştir.

 Üçüncüsü: Yirmiüçüncü Lem’anın müsveddeden tebyiz edilirken, hiç eliflerin adedini hatıra getirmeden, yazıldıktan sonra yüz yirmisekizinci risale olduğuna işareten yüz yirmisekiz elif olmasıdır.

 Dördüncüsü: Dünkü gün Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) tashih edilirken küçük, latif iki tevafukun on dakika fasıla ile vücuda gelmesidir. Şöyle ki:

İkişer arkadaş Mu’cizat-ı Ahmediye ve Mi’rac’ı ayrı ayrı tashih ediyorlardı. Mi’rac’ın altıyüz satırı içinde bir tek satır, kuru direğin ağlamasından bahsediyor. Mu’cizat-ı Ahmediye yüz elli sahife içinde bir sahife o bahse dairdir. Birden o iki kısım musahhihler aynı kelimeyi söylüyorlarken, içlerinden bir efendi intikal etti, iki kısım aynı kelimeyi söylüyoruz dedi. Baktık, fevkalâde bir surette iki tashih aynı kelime üzerindedir.

On dakika sonra, yedi mu’cizeye mazhar yedi çocuğun bahsi tashih edilirken, umulmadığı bir zamanda, hazır zâtların nazarında mübarek Meliha isminde beş yaşında bir çocuk geldi oturdu. Çocukların bahsini zevk ile dinlemeye başladı. Çay verdik, çocuk bahsi bitinceye kadar içmedi. Hazır olan biz dört kişi şübhemiz kalmadı ki, sırr-ı tevafukun birinci menba’ı olan Mu’cizat-ı Ahmediye’nin te’lifçe ve istinsahça ve kıraatça ve hârika tevafukça kerametini gösterdiği gibi, bu iki küçük tevafukla, yine o kerametin şua’ından iki latifeyi gösterdi.

Hem bir sene evvel bir seyre giderken, arkamdan bir kız çocuğuyla bir kadın geliyorlardı. Ben yoldan çıktım, yolu onlara bıraktım. Baktım beni geçmiyorlar, sıkıldım. Acele geçtim bir bahçeye girdim, baktım onlar da bahçeye girdiler. Hem hiddet, hem hayret ettim. Mu’cizat-ı Ahmediye elimde idi. Tefe’ül gibi açtım. En evvel gözüme ilişen ve yalnız risalede bir tek defa zikredilen bir isim ki, aynı o kadının ismini o sahife içinde gördüm. Baktım, o kadını tanıdım. Fesübhanallah dedim. Bunlar kim olduklarını anlamak için daha evvel o kitaba baksa idim, bu hayretten kurtulacaktım. Bu hâdiseye hem ben, hem hazır olan Şamlı Hâfız ve hâdiseyi anlayan o kadın ve başkaları hayret ettik.

Said Nursî

* * *

Kalben rahatsızlığım dolayısıyla, Kurban Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hâfız Tevfik, Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş’tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz, gücenmeyiniz.

Said Nursî

* * *

Isparta Cumhuriyet Müddeiumumîliğine

Dokuz senedir, beni bu memlekette sebebsiz olarak ikamete memur ettiler. Hariçle ihtilattan men’olduğum için çalışamadım, perişan bu gurbette kimsesiz kaldım. Onüç seneden beri, beni bu vilayette tanıyanların tasdikleri tahtında, siyasetle hiçbir cihetle alâkam kalmadığına delilim şudur ki: Onüç seneden beri, bir gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi sekiz sene oturduğum Barla halkı ile işhad ediyorum. Onüç sene, bu zamanda siyasetin lisanı olan gazeteyi dinlemeyen, işitmeyen, istemeyen bir adamın siyasetle alâkası olmadığı ve sekiz aydan beri merkez-i vilayette bütün buradaki benimle temas edenlerin şehadetleriyle, siyasete taalluk eden hiçbir mes’eleye temas etmediğimi gösterebilirim.

Bu halimle beraber, bu senenin Kurban Bayramında fıtraten sohbetten hoşlanmadığım için, hiç kimseyi kabul etmediğimi gösterir bir-iki satırlık yazı ile kapımda yazdığım ve hiçbir kimse de gelmediği halde, bu mübarek bayramın dört gününde bir polis bulundurulmak suretiyle benim gibi garib, ihtiyar, hastalıklı bir adama şübhe isnad ederek tarassud ettirmek ve hareket-i şahsiyemi bilâ-sebeb taht-ı nezarette bulundurmakla verilen tazyik ve sıkıntı kâfi gelmiyormuş gibi; bu senenin Nisanının dördüncü günü, kış münasebetiyle ve mütemadiyen harekâtımın takib ve tarassud edilmesinden dolayı harice çıkmadığımdan sıkılmıştım.

İşte o günü, altı aylık ızdırabımı tahfif etmek ve biraz teneffüs ve rahatsızlığımı izale etmek için, havanın güzelliğinden istifade ederek gezmeye gitmiştim. Avdetimde bir komiser ile iki polis ikamet ettiğim evimin kapısında ve bir komiserle iki polis de bahçenin dışarısında bulunuyorlardı. İçeriye girdim, komiser ve iki polis beni takib ettiler. Odama çıktım, onlar da arkamda idiler. Benimle beraber girdiler, taharriye başladılar.

Dokuz seneden beri ihtilattan bilâ-sebeb men’edildiğimden, mesleğim itibariyle Kur’an ve iman ile hasr-ı iştigal etmiştim. Ve onun neticesi olarak yazdırdığım eserlerden;

Birisi, Kur’an-ı Hakîm’deki ikibin sekizyüz küsur Lafza-i Celal’in bir sırr-ı kerametini ve bir nakş-ı i’cazını gösterecek, en müstesna bir hatt ile yazılmış gayetle kıymetdar yirmiden fazla Kur’an-ı Kerim cüzlerini,

2- Beka-yı ruh ve melaike ve haşrin hakkaniyetine dair Yirmidokuzuncu Söz namı altındaki risalenin içinde tezahür eden, kendimce en ekall bin liraya değer bir sırr-ı azîmi gösteren risaleyi,

3- Hazret-i Peygamber’in risaletini güneş gibi isbat eden ve hârika bir surette oniki saatte te’lif edilen yüz elli sahifelik Ondokuzuncu Mektub namı altında Mu’cizat-ı Ahmediye risalesini; ki o mu’cizatın kerameti olarak, o risalede tevafuk namıyla öyle bir sırr-ı azîm tezahür etmiş ki, o risale tek başıyla maddeten bin lira kadar kendimizce kıymetdardır.

4- Vahdaniyet-i İlahiyeyi güneş gibi isbat eden ve Kur’an’ın otuzüç âyet-i azîmesini tefsir eden Otuzüç Pencere namındaki Otuzüçüncü Mektub ki, sırr-ı tevafukla beraber kıymet-i ilmiyesi ve edebiyesi itibariyle ehl-i tevhidce yalnız maddeten bin lira kadar ehemmiyetli olan risaleyi,

5- Şirkin esasını ref’ edip, vahdaniyeti nihayetsiz derecede kuvvetle isbat eden Otuzikinci Söz namı altındaki eseri ki; o eser bir âlim tarafından zayi’ edilse, onu elde etmek için bin lira tereddüdsüz vereceğini zannettiğim misilsiz risalemden mevcud her iki tanesini,

6- İsraftan kurtarmak ve bu fakir milleti iktisada alıştırmak için yazdığım, küçük fakat müstesna bir ehemmiyette olan İktisad Risalesi ismindeki risalemin mevcud olan her üç nüshasını,

7- Kendi ihtiyarlığımdan dolayı, iman noktasında Kur’an’dan bulduğum rica ve teselli nurlarından kaleme aldığım ve mevcudu tam üç nüsha ve iki nüsha da noksan olarak umum beş parçasını ki, bence bu risale benim gibi kabre yakınlaşmış bir ihtiyar adama kıymet takdir edilmeyecek derecede yüksek bir hakikat ile yazılmıştır.

8- Onbeş sene evvel Arabça olarak tab’edilen, Harb-i Umumî’de ateş içinde yazıldığı için, o zamandaki Başkumandanın bu yadigâr-ı harbin hayrına iştirak etmek niyetiyle kâğıdını kendisi verdiği İşarat-ül İ’caz tefsirini;

Hem üçyüz otuzbeş senesinde İstanbul’da tab’edilen Katre, Şemme, Habbe, Habbe’nin Zeyli ve Ankara’da Yeni Gün Matbaasında Zeylinin Zeyli ve Ankara Matbaasında tab’edilen Hubab ve İstanbul’da tab’edilen Zühre ve Şu’le gibi risaleleri hâvi Arabça matbu’ bir mecmuamı ve İstanbul’da onbeş sene evvel tab’edilen Sünuhat isminde kıymetdar iki matbu’ risalemi ve hem biraderzadem Abdurrahman tarafından onbeş sene evvel İstanbul’da tab’ ettirilen Tarihçe-i Hayatımın bir kısmına ait matbu’ risalemden üç nüshası tamam ve beş-altı nüshası noksan kitablarımı ve hem de İstanbul’da yeni huruf çıkmadan evvel tab’ettirdiğim Onuncu Söz namında gayet kıymetdar haşri ve kıyameti gündüz gibi isbat eden risalemi ve daha bilmediğim hususî ve şahsî ve imanî evraklarımı ve risalelerimi tekrar iade etmek üzere, o taharri neticesinde alıp götürdüler.

Bu taharriyatta o kadar ileri gidildi ki, altı ay evvel oturduğum köşkten şimdiki oturduğum köşke nakledince, sandalye, şişe, demir ve sair eşyaya aid listeye varıncaya kadar aldılar ve el’an da iade edilmedi.

Dokuz seneden beri bu memlekette ve bu kadar dostlarımla temas ettiğim halde, şimdiye kadar hiçbir cürüm bana isnad edilmedi ve hiçbir vukuatım da olmadı ve hayatımda dâî-i şübhe hiçbir emare vücud bulmadı ve menfîliğim de, sebebsiz ve ancak ihtiyat ve tevehhüm yüzünden olmakla inziva ettiğim bir mağaradan çıkartılarak menfîlerle birlikte nefyedildim. Bu müddet zarfında siyasetle ve dünya ile alâkam olmadığına, bu memleketteki dokuz senelik tarz-ı hayatımın şehadetiyle beraber, risalelerimde gerek emniyet dairesi ve gerekse hükûmet dairesi dâî-i şübhe bir şey bulamadıklarıdır. {(Haşiye): Cây-ı dikkattir ki, sekiz-dokuz seneden beri zulüm ve tazyikat altında gizlemeye mecbur olduğum en eski ve en mahrem evrakları âni olarak taharri edip hiçbir şey bırakmayarak alındığı halde, mûcib-i telaş ve dâî-i endişe ve medar-ı hicab ve hacalet bir şey bulunmaması; garazkâr su’-i zanlı ehl-i dünyanın ona karşı ettikleri haksız tazyikat ve tarassud ne kadar çirkin ve hata olduğunu gösteriyor. Acaba onu ittiham eden ve kendini vatana ve millete sadık tevehhüm eden ehl-i dünyanın en büyük memurundan en küçüğüne kadar, değil sekiz-dokuz sene, belki sekiz-dokuz ay zarfında en mahrem ve en gizli evrakı meydana atılıp tedkik edilse, ona telaş verecek ve utandıracak sekiz-dokuz madde çıkmaz mı?} Eğer bir cürmüm varsa, dokuz seneden beri mütemadiyen dikkat ettikleri halde, cürmümü görmeyen veya gösteremeyenler, şimdi göstermeye mecburdurlar.

Şu kitab zayiatımdan lâakal şahsî iki bin lira zararım var. Çünki, bunların hiç birisinin başka bir nüshasını bende bırakmadılar. Vaktiyle tab’ etmek için, yalnız İşarat-ül İ’caz tefsirine ikiyüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira. Ve Yirmidokuzuncu Söz ve Ondokuzuncu Sözlerde o sırr-ı azîme hiçbir âlim ve hiçbir edib yoktur ki, “Bin lira kıymetindedir” demesin.

Ve bir de, onüç sene evvel hükûmet Dâr-ül Hikmet’te yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlama’ya iki defadan fazla gitmeye müsaade edilmeyecek derecede ihtilat ve gezmekten men’edildiğim gibi, bir vâridatım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin bir şeyini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan, çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müddeiumumîliğe havale ederek, ya kitablarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiblerinden tazminini dava ediyorum.

 Tetimme: Hükûmetin kanunu, tarîkat dersi vermeğe ve nusha yazmağa ve nüfuz temin etmeğe müsaade etmediği ve ben de bunlarla alâkadar olmadığım ve hükûmet de yanıma gelen ziyaretçileri hoş görmediği için; bazı adam müteaddid defa tarîkat ve nusha niyetiyle yanıma gelmek istedi. Ben de hükûmetin kanununa riayet etmek ve hükûmet memurlarını sebebsiz kuşkulandırmamak için kabul etmeyip reddettim.

Mesmuatıma göre, bu halden muğber olanlar yalan ve asılsız bir surette isnadatta bulunmuş. Böyle hükûmetin kanununa riayeten reddettiğim kimseler yüzünden beni böyle sıkıştırmaktan, hilaf-ı kanun hareket etmediğim için böyle azab vermek, kanunu dinlememeye mecburiyet vaziyetini veriyorlar manası çıkıyor.

Dokuz senedir dünyevî hayatıma gelen her türlü işkencelere tahammül edip sabrettim, sükût ettim. Fakat dünyalarına karışmadığım halde, böyle hayat-ı uhreviyeme sû’-i kasd suretindeki taarruz karşısında sabrım tükendi. Hakkımı aramak için ikame-i davaya mecbur oldum.

Said Nursî

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*