Anasayfa » Fihrist

Fihrist

Fihrist

Âyât-ı Kur’aniyenin bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarından “Sözler Mecmuası”nın mücmel bir fihristesidir.

 BİRİNCİ SÖZ: 5

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in çok esrar-ı mühimmesinden bir sırrını güzel bir temsil ile tefsir eder. Ve “Bismillah” ne kadar kıymettar bir şeair-i İslâmiye olduğunu gösteriyor.

“Bismillah’ın” ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu Arab çöllerinde seyahat eden Bedevi temsilî hikâyeciğiyle anlatıyor. Mütevazı olmayı ders veriyor. Hakikatında ise “Bismillah’ın”  mübarek bir define olduğunu; definenin içerisinde insanın nihayetsiz aczi ve fakrı bulunduğunu; eğer insan aczine karşı nokta-i istinad olarak nihayetsiz bir kudrete, fakrına istimdat olarak da nihayetsiz bir rahmete dayansa o nihayetsiz acz ve fakr bir Kadîr-i Rahîm’in dergâhında en makbul bir şefaatçı olacağını anlatıyor.

Bütün mevcudatın aczlerine binaen nokta-i istinad bulup Besmeledeki estain manası ile bir kuvvet bularak Kadir-i Zülcelalin kudretine dayanıp düşmanlarından emin olmasından ve fakrına binaen nokta-i istimdad bulup teyemmenü manası ile bereket ve uğur bularak Rahman-ı Rahimin rahmetine dayanıp ihtiyaçlarının yerine getirilmesinden selamette kalmaları Bismillah dediklerine delil olduğu gibi aynı zaman da birer islam nişanı oluyor.

Öyle de her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket eder; zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, her bir ağaç, her bir bostan, her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar, her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “Bismillah” der.

 ONDÖRDÜNCÜ LEM’ANIN İKİNCİ MAKAMI: 8

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ in en mühim beş-altı sırlarını tefsir ediyor. Ve بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ Kur’anın bir hülâsası ve bir fihristesi ve miftahı olduğunu gösterdiği gibi, arştan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nurani olmakla beraber saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübarek şeye feyz ve bereket veren bir menba’-ı envâr olduğunu beyan eder. Bu İkinci Makam, en birinci risale olan Birinci Söz’e bakar. Âdeta Risale-i Nur eczaları, bir daire hükmünde olup, müntehası ibtidasına بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ hatt-ı mübarekiyle ittihad ediyor. Ve bu makamda altı sır yerine, otuz yazılacaktı. Şimdilik altı kaldı. Kısadır, fakat gayet büyük hakaikı tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ne kadar kıymettar bir hazine-i kudsiye olduğunu anlar.

Birinci Sır: Bismillahirrahmanirrahîm kâinatta, küre-i arzda ve insanda tecelli eden bütün isimlerin unvanıdır.

İkinci Sır: İnsanın mahiyet âyinesinde bütün isimlerin cilvelerini irae eden “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Kâinat ağacının meyvesi küre-i arz dersek çekirdeği de insandır. Ağaçta olan her şeyin çekirdekte de bulunması sırrıyla kâinatta tecelli eden binbir esma insanda da tecelli eder. Bismillahirrahmanirrahîm binbir ismi ile Cenab-ı Hakkı tanımamız için Rahmet tarafından bize verilen bir hediyedir. Yoksa insan kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edemez. Ancak kendinde tecelli eden bütün esmayı görüp sair mahlûkatta görünen bütün esmalarla birleştirmekle kâinatta tecelli eden binbir esmayı ihata edebilir.

Üçüncü Sır: Rahmet Şuunattı

Kâinatta; Şems ve Kamer’i, anasır ve maadini, nebatat ve hayvanatı; bir nakş-ı a’zamın atkı ipleri gibi o binbir isimlerin şualarıyla tanzim etmesi ve hayata hâdim etmesi ve nebatî ve hayvanî olan umum vâlidelerin gayet şirin ve fedakârane şefkatleriyle şefkatini göstermesi ve zevilhayatı hayat-ı insaniyeye müsahhar etmesi ve ondan rububiyet-i İlahiyenin gayet güzel ve şirin bir nakş-ı a’zamını ve insanın ehemmiyetini gösteren ve en parlak rahmetini izhar etmesi ile o Rahman-ı Zülcemalin Rahmet Şuaatı biliniyor.

Küre-i Arzda; zeminde dörtyüzbin muhtelif ayrı ayrı nebatatın ve hayvanatın taifelerini, hiçbirini unutmayarak, şaşırmayarak, vakti vaktine kemal-i intizam ile hikmet ve inayet ile terbiye ve idare etmesi ile Rahmet Şuaatı biliniyor.

İnsanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında akıl, kalb ve ruh gibi cihazlar vermesi ile maddi simasında da bir teşahhusatı vechi vermesiyle Rahmet Şuaatı biliniyor.

İnsan bu Rahmetin Şuaatını göremiyorsa Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüzondört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitabların ibtidalarına ve umum mübarek işlerin mebde’lerine baksın.

Dördüncü Sır: Rahmete mukabele tarzı

Kur’an-ı Hakîm, cüz’iyatta ve nevide sikke-i ehadiyeti göstermek ve Zât-ı Ehad’i mülahaza ettirmek için kâinatın daire-i a’zamından meselâ semavat ve arzın hilkatinden bahsettiği vakit, birden en küçük bir daireden ve en dakik bir cüz’îden bahseder.

Hem sikke-i ehadiyete nazarları çevirmek ve kalbleri celbetmek için o sikke-i ehadiyet üstünde rahmet sikkesini ve rahîmiyet hâtemini koymuştur.

Ve bize hakiki hitaba muhatablık makamında elimize Kur’anın mücmel bir hülâsası olan Fatiha’yı ve Fatiha’nın fihristesi olan Bismillahirrahmanirrahîm’i vermiştir.

Beşinci Sır: Besmelenin hadîs-i şerifte ki tefsiri

Hadîs-i Şerifin çok makasıdından birisi şudur ki: İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. İnsanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir. “İnsanda suret-i Rahman var” vuzuh-u delaletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir.

Altıncı Sır: Rahmetin hazinesinin vesileleri; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünneti ve ona edilen salâvatlar olduğu gibi bir diğeri de Bismillahirrahmanirrahîmdir.

O Zât-ı Akdes’e ve o Şems-i Ezel ve Ebed’e biz çendan nihayetsiz uzağız, yanaşamayız. Fakat onun ziya-i rahmeti, onu bize yakın ediyor.

O Rahmet hazinesini bulmanın çaresi: Rahmetin en parlak bir misali ve mümessili olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetidir ve tebaiyetidir. Ve bu Rahmeten-lil-Âlemîn olan rahmet-i mücessemeye vesile ise salâvattır.

 İKİNCİ SÖZ: 16

اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ mealinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul bir temsil ile tefsir eder.

İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlatan bir temsilî hikâyeciktir. Keyif ve ticaret için seyahat eden iki adamın gördükleri vaziyetler anlatılıyor.

Hakikatında ise dünyanın, vefiyat ve tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniyenin, bütün zihayatın, bütün sadaların ve bütün mevcudatın mü’minin, kâfirin veya fasık-ı gafilin nazarlarında aldığı vaziyet gösterilmiştir. Neticede mü’min nazarıyla görülen saadet, nimet, lezzet ve rahatın binler nümunesinden beşine, kâfir veya fasık-ı gafilin nazarıyla görülen şekavet, nıkmet, azab ve sıkıntının binler nümunesinden dördüne işaret edilmiştir.

(Bu makamda mukadder gelen dört sualin cevabına bakacağız.

Birincisi: Ne için iman edeceğiz. Büyük bir saadet ve nimete, lezzet ve rahata mazhar olmak için iman edeceğiz.

İkincisi: Neye iman edeceğiz. Bu kâinatın nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver, muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin mülkü olduğuna iman edeceğiz.

Üçüncüsü: İman etmenin ne kârı vardır. Dünyada dahi manevî bir Cennet saadetini yaşamaktır. Dünyanın, vefiyat ve tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniyenin, bütün zihayatın, bütün sadaların ve bütün mevcudatın hakikatlarını anlamaktan ileri gelen bir saadeti yaşamaktır.

Dördüncüsü: İman etmemenin ne zararı vardır. Dünyada dahi manevî bir Cehennem azabını tatmaktır. Dünyanın, vefiyat ve tevellüdat-ı hayvaniye ve insaniyenin, bütün zihayatın ve bütün mevcudatın hakikatlarını bilmemekten ileri gelen bir korku azabını tatmaktır.

Bu sözde iman etmenin âhirette ki faydalarından ziyade dünyevi faydalarından bahsedilmiştir.)

 ÜÇÜNCÜ SÖZ: 18

يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا âyetinin mealinde ve ubudiyet hakkındaki âyetlerin mühim bir hakikatını, mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor.

(İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlatan bir temsilî hikâyeciktir. Uzak bir şehire gitmek için emir alan iki askerin çanta ve silahını taşımak veya taşımamak hususundaki vaziyetleri anlatılıyor.

Hakikatında ise dört sualin cevabı veriliyor.

Birincisi: İnsan dünyaya niçin gelmiştir. Uzak bir şehire gitmek için gelmiştir. O yol ise, hayat yoludur ki; âlem-i ervahtan gelip kabirden geçer, âhirete gider.

İkincisi: İbadet eden insan ile ibadet etmeyen insan arasında ne fark vardır. İbadet eden insan bir batman ağırlığı omuzuna ve beline yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur. İbadet etmeyen insanın cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir.

Üçüncüsü: İbadet etmenin ne kârı vardır. Zararı olmamakla beraber, onda giden yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür.

Dördüncüsü: İbadet etmemenin ne zararı vardır. Fısk ve sefahet yolu ise; -hattâ fâsıkın itirafıyla dahi- menfaatsız olduğu halde, ondan dokuz ihtimal ile şekavet-i ebediye helâketi vardır.

Bu sözde ibadet etmenin âhirette ki faydalarından ziyade dünyevi faydalarından bahsedilmiştir.)

 DÖRDÜNCÜ SÖZ: 20

اِنَّ الصّلَوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا âyetinin mealinde ve namaz hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul ve mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor. Zerre miktar insafı bulunanı teslime mecbur ediyor.

(Namazın, ne kadar kıymetdar ve mühim olduğunu, hem ne kadar ucuz ve az bir masraf ile kazanıldığını, hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu anlatan bir temsilî hikâyeciktir. Bir zaman büyük bir hâkimin iki hizmetkârını -herbirisine yirmidört altun verip- iki ay uzaklıkta has ve güzel bir çiftliğine ikamet etmek için göndermesini anlatıyor. Hikâyede biletin kıymeti, hem nekadar ucuz ve az bir masrafla kazanıldığını, hemde bileti almayan adamın ne kadar divane ve zararlı olduğu vurgulanıyor.

Hakikatında ise amele göre, takva kuvvetine göre, mütefavit derecede kat’edilecek olan kabirden, haşirden, ebede giden beşer yolculuğunda namazın, ne kadar kıymetdar ve mühim olduğunu, birtek saatin, beş vakit namaza abdestle kâfi gelmesiyle ne kadar ucuz ve az bir masrafla kazanıldığını, o uzun hayat-ı ebediyeye birtek saatini sarfetmeyenin; ne kadar zarar ettiğini, ne kadar nefsine zulmettiğini, ne kadar hilaf-ı akıl hareket ettiğini izah ediyor.)

 BEŞİNCİ SÖZ: 22

اِنَّ اللّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُوَن âyetinin mealinde ve takva ve ubudiyet hakkındaki âyetlerin ve vazife-i ubudiyet ve takvanın mühim bir sırrını gayet güzel bir temsil ile tefsir ediyor. O tefsir herkesi ikna ediyor.

(Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriye olduğunu anlatan temsilî hikâyeciktir. Hikâyede seferberlikte aynı taburda bulunan biri acemi, nefisperver diğeri muallem, vazifeperver iki neferin vaziyetleri anlatılıyor. Askerin hakiki vazifesinin talim ve cihad olduğunu, bu vazifeninde asker için ne kadar fıtrî, münasib olduğunu hem devletin vazifesine karışmamak gerektiğini, devletin vazifesinin bizi beslemek ve teshilat ile yardım etmek olduğunu anlatıyor.

Hakikatında ise imtihan için dünya meydanına gönderilen müttaki bir müslümanın cem’iyet-i beşeriyede, İslâm cemaati içindeki vazifesinin (başta namaz olarak) feraiz-i diniyesini bilmek ve işlemek ve kebairi terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede etmek ve hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmak, ona tevekkül edip emniyet etmek olduğunu anlatıyor. Rezzak-ı Hakikî’nin vazife ise; bize hayatı verip beslemek olduğunu anlatıyor.

Hem insanın ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazat-ı maneviyesinin gösterdiği anlatılıyor. Zira insan hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en edna bir serçe kuşuna yetişemez fakat hayat-ı maneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru’ ve ibadet cihetinde ise hayvanatın sultanı ve kumandanı hükmündedir.)

 ALTINCI SÖZ: 25

اِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ âyetinin mealinde ve nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak hakkındaki âyetlerin gayet mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satanların beş derece kâr içinde kâr ve satmayanların beş derece hasaret içinde hasaret kazandıklarını, gayet mukni’ bir temsil ile tefsir ediyor. Hakikate karşı mühim bir kapı açıyor.

Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmanın beş derece kâr içinde kârlı bir ticaret olduğunu ve ona abd ve asker olmanın ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlatan temsilî hikâyeciktir.

Hakikatında ise Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmakta ki beş derece kâr:

Fâni mal, (evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat) beka bulur.

Hem cennet gibi bir fiat veriliyor.

Hem her âza ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar.

Hem vicdanı daimi azabtan kurtulur.

Hem bütün o âza ve âletlerin ibadeti ve tesbihatı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç olduğun bir zamanda, Cennet yemişleri suretinde verilir.

İşte bu beş mertebe kârlı ticareti yapmazsan, şu kârlardan mahrumiyetten başka, beş derece hasaret içinde hasarete düşeceksin.

Fani mal, (evlâd ve perestiş ettiğin nefis ve heva ve meftun olduğun gençlik ve hayat) zayi’ olup kaybolacak, senin elinden çıkacaklar. Fakat günahlarını, elemlerini sana bırakıp boynuna yükletecekler.

Hem Emanette hıyanet cezasını çekeceksin.

Hem bütün o kıymetdar cihazat-ı insaniyeyi, hayvanlıktan çok aşağı bir derekeye düşürüp hikmet-i İlahiyeye iftira ve zulmettin.

Hem acz ve fakrın ile beraber, o pek ağır hayat yükünü, zaîf beline yükleyip zeval ve firak sillesi altında daim vaveylâ edeceksin.

Hem Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.

Allah’a abd ve asker olmak, öyle şerefli bir rütbe, öyle lezzetli bir şereftir ki, tarif edilmez. Vazife ise: Yalnız bir asker gibi Allah namına işlemeli, başlamalı. Ve Allah hesabıyla vermeli ve almalı. Ve izni ve kanunu dairesinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusur etse, istiğfar etmeli. Yâ Rab! Kusurumuzu afvet, bizi kendine kul kabul et, emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl. Âmîn demeli ve ona yalvarmalı..

 YEDİNCİ SÖZ: 30

يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ الْيَوْمِ اْلآخِرِ ٭ اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

âyetinin mealinde ve “İman-ı Billah vel-yevm-il-âhir” ve hayat-ı dünyeviye hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet makul bir temsil ile tefsir etmekle beraber, ehl-i gaflet hakkında dünyanın ne kadar dehşetli; ve mevt ve ecel, ne kadar müdhiş; ve acz ve fakr, ne kadar elîm olduğunu ve ehl-i hidayet hakkında hayat-ı dünyeviyenin içyüzü, ne kadar güzel; ve kabir ve ecel ve acz ve fakr, nasıl birer vesile-i saadet bulunduğunu gayet kat’î bir tarz ile isbat eder. Saadet-i Dâreyne giden yolu gösterir.

  1. Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan آمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ بِالْيَوْمِ اْلآخِرِ ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşa olduğunu
  2. Ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzakından sual ve dua; ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu;
  3. Ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek; ebed-ül âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlatan temsilî hikâyeciktir.

Hikâyede bir askerin meydan-ı harb ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında düştüğü pek müdhiş vaziyeti anlatılıyor. Şöyle ki:

Sağ ve sol iki tarafından dehşetli derin iki yara ile yaralı ve arkasında cesîm bir arslan, ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor.

Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor.

Hem bu hali ile beraber uzun bir yolculuğu var, nefyediliyor.

Böyle bir askere yapılabilecek en makul teklifler Hızır gibi bir hayırhah, nuranî bir zâttan geliyor. O zat ona der: “Me’yus olma

  1. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal etsen, o arslan, sana müsahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner.
  2. Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimal etsen; o iki müteaffin yaraların, iki güzel kokulu Gül-ü Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) denilen latif çiçeğe inkılab ederler.
  3. Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi bir senelik bir yolu, bir günde kesersin.

İşte eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et. Tâ doğru olduğunu anlayasın.”

Sonra sol cihetten gelen Şeytan gibi dessas, ayyaş aldatıcı adam geldi. O adamın teklifleri ise muktezayı hale muhalif bir surette idi. Şöyle ki:  Karşısında durdu. Ona “Hey arkadaş! Gel gel, beraber işret edip keyfedelim. Şu güzel kız suretlerine bakalım. Şu hoş şarkıları dinleyelim. Şu tatlı yemekleri yiyelim.

Bırak şu ağzında gizli okuduğu anlaşılmaz tılsımı. Hazır keyfimizi bozmayalım.

At şu ellerindeki ilâcı. Sağlamsın. Neyin var. Alkış zamanıdır.

Yırt şu beş nişanlı biledi, tayinat senedini. Şu güzel bahar mevsiminde yolculuk bizim nemize lâzım! der.

Her bir desise ile onu iknaa çalışır. Hattâ o bîçare, ona biraz meyleder. Evet, insan aldanır. Ben de öyle bir dessasa aldandım.

Böyle tekliflere karşı bizim cevamız şu olmalı: Eğer arkamdaki arslanı öldürüp, önümdeki darağacını kaldırıp, sağ ve solumdaki yaraları def’edip peşimdeki yolculuğu men’edecek bir çare sende varsa, bulursan; haydi yap, göster, görelim. Sonra de: Gel keyfedelim. Yoksa sus hey sersem!. Tâ Hızır gibi bu zât-ı semavî dediğini desin.”

Hakikatında ise O bîçare asker, sensin ve insandır. Ve o arslan ise, eceldir. Ve o darağacı ise, ölüm ve zeval ve firaktır ki; gece gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur. Ve o iki yara ise, birisi müz’ic ve hadsiz bir acz-i beşerî; diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir. Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, sabavetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırat’tan geçer bir uzun sefer-i imtihandır.

Ve o iki tılsım ise, Cenab-ı Hakk’a iman ve âhirete imandır.

Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür. Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır. Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile taleb ve dua ve Rezzak-ı Rahîm’in rahmetine itimaddır.

Ve o bilet, sened ise; başta namaz olarak eda-i feraiz ve terk-i kebairdir.

İşte ey tenbel nefsim! Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın. Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp, zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.

 SEKİZİNCİ SÖZ: 34

اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ  ve اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ âyetlerinin mealinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyet-i din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanı ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber, dinsiz insan en bedbaht mahluk olduğunu isbat etmekle ve şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri zulümattan kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet latif ve güzel bir müvazene ile; fâsık olan bedbaht adamın müdhiş vaziyetini, sâlih olan bahtiyar adamın saadetli vaziyetini gösteriyor.

Şu

  1. Dünya
  2. Ve dünya içindeki ruh-u insanî
  3. Ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini
  4. Ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması
  5. Ve dinsiz insan, en bedbaht mahlûk olduğunu
  6. Ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَا اَللّٰهُ  ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ  olduğunu anlatan temsilî hikâyeciktir.

Hikâyede seyahate giden iki kardeşin iki yolun başında gördükleri ciddi adamın tavsiyelerine uymak veya uymamak neticesinde başlarından geçen haller anlatılıyor.

Hakikatında ise baştaki altı mes’elenin izahı vardır.

  1. Dünya ve dünya içindeki cemiyet-i beşeriyye: Hikâyede dünya çöle, cem’iyet-i beşeriye ve medeniyet-i insaniye içinde muvakkat hayat-ı içtimaiye ise bahçeye teşbih edilmiş.
  2. Dünya içindeki ruh-u insani: Kafirin ruh hali, sû’-i zan ile ve akılsızlığı ile, gördüğünü âdi ve ayn-ı hakikat telakki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek! Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor, böylece azab çekiyor.

Mü’min’in ruh hali, Bu acib işler, birbiriyle alâkadardır. Hem bir emir ile hareket ederler gibi görünüyor. Öyle ise, bu işlerde bir tılsım vardır. Evet bunlar, bir gizli hâkimin emriyle dönerler. Öyle ise ben yalnız değilim, o gizli hâkim bana bakıyor; beni tecrübe ediyor, bir maksad için beni bir yere sevkedip davet ediyor. Şu tatlı korku ve güzel fikirden tanımak merakı neş’et eder, tanımak merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş’et etti ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş’et etti ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş’et etti. Sonra niyaza başladı. Tâ, tılsımın anahtarı (sırr-ı iman) ona ilham oldu. Tılsım ona açıldı. Sırr-ı hikmet-i hilkat anlaşıldı.

  • İnsanda dinin mahiyeti ve kıymetlerini: (Din kanun ve nizama tebaiyet mecburiyetidir. Fakat o külfet içinde bir emniyet ve saadet vardır.)
  • Eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olduğunu: (Din-i hak olmazsa zahiri serbestiyet ve hürriyet altında sefahet ve lezaiz-i nâmeşrua ve israfat ve tecavüzat ve heva-i nefse ittiba’da nefse esaret manaları vardır. Fakat o serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır.
  • Dinsiz insan, en bedbaht mahlûk olduğunu
  • Şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran يَا اَللّٰهُ ve لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ  olduğunu: Ve o tılsım ise, sırr-ı iman ile açılan sırr-ı hikmet-i hilkattir ve o miftah ise, يَا اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْحَىُّ الْقَيُّومُ

Hikâyede seyahate giden iki kardeşin iki yolun başında gördükleri ciddi adamın tavsiyelerine uymak veya uymamak neticesinde başlarından geçen haller anlatılıyor.

 DOKUZUNCU SÖZ: 40

فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

âyetinin mealinde ve beş vakit namaz hakkındaki âyâtın gayet mühim bir sırrını “Beş Nükte” ile tefsir etmekle beraber, malûm olan beş vakit namazın o vakitlere hikmet-i tahsisini o kadar güzel ve şirin bir tarzda beyan ediyor ki; zerre miktar şuuru bulunan bir insan, bu cazibedar hikmet ve parlak hakikate karşı teslime mecbur olur. Ve cesed-i insan havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan da namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat’î bir surette beyan eder.

Birinci Nükte: Namazın manası, Cenab-ı Hakk’ı tesbih ve ta’zim ve şükürdür.

İkinci Nükte: İbadetin manası şudur ki: Dergâh-ı İlahîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp kemal-i rububiyetin ve kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlahiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.

Üçüncü Nükte: Namazın fihristiyyeti: şu âlem-i kebirin bir misal-i musaggarı olan insandan istenen, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın timsal-i münevveri olan Fatiha-i Şerifeyi içerisinde bulunduran bütün ibâdâtın enva’ını şamil bir fihriste-i nuraniyesi olan, bütün esnaf-ı mahlûkatın elvan-ı ibadetlerine işaret eden bir harita-i kudsiye olan namazdır.

Dördüncü Nükte: Beş vakit namazın Cenab-ı Hakkın sair zamanlardaki tasarrufatını ihsas ettirmesi: Her bir namaz vakti bir mühim inkılab başında olduğu ve büyük inkılabları ihtar ettiği gibi; kudret-i Samedaniyenin tasarrufat-ı azîme-i yevmiyesinin işaretiyle; hem senevî, hem asrî, hem dehrî, kudretin mu’cizatını ve rahmetin hedâyâsını hatırlatır.

Demek asıl vazife-i fıtrat ve esas-ı ubudiyet ve kat’î borç olan farz namaz, şu vakitlerde lâyıktır ve ensebdir.

Beşinci Nükte: Namaz vakitlerinin insanın hususi alemine tesirleri anlatılıyor. Bu anlatımdan evvel insan altı vecihle tarif ediliyor.

Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı olduklarından; borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir…

 ONUNCU SÖZ: 48

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

 اِنَّ ذلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

âyetinin mealinde ve Haşir ve Âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatını, oniki mantıkî ve makul suret-i temsiliye ile ve oniki hakaik-i katıa-i bahire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bil-âhireti o kadar kuvvetli bir surette isbat eder ki; bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan, o isbata karşı teslim olur. İzn-i İlahî ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.

Kâinattaki eserlerle anlaşılan, esma-i ilahiyeye bina edilen Âhiret akidesi…

Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzih bir tarzda beyanını ister isen Haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliyedeki “Oniki Suret”i bir “Mukaddime” ve “Oniki mütesanid Hakikat” ile  beyan edeceğiz.

Mukaddime; Dört işarettir.

Birinci işarette Yirmiikinci Sözdeki Tevhid,

İkinci işarette Ondokuzuncu Sözdeki Nübüvvet,

Üçüncü işarette Yirmialtıncı Sözde izah edilen Bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki, bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mali için kapansın, başka bir daire açılsın? Ve Kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstahak olur? İki sualine cevaptır.

Dördüncü işarette hakikatlere giriş için birkaç mes’eleye işaret ederiz. (Onuncu sözün mukaddimesinden sonra gelen Dördüncü işaretteki izahat “Hem burada hapis mapis yoktur, ceza görülmüyor. İnanman hiç mümkün müdür ki bu memleket harab edilsin.. Başka bir memlekete göç etsin.” cümlesine bir cevaptır. Bu cümlenin izahatı Dördüncü işaretten sonra oniki hakikatla verilmiştir. Ayrıca Yirmidokuzuncu Sözde de bunun izahatı yapılmıştır.)

Birinci Hakikat: Bâb-ı rububiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabb’in cilvesidir. Diğer hakikatlerdeki isimler adedince Rububiyet ve Uluhiyet’i bulunan bir saltanat, böyle bir kâinatı, kemalâtını göstermek için gayet âlî gayeler ve yüksek maksadlar ile icad etsin, onun gayat ve makasıdına karşı iman ve ubudiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın. Ve o makasıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalalete mücazat etmesin?

İkinci Hakikat: Bâb-ı kerem ve rahmettir ki, Kerim ve Rahîm isminin cilvesidir. Rahmet ve Kerem’in üç delili ile İzzet ve Celal’in üç delili gösterildikten sonra haşri o isimlere bina edip isbat ediyor.

Üçüncü Hakikat: Bâb-ı hikmet ve adalet olup, ism-i Hakîm ve Âdil’in cilvesidir. Hikmetin dört delili ile Adaletin üç delili gösterildikten sonra haşri o isimlere bina edip isbat ediyor.

Dördüncü Hakikat: Bâb-ı cûd ve cemaldir. İsm-i Cevvad ve Cemil’in cilvesidir. Cud u seha, cemal ve kemalin delillerini gösterildikten sonra haşri o isimlere bina edip isbat ediyor.

Beşinci Hakikat: Bâb-ı şefkat ve ubudiyet-i Muhammediyedir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İsm-i Mucîb ve Rahîm’in cilvesidir. Ubudiyeti Muhammediyeyin yedi esası gösterildikten sonra haşri o esaslara bina edip isbat ediyor.

Ubudiyeti Muhammediyeyin esası şu yedi sualin cevabının verilmesi ile anlaşılır. Nasıl kâinatla beraber ubudiyet ediyor. Kimlerle beraber istiyor. Umumun hangi haceti için istiyor. Nasıl bir halet-i ruhiyede istiyor. Hangi maksatlar için istiyor. Hangi kelimelerle istiyor. Kimden istiyor.

Altıncı Hakikat: Bâb-ı haşmet ve sermediyet olup, ism-i Celil ve Bâki cilvesidir.

Dokuz esas ile haşmet ve sermediyetin kâinattaki delilleri gösterildikten sonra haşri bu isimlere bina edip isbat ediyor.

Dünya misafirhanedir. Ve kendi kendine bu sureti alması muhaldir.

İçinde oturanlar misafirlerdir,

Dünyadaki tezyinat ibret içindir, şükür içindir, usûl-ü daimîsine teşvik içindir.

Şu dünyadaki müzeyyenat, nimetlerin nümuneleri, suretleri hükmündedir.

Şu fâni masnuat fena için değil, manaları bilinmesi için yaratılmışlar.

İnsan, başıboş bırakılmamıştır. Fiilleri zaptediliyor.

Mahlûkatının tahribatı, i’dam değil, terhisatdır, yer açmaktır.

Şu fâni âlemin sermedî Sâni’inin başka ve bâki bir âlemi var ki, ibadını oraya sevk ve ona teşvik eder.

Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına öyle ikramlar edecek.

Yedinci Hakikat: Bâb-ı hıfz ve hafîziyet olup, ism-i Hafîz ve Rakib’in cilvesidir.

Sekizinci Hakikat: Bâb-ı va’d ve vaîddir.  İsm-i Cemil ve Celil’in cilvesidir.

Dokuzuncu Hakikat: Bâb-ı ihya ve imatedir. İsm-i Hayy-ı Kayyum’un, Muhyî ve Mümit’in cilvesidir. Bahar mevsimindeki keyfiyet beş hakikat ile gösterildikten sonra haşri o hakikatlara bina edip isbat ediyor. Gösterilen beş hakikat şunlardır: nihayetsiz bir Kudret, nihayetsiz bir İlim, her şeyi ihata eden bir İrade, Beşerin nazarını saadet-i ebediyyeye çevren bir Vaad ve insana kıymet ve ehemmiyet verilmesidir.) 

Onuncu Hakikat: Bâb-ı hikmet, inayet, rahmet, adalettir. İsm-i Hakîm, Kerim, Âdil, Rahîm’in cilvesidir. Hikmetin dört delili gösterilerek diğer isimler akla havale edildikten sonra haşri o hikmetlere bina edip isbat ediyor.

Hikmet: Rahmet eseri olarak kendine muhatab ve cami’ bir ayine yaptığı insanı ebedi bir saadete göndermeyip hikmetsiz hareket etmez.

Hikmet: Çekirdeğe yalnız bir çekirdek kadar gaye vererek hikmetsiz hareket etmez.

Adalet ve Hikmet: Vazifenin büyüklüğüne göre ücreti büyük vermeyerek hikmetsizlik ve adaletsizlik etmez.

Hikmet: Hakîm-i Mutlak bütün işlerinde hikmetle hareket etsinde sonra bütün hikmetlerin en büyüğü olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün. Binaya dam yapmayıp bütün işlerini abes yapsın. Çünkü dam binanın yapılışındaki hikmetleri muhafaza ettiği gibi Âhirette gelmesiyle Hakîm-i Mutlakın hikmetli işlerini muhafaza eder.

Onbirinci Hakikat: Bâb-ı insaniyettir.  İsm-i Hakk’ın cilvesidir. Hakk isminin cilvesi ile insaniyetin hakikatını üç noktada izah ettiken sonra haşri ona bina edip isbat ediyor. Herşeye hakkı hayatını veren ve İbadet edilmeye hakkı olan Cenab-ı Hak ve Mabud-u Bilhak, insanın istidadı, iştiyakı ve liyakatı gereği olarak haşri getirecektir.

Onikinci Hakikat: Bâb-ur Risaleti ve-t Tenzil’dir. “Bismillahirrahmanirrahîm”in cilvesidir. Bütün enbiya, evliya, asfiyanın hakkaniyetine şehadet ettikleri, Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyyesine istinad ederek, bütün kat’iyyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!

Hatime: Onuncu sözün ehemmiyeti ve ism-i azamdan geldiğine dairdir. Geçen oniki hakikat, birbirini teyid eder, birbirini tekmil eder, birbirine kuvvet verir.

Hem bütün insanların halk olunması ve haşr edilmesi, Kudret-i İlahiyeye nisbeten birtek insanın halkı ve haşri gibi âsan olduğunu ifade eden âyet-i kerimeyi beş temsil ile tefdsir ediyor. Temsillerin işaret ettiği hakikatlar;

  1. Kadîr-i Mutlak’ın zâtî ve nihayetsiz ve gayet kemalde olan kudretinin nuranî tecelliyatını Nuraniyet sırrıyla izah ediyor.
  2. Melekûtiyet-i eşyayı Şeffafiyet sırrıyla izah ediyor.
  3. Hikmet ve kaderin intizamatını İntizam sırrıyla izah ediyor.
  4. Eşyanın evamir-i tekviniyesine kemal-i imtisalini İmtisal sırrıyla izah ediyor.
  5. Mümkinatın vücud ve ademinin müsavatından ibaret olan imkânındaki müvazenesini Müvazene sırrıyla izah ediyor.

Bu beş sırrın işaret ediyor ki; az çok, büyük küçük ona müsavi olduğu gibi, bütün insanları birtek insan gibi bir sayha ile haşre getirebilir.

Hem bir şeyin kuvvet ve za’fça meratibi, o şeyin içine zıddının müdahalesidir.

Haşre akıl ile gidilmemesinin bir sırrı şudur ki: Haşr-i A’zam, İsm-i A’zamın tecellisiyle olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i A’zamının ve her ismin a’zamî mertebesindeki tecellisiyle zahir olan ef’al-i azîmeyi görmek ve göstermekle, haşr-i a’zam bahar gibi kolay isbat ve kat’î iz’an ve tahkikî iman edilir. Şu Onuncu Söz’de feyz-i Kur’an ile öyle görülüyor ve gösteriliyor. Yoksa akıl, dar ve küçük düsturlarıyla kendi başına kalsa âciz kalır, taklide mecbur olur.

Zeylin Birinci Parçası:

Dokuzuncu Şua; Mukaddime ve iki noktadan ibarettir.

Birinci Nokta: İman-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi; hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye taalluk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer cihetinden ve faydalarından çocuklara, ihtiyarlara, gençlere ve aile hayatına olan faideleri sair faidelerine kıyas edilse anlaşılır ki: Hakikat-ı haşriyenin tahakkuku ve vukuu; insaniyetin ulvî hakikatı ve küllî haceti derecesinde kat’îdir.

Çocuklar için cennet fikrinin üç faydası; vefatlara karşı mukavemet, kuvve-i maneviye ve sürur bulmaktır. Eğer cennet fikri olmamazsa üç zararı; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber edip ağlattırmaktır.

İhtiyarlar için ahirete imanın üç faidesi; kabre karşı tahammül etmek, teselli bulmak ve hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele etmektir. Eğer ahirete iman olmamasının üç zararı; vaveylâ-i ruhî, dağdağa-i kalbî ve kasavetli bir azab çekmektir.

Gençler için Cehennem fikrinin iki faidesi, tecavüzattan ve zulümlerden ve tahribattan durdurmak ve hayat-ı içtimaiyenin hüsn-ü cereyanını temin etmektir. Eğer cehennem fikri olmazsa iki zararı; hevesatlarına esir olup insaniyeti süflî bir hayvaniyete döndüreceklerdi.

Aile hayatında ahirete iman fikri ile ferdler arasında samimî ve ciddî ve vefadarane hürmet ve hakikî ve şefkatli ve fedakârane merhamet olur. Eğer ahirete iman olmazsa ferdler arasında mecazî bir merhamet ve sun’î bir hürmet olup başka menfaatler ve sair galib hisler galebe eder.

İkinci Nokta: Hakikat-ı haşriyenin hadsiz bürhanlarından sair erkân-ı imaniyeden gelen şehadetlerin hülâsasından çıkan bir bürhanı, gayet muhtasar bir surette beyan eder. Şöyle ki:

  1. Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ve umum peygamberleri tasdik eden ve ettiren bütün mu’cizeler ve hüccetler,
  2. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan ve bütün semavî suhuflar ve mukaddes kitablar,
  3. Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine şehadet eden ekser deliller ve hüccetler, sekiz mademde gösterilmiştir.
  4. Meleklerin vücudunu ve vazife-i ubudiyetlerini isbat eden bütün deliller,
  5. İman-ı Bilkader rüknünü isbat eden bütün deliller,

İmanın beş rüknü bütün delilleriyle, haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delalet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler.

Zeylin İkinci Parçası:

Otuzuncu Lem’anın Beşinci nüktesinin Dördüncü Remzi; Hayat, imanın altı erkânına bakıp isbat ediyor.

A- Hayat-ı dünyeviye, âhirete iman rüknünü kat’î isbat ediyor. Zira insan cihazlarının çokluğu ve ekseriyetle keyfiyeti noktasında en yüksek bir mertebede yaratılmışken dünya hayatında lezzet almada hayvana yetişememesi gösteriyor ki ebedi bir dâr-ı saadette hayat onu bekliyor.

Hem insanın basit cüzi cihazlarından midenin sesini iştip hikmet inayet ve rahmetiyle cevap veren Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette insanın ulvi cihazlarının seslerini iştir ve o cihazlar için âhireti getirecektir.

Hem hayatın en cüz’îsinin mide gibi sesini  iştip büyük mahlukatını ona hizmetkâr yapan Bir Mutasarrıf-ı Kadîr, elbette hayatın en büyük ve kıymetdar ve bâki ve nazdar sesini iştir ve o hayatın beka duasını ve nazını ve niyazını nazara alır. Öyle ise Kainatın yaratılışının bir neticesi olan hayat için ebedi ve baki olan âhiret hayatını getirecektir.

Hem Cenabı Hakk, kendisine fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu sevipte sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini göstersin de sonra hayatı ve ruhu ademe atsın. Elbette hiç bir cihette akıl bunu kabul etmez. Öyle ise âhireti getirecektir.

Hayatın, Allah’a iman rüknünü isbat ettiğine dair iki delil gösterilmiştir.

Birinci Delil: Zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermesi hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet eder.

İkinci Delil: Yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-u Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar.

B- Hayat, Melaikeye iman rüknüne dahi bakar, remzen isbat eder. Zira

  1. Vücud varsa vücudun hizmet ettiği bir hayat vardır. Bütün vücud mertebeleri hayata hizmet eder. (Yaşanılan yerin keyfiyeti ise yaşayan kişinin vücudun keyfiyetini gösteriyor.)
  2. Her şeyin yaratılma neticesi hayattır. Öyle ise semavatta da kıymetdarlığı için nüshaları teksir edilen zihayatlar olacaktır.
  3. Cenab-ı Hakk’ın hitabı kusurdan münezzeh olduğu için bütün vücut mertebelerinde hitabına muhatab olacak mahlûkatın var olmasını hikmeti iktiza ediyor.

C- Hem hayatın sırr-ı mahiyeti, “irsal-i Rusül ve inzal-i Kütübrüknüne bakıp remzen isbat eder. Hayatı sermediye resullerin gönderilmesiyle ve kitabların indirilmesiyle Zira o hayat-ı ezeliyenin konuşması hükmünde olan şuaatı, hitabatı hükmünde celevatı, emr veya nehy ederek bizim ile olan münasebatı “İrsal-i Rusül ve İnzal-i Kütüb” ile bilinir.

D- Hayat, iman-i Bilkader rüknüne bakıyor, remzen isbat eder. Bir tek çekirdeğin veya bir bahardaki bütün tohumların intizam ve nizam ve malûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evamir-i tekviniyeyi imtisale müheyya bir vaziyette bulunmaları gösteriyor ki herşeyin vücud-u ilmîleri, hayat-ı umumiyenin manevî bir cilvesine mazhar olan elvah-ı kaderiyeden alınır.

E- İşte “kadere ve kazaya iman” rüknü dahi, geniş bir vecihte sırr-ı hayatla anlaşılıyor ve sabit oluyor. Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki; (âlem-i ervah ve âlem-i berzah) Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder.

İmanın beş rüknü bütün delilleriyle, haşir ve neşrin vukuuna ve vücuduna ve dâr-ı âhiretin vücuduna ve açılmasına delalet edip isterler ve şehadet edip taleb ederler.

Zeylin Üçüncü Parçası:

İkinci Şuaın hatimesinden uzunca bir haşiye: Haşr-i a’zam bir anda zamansız vücuda geliyor. Dar akıl ise, bu hadsiz derece hârika ve emsalsiz olan mes’eleyi iz’an ile kabul etmesine medar olacak meşhud bir misal ister.

Elcevab: Nihayetsiz kudretin icraatı gösterilerek haşir isbat edilmiştir. Üç mes’eledir.

Birinci Mes’ele: Ruhların cesedlerine gelmesine istirahat için her tarafa dağılmış ordu efradının yüksek sadâlı bir boru sesiyle toplanması misal verilmiştir.

İkinci Mes’ele: Cesedlerin ihyasına birtek merkezden, yüzbin elektrik lâmbalarının, âdeta zamansız bir anda canlanmaları misal verilmiştir.

Üçüncü Mes’ele: Ecsadın def’aten inşasına bahar mevsiminde birkaç gün zarfında yapılan tasarrufat misal verilmiştir.

Dördüncü mes’ele olan mevt-i dünya ve kıyamet kopmasına bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbanî ile küremize, misafirhanemize çarpması misal verilmiştir. On senede yapılan bir sarayın, bir dakikada harab olması gibi…

Zeylin Dördüncü Parçası:

Yirmibeşinci Sözun İkinci Şu’lesi’nin “Üç Nur”undan ikinci Nurunun Sekizinci Meziyet-i Cezaleti;

Yani, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim, onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.” Sorusunu cevabı Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatı’nın üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi burada da ordu temsili ile izah edilmiştir.

Kur’an kâh oluyor ki, Cenab-ı Hakk’ın âhirette hârika ef’allerini kalbe kabul ettirmek için ihzariye hükmünde ve zihni tasdika müheyya etmek için bir i’dadiye suretinde dünyadaki acaib ef’alini zikreder veyahut istikbalî ve uhrevî olan ef’al-i acibe-i İlahiyeyi öyle bir surette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazireleriyle onlara kanaatimiz gelir.

Yasin suresinin sonunda haşir mes’elesinde Kur’an-ı Hakîm haşri isbat için yedi-sekiz surette, yukarıda zikri geçtiği tarzda isbat ediyor.

Hem kâh oluyor ki, ef’al-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki; dünyevî nazairlerini ihsas etsin, tâ istib’ad ve inkâra meydan kalmasın. İki misalle izah ediliyor.

  • Haşirde herkesin bütün a’mali bir sahife içinde yazılı olarak neşredilmesinin nazireleri ihsas ediliyor.
  • Kıyamet vaktinde Güneşin tekvir lafzıyla yani sarmak ve toplamak manasıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazirini dahi îma eder.

Zeylin Beşinci Parçası:

Yirmialtıncı Lem’anın Beşinci Ricası: İman-ı bil-âhiretin kuvvetli delilleri ve âhirete imandan gelen rica ve teselli anlatılıyor. Şöyle ki;

Yüz yirmidört bin Enbiyanın icma’ ve tevatürü

Yüz yirmidört milyon Evliyanın âhiretin vücuduna şehadetleriyle,

Sâni’-i Hakîm’inin bütün esmasının delaletiyle

Cenab-ı Hakkın her sene baharda haşre nümune olan icraatlarıyla görülen kudret-i ezeliye ve hikmet-i ebediyenin delaletiyle ve her baharda az bir zamanda hadd ü hesaba gelmez enva’-ı zînet ve mehasini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inayet-i daimenin delaletiyle

İnsandaki şedid, sarsılmaz, daimî olan “aşk-ı beka” ve “şevk-i ebediyet” ve “âmâl-i sermediyet” bilbedahe işareti ve delaletiyle,

Bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette isbat ederler ki: Dünyanın vücudu kadar, bilbedahe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler.

 ONBİRİNCİ SÖZ: 120

وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا ٭ وَالْقَمَرِ اِذَا تَلَيهَا ٭ وَالنَّهَارِ اِذَا جَلَّيهَا ٭ وَ الَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا ٭ وَ السَّمَاءِ وَمَا بَنَيهَا ٭ وَ اْلاَرْضِ وَمَا طَحَيهَا ٭ وَ نَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا ٭

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَ تَقْوَيهَا ٭ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا ٭ وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatını Sure-i Şems’in mu’cizane işaret ettiği ve kâinatı muntazam bir saray suretinde gösterdiği ulvî ve vüs’atli bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki vezaif-i ubudiyet ve cihazat-ı insaniyeyi ve rububiyet-i İlahiyenin enva’-ı tecelliyatına karşı ubudiyet-i insaniyenin mukabelelerini o kadar güzel bir surette isbat ediyor ki; Sure-i Veşşems’in mu’cizane olan işaretini hârika bir surette ve en azîm bir dairede a’zam bir rububiyeti, ekmel bir ubudiyetle karşılaştırıyor.

Hikmet-i âlemin tılsımını ve Hilkat-i insanın muammasını ve Hakikat-ı salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek istersen;

Şu hikâye-i temsiliyede Şems suresinde işaret olunan kâinatın muntazam bir saray suretinde yaratıldığını, mahiyet-i insaniyedeki vezaif-i ubudiyet ve cihazat-ı insaniyeyi ve Rububiyyet-i ilahiyyenin enva-ı tecelliyatına karşı ubudiyyet-i insaniyyenin mukabelelerini ne kadar bir güzel surette isbat ettiğini göreceksin.

Hikmet-i âlemin tılsımı: “Ey ahali! Şu kasrın meliki olan seyyidimiz, bu sarayı yapmasıyla, kendini size tanıttırmak istiyor. Hem şu tezyinatla kendini size sevdirmek istiyor. Hem bu gördüğünüz ihsanat ile, size muhabbetini gösteriyor. Hem şu görünen in’am ve ikramlar ile, size şefkatini ve merhametini gösteriyor. Hem şu kemalâtının âsârıyla, manevî cemalini size göstermek istiyor. Hem bütün şu gördüğünüz masnuat ve müzeyyenat üstünde birer mahsus sikke, birer hususî hâtem, birer taklid edilmez turra koymakla, herşey kendisine has olduğunu ve kendi eser-i desti olduğunu ve kendisi tek ve yekta, istiklal ve infirad sahibi olduğunu size göstermek istiyor.

Hilkat-i insanın muamması: Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca; o sultan-ı zîşan dahi istedi ki, bir meşher açsın, içinde sergiler dizsin; tâ nâsın enzarında saltanatının haşmetini, hem servetinin şaşaasını, hem kendi san’atının hârikalarını, hem kendi marifetinin garibelerini izhar edip göstersin.

Hakikat-ı salâtın rumuzu: Namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği makamattaki vezaif gösterilecek.

Evvelen: saltanat-ı rububiyetin mehasinine temaşager makamında; tekbir ve tesbih vazifesini îfa ettiler.

Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleri olan eserlerine dellâllık makamında; takdis ve tahmid vazifesini îfa ettiler.

Sâlisen: Rahmet-i İlahiyenin hazinelerini tadıp anlamak makamında; şükür ve sena vazifesini edaya başladılar.

Râbian: Esma-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri tartıp bilmek makamında; tenzih ve medih vazifesine başladılar.

Hâmisen: Mistar-ı kader üstünde kalem-i kudretiyle yazılan mektubat-ı Rabbaniyeyi mütalaa makamında, tefekkür ve istihsan vazifesine başladılar.

Sâdisen: Eşyanın yaratılışında ve masnuatın san’atındaki latif incelik ve nazenin güzellikleri temaşa ile tenzih makamında Fâtır-ı Zülcelal, Sâni’-i Zülcemal’lerine muhabbet ve iştiyak vazifesine girdiler.

  1. Hayatının gayesini ve
  2. Hayatının mahiyetini,
  3. Hem hayatının suretini,
  4. Hem hayatının sırr-ı hakikatını,
  5. Hem hayatının kemal-i saadetini

bir derece anlamak istersen, şu risaleye bak:

 ONİKİNCİ SÖZ: 130

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا ٭ وَ بِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ وَ بِالْحَقِّ نَزَلَ âyetlerinin mealinde ve hikmet-i Kur’aniyenin fazileti hakkında yüzer âyâtın mühim bir hakikatını, hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin müvazenesi suretinde gayet parlak bir temsil ile tefsir etmekle Kur’anın bir mu’cizesini ve i’cazını ve onun karşısında hikmet-i felsefenin aczini ve sukutunu hârika bir surette isbat eder, körlere de gösterir. Bu söz, Onbirinci Söz gibi gayet mühimdir. Herkes onlara muhtaçtır.

Bu sözde dört esas vardır.

Birinci Esas: Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin icmalen müvazenesi yapılarak hikmet-i kudsiye gösterilmiştir. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…

İkinci Esas: Manayı harfi ile eşyaya bakan Hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı şahsiyesine verdiği terbiye-i ahlâkıye ve manayı ismi ile eşyaya bakan felsefenin insanın hayat-ı şahsiyeye verdiği dersin muvazenesidir.

Felsefenin halis bir tilmizi Firavundur. Menfaati için en hasis şeye ibadet eder. Her menfaatli şeyi kendine Rab tanır.

Hikmet-i Kur’anın tilmizi ise bir Abddir. Menfaati için a’zam-ı mahlukata ibadet etmez. A’zam-ı menfaat olan Cennet-i gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir.

Felsefenin dinsiz şakirdi, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağini öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir.

Hikmet-i Kur’anın hakikî tilmizi mütevazidir; selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez.

Felsefnin dinsiz şakirdi, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur.

Hikmet-i Kur’anın talebesi fakir ve zaîftir, fakr ve za’fini bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerim’i, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnidir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir.

Felsefenin şakirdi, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-i şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.

Kur’anın talebesi, Hudaperest, ehl-i Fazldır. Yalnız livechillah, rıza-ı İlahî için, fazilet için amel eder, çalışır…

İşte iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin müvazenesiyle anlaşılır.

Üçüncü Esas: Manayı harfi ile eşyaya bakan Hikmet-i Kur’aniyenin insanın hayat-ı içtimaiye-i beşeriyesine verdiği terbiye-i ahlâkıye ve manayı ismi ile eşyaya bakan felsefenin insanın hayat-ı içtimaiye-i beşeriyesine verdiği dersin muvazenesidir.

Felsefenin nokta-i istinadı Kuvvettir, şe’ni tecavüzdur.

Kur’anın nokta-i istinadı Haktır, şe’ni ittifaktır.

Felsefenin gaye-i hedefi Menfaattir, şe’ni her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır.

Kur’anın gaye-i hedefi Fazilet rıza-ı ilahidir, şe’ni tesanüddür.

Felsefenin hayatta düsturu cidaldir, şe’ni çarpışmaktır.

Kur’anın hayatta düsturu Teavündür, şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir.

Felsefenin cemaat rabıtalarında düsturu unsuriyet ve menfi milliyettir, şe’ni başkasını yutmaktır ki tecavüzdür.

Kur’anın cemaat rabıtalarında düsturu rabita-i dini, sinifi ve vatanidir ki, şe’ni uhuvvettir, incizabdır.

Felsefenin gayatı hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid etmenin, şe’ni beşerin saadetinin selb olmasıdır.

Kur’anın gayatı nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dareyndir. 

Dördüncü Esas: Kur’an ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiği için hakikatları azami derecede gösterdiğinden sair kelimat-ı İlahiyeye ve bütün kelâmlara nisbeten daha yüksektir. Kudsiyeti ve azameti kayıtsız olarak hakikatları ihata etmesi cihetinden geliyor. Bu hakikatı anlatan iki temsil gösterilmiştir. Bir padişahın saltanat-ı uzması haysiyeti ile çıkan fermanı, adi bir adamla cüz’i bir mukalemesinden ne kadar yüksek ve âlî ise; Ve gökteki güneşin feyzinden istifade, ayinedeki aksinin cilvesinden istifadeden ne derece çok ve fâik ise; Kur’an-ı Azîmüş Şan dahi, o nisbette bütün kelamların ve hep kitapların fevkindedir.

 ONÜÇÜNCÜ SÖZ: 137

“İki Makam”dır.

BİRİNCİ MAKAM:

 وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ 

âyetiyle, وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ

âyetinin mealinde ve hikmet-i Kur’aniyenin kudsiyeti ve vüs’ati ve şiirden istiğnası hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın yüksek mu’cizane hikmetini, felsefenin aşağı ve dar hikmeti ile müvazene ediyor. Hikmet-i Kur’aniyedeki kesret ve vüs’ati ve felsefenin fakr ve iflasını muhtasar beyan etmekle beraber, Kur’anın şiirden istiğnasının ve adem-i tenezzülünün sebebi, hakaik-i Kur’aniyenin yüksekliği ve parlaklığı olduğunu gösterir. Ve mühim bir temsil ile bir nevi i’caz-ı Kur’aniyeyi beyan eder.

Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; su gelecek sözlere dikkat et!

  • Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni’ cihetindeki fakr ve iflasını görmek istersen Kudret Mu’cizesi olan insanın halkına, Rahmet Mu’cizesi olan yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerine bak!Kur’an’ın nasıl ülfet nazarını kaldırdığını gör.
  • Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz derecesindeki kemal-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizamat-ı san’atı, muntazam üslûblarıyla tefsir ettikleri halde; manzum olmadığının iki sebebi vardır.
  1. Birinci sebebi: Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip tâ ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mabeynlerinde mevcud münasebet-i maneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhita içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil ettiğinden manzum değildir.
  2. İkinci sebebi de budur ki: Kur’anın hakikatları; o kadar büyük, âlî, parlak ve revnakdardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlara nisbet edilse; gayet küçük ve sönük kaldığından manzum değildir.
  • Kur’anın her bir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşr ile küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen; kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farzet ki, her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’an âyetlerini işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-i âlem işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat, Kur’anı işitenlerin nazarında; gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda; ve arz bir kafa; berr ve bahr birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder.
  • Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın en yüksek bir derece-i i’cazını bütün daire-i imkân ve vücuba bakan iki şecere temsiliyle izah etmiştir. İmanın bütün erkânının Şeriat-ı Kübrayı İslamiyet ile tenasüb içinde olması Kur’an-ı Azim üş Şanın bütün daire-i imkân ve vücubu gören ve bilen bir zatın kelamı olduğunun delilidir.

İKİNCİ MAKAM: 142

Haşiyesindeki mahpuslara dört mektub ile beraber toplam da altı mes’eledir.

Gençliği, dalalet ve sefahet uçurumuna düşmekten kurtaran ve imanda, bu dünyada dahi hakikî bir cennet lezzeti ve dalalette ise cehennemî bir azab ve sıkıntı bulunduğunu misallerle izah ve isbat eden bir derstir.

Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.

Şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında âhiretimizi ne suretle kurtaracağımızı dört hakikatla ders verir:

Birincisi: Kabre girmenin üç tarzdaki keyfiyetini,

İkincisi: ihbar eden muhbirlerin sıdkını,

Üçüncüsü: Kıyas-ı mantıki ile tehlikeli yolda gitmemenin gereğini

Dördüncüsü: imanın dünyevi lezzetini,

Beşincisi: İslâmiyetten çıkan insanın sükût-u mutlaka mahkûm olduğunu anlatıyor.

Birkaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak istediler. Üç tehlikenin izahıdır.

Birincisi: Gençlik tehlikesine karşı gençliğin geçici olduğunu Onbirinci Şuadan Beşinci Mes’eledeki tarzda ders veriliyor. Elhasıl kısmında gayr-ı meşru gençliğin zararları anlatılmıştır.

İkincisi: Hayat tehlikesine karşı Hayatın iman dairesinde lezzetle geçebileceğini Onbirinci Şuadan Üçüncü Mes’eledeki tarzda ders veriliyor

Üçüncüsü: Hevesat tehlikesine karşı gençliğin geçici olduğu Onbirinci Şuadan İkinci Mes’eledeki tarzda ders veriliyor.

İKİNCİ MAKAMIN HAŞİYESİ: 148

Mahpuslara teselli hakkında dört mektubdur.

  • Ondördüncü Şua Sayfa 479: Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Teselliye muhtaç olan mahpuslar şunlardır:

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye gençlik darbesini yiyenler, zulmen mahkûm olanlar, fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlarına müştak olan mahpuslar çok muhtaçtırlar. Evet, gençlik tehlikeleri ve bilhassa şimalde koca bir devlet gençlik hevesatını elde ederek bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. İşte bu asırda İslam Türk gençleri kahramane davranıp bu tehlikeye karşı Risale-i Nur’un keskin kılıncıyla mukabele etmeleri elzemdir. Eğer terbiye-i Kur’aniye ve Nur’un hakikatlariyle kendilerini muhafaza etseler, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur. Terbiye için onbeş sene hapse atmaktan ise, onbeş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder. En bahtiyar odur ki; sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde, imanına ve Kur’ana hizmete çalışmaktır. Hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi hayatın lezzetini kaçırır.

  • Ondördüncü Şua Sayfa 478: Hapis musibetine düşenlere merhametkârane, sadakatla, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere Üç Nokta’da kuvvetli bir tesellidir.

Birinci Nokta: Ehl-i iman için hapis musibeti farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmek şartıyla hapiste geçen ömür günleri, her bir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir.

İkinci Nokta: Musibete karşı sabır kuvvetini hazır zamana tahşid etmek gerekir. Zira zeval-i lezzet elem olduğu gibi, zeval-i elem dahi lezzettir. Hattâ şekva olmasın, ben bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve manevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nur’un hizmetinden mahrumiyetimden gelen me’yusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inayet-i İlahiye bu mezkûr hakikatı gösterdi.

Üçüncü Nokta: Farz namazını kılmak, sadakat, şefkat, sevinç ile ve minnet ettirmemek şartıyla; Hasta, ihtiyar, garip, fakir mahpuslara hizmet etmenin sadaka hükmüne geçtiğini izah ediyor.

  • Ondördüncü Şua Sayfa 487:Hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikat-ı Kur’aniye; Hakikat ve maslahat sulhtur. Affetmektir. Onun içindir ki; “Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek” İslâmiyet emrediyor.
  • Ondördüncü Şua Sayfa 490:  Aziz Yeni Kardeşlerim Ve Eski Mahpuslar!

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki; buraya girmemizin inayet-i İlahiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatlarıyla tam bir teselli size vermektir.

İKİNCİ MAKAMIN ZEYLİ: 154

(Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mes’ele-i mühimmedir.)

Nev’-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacaklar. Ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’a sarılacaklar.

Saniyen: Madem Risale-i Nur, bu mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Elbette bundan sonra insanlar fevc fevc Risale-i Nur’a dâhil olacaklardır. İnşaallah

MEYVE RİSALESİNDEN ALTINCI MES’ELE: 156

[İman-i billah rüknünün binler küllî bürhanlarından birtek bürhana kısaca bir işarettir.]

Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler. Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Altı fennin şehadeti

  1. Fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan dörtyüz bin çeşit nebatat ve hayvanatın hârika ve hassas mizanlarla yaratılmış olmaları cihetiyle küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal’i tanıttırır.
  2. Fenn-i makine mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan binler çeşit çeşit mahlûkatın basit bir maddeden yaratılmış olmaları cihetiyle küre-i arz denilen bu seyyar makine-i Rabbaniyenin ustasını ve sahibini bildirir ve tanıttırır.
  3. Fenn-i iaşe mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar etmesi cihetiyle küre-i arz denilen bu Rahmanî iaşe anbarı ve bir sefine-i Sübhaniye ve bu depo ve dükkân-ı Rabbanînin sahibini, mutasarrıfını, müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.
  4. Fenn-i askerî mikyasıyla küre-i arz, içerisinde bulunan nebatat ve hayvanat milletlerinden dörtyüz bin nev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel ve muntazam ve hiç birini unutmayarak ve şaşırmayarak verilmesi cihetiyle küre-i arz denilen bu ordu-yu Sübhanînîn Hâkimini ve Rabbini ve Müdebbirini ve Kumandan-ı Akdes’ini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid ve tesbihle sevdirir.
  5. Fenn-i elektrik mikyasıyla bu âlem şehrinde dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, küre-i arzdan bin defa büyük oldukları ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamlarının bozulmamaları, birbirlerine çarpmamaları, sönmemeleri, yanmak maddeleri tükenmemeleri cihetiyle bu meşher-i a’zam-ı kâinatın Sultanını, Münevvirini, Müdebbirini, Sâni’ini, o nuranî yıldızları şahid göstererek tanıttırır. Tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.
  6. Fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet mikyaslarıyla bu kitab-ı kâinat, birtek sahifesi olan zemin yüzünde ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitablar hükmündeki üçyüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak; mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam fihristesi yazılması ve bir kalemin işlemesi cihetiyle şu mecmua-i kâinat ve bu mücessem Kur’an-ı Ekber-i Âlemin nakkaşını, kâtibini hadsiz kemalâtıyla tanıttırır. “Allahü Ekber” cümlesiyle bildirir, “Sübhanallah” takdisiyle tarif eder, “Elhamdülillah” senalarıyla sevdirir.

HÜVE NÜKTESİ: 160

Meslek-i imaniyenin hadsiz derece kolay ve vücub derecesinde sühuletli bulunmasının ve şirk ve dalaletin mesleğinde hadsiz derecede müşkilâtlı, mümteni’ binler muhal bulunduğunun gayet kısa bir işaretle beyanıdır.

  1. هُوَ nin lafzında, havasında birtek zerrenin muntazam birtek vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlıkının izniyle ve kuvvetiyle ve Hâlıka intisab ve istinad ile ve Sâni’inin cilve-i kudreti ile bir anda şimşek sür’atinde ve هُوَ telaffuzu ve havanın temevvücü sühuletinde yapılmasından gelen bir lem’a-yı vâhidiyet vardı
  2. هُوَ nin manasında ve işaretinde gayet nurani bir cilve-i ehadiyet ve çok kuvvetli bir hüccet-i tevhid bulunur.
  3. Havanın maddî cihetindeki vazifeleri: asvat, elektrik, cazibe, dafia, ziya gibi sair letaifin nakli ve bütün nebatat ve hayvanata teneffüs ve telkîh gibi hayata lüzumu bulunan levazımatı kemal-i intizam ile yetiştirmektir.
  4. Havanın manevî cihetindeki vazifeleri: âlem-i misal ve âlem-i manaya suret ve manaların naklidir.

 ONDÖRDÜNCÜ SÖZ: 163

Dar akıllara sığışmayan yüksek ve geniş bir kısım hakaik-i Kur’aniyeyi göze görünen emsal ve nazireleriyle fehme takrib ediyor. Meselâ:

 خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ ٭

 وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍٍ ٭

 وَ السَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ ٭

 اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭

 وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ

âyetlerinin gayet yüksek ve gayet geniş hakikatlerini temsil ve tanzir ile akla kabul ettirir ve kalbi ikna eder bir tarzda beyan ediyor. Âhirinde, nefs-i emmareye müessir bir sille-i ikaz var. Nefse esir olan onu okusa ve kabul etse, esaretten kurtulur.

ONDÖRDÜNCÜ SÖZ’ÜN HÂTİMESİ: 169

Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.

ONDÖRDÜNCÜ SÖZ’ÜN ZEYLİ: 171

Zelzele hakkında ehemmiyetli altı suale cevabdır.

 ONBEŞİNCİ SÖZ: 176

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ âyetinin mealinde ve melaike ile şeytanların mübarezeleri hakkındaki âyâtın, kozmoğrafyacıların dar akıllarına yerleşmeyen mühim bir sırrını, “Yedi Basamak” namıyla yedi muhkem hüccet ve metin bir mukaddeme ile tefsir ediyor. Ve şu âyetin semasından evham-ı şeytaniyeyi recmedip tardeder.

ONBEŞİNCİ SÖZ’ÜN ZEYLİ: 183

Kur’anın Kelâmullah ve Hazret-i Muhammed (A.S.M.) Allah’ın Resulü olduğunu mukni’ delillerle isbat eden, münazara tarzında yazılmış belig bir risaledir.

 ONALTINCI SÖZ: 193

اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ ٭ فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin mealindeki çok âyâtın ifade ettiği: “Ehadiyet-i zâtiyesi ile külliyet-i ef’al; ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyet ve ferdaniyetiyle şeriksiz şümul-ü tasarrufat; ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması; ve birtek zât-ı ehadî olmakla her şeyi bizzât elinde tutmak” olan hakaik-i âliye-i Kur’aniyenin “Dört Şua” namıyla gayet mühim bir sırrını tefsir ediyor. Ve o hakaikı müstakim akıllara ve selim kalblere teslim ettiriyor.

 ONYEDİNCİ SÖZ: 202

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى اْلاَرْضِ زِينَةً لَهَا ِلنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً ٭ وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا ٭ وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ 

âyetlerinin meallerinde: Lezzet-i hayat içinde elem-i mevt ve sürur-u visal içinde elem-i zeval hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını ve ism-i Kahhar’a karşı Rahman isminin cilvesini gayet güzel bir suretle gösterip tefsir ediyor. Ve ehl-i iman için dünyanın mahiyetini, seyyar bir ticaretgâh ve muvakkat bir misafirhane ve birkaç günlük bir teşhirgâh ve kısa bir müddet için işleyecek bir tezgâh ve ahz u i’ta için yol üstünde kurulmuş bir pazar olduğunu gösterip, dünyadan berzah ve âhiret tarafına insan seyahatını sevdirir, ve dehşetini izale eder. Ve bu sözün âhirinde bazı nüshalarda “Siyah Dutun Meyvesi” namıyla kıymetdar ve cazibedar ve şiir kıyafetinde birkaç hakikat var.

Kalbe Farisî olarak tahattur eden bir münacat: 208

EHL-İ GAFLET DÜNYASININ HAKİKATINI TASVİR EDEN BİRİNCİ LEVHA: 219

EHL-İ HİDAYET VE HUZURUN HAKİKAT-I DÜNYALARINA İŞARET EDEN İKİNCİ LEVHA: 220

BARLA YAYLASI, ÇAM, KATRAN, ARDIÇ, KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİ: 222

YILDIZLARI KONUŞTURAN BİR YILDIZNAME: 228

 ONSEKİZİNCİ SÖZ: 230

Bu söz, “İki Makam”dır.

İkinci Makamı yazılmamış. Birinci Makamı üç noktadır.

Birincisi: لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا âyetinin fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbin nefs-i emmarenin kafasına sille-i te’dibi vuran bir sırrını,

İkincisi: اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ nun, çirkin ve bahsi hilaf-ı edeb görünen şeylerin güzel cihetlerini gösteren bir sırrını,

Üçüncüsü: اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ âyetinin risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair ince fakat kuvvetli bir delilini gösteren bir sırrını tefsir eder.

 ONDOKUZUNCU SÖZ: 235

يس وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ âyetinin mealindeki yüzer âyâtın en mühim hakikatları olan risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) “Ondört Reşha” namıyla ondört kat’î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve isbat ediyor. Ve en muannid bir hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) izhar ediyor.

 YİRMİNCİ SÖZ: 245

“İki Makam”dır.

Birinci Makamı: Sure-i Bakara’nın başında Hazret-i Âdem’e meleklerin secdesi ve bir bakaranın zebhi ve taşlardan su çıkması hakkındaki üç mühim âyete karşı şeytanın gayet müdhiş üç şübhesini öyle bir tarzda reddedip mahveder ki; şeytanı ve şeytan gibi insanları öyle desiselerden perişan edip vazgeçiriyor. Çünki onlar, tenkid ve itirazlarıyla lemaat-ı i’caziyenin kapısını açtırttılar. O üç âyetten üç lem’a-i i’caziye göründü.

İkinci Makamı: Mu’cizat-ı Enbiya (Aleyhimüsselâm) yüzünde parlayan bir mu’cize-i Kur’aniyeyi göstermekle beraber, mu’cizat-ı Enbiyaya dair âyât-ı Kur’aniyenin ne kadar manidar ve hikmetmedar olduklarını gösterir. Ve Kur’anda kapalı kalmış çok defineler bulunduğunu ihtar eder.

 YİRMİBİRİNCİ SÖZ: 269

İki Makamdır.

Birinci Makamı: Namazın o kadar güzel bir tarzda kıymetini ve faidesini gösterir ki, en tenbel ve en fâsık adama dahi namaza karşı bir iştiyak verir ve gayrete getirir.

İkinci Makamı: Şeytanın çok istimal ettiği mühim desiselerini ibtal ediyor. Ve vesvesesi ile mü’minlerin kalbinde açtığı yaraların beşine, güzel merhemler tarif ediyor.

 YİRMİİKİNCİ SÖZ: 279

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللّٰهُ ٭ اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ mealinde ve tevhid-i hakikî hakkındaki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını “İki Makam” ile tefsir eder.

Birinci Makam: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile oniki basamak hükmünde “Oniki Bürhan” ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat’î bir surette isbat eder ki: En mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcib-ül Vücud’un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla isbat eder.

İkinci Makamı ise: Hakikat-ı tevhidi ve tevhid-i hakikîyi, “Oniki Lem’a” namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında oniki bürhan-ı bahire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde isbat ediyor. O Lem’alardaki deliller o kadar kat’îdir ki, hiçbir şübhe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki, mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcib-ül Vücud’un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı isbat ediyor.

 YİRMİÜÇÜNCÜ SÖZ: 311

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ اِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ 

âyetlerinin mealindeki çok âyâtın imana dair ve terakkiyat ve tedenniyat-ı insaniyeye medar hakikatlerini “Beş Nokta” ile ve “Beş Nükte” içinde herkese taalluk eden ve herkes ona muhtaç olan on mebhas ile o sırr-ı azîmi tefsir eder. İstidadat-ı insaniye ile vezaif-i insaniyeyi, gayet makul ve makbul bir surette beyan eder.

Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor.

 YİRMİDÖRDÜNCÜ SÖZ: 332

اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى âyetinin mealinde ve esma-i hüsnanın cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakikatını beş dal namıyla mebahis-i azîme ile tefsir ediyor. Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrarın muhtasar bir hazinesidir. Üçüncü Dal, hadîslere gelen evhamı oniki kaide ile reddeder. Evhamın esaslarını keser. Dördüncü Dal, kâinat sarayında istihdam olunan nebatat ve hayvanat ve insan ve melaike taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubudiyet ve tesbihlerini ve haşmet-i rububiyet-i İlahiyeyi cazibedar bir tarzda beyan eder. Beşinci Dal, اَللّٰهُ لاَ اِلهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَاءُ الْحُسْنَى âyetinin şecere-i nuraniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir surette gösteriyor. Bu beş meyve ve Otuzbirinci Söz’ün âhirindeki beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun.

 YİRMİBEŞİNCİ SÖZ: 365

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ اْلاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هذَا اْلقُرْآنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا 

âyetinin hakikatını teyid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikatı olan i’caz-ı Kur’anîyi tefsir eder. Üç Şua içinde kırk vücuh-u i’caziyeyi beyan ve tefsir ediyor ki; Kur’an, kelâmullah olduğunu; gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi, öylece gösterir ve isbat eder. Nısf-ı evvel çendan sür’atli te’lif edilmiş, fakat istirahat-ı kalb ile yazıldığı için izahlıdır. Nısf-ı âhir bazı esbab-ı mühimmeye binaen muhtasar ve mücmel kalmıştır. Fakat bununla beraber her taifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübarek Söz, i’caz-ı Kur’anı ona gösterir ve isbat eder. Bu söz şimdiye kadar i’caz-ı Kur’ana karşı çok muannidleri serfüru ettirerek secdeye getirmiş…

 YİRMİALTINCI SÖZ: 463

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ ٭ وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ 

mealindeki âyâtın sırr-ı kadere ait ve “İman-ı bilkader hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ”nın isbatına medar mühim bir hakikatını dört mebhas ile öyle bir surette tefsir eder ki; havassın fikirleri yetişmediği esrar-ı kaderiyeyi, basit avamların zihinlerine takrib edip anlattırıyor. Hâtimesinde, en kısa ve en selim ve en müstakim bir tarîkın esasını “Dört Hatve” namıyla tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor. Ve hâtimenin hâtimesinde mesail-i müteferrikadan altı mes’ele var ki, birisi Sure-i Feth’in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i’caziyesini açıyor.

 YİRMİYEDİNCİ SÖZ: 480

وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَ اِلَى اُولِى اْلاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَ لَوْلاَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلاَّ قَلِيلاً

âyetinin mealindeki âyâtın içtihada dair mühim bir hakikatını tefsir eder. Ve bu zamanda haddinden tecavüz edip içtihaddan dem vuranların haddini bildirip, ihtilaf-ı mezahibin sırrını güzel beyan eder. “Bu zamanda eski zaman gibi içtihad edebiliriz” diyenlerin ne kadar yanlış hata ettiklerini isbat eder. Bu sözün zeylinde Sahabe-i Güzin’in evliyadan yüksek olan mertebelerini gayet parlak bir surette ve kat’î bir tarzda isbat etmekle beraber, Sahabelerin nev’-i beşer içinde Enbiyadan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini kat’î bir surette isbat eder.

 YİRMİSEKİZİNCİ SÖZ: 497

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

âyetinin Cennet’e ve saadet-i ebediyeye dair hakikatını teyid eden yüzer âyâtın mühim bir hakikatını iki makamla tefsir eder. Birinci Makam: “Beş Sual ve Cevab” namıyla Cennet’in lezaiz-i cismaniyesine ve huriler hakkında medar-ı tenkid olmuş mes’eleleri öyle güzel bir surette beyan eder ki, herkesi ikna eder. İkinci Makam: Arabiyy-ül ibare olarak oniki lâsiyyema kelimesiyle başlar ve gayet kuvvetli ve kat’î ve hiç bir cihette sarsılmaz, haşre dair, Cennet ve Cehennem’in hakkaniyetine medar binler bürhanı tazammun eden bir bürhan-ı bahirdir ki; o bürhan, Onuncu Söz’ün menşe’i ve esası ve hülâsasıdır.

 YİRMİDOKUZUNCU SÖZ: 503

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى ٭ وَ الْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهِ ٭ وَ مَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ٭ مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melaikeye dair üç mühim hakikatını tefsir eder. Beka-i ruhu o kadar güzel isbat eder ki; cesedin vücudu gibi, ruhun bekasını gösterir. Ve melaikenin vücudlarını, Amerika insanlarının vücudları gibi isbat eder. Ve Haşir ve Kıyametin vücud ve tahakkuklarını o kadar mantıkî ve aklî bir surette isbat eder ki: Hiçbir feylesof, hiçbir münkir itiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem olur. Hususan âhirindeki “Remizli Nüktenin Sırrı” namıyla haşr-i ekberin esbab-ı mûcibesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda beyan eder ki; tılsım-ı kâinatın üç muammasından bir muammasını gayet parlak bir surette halleder. ______

{(Haşiye): Yirmidokuzuncu Söz’ün göz ile görünen bir kerameti var. Ezcümle, onaltı sahifesinde ihtiyarsız, tasannu’suz her sahifenin satırlarının başlarında onaltı elif gelmesidir. Bu tevafuku görmek isteyenler, elyazma nüshasına müracaat etsinler.}

______

 OTUZUNCU SÖZ: 535

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا ٭ عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَ اَصْغَرُ مِنْ ذلِكَ وَلاَ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

âyetlerinin enaniyet-i insaniye ve tahavvülât-ı zerrat hakkındaki hakikata dair gelen âyâtın iki mühim sırrını iki maksad ile beyan eder. Birinci Maksad, enaniyet-i insaniyenin muamma-yı acibesini hallederek silsile-i diyanet ile silsile-i felsefenin menşe’lerini gayet parlak bir tarzda gösterir. İkinci Maksad, tahavvülât-ı zerratın tılsımını keşfediyor. Zerratın harekâtını, o derece hikmetli ve muntazam gösteriyor ki; o umum zerreler, Sultan-ı Ezelî’nin muhteşem ve muazzam bir ordusu ve muti’ ve müsahhar memurları olduğunu kat’î delillerle isbat eder. Yirmidokuzuncu Söz nasılki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir. Hususan hâtimesinde yedi hikmet ve yedi kanun-u azîm ile bir ism-i a’zamın tecellisini göstermekle; tahavvülât-ı zerratın hikmetini gayet kat’î ve parlak bir surette gösterdiği gibi, zîhayat cisimlerini, o zerratın seyr ü seferine bir misafirhane ve bir kışla ve bir mekteb hükmünde gösterir, isbat eder.

 OTUZBİRİNCİ SÖZ: 559

سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ اْلاَقْصَى الَّذِى ٭ وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى 

âyetlerinin hakikatını teyid eden âyâtın en mühim bir hakikatı olan Mi’rac-ı Ahmediye’yi (A.S.M.) ve o mi’rac içinde kemalât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) ve o kemalât içinde risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) ve o risalet içinde çok esrar-ı rububiyeti tefsir eder ve kat’î delillerle isbat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlardan bu risaleyi kim görmüşse, karşısında hayran olup, akıldan uzak mes’ele-i mi’racı en zahir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabul ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i mi’racın âhirlerinde beşyüz meyveden “Beş Meyve”sini o kadar güzel tasvir eder ki; zerre mikdar zevki, şuuru bulunan onlara meftun olur.

Zeyl: Şakk-ı Kamer mu’cizesine bu zaman feylesoflarının ettikleri itirazlarını “Beş Nokta” ile gayet kat’î bir surette reddedip, inşikak-ı Kamer’in vukuuna hiçbir mani bulunmadığını gösterir. Ve âhirinde de “beş icma” ile şakk-ı Kamer’in vuku bulduğunu gayet muhtasar bir surette isbat eder. Şakk-ı Kamer mu’cize-i Ahmediyesini güneş gibi gösterir.

 OTUZİKİNCİ SÖZ: 590

Üç Mevkıftır.

Birinci Mevkıf:

لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin mealindeki yüzer âyâtın vahdaniyete dair en mühim hakikatını öyle bir surette isbat eder ki; şirk ve küfür yolunu muhal ve mümteni’ gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tardeder. Zerrat adedince vahdaniyetin delilleri bulunduğunu beyan eder. Gayet latif ve yüksek ve mantıkî bir muhavere-i temsiliye suretinde, hadsiz geniş mesaili o temsil içinde dercedip gösterir. Ve zeylinde gayet latif birkaç mes’ele var ki; hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayalinden daha parlak, daha geniştir.

İkinci Mevkıf:

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ اَللّٰهُ الصَّمَدُ in hakikatına dair sırr-ı ehadiyete ve vahdete gelen teşkikat ve evhamı izale eder. Ehl-i dalaletin ehl-i tevhide karşı ettikleri itirazatı kat’î bir surette reddediyor. Birinci Mevkıf’tan daha kuvvetli, âyât-ı Kur’aniyenin vahdaniyete dair mu’cizane isbatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zâtiye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-ı muazzama-i Kur’aniyeyi gayet güzel ve vâzıh bir temsil ile isbat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder.

Ve bilhâssa bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinden evvel ikinci temsilin neticesinde Zât-ı Akdes-i İlahiye’den hiçbir şey saklanmadığını ve hiçbir şey ondan gizlenemediğini, hiçbir ferd ondan uzak kalmadığını, hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden ona yanaşamadığını ve rububiyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mani olmadığını ve hiçbir yer onun huzurundan hâlî kalmadığını, herşeyde bakar ve işitir sem’ ve basarının cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya emirlerinin sür’at-i cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçtiğini, esbab ve vesait sırf zahirî bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz ve temekküne muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücudun perdeleri onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olmadığını ve maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mahdudların hâssaları onun dâmen-i izzetine yanaşamadığını ve tegayyür ve tebeddül ve tahayyüz ve tecezzi gibi emirlerden mücerred, münezzeh, müberra ve mukaddes olduğunu gayet güzel bir surette isbat eder. Bu İkinci Mevkıf’ın hâtimesinde sırr-ı ehadiyete dair arabiyy-ül ibare gayet mühim bir parça tercümesiyle beraber gayet parlak bir surette çok mesail-i mühimmeyi ifade eder. Hususan insanın muhasebe-i a’mali için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir ve tebdil ve tahrib ve tamir etmek sırrını beyan eder.

Üçüncü Mevkıf:

وَمَا الْحَيٰوةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ ٭ وَ اِنَّ الدَّارَ اْلآخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ 

âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını gayet mühim bir müvazene ile beyan eder. Ehl-i dalalet hakkında hayat-ı dünyeviye ne kadar müdhiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir. Hususan, muhabbet hakkındaki semerat-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalalet için ne kadar elîm, ehl-i hidayet için ne kadar hoş olduğunu gösterir. Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: “Sair risaleler yıldızlar olsa, bu güneştir.” Diğer biri ona mukabil demiş: “Herbir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatta birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler.”

 OTUZÜÇÜNCÜ SÖZ: 653

سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِى اْلآفَاقِ وَفِى اَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ

Otuzüç âyetin birer hakikatlarını tefsir eden otuzüç penceredir. Otuzüç risale olmağa lâyık iken gayet müstacel bir zamanda yazıldığı için, bir veya yarım sahifelik pencereleri birer risale kuvvetinde ve birer risaleyi tazammun eden mahiyetinde olduğunu gösterir. Fakat maatteessüf baştaki pencereler gayet mücmel ve muhtasar kalmış, lâkin gittikçe inbisat ederek nısf-ı âhirdeki pencereler vâzıh düşmüştür.

 LEMAAT: 691

Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.

Anglikan Kilisesine Cevab: 746

 KONFERANS: 747
 FİHRİST: 775

* * *

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*