Onikinci Mektub
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ عَلَى رُفَقَائِكُمْ
Aziz kardeşlerim!
(Bu mektubun mukaddimesinden dört hüküm çıkarılıyor.)
(Birinci Hüküm: Mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir.) O gece benden sual ettiniz, ben cevabını vermedim. Çünki mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir. (Diyenlere, dinleyenlere zarardır.) Siz münakaşa suretinde bahsetmiştiniz.
Şimdilik münakaşanızın esası olan üç sualinize gayet muhtasar bir cevab yazıyorum. Tafsilini, eczacı efendinin isimlerini yazmış olduğu Sözler’de bulursunuz.
(İkinci Hüküm: Kader Risalesinin anlaşılmasıyla erkan-ı imaniyeye ait mes’eleler anlaşılır.) Yalnız, kader ve cüz’-ü ihtiyarîye ait Yirmialtıncı Söz hatırıma gelmemişti, size söylememiştim, ona da bakınız,
(Üçüncü Hüküm: Kendine istifadeye çalışmak hayatında o hakikatın tatbik sahasını görmek gibi.) fakat gazete gibi okumayınız.
Eczacı efendinin o Sözler’i mütalaa etmesini havale ettiğimin sırrı şudur ki:
(Dördüncü Hüküm: Erkan-ı imaniye tahkiki bir surette bilinse diğer teferruat mes’eleler kolayca anlaşılır. Alltaki sualleri teferruat meselelerdir. Bu suallerin cevabını verebilmek imanın esasatının sağlam olmasıyla mümkündür.)
O çeşit mes’elelerdeki şübheler, erkân-ı imaniyenin za’fından ileri geliyor. O Sözler ise, erkân-ı imaniyeyi tamamıyla isbat ederler.
(Evet bir çeşme başında su içip tatlılığını anlayan bir adam, bütün o çeşmeden teşa’ub eden arkları tecrübe etmeye hakkı yoktur; zira menbaı birdir. Kezalik bir surenin muarazasından âciz kalan adamın, bütün Kur’anı tecrübeye hakkı yoktur. Çünki kâtib birdir. İşarat-ül İ’caz – 130)
BİRİNCİ SUALİNİZ: (Sualin iki şıkkı vardır.)
Birinci Şık Sual: Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve
İkinci Şık Sual: bir kısım benî-âdemin Cehennem’e idhali ne hikmete mebnîdir?
Elcevab:
Birinci Şıkkın Cevabı: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki;
1- bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve (Tavzif hikmetinin bize bakan ciheti istidatlarımızın inkişaf etmesi ve insanlar arasındaki derecelerin tezahür etmesi içindir.)
2- mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir. (Tavzif hikmetinin Cenab-ı Hakka bakan ciheti ise esma-i İlahiyyenin nihayetsiz tecellilerinin anlaşılabilmesi için insanların istidatlarının inkişaf etmiş olması lazımdır. İstidatların inkişaf etmesi için Adem A.S. dünyaya vazifeli olarak gönderilmiştir. Adem’e A.S. mücmel bir surette talim olunan esma mu’cizesi yalnız Cennette olan bir mu’cize değildir. Celali ve Cemali esmanın talim edileceği yer, zıdların cevelangahı olan dünyadır.)
Eğer Hazret-i Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok.
Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla Cennet’ten ihraç edildi. (Hiç yalan duymayan bir insanın fıtratı, söylenen yalana inanmayı iktiza eder. Yoksa bilerek Allaha isyan manasında bir günah değildir. Bu farka işareten Peygamberlerin işledikleri günahlara zelle denilmiştir.)
Demek Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; (Rahmetiyle istidatlarımızı inkişaf ettirdiği gibi; Hikmetiyle de istidadımızın inkişaf edebileceği yer olan dünyaya göndermiştir.)
İkinci Şıkkın Cevabı: küffarın da Cehennem’e idhalleri, haktır ve adalettir.
Onuncu Söz’ün Üçüncü İşaretinde denildiği gibi: Çendan, kâfir az bir ömürde bir günah işlemiş, fakat o günah içinde nihayetsiz bir cinayet var.
Çünki küfür,
1- Bütün kâinatı tahkirdir, kıymetlerini tenzil etmektir ve (Kâinatı kimsesiz, sahibsiz, geyesiz, vazifesiz zannederek tahkir edip kıymetini tenzil eder.)
2- Bütün masnuatın vahdaniyete şehadetlerini tekzibdir ve
3- Mevcudat âyinelerinde cilveleri görünen esma-i İlahiyeyi tezyiftir.
Onun için, mevcudatın hakkını kâfirden almak üzere, mevcudatın sultanı olan Kahhar-ı Zülcelal’in kâfirleri ebedî cehenneme atması, ayn-ı hak ve adalettir. Çünki nihayetsiz cinayet, nihayetsiz azabı ister.
İKİNCİ SUALİNİZ:
1- Şeytanların halkı ve icadı ne içindir?
2- Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halketmiş, hikmeti nedir?
3- Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?
Elcevab: Hâşâ!..
3- Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar.
Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû’-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez; “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû’-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu.
Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazılar sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.
2- Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur.
Meselâ: Cihada asker sevketmekte elbette bazı cüz’î ve maddî ve bedenî zarar ve şer olur. Fakat o cihadda hayr-ı kesîr var ki, İslâm küffarın istilasından kurtulur. Eğer o şerr-i kalil için cihad terkedilse, o vakit hayr-ı kesîr gittikten sonra şerr-i kesîr gelir. O ayn-ı zulümdür.
Hem meselâ: Gangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. Parmak kesilmezse, el kesilir; şerr-i kesîr olur.
1- İşte kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halk olunmuşlardır.
Meselâ: Melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez. Keza hayvanatın dahi, şeytanlar musallat olmadıkları için, mertebeleri sabittir, nâkıstır. Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir. Nemrudlardan, firavunlardan tut, tâ sıddıkîn-i evliya ve enbiyaya kadar gayet uzun bir mesafe-i terakki var.
İşte kömür gibi olan ervah-ı safileyi, elmas gibi olan ervah-ı âliyeden temyiz ve tefrik için, şeytanların hilkatıyla ve sırr-ı teklif ve ba’s-i enbiya ile, bir meydan-ı imtihan ve tecrübe ve cihad ve müsabaka açılmış. Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı, maden-i insaniyetteki elmas ve kömür hükmünde olan istidadlar, beraber kalacaktı. A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. Demek şeyatîn ve şerlerin yaratılması, büyük ve küllî neticeye baktığı için icadları şer değil, çirkin değil; belki sû’-i istimalattan ve kesb denilen mübaşeret-i hususiyeden gelen şerler, çirkinlikler, kesb-i insana aittir; icad-ı İlahîye ait değildir.
Eğer sual etseniz ki: Bi’set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. “El-hükmü lil-ekser” kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer şerdir, hattâ bi’set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?
Elcevab: Kemmiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar.
Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû’-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki “Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu”? Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz.
Hem meselâ: Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: “Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu”? Hâyır öyle değil, belki hayırdır. Çünki o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.
İşte nev’-i beşer bi’set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemmiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev’inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.
ÜÇÜNCÜ SUALİNİZ: Cenab-ı Hak musibetleri veriyor, belaları musallat ediyor. Hususan masumlara, hattâ hayvanlara bu zulüm değil mi?
Elcevab: Hâşâ!
1- Mülk Onundur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder.
Hem acaba: San’atkâr bir zât, bir ücret mukabilinde seni bir model yapıp gayet san’atkârane yaptığı murassa’ bir libası sana giydiriyor, hünerini, meharetini göstermek için kısaltıyor, uzaltıyor, biçiyor, kesiyor.. seni oturtuyor, kaldırıyor. Sen ona diyebilir misin ki: “Beni güzelleştiren elbiseyi çirkinleştirdin; bana, oturtup kaldırmakla zahmet verdin”? Elbette diyemezsin. Dersen, divanelik edersin.
Aynen öyle de: Sâni’-i Zülcelal göz, kulak, lisan gibi duygularla murassa’ gayet san’atkârane bir vücudu sana giydirmiş. Mütenevvi esmasının nakışlarını göstermek için seni hasta eder, mübtela eder, aç eder, tok eder, susuz eder.. bu gibi ahvalde yuvarlatır.
(Cenab-ı Hakkın musibetleri verip belaları musallat etmesinde iki hikmet vardır.)
1- Mahiyet-i hayatiyeyi kuvvetleştirmek ve
2- cilve-i esmasını göstermek için, seni böyle çok tavırlarda gezdiriyor.
Sen eğer desen: “Beni ne için bu mesaibe mübtela ediyorsun?” Temsilde işaret edildiği gibi, yüz hikmet seni susturacak. Zâten sükûn ve sükûnet, atalet, yeknesaklık, tevakkuf; bir nevi ademdir, zarardır. Hareket ve tebeddül; vücuddur, hayırdır. Hayat, harekâtla kemalâtını bulur; beliyyat vasıtasıyla terakki eder. Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.
İşte, münakaşanızın içindeki üç sualinizin muhtasar cevabları bu kadardır. İzahları otuzüç aded “Sözler”dedir.
Aziz kardeşim, sen bu mektubu eczacıya ve münakaşayı işitenlerden münasib gördüklerine oku. Benim tarafımdan da, yeni bir talebem olan eczacıya selâm et; de ki:
“Mezkûr mesail gibi dakik mesail-i imaniyeyi, mizansız mücadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır.
Belki böyle mesail-i imaniyenin
1- itidal-i demle,
2- insafla,
3- bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.”
Ve de ki: “Eğer senin kalbine bu nevi mesailde şübheler gelirse ve Sözler’den de cevabını bulmazsan, hususî bana yazarsınız…”
Hem eczacıya de ki: Merhum pederi hakkında gördüğü rü’ya için hatırıma şöyle bir mana geldi ki: Merhum pederi doktor olmak münasebetiyle, çok sâlih ve mübarek, belki veli insanlara faidesi dokunmuş ve ondan memnun olan ve menfaat gören o mübareklerin ervahları, onun vefatı hengâmında kuşlar suretinde en yakın akrabası olan oğluna görünmüş, onun ruhuna şefaatkârane bir hoş-âmedî nev’inden bir istikbal ettikleri hatırıma geldi. O gece burada beraber bulunan bütün dostlara selâm ve dua ederim.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Said Nursî