Bundan sonraki kısım Hazret-i Üstad’ın Kastamonu ve Emirdağı hayatında iken yazılan ve elyazma nüshalarda dercedilen mektublardır.
(Risale-i Nur’un fa’al bir şakirdi olan Ahmed Nazif Çelebi’nin bir istihracıdır ve bir fıkrasıdır. Bunu hem Birinci Şua’ın otuzikinci âyeti olarak ve hem Yirmiyedinci Mektub’un fıkralarında kaydetmek münasib görüldü.)
O kendisi diyor: Gelen âyetleri hâfızdan dinledim. Sure-i Ahzab’dan:
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللّهَ ذِكْرًا كَثِيرًا ٭ وَ سَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَ اَصِيلاً ٭ هُوَ الَّذِى يُصَلِّى عَلَيْكُمْ وَ مَلٰئِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَ كَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا ٭ تَحِيَّتُهُمْ يَوْمَ يَلْقَوْنَهُ سَلاَمٌ وَ اَعَدَّ لَهُمْ اَجْرًا كَرِيمًا ٭ يَا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَ مُبَشِّرًا وَ نَذِيرًا ٭ وَ دَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِهِ وَ سِرَاجًا مُنِيرًا ٭ وَ بَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ فَضْلاً كَبِيرًا
Bu âyetlerde Risale-i Nur’a îma ve remz ve belki işaret var, diye hissettim.
Evet madem bu âyet gibi vazife-i risalet ve davete bakan âyetler her asra bakıyorlar ve her asırda efradları ve mâsadakları var.
Ve madem bu âyetlerde, Resul-ü Ekrem’e (A.S.M.) verilen sıfatlar ve ünvanlar her zamanda cereyanı ve herbir asırda hükmetmek haysiyetiyle o ünvanların altında mana-yı remziyle Risale-i Nur gibi o vazifeyi yerine getiren eserler ve zâtlar bu gibi âyâtın daire-i şümullerine girmeleri, Kur’andaki i’caz-ı manevîsinin şe’nidir, belki muktezasıdır ve lâzımıdır.
Madem Risale-i Nur, bu acib asırda müstesna bir surette bu âyetin işaret ettiği vazifeyi yapıyor ve manasının daire-i külliyesinde bir ferdidir. Elbette müteaddid emareler ve gizli karineler ile diyebiliriz ki; bu âyette dahi Birinci Şua’ın sair otuzbir aded âyetleri gibi Risale-i Nur’a mana-yı işariyle bakar. Şöyle ki:
لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَ كَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا cümlesi, mana-yı işarîsiyle diyor: “Bin üçyüz yetmişe kadar tecavüz eden en karanlık bir zulüm, en karanlık bir zulmetten sizi ey ehl-i iman ve-l Kur’an! Kur’andan gelen Nurlara ve imanın ışıklarına çıkaran ve isminde Nur ve manasında rahîmiyet bulunan ve ism-i Nur ve ism-i Rahîm’in mazharı olan bir lem’a-i Kur’aniyeye ve bu asrımıza bakıp îma ediyor.
Mana mutabakatından başka bir emare ve karinesi budur ki: اِلَى النُّورِ وَ كَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا fıkrasının (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi dokuzyüz kırkyedi (947) edip, Risalet-ün Nur isminin makamı olan dokuzyüz kırkyedi adedine tamtamına tevafuk ediyor.
اِنَّا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَ مُبَشِّرًا cümlesi, (şeddeler sayılmaz ve âhirde tenvin vakıftır, elif sayılır) makam-ı cifrîsi ki, bin üçyüz yirmiüç (1323) tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilafette dehşetli bir inkılabın mebde’-i infilâki içinde, ye’se düşen ehl-i imana müjde verip, İslâmiyet’in hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehadet eden ve veraset-i nübüvvet noktasında davette bulunan hakikî bir şahide işaret eder. وَ نَذِيرًا وَ دَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ cümlesi, (Haşiye-1) (tenvinler vakf olmadığından sayılırlar) makam-ı cifrîsi, bin ikiyüz ellialtı (1256) tarihini göstermekle, bu asırda ve bu zamandaki İslâmiyetin inhisafını, bir asır evvel ihzar eden mukaddematına bakarak, وَ دَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ kelimesi yüz doksanbir (191) ederek Risale-i Nur’un bir hakikî ismi olan Bedîüzzaman’ın makam-ı cifrîsi bulunan yüz doksanbir (191) adedine tam tamına tevafukla îma eder ki; Risale-i Nur dahi, o inhisaf içinde bir “dâî-i ilallah”tır.
___
{(Haşiye-1): وَدَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ kelimesi, Risale-i Nur’un hakikî bir ismi olan Bediüzzaman’ın makamına tamtamına tevafuku ve manen mutabakatı olduğu gibi, yalnız وَدَاعِيًا kelimesi de, Risale-i Nur’un tercümanı olan Said ismine üç harf ile ittihad ve üç farkla tevafuk eder. Çünki tenvin, elif ve vav mecmuu elliyedi, “sin”den üç fark var. Risale-i Nur talebelerinden Küçük Abdurrahman Tahsin}
___
بِاِذْنِهِ وَ سِرَاجًا مُنِيرًا (Haşiye-2) ve yalnız سِرَاجًا مُنِيرًا kelimesi ise, tam tamına Risale-i Nur’un bir ismi olan “Siracünnur”a lafzen ve manen ve cifren tevafukla bakar. مُنِيرًا daki “mim”, “ye”, النُّورِ daki şeddeli “nun”a mukabildir. Evet İmam-ı Ali (R.A.) keramet-i gaybiyesinde, Risale-i Nur’a “Siracünnur” namını vermesi, bu âyetin bu fıkrasından mülhemdir denilebilir ve çekinmeyerek deriz.
___
{(Haşiye-2): (Tenvinler elif sayılır) makamı (1330) edip, Risale-i Nur’un fâtihası olan İşarat-ül İ’caz tefsirinin zuhur tarihine ve (سِرَاجًا مُنِيرًا) eğer birinci tenvin sayılsa (1380) ederek, yirmibir sene sonra Risale-i Nur küre-i zemini ışıklandıracak bir sirac-ı münevver olacağına remzeder inşâallah Risale-i Nur talebelerinden Tahsin}
___
وَ بَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ cümlesi, (şedde sayılmak cihetiyle), makam-ı cifrîsiyle bin üçyüz ellidokuz (1359) tarihini göstermekle, bu asrımızın tam bulunduğumuz senesine bakarak ehl-i imana bir büyük ihsanı var diye, mana-yı remziyle haber veriyor.
Biz bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan, imanı kurtarmaktır. Ve görüyoruz, imanı hârika bürhanlarla kurtaran -başta- Risale-i Nur’dur. Demek bu zamana nisbeten bir “fazl-ı kebir” de odur.
Bu işareti kuvvetlendiren şudur: فَضْلاً كَبِيرًا daki فَضْلاً kelimesi, dokuzyüz altmış (960) edip Risalet-ün Nur’un bu ismi, izafeden tavsif tarzına geçmekle Risalet-ün Nuriye olup, makamı olan dokuzyüz altmışiki (962) adedine manidar iki farkla tevafuku, onun başına remzen ve îmaen parmak basmasıdır.
İlahî ya Rab! Sen Risale-i Nur’u ve Risale-i Nur Müellifi Üstadımız Said Nursî’yi ve Risale-i Nur talebe ve şakirdlerini ve mensublarını, mahfaza-i hıfzında ve kal’a-i İlahiyen içinde muhafaza ve emîn eyle.. âmîn! Ve hizmet-i Kur’an ve imanda sabit ve daim eyle.. âmîn! Ve bu kudsî hizmetlerinde, muvaffakıyetlerle yardım ve muavenetler ihsan eyle.. âmîn! Ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan-ı Azîmüşşan’ın sırr-ı a’zamına, marifetullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullah sırr-ı kudsîsine ve “Hasbünallahü ve ni’melvekil” sırr-ı uzmasına ve rızaullah ve rü’yet-i cemalullah lütf u ihsanına mazhar eyle, Ya Rabb-el Âlemîn!..
وَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ اَصْحَابِهِ وَ اَهْلِ بَيْتِهِ اَجْمَعِينَ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ آمِينَ آمِينَ بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Fakir, âciz, zayıf, günahkâr talebe
ve hizmetkârınız İnebolu’lu
Ahmed Nazif Çelebi
* * *
(Ahmed Nazif Çelebi’nin bir fıkrasıdır. Bayram münasebetiyle kabul edilmeyen bir hediye için yazmıştır.)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Çok aziz ve çok kıymetli, müşfik ve fedakâr Üstad-ı A’zam Efendim Hazretleri!
Hazineler dolusu mücevherattan daha fazla, hattâ bu fâni dünya hayatının zînetleriyle ölçülemeyecek derecede kıymetdar mektubunuzu, mübarek Ramazan-ı Şerifin yirmiüçüncü günü akşamı, iftardan on dakika evvel postadan aldım. Cenab-ı Allah kabul buyursun, iki iftarı bir yaptım. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Evvelce yazdığım uzun satırların malayani ve boşluğundan, fazla meşgul ettiğimden ve gerek bizim ve gerekse mübarek Zekeriya kardeşimizin kıymetsiz, değersiz hediyelerini me’zuniyetsiz kabul ederek takdim etmek cesaretinde bulunduğumdan mütevellid, aziz üstadımın adem-i kabul ve hoşnutsuzluğuyla tekdiratına maruz kalacağımdan korkarak intizarda iken müvezzi iki mektub verdi. İftar vakti dar olduğundan ayakta zarfı açtıktan sonra, kıymet takdir edemediğim çok şirin ve cazib olan hatt-ı fâzılaneniz, sanki “korkma” diye hitab ediyormuş gibi tebessüm ederek gözüme ilişince, sürurumdan okuyamadım. Hemen haneme koştum, iftar ile beraber okumağa başladım.
Sevgili ve müşfik Üstadım! Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin tebşiratı hatırıma geldi. Zât-ı fâzılanelerindeki gördüğüm şefkat-i pederanenin o büyük zâtın haber verdiği şefkat-i pederaneyi haiz bulunduğunuza iman ettim. Kadir-i Mutlak Hazretleri siz üstadımızdan kat kat razı olsun ve bizleri de hizmetinizde ve hizmet-i Kur’anda daim ve sabit eylesin.. ve üstadımızın kıymetli ve kudsî işaretlerine ve kıymetli dualarına mazhar eylesin.. âmîn bihürmeti Seyyid-il Mürselîn.
Şefkatli Üstadım! Hizmet-i Kur’anda ve Risale-i Nur’un neşriyatındaki zerre-i vâhide kabîlinden olan mesaînin nezd-i âlî-i üstadanelerinde hüsn-ü kabule mazhariyeti, zayıf, âciz, fakir hizmetkârınız ve iktidarsız, idraki nâkıs, ihatası dar, şuuru muhtel talebenizi ne derece sevinç ve sürura kalbettiğini tarif edemem.
Böyle manevî ve kudsî takdirata mazhar buyurulan ve bizim gibi günahkârlara, otuz senelik iştiyakla, on senelik münacat ve niyaz mukabilinde siz üstadımızı ihsan buyuran ve kullarının isyanlarına bakmayarak her istediklerini bilen, işiten ve bâligan mâ belag veren ve bütün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve herşeye sahib ve mâlik ve hâkim bulunan Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ne suretle hamd ve şükür edeceğimi bilemiyorum.
Kıymetli Üstadım! Siz tavassut buyurunuz, değersiz hizmetimizle, pek az ve kısa olan şu dünya hayatı içinde belki bir katre mesabesindeki hamd ve şükrümüzü “Tekabbelallah” sırrına mazhar buyursun inşâallah.
Mektubat Risalesinin İkinci Mektubunu daima hatırlayarak bu emirlerinize riayet etmeye çalıştığım halde bir mücbir-i gaybî bendenizi tahrik ederek, İkinci Mektub’a muhalefete sevk ediyor.
Niyetim hâlis, sadakat ve merbutiyetim ciddî ve çok sağlam. Her türlü riyadan ârî ve hiçbir maddî menfaata matuf ve müstenid olmayan, Allah rızası yolunda, Kur’an namına ve Risalet-ün Nur’a hizmet gayesine matuf ve bilhâssa bizim gibi âciz, âsi ve günahkârların hidayet ve irşad ve îsaline ve ehl-i dalaleti ve ehl-i bid’ayı tarîk-ı hakka davet ve hakaik-i imaniyeye hâdim bir kudsî zât, bizlere ve memleketimize “vediatullah” olarak ihsan buyurulmuş. Kıymetli misafirimiz nasılki biz günahkârların manevî yardımına koşuyor ve gece ve gündüz mağfiret-i İlahiyeye ve irşadımıza çalışıyorsa, bizler de bu aziz misafirimizin maddî yardımına seve seve ve iştiyakla ve ancak Allah için koşmak ve çalışmak vazifesiyle mükellef bulunduğumuzu hissediyoruz.
Hem bizlere Kur’an ve Hazret-i Peygamber (A.S.M.) emrediyor: تَعَاوَنُوا (gurabaya muavenet)…
Af dilerim, kıymetli ve sevgili Üstadım. Bilirim ki, hediyeleri kabul etmiyorsun. Fakat zekat ve sadaka gibi muaveneti, arkadaşlarımızın ısrarı üzerine yazmağa mecbur oldum. Hem de maddî ihtiyaçlarınıza, ikametgâh kirası, odun ve kömür gibi mübrem ihtiyaçlar için lâzım olduğunu düşünmüştüm.
Esasen, kaide-i üstadaneleri bozulmamak için, arkadaşlarıma daima tavsiye ve telkinatım, hiçbir maddî menfaat düşünülmemesidir. Çünki, din dünyaya âlet olmaz. Ve din, vasıta-i cerr ve maddî menfaatı kat’iyyen kabul edemez. Hattâ Risale-i Nur’un neşriyatında, kimsenin minnetini almamak için kıymetli Üstadımı taklid ederim.
Kıymetli ve müşfik Üstadım! Şu kadar var ki: Hizmetkârınız, üstad namına değil, kıymetli ve garib bir misafirimiz namına ve rızaen lillah maddî yardım etmek istiyoruz. Hem manevî zarar görmemeniz için, kuvvet ve kudret ve azamet sahibi Cenab-ı Allah’a niyaz ve tazarru’ ederek dergâh-ı İlahiyesinde hüsn-ü kabule mazhar eylemesini dua ediyoruz.
Kıymetli Üstadım! Bayramda ziyaret ve arz-ı ta’zim makamına kaim olmak üzere, bütün arkadaşlarımızla beraber hem Ramazan-ı Şerif’i, hem Leyle-i Kadr’i, hem mübarek Îd-i Said-i Fıtr’ı, Risalet-ün Nur’un umum talebe ve şakirdleri ve Kur’anın kıymetli hizmetçileri makamında ve hükmünde kıymetli Üstadımızı tebrik ederek, Cenab-ı Hak’tan daha çok kardeş ve arkadaşlarımız ile birlikte ve siz Üstadımız başımızda olarak Ramazan-ı Şerif’in emsal-i kesîresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve tazarru’ eyleriz ve mübarek iki ellerinizden öperek dua-i hayriyenizi ve kudsî irşadlarınızı istirham eyleriz kıymetli Üstadımız.
Daimî kudsî dualarınıza muhtaç,
günahkâr, hizmetkâr ve talebeniz
Ahmed Nazif
* * *
(Abdurrahman Tahsin’in fıkrasıdır)
Ey yüce Üstad!
Risale-i Nur dairesi içine kabul ve bu âb-ı kevser-i hayat ile menba’-ı feyz-i iman, gayet değerli ve kıymetdar bu ebedî ders ile, kendimi daima mes’ud ve bahtiyar addediyorum. Yalnız sür’at-i kalemim olmadığından, yazıyı biraz te’hirinden müteessirim. Sehil ve muvaffakıyetime hayırlı dualarınızı rica eder, kemal-i edeble ellerinizi öperim, muhterem üstadım.
Rûz sâim, leyl kaim,
Çû makam-ı âşıkan
Leyle-i nısf-ı Regaib,
Târik-i dünya ve tâib.
Naşir-i Risale-i Nur,
Bedîüzzaman muhibb-i Bâz-ı Geylan.
Ey ferîd-i asr-ız zaman
Sensin hakîm-i kalbân.
Fakir Talebeniz
Abdurrahman Tahsin
* * *
(Ahmed Nazif’in bir parça mektubundandır)
Maddî ve manevî borcumuz olan hizmetleri îfadan kendimizi çekmek, hissizlik ve bîganelik fıtratımızda ve yaradılışımızda yoktur ki kalalım. Madem Cenab-ı Hâlık-ı Rahîm bizleri insan yaratmıştır. İnsanlığın emrettiği vezaifin binde birini dahi îfa edemediğimiz halde büsbütün nasıl bîgane kalalım.
Bu hususta mazur görmenizle beraber, azimkâr ve cefakâr ve fedakâr ve hadsiz mütehammil, garib ve kudsî ve aziz bir misafirimiz olan çok kıymetli Üstadımızın biz âsi ve günahkârların kalblerini nurlarla doldurduğu halde, mukabil borcumuzu, maneviyata uzanamadığımızdan ancak değersiz ve kıymetsiz olan maddiyatla ödeyebiliriz zannıyla teselli bulmaktayız. Af buyurunuz Üstadım, Dellâl-ı Kur’an’ın nidalarını işiten hangi Müslüman vardır ki, kulaklarını tıkasın. Hâşâ, sümme hâşâ!
Nurlarınızın şuaı gözlerimizi kamaştırıyor. Kalblerimizi bütün safiyetiyle Allah’a, Kur’an’a, ve Resul-i Mücteba’ya (A.S.M.) ve o iki cihan serverinin aziz vârislerine bağlıyor ve bağlamıştır. Bu bağ öyle bir bağ ki, inayet-i Hak’la hiç bir maddiyyunun ve hiç bir mülhid ve fırak-ı dâllenin değil, dünya kâfirlerinin bütün kuvvetleri bir araya gelse, bu kudsî rabıta-i kalbiye bağını koparamaz.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
Zât-ı fâzılanelerince lüzum görülüp, îcab etmeden hiç bir zaman mektub yazmak zahmetlerini ihtiyar etmenize razı olamam. Bu hususta gücenmek şöyle dursun, kıymetli Üstadımın kudsî vazifelerinin îfasına mani teşkil eden işgali, en büyük hata ve hürmetsizlik sayarım.
Ahmed Nazif Çelebi
* * *
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ حُرُوفَاتِ رَسَائِلِ الَّتِى كَتَبْتُمْ وَتَكْتُبُونَ
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Onuncu Şua namında, yazdığınız Fihriste’nin İkinci Kısmı bana şöyle kuvvetli bir ümid verdi ki: Risale-i Nur benim gibi âciz ve ihtiyar ve zayıf bir bîçareye bedel, genç, kuvvetli çok Said’leri içinizde bulmuş ve bulacak. Onun için bundan sonra Risale-i Nur’un tekmil ve izahı ve haşiyelerle beyanı ve isbatı size tevdi’ edilmiş tahmin ediyorum. Bir emaresi de şudur ki: Bu sene çok defa ihtar edilen hakikatleri kaydetmek için teşebbüs ettim ise de çalıştırılamadım.
Evet Risalet-ün Nur, size mükemmel bir me’haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin herbirisine, meselâ Kur’an’ın Kelâmullah olduğuna ve i’cazî nüktelerine dair müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem’edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.
Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor. Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.
Buradan oraya gelen mektubları, Mübarekler Heyeti bir risale şeklinde toplamasını ve Hüsrev de cüz’î ve hususî bazı cümlelerini ve lüzumsuz bazı fıkralarını tayyetmeyi, Hâfız Ali ve Sabri’ye havale etmiş olduğunu yazıyorsunuz. O, Risalet-ün Nur hakkında kerametli ve dikkatli ve isabetli ve keskin Hüsrev’in nazarı doğrudur. Bâki bir eserde, muvakkat ve cüz’î ve hususî kelimeler tayyedilse daha iyidir. Bu defaki mektubunuzda kerametkârane üç nokta gördük:
Birincisi: Buranın bir Hüsrev’i olacak derecede ihlas ve irtibat ve iktidarı gösteren Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi isminde Risalet-ün Nur’un çalışkan bir talebesi askerden gelip, daha ikinci defa görüşüldüğü vakit, mektubunuzda Feyzi ismini gördük, dedik: Bu Risalet-ün Nur’un şakirdleri birbirinden ne kadar uzak olsa da, birbirine pek yakındır ki, böyle birden hissedip yazdılar.
İkincisi: Bu Küçük Hüsrev Feyzi, bu âhirlerde İstanbul’da iken Risale-i Nur hesabına zihnime dokundu. Müteessir oluyordum. Acaba rahatsızlığı mı var? Birden zihnim yüzünü ondan çevirdi, Hâfız Ali ile şiddetli meşgul oldum. Anladım ki, teessür verecek var. Fakat Risalet-ün Nur’un fa’al merkezi olan Hâfız Ali cihetinde olacak. Hâfız Ali’ye şifa duasına başladım, devam ettim. Ve mektub gelmeden evvel Feyzi’den sordum: “Sen bir hastalık çektin mi?” O dedi: “Yok”. Dedim: “Öyle ise, Isparta’da Risale-i Nur’un ehemmiyetli ve kuvvetli bir rüknünün bir rahatsızlığı var. Fakat, hayalim hakikatın suretini şaşırmış.” Sonra mektubunuz geldi, hakikat anlaşıldı.
Üçüncüsü: Bundan yirmi gün evvel, eyyam-ı mübarekeden sonra hatırıma geldi ki; vazifedarane kalemi her gün istimal etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmalîsinde her yirmidört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususî isimlerle has şakirdler dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten tayyedildi. Kardeşimiz Hakkı Efendi de onların içinde idi. Birkaç gün öyle devam etti. Sonra birden hiç sebeb hissetmeden yine Hakkı, Hulusi’ye arkadaş oldu. İsmiyle, resmiyle has dairesine girdi. Hakkı’nın “Beni duadan unutmasın” diye, mektubunuzdaki fıkranın yazıldığı aynı zamanda, hususî duayı kazanmış hesabıyla tahmin ettik.
Hattâ bugünlerde bunun gibi inayetin çok lem’aları var. Emin, bunları havadis-i yevmiye diye bir fıkra yazacak, belki size de gönderecek. (Risalet-ün Nur’un küçük talebeleri ve istikbalde çalışkan, kıymetdar şakirdleri olanlar, şimdi de talebeler dairesinde olarak hissedardırlar.)
İstanbul’da Mehmed Feyzi, Eski Said’in risalelerini ararken, aynı günde kahraman Rüşdü, bir dükkânda mevcudunu toplamış, almış idi. Küçük Hüsrev müteessir olarak başka yerde aramış, İşarat-ül İ’caz’ı bulmuş; tahminen demiş ki: Bana sebkat eden, herhalde benden ilerideki Isparta’lı kardeşlerimdir.
Her neyse, bu İşarat-ül İ’caz nüshasını Hâfız Ali ve Sabri’deki nüshalarda bulunan keramet-i tevafukiyeyi yazdırmak istiyor. En kolay bir çaresi; küçük bir defterde, her sahifesinde tefsirin bir sahifesine mukabil huruf-u hecanın (Elif ve tâ ve saire) kaydedersiniz. Kolayını bulmazsanız kalsın.
Umum kardeşlerime birer birer ve bilhâssa risaleler ile çok meşgul olanlara selâm ve dualar ederim ve dualarını beklerim.
Not: Emin ve Küçük Hüsrev ve Hâfız Tevfik selâm ve arz-ı hürmet ederler. Tahsin askere gitmiş.
Kardeşiniz
Said Nursî
* * *
(Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir şakirdi olan Yusuf’un bir fıkrasıdır)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ وَ بِهِ نَسْتَعِينُ
Rahîm, Rauf ve Zü-l Minen hazretlerinin inayet ve lütuflarından olarak, tövbe ve istiğfar gibi kullarına ihda eylediği, miftah-ı kerem ü ihsana, çok günahkâr ve terbiyesiz olan ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezayıh ve itisaflarıma rağmen, tevessül ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükür eylemek şöyle dursun, bilakis küfran-ı nimet, defaatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ü hıyanet eylediğim için, derin kasavete, kesif zulmete, müdhiş dalalete (hakkıyla) maruz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hale girmiştim.
Başvurduğum her tabib-i manevîden aldığım ilâçlar, yaramı tedaviye, aklımı iknaa, lehfemi iskâta kâfi gelmedi. Bizzarure قُلْ يَا عِبَادِىَ الَّذِينَ اَسْرَفُوا عَلَى اَنْفُسِهِمْ âyet-i celilesinin mefhumuna tevessülen, me’luf olduğum denaetlerden mütehassıl koyu lekeleri kal’ u tathire ve tarîk-ı Hak’ta sebata muîn olacak bir rehberi ararken, ortada hiçbir sebeb-i zahirî olmadığı halde, memleketimden Kastamonu’ya nefyim şübhesiz, nefsime giran gelmiş ve hattâ ye’s ü teessüfe kapılmıştım. Bilmiyordum ki bu nefyim ile
وَعَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَعَسَى اَنْ تُحِبُّوا شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَكُمْ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ وَاَنْتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
فَعَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللّٰهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا
âyetlerinin sırrına mazhar edecek ve iltiyamı ümid ve imkânsız gördüğüm manevî yaralarımın tedavisine muktedir doktorların ve yanlarındaki kuvvetli mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hayy ve Hakîm’in cilvesini şefkaten göstermek suretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak içindir. Bu mülevves ahlâkımla ben neciyim ki, bu ihsan-ı azîme nâil olayım diye şaştım. Fakat lehülhamdü velminne
مَنْ طَلَبَنِى وَجَدَنِى ٭ وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا ٭ يَجِدِ اللّهَ غَفُورًا رَحِيمًا
gibi işarat-ı celile hatırıma gelmekle, bir derece müteselli oldum.
Ey yaramın doktoru! Ve ey dalalet uçurumunda yuvarlanan ruhumun halaskârı! Ve ey İlahî ve kudsî yolların rehberi!
Evvelden hiç muarefemiz yokken, seni kal’a üstünde ilk ve tesadüfen gördüğümde “Dalaletten halâsın, Allah’ın rahmetine vusulün en kısa yolu var mı?” diye sordum. “Çok kısa bir çare-i Kur’aniye vardır” diye buyurdunuz. Fakat dalaletim, gafletim, enaniyetim itibariyle bu kısa ve merdane cevabdaki hikmet-i azîme, nebean-ı rahmete dikkat etmedim. Ruhuma ihanet ederek aldırmadım. Ve felâket-i maneviyede bir müddet daha kalmış oldum.
Vakta ki, Risale-i Nur hattâ enhar-ı Nur demesine şayeste olan mektublardan, yine tesadüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakaika dalınca, inayet-i Rabbanî, mu’cizat-ı Kur’anî, himemat-ı Sübhanî, keramat-ı ruhanî eseri olmalıdır ki, kasî kalbime, âsi ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme “tâk” diye bir tokmak vuruldu. Bir intibah halkası takıldı. Hemen düşündüm. Ülemanın midad-ı aklâmı, şühedanın kanından mübecceldir ve
اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ اْلاَنْبِيَاءِ ٭ عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ
gibi hadîsler ile Hazret-i İsa’nın (A.S.) Havariyyun’a, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) Ensar’a tekliflerini ve onların icabetini hatırladım.
Âdeta fetret devri denmeğe seza olan bu zamanda, irsiyet-i nübüvvet makamında, i’lâ-yı kelimetullah uğrunda maddeten uğraşan seyl-i dalaletle kapanmış olan râh-ı Hakk’a çığır açan, bir recül-ü fedakâra iltihak ve muavenet etmek ve bu vesile ile fırsatı ganîmet bilerek, zulümattan nura mazhar olmak lüzumunu hiss ü intikal ettim. Pek âdi bir mahluk olduğum ve kalbime müstevli, ağır dalalet darbesi, kalın perdesi altında hasta bulunduğum için, fazileti, maneviyatı anlamam. Zira fazileti takdir edebilmek, fazileti bilmekle mümkündür. Yalnız, bunca mesavi ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmilerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimî şefkat, hakikî re’fet, halîmane iltifat, kerimane hüsn-ü kabulünüz beni bir takım ümidlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti. Ancak Allah’ın en âciz, en aşağı, en günahkâr, en zalim bir mahlukunu arkadaşlığına kabul ve tahammül eden bir şahsiyet-i alelâde olamayıp, kuvvetli püştibane, fütur getirmez bir mesnede mâlik olmak lâzım geldiğini teyakkun edebildim.
وَابْتَغُوا اِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُوا فِى سَبِيلِهِ ٭ وَ حَسُنَ اُولئِكَ رَفِيقًا
Riyakârlık olmasın, selim fikrinizden, ciddî tavrınızdan, Kur’an’a ittiba ve temessük yolundaki doğru irşadınızdan, hakikî sözlerinizden, samimî telkininizden, umumî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîg-i şifa, neşter-i ümidin tesiriyle dilşâd ve mutmain oldum. Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden, rahnedar kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum. Zira
وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِى اُنْزِلَ مَعَهُ ٭ وَالَّذِينَ يُمَسِّكوُنَ بِالْكِتَابِ ٭ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا
وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللّٰهِ فَقَدْ هُدِىَ اِلىَ صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ ٭ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ ٭ هذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَ هُدًى وَ مَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقِينَ
تِلْكَ حُدُودُ اللّٰهِ ٭ قَدْ جَاءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبِينٌ ٭ وَاَنَّ هذَا صِرَاطِى مُسْتَقِيمًا
مَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلاَمِ
vesaire gibi hakikatlar dimağıma yerleşti.
Elbette bu keyfiyet bana hacc-ı ekber, râh-ı saadet, ömr-ü ebed, tayr-ı devlet, enfal-i ganîmet sebebi olunca, sürurumdan ne kadar kabarsam ve siz halaskâr ve hakîm-i derdime ne kadar teşekkür ve izhar-ı mahmidet eylesem hakkım olmaz mı?
İşte bu vesiledir ki, beni Kur’an dellâlına, Risale-i Nur müellifinin şakirdliğine tahsis ve kabul ettirmek gibi, azîm lütuflarına mazhar kılan Rabb-ı Rahîmime karşı, dünyada kaldığım ve imkân bulduğum müddetçe kalemimi, hayatımı bu uğurda istimal etmeye söz ve karar verdirdi. Fazlaca söz söylemeye salahiyetim ve o mertebeye istihkakım olmadığından, şimdilik kısa kesiyorum. Hizmetiniz umumî ve müessir, âmâliniz muvaffak, himmetiniz âlî ve daim, emeğiniz makbul, sa’yiniz meşkûr, hayatınız mes’ud, ömrünüz efzûn, sıhhatiniz mahfuz olsun. Sonsuz minnetdarlığımın kabulünü, manevî himmet ve teveccühünüzün devamını rica eder, nur ile meşgul nurlu ellerinizi öperim, Efendimiz, Büyüğümüz. (15 Şubat 1359)
Talebe namzedi, sefil
Yusuf Toprak
* * *
(Risale-i Nur’un istikbalde ehemmiyetli bir talebesi olan İhsan Sırrı’nın bir fıkrasıdır.)
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Vâkıf-ı esrar-ı Sübhan, Ferîd-i Bedîüzzaman, Es-seyyid Said-ül Kürdî Hazretleri huzur-u sâmîsine,
Esselâmü aleyküm ey mürşid-i kâmil!
Kemal-i ta’zimle hâk-i pâyinize yüzlerimi sürmeme ve mübarek ellerinizi takbil etmeme müsaadenizi yalvarırım. Bendeniz, şu ilticanamemi zât-ı âlînize sunan Sarac Ahmed Efendi fakirinizin oğluyum. Üstad-ı kaderin, ezelde levh-i kazaya çizdiği yazılar hükmüyle mahkûm olmuş, zavallı bir âvâreyim.
Makam-ı Yusuf’ta tali’in cilvelerini takdir-i İlahîye tam bir inkıyad ile seyretmekte iken, babamdan aldığım bir şefkatnamede Zât-ı Mürşidanenizin muhabbet-i manevîlerinin mübeşşiri olan selâmlarınızı tebliğiyle, viran gönlüm şâd ü bünyâd edildi. Şu muzlim ânımı nurlandıran huzur-u manevîniz müvacehesinde satırlarım gibi kapkara yüzümü, seyyiat-ı mazi ile mâlî a’mal-i kabihamın nişanelerini gizlemeğe muktedir olamamaktan mütevellid hicabımı setre kudretyâb olamadım.
Yolunu şaşırmış, nur-u hakikatı görmekten mahrum masivaperestlere Risale-i Nur ile dest-gîr ve şefi’ olduğunuzu yıllardan beri bildiğim için, kapınıza boynumu uzatarak, hidayet yolcularınız meyanında yer alabilmek emel-i hâlisanesiyle halka-i irşadınıza bütün ruhumla şitab ediyorum. İrşadat-ı âliyenize muhtaç bulunduğumu arzederken cür’etimin nazar-ı afvınıza mazhar buyurulmasına yalvarır, kemal-i ta’zimle mübarek ellerinizi takbil ve tevkir ile kesb-i şeref ü can eylerim, Büyük Mürşidim, Efendim Hazretleri.
Bir gün zalimlere dedirir Hazret-i Mevlâ,
Tallahi “lekad âserakâllahü aleyna”
Risale-i Nur şakirdlerinden
İhsan Sırrı
* * *
(Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi’nin bir fıkrasıdır)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Kıymetdar Üstadım, Efendim!
Çeşm-i im’anımla kıldım Risale-i Nur’a nazar
Yoktur imkân yaza mislin efrad-ı beşer.
Bu ne elfaz, bu ne mana, bu ne üslûb-u hasen,
Okudukça münceli olmakta daim bir hüsün.
Bârekâllah ey mukaddes Nur-u Hüda,
Sendedir envâr-ı tevfik-i İlahî ruşenâ.
Âfitabın nuru zâildir, bu nur ammâ verir
Subh-u mahşerde uyûn-u mü’minîne incilâ.
Her harfi şem’a-i feyz-i İlahî cilveger,
Zevk alır baktıkça insan, bütün eşyadan geçer.
Eyliyor talim-i iman-ı tahkikî cümle âleme,
Kim okur sıdkla, iner feyz-i Rahman kalbine.
Halleder tılsım-ı kâinatı, her harfi dünya değer,
İlm-i nâfi’dir, yazılır ecr-i cezîl, tâ kıyamet bîkeder.
Hasılı, bilcümle meknuzat-ı hikmetperverin,
Her biridir ehline, bir âfitab-ı Hak-nüma.
İlahî bihakkı Esmaike-l Hüsna,
Tâ kıyamet münteşir olsun, uyûn-u ehl-i Hak bulsun cilâ.
Ey müellif-i Risale-i Nur, ger edersin iftihar becâdır,
Gıbta ederse cümle ihvanın sana, çok sezadır.
Çünki eyledin iman-ı tahkika bir memer,
Elde ettin şaheserle zuhr-i yevm-il mefer.
Bilirim değilsin enbiyadan bir nebi, {(Haşiye): Mevlâna Câmî, Mevlâna Celaleddin-i Rumî hakkında demiş:
مَن چِه گُويَمْ دَرْ وَصْفِ آنْ عَالِى جَنَابْ ٭
نِيسْتْ پَيْغَمْبَرْ وَلِى دَارَدْ كِتَابْ
Câmî’nin bu fıkrasının mealine işaret etmek istiyorum.}
Lâkin elinde nedir bu nur-u mu’teber?
Feyziyâ sen etme tatvil-i kelâm,
Eyler elbet ehl-i irfan, arz-ı tahsin-i eser.
Fakir Talebeniz Küçük Hüsrev
Mehmed Feyzi
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ بِعَدَدِ عَاشِرَاتِ دَقَائِقِ اَيَّامِ الْفِرَاقِ
Aziz, sıddık, muhlis, hâlis kardeşim!
Evvelâ: Sizin bayramınızı ve Nurlarla ciddî iştigalinizi ve daima birinciliği Nur dersinde ve sadakatinde muhafaza etmenizi, bütün ruh u canımla tebrik ederim.
Sâniyen: Hiç merak etme, seninle muhabere manen devam eder. Bütün mektublarımda “Aziz, sıddık kardeşlerim” dediğim zaman muhlis Hulusi saff-ı evvel muhatabların içindedir.
Sâlisen: Nurlar pek parlak ve galibane fütuhatı geniş bir dairede devam ediyor. “Sırran tenevverat” sırrıyla, perde altında daha ziyade işliyor. İki makine, bin ve beşyüz kalemli iki kâtib olmasıyla, inşâallah zemin yüzünü de ışıklandıracak derecede ders verecek.
Kardeşim ben de senin fikrindeyim ki, Nur hizmeti için kader-i İlahî seni gezdiriyor. En muhtaç yerlere sevkeder. Hususan o havali, memleketim. Güzel levha-i hakikatın lâhikalarına geçirmek için, Nur şakirdlerine gönderdik. O civarda Nurlarla alâkadar zâtlara selâm.
Biraderzadem Nihad’ın gözlerinden öperim. O da babası ile beraber daima duamdadır.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Seni unutmayan hasta kardeşiniz
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelâ: Umumunuzun hesabına Tahirî’yi gördüm ve kendi hesabımıza da, umumunuza tam bir Said ve canlı bir mektub olarak gönderdim. Ve Sandıklı’dan Edhem Hoca ile Mustafa Hoca bugün geldiler, Nurlu vazifelerine gittiler.
Sâniyen: Hulusi Bey kardeşimiz Zülfikar ve Siracünnur’u ve sonra Sikke-i Gaybiye’yi istiyor. Nur santralı Sabri muhabere etsin, göndermeye çalışsın.
Sâlisen: Risale-i Nur kendi kendine, hem dâhilde, hem hariçte intişar edip fütuhat yapıyor. En muannid dinsizleri de teslime mecbur ettiğini haberler alıyoruz. Yalnız şimdilik, bir derece ihtiyatın lüzumu olduğuna, hususan Beşinci Şua içinde bulunan Siracünnur, lâyık olmayan ellere verilmemelidir.
İmam-ı Ali (R.A.) Risale-i Nur’a, Siracünnur namı vermesi ve “Sırran tenevverat” demesiyle işaret ediyor ki, Siracünnur perde altında daha ziyade tenvir edecek, diye bir işaret-i gaybiye telakki ediyoruz. Umumunuza selâm ederiz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا آمِين
Aziz, sıddık, muhlis kardeşim ve iman hizmetinde sebatkâr, metin arkadaşım!
Evvelâ kat’iyyen bil, sen eski mevkiini Nur dairesinde tam muhafaza ediyorsun. Ve senin ile muhabere hiç kesilmemiş. Ben kardeşlere yazdığım mektubumda “Aziz, sıddık” dediğim vakit daima saff-ı evvelde Hulusi de muhatabdır. Senin bu ağır şerait altındaki nurlu hizmetlerine, bin bârekâllah deriz. Ve bu bîçare hasta kardeşine ettiğin çok yüksek duana binler âmîn deyip, Allah senden razı olsun. Sizi tebrik ederiz.
Sâniyen: Lillahilhamd Nurların her tarafta fütuhatları var. En ehemmiyetli yerlere sizin gibi kahramanlar gönderiliyor. O havalide ve Kars’ta Nurlarla alâkadar kardeşlere, hususan biraderzadem Nihad’a çok selâm ve selâmetlerine dua edip dualarını isteriz.
Buradaki Nurcular size arz-ı hürmetle çok selâm ediyorlar.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Kardeşiniz ve seni unutmayan
Said Nursî
* * *
Aziz kardeşim!
Beni merak etme. Cenab-ı Hakk’ın inayeti devam ediyor. Hem de dünya madem geçer, meraka değmiyor. Sen her günde belki yirmi defa duada tahattur edilirsin.
س ع
* * *
Nur’un makinistleri, Medreset-üz Zehra’nın fa’al, muktedir şakirdlerinden Terzi Mehmed, Halil İbrahim, masumların küçük kahramanlarından Tal’at ve arkadaşları hem bizleri, hem bütün Nur şakirdlerini memnun ettikleri gibi, inşâallah ileride bu memlekete, bu hizmet-i Nuriye ile çok büyük faide ve netice verecekler.
Sordukları mes’ele-i şer’iye ise; şimdiki mesleğimiz ve halimiz, o mes’elelerle meşgul olmaya müsaade etmiyor. Yalnız bu kadar var ki: Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz ve takdim te’hir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için onlara bina edilmez. Belki kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.
Eğer denilse ki: Tayyare ile ve şimendiferle bir saatte giden zahmet çekmiyor ki, ruhsata müstehak olsun.
Elcevab: Tayyare ve şimendiferde abdest alıp, vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkilât bulunduğu için, ruhsata sebebiyet verir.
Her ne ise, şimdilik bu kadar yazılabildi. Bu mes’ele-i şer’iyeyi ülema-i İslâm halletmişler, bize ihtiyaç bırakmamışlar. Şimdi hazır Doktor Hayri ve Terzi Mustafa, kendi hisselerine arz-ı hürmet ve selâmet ederler.
Said Nursî
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ اَحْسَنَ اللّٰهُ عَزَاكُمْ وَ اَعْطَاكُمْ صَبْرًا جَمِيلاً وَ غَفَرَ لِمَيِّتِكُمْ وَ نَوَّرَ قَبْرَهُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ اْلقُرْآنِ وَ جَعَلَهُ فِى قَبْرِهِ مُشْتَغِلاً بِرِسَالَةِ النُّورِ بَدَلَ الْفَلْسَفَةِ السَّقِيمَةِ آمِينَ
Aziz kardeşim!
Bu hâdise dahi, Abdurrahman hâdisesi gibi bir hüccettir ki, bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha safi ve âlî ve kudsî bir hayat-ı masumane ihsan edildiğinden ona kanaat lâzımdı. Merhum Abdurrahman gerçi muvakkaten aldandı, fakat İstanbul’da Risale-i Nur mukaddematına büyük bir hizmeti var. Hem Onuncu Söz ile tam kurtuldu, sonra gitti.
Merhum Fuad dahi, inşâallah Risale-i Nur’un feyziyle imanını kurtarmış ve mektubu dahi, senin dediğin gibi gösteriyor ve size ve hanedanınıza mensubiyetiyle samimî iftiharı ve kuvvetli irtibatı, Risale-i Nur cihetiyle olduğunu hissettim.
Ben size ta’ziye vermek değil, belki hem onu hem sizi tebrik ederim ki; bu zamanın dehşetli ve dalaletli hayatından kurtuldu, daha masum ve çok bulaşmadan gitti. Ve size Cennet’te lâyık bir evlâd ve وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ sırrına mazhar oldu.
Ben şimdiye kadar merhum Molla Abdullah ile beraber Abdurrahman’ı ve Ubeyd’i ekser dualarımda zikrettiğim gibi, merhum Fuad’ı dahi onlar ile beraber her vakit yâd edeceğim, inşâallah.
Evet kardeşim, dediğin gibi, Fuad’ın (R.H.) mektubu aynen Abdurrahman’ın (R.H.) mektubu misillü, Risale-i Nur’un bir şu’le-i kerametini gösteriyor. Yalnız Abdurrahman’ın gayet hâlis ve şimdiki tarz-ı hayattan ve tabirlerinden müberra, safi ifadesi onda yoktur. Eğer dünyada kalsaydı, mağlub olmak ihtimali vardı.
Cenab-ı Erhamürrâhimîn hem ona, hem Risale-i Nur hanedanına ve dairesine merhamet edip, onu rahmetine ve Cennet’e aldı, mağlub ettirmedi. Risale-i Nur’un küçük talebeleri dairesindeki makamında ibka etti. Hadsiz şükür olsun ki, bu iki kahraman biraderzadelerim vefatlarının ilânnameleriyle Risale-i Nur şakirdleri imanla kabre gireceklerine dair olan müjde-i Kur’aniyeye iki misal ve iki delil gösterdiler.
Benim tarafımdan Risale-i Nur’la alâkadar veya bizimle dost olanlara selâm ve dua ile, Davud ve Nihad iki Muhammed ve Abdülmecid ile beraber, bütün manevî kazançlarıma her gün hissedardırlar.
Kardeşiniz
Said Nursî
* * *
Barla Lahikası ( 368 – 384 )